Dolapta
BİR
Sağ yanında
hasırdan bir koltuk yaslıydı, sol yanında irice cam kavanoz dururdu, iki parça.
Biri diğerinden küçük, boştu büyüğü, küçüğünde yarıya kadar su olurdu hep. Su
yüzeyinde ismini çıkaramadığım plastik çiçekler yüzerdi, belki de pencereden
süzülen ışıkla sevişen zamana, fazla yüzsüzlük etmemelerini öğütlerdi. İnsan
dediğin bir kez perdeyi yırtmaya görsün, en ufak zarif bir dokunuş, bir tatlı
öpüş sarsıcı sevişmelerin kucağına iter çiçek gibi zamanı, ışık ışık boşanır
duygular, su gibi akar heves.
İlkbahar
sıcağı yürekleri sardığında, derinde en derinlerde dönmüş hislerim kıpraşır,
yüreğim sızlar, yüreğimi sızlatır kaç bahar sonra aniden karşıma çıkışın.
Solmuş çiçekler seni sorarken sağa sola saçılmış zenginlikte kaç sene seni,
seni aradığına pişman olacak dengi yüreğim sızlar, yürekte sararım sıcağını,
buz tutmuş bedenimde eriyiş hızlanır, hızlanır ve cemre havaya düşer, tutarım
demet demet elimde seni, dilerim doğadan dilek dilek üstüne, sadece yüreciğinin
üşümemesini, yapma çiçekler boğuyor ilkbaharı.
Hasır koltuğun
önünde, üstükalın camdan bir sehpa dururdu, üstünde küçücek demir aksamlı bir
abajur ve kristale yakın camdan vazo ve içinde hep taze çiçekleri olan. Yaz kış
evimiz çiçek açarmış gibi kokardı, papatya kokardı çoğunlukla. Gökkuşağı
renkleri taşınırdı bu köşeme göz kamaştırıcı ahenkle.
Elime değişik
renk ve tonları sunarlardı bıkamadan usanmadan, alır saklardım hepsini
dolabıma. Sıkıldıkça çıkarır bakar rahatlardım. Elyaf elyaf sarardı sapsarı
papatyalarla dünyamı. Gözlerimde isyan çiçeği bütünüyle bir başkaldırış
olurlardı. Gizlerim dökülürdü sallasan dolaptan.
Sıcak su
konulmalıymış vazoya, papatyaların ömrü uzun olsun diye öğrendim ve her gün bir
su bardağı sıcaklık ilave ettim vazoya. Kelebekler dans ederdi bu pistte,
çeşitli ebatlarda ve çeşit çeşit renkte. Yaldızlı akşamlarda gökyüzünü
yıldızlar boğana dek resim fırçası elimde uyurdum.
En güzel
günlerimmiş meğer o günler. Neden bitti, ne kadar sürdü bilemeyeceğim. Sanırım
çok çabuk büyüdüm, çocukluğum gün güne öldü. İçimde ağlasa da sarı fırça saçlı
çocuk, anladım ki büyümek yarı yarıya ölmekmiş meğer.
Hasır koltuğa
oturup saatlerce okurdum. Fırçamı dizlerime koyduğum tuvale binlerce defa okşar
gibi dokundururdum. Ağaç dalları, gül yanakları, gelincik çiçeklerini değişik
kombinasyonlarla düşlerdim, çiçekler arasında belli belirsiz bir demet boşluk
olurdu hep yüreğimde. Dönerdi başım rüzgar fırıldağı gibi, daha bir sabitlerdim
kendimi koltuğa. Hasır altı edemediğim mükemmel hazırlanmış buketler keserdi
önümü. Yön bulamazdım zevkime göre, polisiye romanların ucuzcu sokaklarında
kaybolurdum, yaşlı bir nine bulurdu beni çıkmazın başında. Başımı okşar,
gözlerimden öper, elimden tutar yine hasır koltuğun yanına ulaştırırdı.
Kavanozun
içine akciğerli bir süs balığı attım, yönümü o tayin etsin diye. Rengarenk
kuyruğunun kıvrak hareketleriyle yol iz buldum derinliğe. Bir gün kavanozun
değiştirdiğim suyunu fazla kaçırınca, intihar etti pusulam, süs balığım, onu
dolabın yanında iki seksen yatar buldum…
İKİ…
Sarı sararmış
fotoğraflarda tanınmış yüzler aradım.kimseye sormadan roller biçtim onlara,
yakınlık yarenlik kurdum. Şövalye yüzüklü ince kıyım bir orta yaş delikanlısı
yatağına oturmuş bir hap yutuyordu. Şu yanda gördüğün sakallı köylü varya deden
dedi, bende dedenim. Bir arka sayfada ceketi omzunda yürüyen flu fotoğraftaki
de benim. O hasta olmadan önceki halimdir, ama vurmuş illet de haberim yokmuş,
haberim yokmuş hiçbirinden, bir bir tanıttılar kendilerini, çok sevdim hepsini
de, onlarda beni sevdi. Kara önlüklü bir fotoğrafımı iliştirdim yanı başlarına.
Artık albümü
hiç açmasam da sohbet edebilecektim onlarla.
Seramikten
genişçe bir tabak yaslı dururdu üst gözün sağına. Önünde kupaya benzer sarı
renkli iç içe geçmiş iki kase. Altlarında servis tabağı içinde aynı renk ve
çapta sapları olan bir kaşık, çatal ve bıçak, kaselerin etrafında çepeçevre
yapma meyveler serpiştirilmişti. Elma, armut, üzüm salkımı, limona benzer.
Portakal. Tam
ayırdına varamadığım, işin aslı tanımadığım, şekilli birkaç çeşit meyve daha.
Veya bugün için şeklini şemalini anımsayamadığım, sanki servise sunulmak için
hazırlanmış, insanı hakikisiyle karıştıracak denli canlıydılar. Kesilecek,
soyulacak, dilimlenecek ve sonra afiyet olsun misali gerçek. Her şey hazırdı
sofrada.
Sol tarafta
ise yanlamasına rafın içine dayalı ortasında tavuskuşu olduğunu sandığım
motifle bezeli seramikten, beşgen bir tabak vardı. Hemen yanında üzeri
mandalina dilimleri ve mor yapraklarla ki ne yaprağıdır bilmediğim, süslenmiş
geniş saplı ve sanki yarım bir portakal olan kapağıyla kocaman bir sürahi
dururdu. Portakal suyu ve bol buzlu limonata ile doldurulmuş olduğu hissi
uyandırırdı içimde. İnsanın içeceği geliyordu.izlenimlerime göre boştu, ben
yine de öyle olduğuna inanmak isterdim. Soğuk soğuk yudumlamak alemi, alem
yanıltsa da beni sıcağa karşı koyulmazdı ve cilalanmış kocaman kiremit bir
saksı ile üst rafın sakinleri tamamlanırdı.
Saksının içi
plaj kumu ile doluydu. Bunu iyiden iyiye biliyorum çünkü yaz sıcağı evin
balkonuna çöktüğünde, sayılı gittiğimiz plajlardan bizzat kendim çalardım sarı
kızı. Albenili sımsıcak vücudu altın tozu gibi saran ve ışıl ışıl yapışan,
aydınlatıp denizin maviliğine yansıyan altın kızları.
İkinci rafta
asla unutamayacağım sarı kızların koruyucu melekleri dururdu. Hemen sol önde
kırmızı ve saydam sayılabilecek bir kasede çizgi çizgi, bakınca insanı sarsan
renklilikte deniz kabukları biriktirirdim. Sahanın iki yanında minyatür,
işlemeli bakır ibrikler, ibriklerin arkasında sarı kelebekleri benek benek,
çiçeklerin üzerine kanat kanat, tahtadan bir vazo oyması veya kabartması
dururdu. Pastel renklere boyanmıştı simetrik şekiller, yalnızca üç beş renk.
Renk cümbüşü değil ama insana çok sesli bir mesajı vardı sanki. Sade ve içten,
pekala da güzel. İzleyerek sen ayrıştırma zevkine varacaksın renkleri, zahmete
değiyordu. Kurtaracağın yaratıcılıkla katlanacaksın bu çileye ve çile dolmadan
hatıralar başlar.
Tam orada bir
resim çerçevesi. Çerçeve granit taşından kesilmiş, çerçevenin kenarları testere
ağzı gibi. Yeşilli kırmızılı noktacıklarla ve genişten inceye bir damarla
kendini gösteren çerçevede cıscıbıldak bebekliğim. Cıbıldağı tamam da cıs
ortalık yerde, sürünüyor, siyah beyaz bir fotoğrafa ve cısıma rengarenk
gülümsüyorum.
Çerçevenin sağ
arkasında çalışma masalarına konan bayraklık ve iki telin ucunda iki simge.
Biri vatan diğeri sanki koskoca dünya. Beyaz mermerden üzerindeki harflerin bir
kısmı dökülmüş isimlik, kendimi çiziyorum oraya fırçamla kırmızı renkte, rafın
en sağına ise iç içe geçmiş, büyükten küçüğe sıralı yeşilin tonlarını, açıktan
koyuya.
Ahenkle
barındıran sahanlar diziliydi. Sanırım beş altı parça. Üsttekinin içinde aynı
renk ve malzemeden iki konyak kadehi. Likör için değildi kesinlikle ama konyak
içindi diye de kesin yargı veremem, zaten onlar içinde birşeyler koyulup
içilsin diye imal edilmemişti ki, yada ben birşeyler içilirken o kadehlerin
kullanıldığını hiç görmedim diyelim. Saplı kadehlerdi her ikisi de, öyle pek
küçükte sayılmazlardı.
Dolabın
solundaki geniş ağızlı şişelerin küçüğündeki balık çarçabuk ölünce, içine cam
misketler attım bu kez. Sokağa çıkıp şöyle ağız tadıyla afacan çocuklarla
çamura ve toza belenerek oynayamadığım rengarenk misketlerimi, olağan üstü
güzellikte binbirrenk parıldayan cam bilyeleri. Suyu sarhoş ettiler; altta cam
küreler, üstte yapma çiçekler, büyük geniş ağızlı şişeye deniz kenarından
topladığım alacalı bulacalı bir deniz taşını kapak niyetine tam tepesine
oturttum. Kimse içine bir şey koymuyordu, ben de koymadım. Yeşille lacivert
arası tonda gelene geçene boş boş bakıyordu. Ben baktığımda ise şişeden koca
kepçe kulaklarıyla sivilceli yüzlü ve fırça saçlı bir resimdi aklıma düşen, hiç
pürüzsüz olamasın istiyordum geleceğimde. Cam gibi parlak ve canlı bir hayat
arzuluyordum o yaşta. Evrenin sızıp gelen kaç çeşit rengi ve yüzü varsa o cam
şişeye hapsettim ve görmek isteyenlere gösterdim. Suyun arkaya yansıttığı
sadece kendileriydi oysa. Duvara asılı kalan o çehrelerle ne evcilikler oynadım
bir başıma ve bir gün geldi çattı su tabancasıyla hepsini yıkadım, duvar
yıkandı ve resimler aktı gitti sonsuza.
Dolaptaki
bebekliğimi kuşatan çerçevenin arkasında ilk bakışta pek seçilemeyen bir mum
dururdu. Mum parafini kankırmızı boya ile hazırlanmış ve kalbe benzeyen biçimde
kalıplanmıştı. O ana kadar hiç yakılmamıştı fitili, ben alevlendirmiştim ilk ve
son ve oturaklı bir azar işitmiştim. Mumun oturduğu kap da biraz genişçe bir
kalpti, kalbin içinde kalpti yani. Seramikten bir himaye, kenarı hafiften
çatlamış da beyaz tutkalla yapıştırılmış görüntüsü veriyordu. Kırılan kalbin
asla eskisi gibi olmayacağını çok yıllar sonra bizzat yaşayarak anladım. İnce
bir kalp şeklinde uzayan, mumun etrafına mücevher kutusunu andıran değişik renk
ve ebatta küçük mumcuklar sıralanmıştı. Aralara klasik eski el bombaları
benzeri kara top mumlar da yerleştirilmiş, serpiştirilmişti. O kadar
sahicilerdi ki kibrit yakma oyunu oynarken gizliden gizliye, en çok o kara
topların fitli alev alırda dolabımı un ufak eder diye korkardım.
Evet fitili
ateşlenmemiş mum gibi hayatım varmış, yaşadım. Eski ahşap dekoratif dolaba
emanet anılarım. Seramik kaplara dolan, yaşayamadıklarım. İçine mum dikilmiş
şanssızlıklarım. Dilediğimce temizleyip, silip kurulayıp dört duvar raflarıma
dizeceğim yıllarım. Öyle unutulası yıllarım var ki unutamıyorum. Kimliği
belirsiz birinin hayatını zorla ödünç almışım sanki, sanki yaşadığım başkasının
hayatı veya kimlik olmuşum hasbel kader o kimliği belirsizliğe. Fitilini
ateşleyemediğim boşa geçmiş senelerin o ilk azarı hep aklımdayken olasımı ki.
Uzun ömürlü
papatyalar gibi sıcağa hasretim.Basit ama pahalı ikinci el malzemelerle
döşenmiş sade ve şık bu dev dairede kimden kaldığı belirsiz ahşap dolabımla
başbaşayım. Ben dolap olmuşum dolap ben. Dolabın üst rafında resim albümü.
Resim albümünün kapağında eşek kulaklı bir çocuk dönme dolaba binmiş, lunaparkı
çınlatıyor, korkup ağlıyor mu zevkten kahkahalar mı atıyor anlayabilene aşk
olsun. Çiçek gibi süslenmiş iki sıra raf, tertemiz, sıcacık. Limon ve portakal
kokuyor loş oda.
Beyaz muma
sürdüğüm yünlü bezle albümün kapağını silip parlatıyorum. Koca kulaklı aptal
haykırmayı kesmiş yüzüme bakıyor bön bön. İyice siliyorum albümü, ter ve
gözyaşları, o haince insanı dürten heyecan da silinmiş sapsarı yüzde. Göz
kırpıyor lunapark kaçağı bana ve sus işareti yapıyor işaret parmağıyla.
Susuyorum, inanılmaz bir duygu seli boşanıyor yüreğimde, yüreğim titriyor.
Sadece
duygularımı silemiyorum. Temizleyemiyorum anıların tortusunu, temizlenemiyorum.
Hiçbir toz bezi dayanmıyor kum fırtınasına. Beyaz tuvaller kararıyor ellerimde,
oysa fırçamdaki favori renk kırmızı. Yeterince memnun kalmadımsa yırtıp
atıyorum ilaçlı bezi, neden böyle yaptığımı asla sorgulamadan. Renkler bana
açıktan açığa kin besliyor sanki. Yıllarca dost olduğum ve dostluğumuz baki
diyebileceğim birkaç renk de sırtını döndü bu günlerde. Fırçam aramızı
bulamıyor.
Çaresizce ah
çileli başım nakaratıyla tel tel dökülüyor bembeyaz satıhlara. İlmek ilmek her
bahar kucaklaştığım doğa envai çeşit maraza çıkarıyor bu ortaklığa, ha gayret
silemediğim duygular, en sevdiğim manzaraya.
Sapsarı
kumları seyrediyor kızgın güneş, su masmavi ve ılık, beyaz köpüklü salınışla
geziniyor sahilde. Her yazbaşı sevişirim ısla ıslak bu koyda, kana kana ve
diğer yana sellendiğimde karakış, gölgeli desenler akar koyu kıyılara.
Saklamışım bunca sene seni kara bahtımda ve unutmaya çalışmanın faydası yok.
Tüm isteksizliğimi çarparım buzlanmış patikaya, çizgiler kesin ve sert,
kafamdaki soru işaretleri renksiz, gökteki yıldızlar fersiz, kapkara bulutlar
hoyrat. Hatırlayamayacağını bile bile her bahar
kollamaya çabalarım kırmızı dudağından
öptüğüm yeşil şehri ve en üstte kızgın güneşin hemencecik yanına bir
zamanlar bir kadın vardı üzgün bakışlı deyip seni çizerim, manzara asla
tamamlanamaz.
Dolabıma
hapsolmuşum. Üzerimde camdan kelebekler, seramik balıklar, parafin kızlar,
keramik kupalar, papatyalar, gelincikler, meyve kabuklarının yapışkanlığı,
yaldız yaldız plastik eşyalar, ağaç biblolar ve çamaşır suyu kokusu. Beyaz
ketenden dikilmiş bolca bir kılıf. Hiç kılıf aramadım bu tutsaklığa. Hayatım
iki evreden oluşmuş dolabın içi.
Ve dolabın
dışı, aklıma saplanmış ne varsa, oldusu bittisi, süsü püsü, susu pusu sadece
bir karelik. Fırça sürmeler bir kerelik. Aynada boyadığım yüz kaderin cilvesi.
Civelek ahşap bir dolap içine atmış bi kere beni. Ben zaten yokum, çıksam da
dolap benden içeri. Aklımın sürgüsü düşmüş sanki. Antik çağda ne antika
savaşlar yitirmişim ben. Bu ahşap dolabın rafları işte o alnıma yazılmamışları
yazar.
Kalın uçlu
fırça vakitsizce çekirdek görüntüsü veren bölgeyi bastıra bastıra çağla rengine
boyuyor. Fırça elimde bana mısın demiyor bildiğini okuyor. Dolap turkuaz renkli
ve çok eski, eskilerden bir demet sunuyor. Dolabın üstünde dizleri kabuk
bağlamış yaralarla kaplı bir çocuk oturuyor, ellerini fırçama uzatıyor.
Kimden kaldığı
belirsiz ahşap dolaptaki resim fırçalarına ve boya paletine takıldı gözlerim.
Dolap aile büyüklerimizden birinindi büyük olasılıkla. Turkuaz mavisi ...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder