1 Mart 2014 Cumartesi

Dolapta



Dolapta

BİR

Sağ yanında hasırdan bir koltuk yaslıydı, sol yanında irice cam kavanoz dururdu, iki parça. Biri diğerinden küçük, boştu büyüğü, küçüğünde yarıya kadar su olurdu hep. Su yüzeyinde ismini çıkaramadığım plastik çiçekler yüzerdi, belki de pencereden süzülen ışıkla sevişen zamana, fazla yüzsüzlük etmemelerini öğütlerdi. İnsan dediğin bir kez perdeyi yırtmaya görsün, en ufak zarif bir dokunuş, bir tatlı öpüş sarsıcı sevişmelerin kucağına iter çiçek gibi zamanı, ışık ışık boşanır duygular, su gibi akar heves.

İlkbahar sıcağı yürekleri sardığında, derinde en derinlerde dönmüş hislerim kıpraşır, yüreğim sızlar, yüreğimi sızlatır kaç bahar sonra aniden karşıma çıkışın. Solmuş çiçekler seni sorarken sağa sola saçılmış zenginlikte kaç sene seni, seni aradığına pişman olacak dengi yüreğim sızlar, yürekte sararım sıcağını, buz tutmuş bedenimde eriyiş hızlanır, hızlanır ve cemre havaya düşer, tutarım demet demet elimde seni, dilerim doğadan dilek dilek üstüne, sadece yüreciğinin üşümemesini, yapma çiçekler boğuyor ilkbaharı.

Hasır koltuğun önünde, üstükalın camdan bir sehpa dururdu, üstünde küçücek demir aksamlı bir abajur ve kristale yakın camdan vazo ve içinde hep taze çiçekleri olan. Yaz kış evimiz çiçek açarmış gibi kokardı, papatya kokardı çoğunlukla. Gökkuşağı renkleri taşınırdı bu köşeme göz kamaştırıcı ahenkle.

Elime değişik renk ve tonları sunarlardı bıkamadan usanmadan, alır saklardım hepsini dolabıma. Sıkıldıkça çıkarır bakar rahatlardım. Elyaf elyaf sarardı sapsarı papatyalarla dünyamı. Gözlerimde isyan çiçeği bütünüyle bir başkaldırış olurlardı. Gizlerim dökülürdü sallasan dolaptan.

Sıcak su konulmalıymış vazoya, papatyaların ömrü uzun olsun diye öğrendim ve her gün bir su bardağı sıcaklık ilave ettim vazoya. Kelebekler dans ederdi bu pistte, çeşitli ebatlarda ve çeşit çeşit renkte. Yaldızlı akşamlarda gökyüzünü yıldızlar boğana dek resim fırçası elimde uyurdum.

En güzel günlerimmiş meğer o günler. Neden bitti, ne kadar sürdü bilemeyeceğim. Sanırım çok çabuk büyüdüm, çocukluğum gün güne öldü. İçimde ağlasa da sarı fırça saçlı çocuk, anladım ki büyümek yarı yarıya ölmekmiş meğer.

Hasır koltuğa oturup saatlerce okurdum. Fırçamı dizlerime koyduğum tuvale binlerce defa okşar gibi dokundururdum. Ağaç dalları, gül yanakları, gelincik çiçeklerini değişik kombinasyonlarla düşlerdim, çiçekler arasında belli belirsiz bir demet boşluk olurdu hep yüreğimde. Dönerdi başım rüzgar fırıldağı gibi, daha bir sabitlerdim kendimi koltuğa. Hasır altı edemediğim mükemmel hazırlanmış buketler keserdi önümü. Yön bulamazdım zevkime göre, polisiye romanların ucuzcu sokaklarında kaybolurdum, yaşlı bir nine bulurdu beni çıkmazın başında. Başımı okşar, gözlerimden öper, elimden tutar yine hasır koltuğun yanına ulaştırırdı.

Kavanozun içine akciğerli bir süs balığı attım, yönümü o tayin etsin diye. Rengarenk kuyruğunun kıvrak hareketleriyle yol iz buldum derinliğe. Bir gün kavanozun değiştirdiğim suyunu fazla kaçırınca, intihar etti pusulam, süs balığım, onu dolabın yanında iki seksen yatar buldum…
İKİ…

Sarı sararmış fotoğraflarda tanınmış yüzler aradım.kimseye sormadan roller biçtim onlara, yakınlık yarenlik kurdum. Şövalye yüzüklü ince kıyım bir orta yaş delikanlısı yatağına oturmuş bir hap yutuyordu. Şu yanda gördüğün sakallı köylü varya deden dedi, bende dedenim. Bir arka sayfada ceketi omzunda yürüyen flu fotoğraftaki de benim. O hasta olmadan önceki halimdir, ama vurmuş illet de haberim yokmuş, haberim yokmuş hiçbirinden, bir bir tanıttılar kendilerini, çok sevdim hepsini de, onlarda beni sevdi. Kara önlüklü bir fotoğrafımı iliştirdim yanı başlarına.

Artık albümü hiç açmasam da sohbet edebilecektim onlarla.

Seramikten genişçe bir tabak yaslı dururdu üst gözün sağına. Önünde kupaya benzer sarı renkli iç içe geçmiş iki kase. Altlarında servis tabağı içinde aynı renk ve çapta sapları olan bir kaşık, çatal ve bıçak, kaselerin etrafında çepeçevre yapma meyveler serpiştirilmişti. Elma, armut, üzüm salkımı, limona benzer.

Portakal. Tam ayırdına varamadığım, işin aslı tanımadığım, şekilli birkaç çeşit meyve daha. Veya bugün için şeklini şemalini anımsayamadığım, sanki servise sunulmak için hazırlanmış, insanı hakikisiyle karıştıracak denli canlıydılar. Kesilecek, soyulacak, dilimlenecek ve sonra afiyet olsun misali gerçek. Her şey hazırdı sofrada.

Sol tarafta ise yanlamasına rafın içine dayalı ortasında tavuskuşu olduğunu sandığım motifle bezeli seramikten, beşgen bir tabak vardı. Hemen yanında üzeri mandalina dilimleri ve mor yapraklarla ki ne yaprağıdır bilmediğim, süslenmiş geniş saplı ve sanki yarım bir portakal olan kapağıyla kocaman bir sürahi dururdu. Portakal suyu ve bol buzlu limonata ile doldurulmuş olduğu hissi uyandırırdı içimde. İnsanın içeceği geliyordu.izlenimlerime göre boştu, ben yine de öyle olduğuna inanmak isterdim. Soğuk soğuk yudumlamak alemi, alem yanıltsa da beni sıcağa karşı koyulmazdı ve cilalanmış kocaman kiremit bir saksı ile üst rafın sakinleri tamamlanırdı.

Saksının içi plaj kumu ile doluydu. Bunu iyiden iyiye biliyorum çünkü yaz sıcağı evin balkonuna çöktüğünde, sayılı gittiğimiz plajlardan bizzat kendim çalardım sarı kızı. Albenili sımsıcak vücudu altın tozu gibi saran ve ışıl ışıl yapışan, aydınlatıp denizin maviliğine yansıyan altın kızları.

İkinci rafta asla unutamayacağım sarı kızların koruyucu melekleri dururdu. Hemen sol önde kırmızı ve saydam sayılabilecek bir kasede çizgi çizgi, bakınca insanı sarsan renklilikte deniz kabukları biriktirirdim. Sahanın iki yanında minyatür, işlemeli bakır ibrikler, ibriklerin arkasında sarı kelebekleri benek benek, çiçeklerin üzerine kanat kanat, tahtadan bir vazo oyması veya kabartması dururdu. Pastel renklere boyanmıştı simetrik şekiller, yalnızca üç beş renk. Renk cümbüşü değil ama insana çok sesli bir mesajı vardı sanki. Sade ve içten, pekala da güzel. İzleyerek sen ayrıştırma zevkine varacaksın renkleri, zahmete değiyordu. Kurtaracağın yaratıcılıkla katlanacaksın bu çileye ve çile dolmadan hatıralar başlar.

Tam orada bir resim çerçevesi. Çerçeve granit taşından kesilmiş, çerçevenin kenarları testere ağzı gibi. Yeşilli kırmızılı noktacıklarla ve genişten inceye bir damarla kendini gösteren çerçevede cıscıbıldak bebekliğim. Cıbıldağı tamam da cıs ortalık yerde, sürünüyor, siyah beyaz bir fotoğrafa ve cısıma rengarenk gülümsüyorum.

Çerçevenin sağ arkasında çalışma masalarına konan bayraklık ve iki telin ucunda iki simge. Biri vatan diğeri sanki koskoca dünya. Beyaz mermerden üzerindeki harflerin bir kısmı dökülmüş isimlik, kendimi çiziyorum oraya fırçamla kırmızı renkte, rafın en sağına ise iç içe geçmiş, büyükten küçüğe sıralı yeşilin tonlarını, açıktan koyuya.

Ahenkle barındıran sahanlar diziliydi. Sanırım beş altı parça. Üsttekinin içinde aynı renk ve malzemeden iki konyak kadehi. Likör için değildi kesinlikle ama konyak içindi diye de kesin yargı veremem, zaten onlar içinde birşeyler koyulup içilsin diye imal edilmemişti ki, yada ben birşeyler içilirken o kadehlerin kullanıldığını hiç görmedim diyelim. Saplı kadehlerdi her ikisi de, öyle pek küçükte sayılmazlardı.

Dolabın solundaki geniş ağızlı şişelerin küçüğündeki balık çarçabuk ölünce, içine cam misketler attım bu kez. Sokağa çıkıp şöyle ağız tadıyla afacan çocuklarla çamura ve toza belenerek oynayamadığım rengarenk misketlerimi, olağan üstü güzellikte binbirrenk parıldayan cam bilyeleri. Suyu sarhoş ettiler; altta cam küreler, üstte yapma çiçekler, büyük geniş ağızlı şişeye deniz kenarından topladığım alacalı bulacalı bir deniz taşını kapak niyetine tam tepesine oturttum. Kimse içine bir şey koymuyordu, ben de koymadım. Yeşille lacivert arası tonda gelene geçene boş boş bakıyordu. Ben baktığımda ise şişeden koca kepçe kulaklarıyla sivilceli yüzlü ve fırça saçlı bir resimdi aklıma düşen, hiç pürüzsüz olamasın istiyordum geleceğimde. Cam gibi parlak ve canlı bir hayat arzuluyordum o yaşta. Evrenin sızıp gelen kaç çeşit rengi ve yüzü varsa o cam şişeye hapsettim ve görmek isteyenlere gösterdim. Suyun arkaya yansıttığı sadece kendileriydi oysa. Duvara asılı kalan o çehrelerle ne evcilikler oynadım bir başıma ve bir gün geldi çattı su tabancasıyla hepsini yıkadım, duvar yıkandı ve resimler aktı gitti sonsuza.

Dolaptaki bebekliğimi kuşatan çerçevenin arkasında ilk bakışta pek seçilemeyen bir mum dururdu. Mum parafini kankırmızı boya ile hazırlanmış ve kalbe benzeyen biçimde kalıplanmıştı. O ana kadar hiç yakılmamıştı fitili, ben alevlendirmiştim ilk ve son ve oturaklı bir azar işitmiştim. Mumun oturduğu kap da biraz genişçe bir kalpti, kalbin içinde kalpti yani. Seramikten bir himaye, kenarı hafiften çatlamış da beyaz tutkalla yapıştırılmış görüntüsü veriyordu. Kırılan kalbin asla eskisi gibi olmayacağını çok yıllar sonra bizzat yaşayarak anladım. İnce bir kalp şeklinde uzayan, mumun etrafına mücevher kutusunu andıran değişik renk ve ebatta küçük mumcuklar sıralanmıştı. Aralara klasik eski el bombaları benzeri kara top mumlar da yerleştirilmiş, serpiştirilmişti. O kadar sahicilerdi ki kibrit yakma oyunu oynarken gizliden gizliye, en çok o kara topların fitli alev alırda dolabımı un ufak eder diye korkardım.

Evet fitili ateşlenmemiş mum gibi hayatım varmış, yaşadım. Eski ahşap dekoratif dolaba emanet anılarım. Seramik kaplara dolan, yaşayamadıklarım. İçine mum dikilmiş şanssızlıklarım. Dilediğimce temizleyip, silip kurulayıp dört duvar raflarıma dizeceğim yıllarım. Öyle unutulası yıllarım var ki unutamıyorum. Kimliği belirsiz birinin hayatını zorla ödünç almışım sanki, sanki yaşadığım başkasının hayatı veya kimlik olmuşum hasbel kader o kimliği belirsizliğe. Fitilini ateşleyemediğim boşa geçmiş senelerin o ilk azarı hep aklımdayken olasımı ki.

Uzun ömürlü papatyalar gibi sıcağa hasretim.Basit ama pahalı ikinci el malzemelerle döşenmiş sade ve şık bu dev dairede kimden kaldığı belirsiz ahşap dolabımla başbaşayım. Ben dolap olmuşum dolap ben. Dolabın üst rafında resim albümü. Resim albümünün kapağında eşek kulaklı bir çocuk dönme dolaba binmiş, lunaparkı çınlatıyor, korkup ağlıyor mu zevkten kahkahalar mı atıyor anlayabilene aşk olsun. Çiçek gibi süslenmiş iki sıra raf, tertemiz, sıcacık. Limon ve portakal kokuyor loş oda.

Beyaz muma sürdüğüm yünlü bezle albümün kapağını silip parlatıyorum. Koca kulaklı aptal haykırmayı kesmiş yüzüme bakıyor bön bön. İyice siliyorum albümü, ter ve gözyaşları, o haince insanı dürten heyecan da silinmiş sapsarı yüzde. Göz kırpıyor lunapark kaçağı bana ve sus işareti yapıyor işaret parmağıyla. Susuyorum, inanılmaz bir duygu seli boşanıyor yüreğimde, yüreğim titriyor.

Sadece duygularımı silemiyorum. Temizleyemiyorum anıların tortusunu, temizlenemiyorum. Hiçbir toz bezi dayanmıyor kum fırtınasına. Beyaz tuvaller kararıyor ellerimde, oysa fırçamdaki favori renk kırmızı. Yeterince memnun kalmadımsa yırtıp atıyorum ilaçlı bezi, neden böyle yaptığımı asla sorgulamadan. Renkler bana açıktan açığa kin besliyor sanki. Yıllarca dost olduğum ve dostluğumuz baki diyebileceğim birkaç renk de sırtını döndü bu günlerde. Fırçam aramızı bulamıyor.

Çaresizce ah çileli başım nakaratıyla tel tel dökülüyor bembeyaz satıhlara. İlmek ilmek her bahar kucaklaştığım doğa envai çeşit maraza çıkarıyor bu ortaklığa, ha gayret silemediğim duygular, en sevdiğim manzaraya.

Sapsarı kumları seyrediyor kızgın güneş, su masmavi ve ılık, beyaz köpüklü salınışla geziniyor sahilde. Her yazbaşı sevişirim ısla ıslak bu koyda, kana kana ve diğer yana sellendiğimde karakış, gölgeli desenler akar koyu kıyılara. Saklamışım bunca sene seni kara bahtımda ve unutmaya çalışmanın faydası yok. Tüm isteksizliğimi çarparım buzlanmış patikaya, çizgiler kesin ve sert, kafamdaki soru işaretleri renksiz, gökteki yıldızlar fersiz, kapkara bulutlar hoyrat. Hatırlayamayacağını bile bile her bahar  kollamaya çabalarım kırmızı dudağından  öptüğüm yeşil şehri ve en üstte kızgın güneşin hemencecik yanına bir zamanlar bir kadın vardı üzgün bakışlı deyip seni çizerim, manzara asla tamamlanamaz.

Dolabıma hapsolmuşum. Üzerimde camdan kelebekler, seramik balıklar, parafin kızlar, keramik kupalar, papatyalar, gelincikler, meyve kabuklarının yapışkanlığı, yaldız yaldız plastik eşyalar, ağaç biblolar ve çamaşır suyu kokusu. Beyaz ketenden dikilmiş bolca bir kılıf. Hiç kılıf aramadım bu tutsaklığa. Hayatım iki evreden oluşmuş dolabın içi.

Ve dolabın dışı, aklıma saplanmış ne varsa, oldusu bittisi, süsü püsü, susu pusu sadece bir karelik. Fırça sürmeler bir kerelik. Aynada boyadığım yüz kaderin cilvesi. Civelek ahşap bir dolap içine atmış bi kere beni. Ben zaten yokum, çıksam da dolap benden içeri. Aklımın sürgüsü düşmüş sanki. Antik çağda ne antika savaşlar yitirmişim ben. Bu ahşap dolabın rafları işte o alnıma yazılmamışları yazar.
Kalın uçlu fırça vakitsizce çekirdek görüntüsü veren bölgeyi bastıra bastıra çağla rengine boyuyor. Fırça elimde bana mısın demiyor bildiğini okuyor. Dolap turkuaz renkli ve çok eski, eskilerden bir demet sunuyor. Dolabın üstünde dizleri kabuk bağlamış yaralarla kaplı bir çocuk oturuyor, ellerini fırçama uzatıyor.

Kimden kaldığı belirsiz ahşap dolaptaki resim fırçalarına ve boya paletine takıldı gözlerim. Dolap aile büyüklerimizden birinindi büyük olasılıkla. Turkuaz mavisi ...

Hiç yorum yok: