26 Nisan 2021 Pazartesi

KLASİK MUSİKİ...

 

KLASİK MUSİKİ...

 

Gerçekten klas bir müzik türüdür Klasik Türk musikisi, saraylara layık. Musiki havuzunun endamlı, adaplı, makamlı ve edepli tarzıdır. Daima içte hissedilir, huzur hissettirir. Müzikte hızlı tüketim çarkına içtenlikle direnenlere yüzyıllardır eşlik eder. Bu yüzden haz ve hüzün denizinde yüzülür, eşlikçi mısralarla. Mısra mısra, nota nota anılardan gerçeklere yürünür. En klas ve daima klasik yol arkadaşıdır, Klasik Türk musikisi…

 

Belli an ve dönemlerde aşka seviye, seviye aşkın ritim kazandıran notalarla vazgeçilmezleşir birçok şarkısı. Şarkiyedir. Öyle Klasik Türk Musikisi parçaları vardır ki, güfte ve beste uyumlu, uyum yansıtır musikişinaslara. Altın ayarında besteler bir güzel yerleşir gönüllere ve bir daha bırakmaz yarenini asla çıkmaz o yüreklerden. Tüketim çılgınlığına takılmış her alanda her şeyin hızla tüketilmesine dönük bir hava hakimiyetine, gönül koruyucusudur o en güzel nakaratlar. Yerden göğe karşı koyandır, her dönem ağırlığını koruyarak…

 

Türk musikisi eserleri, estirilen caka yaparız olur havasına indirgenmelere, bu gelgit kakofonisine en kalıcı senfonidir. Özgür olma ruhunu yansıtır. Klasik Türk musikisi nota nota, özlük ruh üfler yeniden. Bir enerji ki, derinliğine enerji ve sinerji yaratır. Her dizesi diz dize, göz göze günleri ve naza naz her mevsim her yaz hayalleri betimler. Akıl gözünü görür yapar. Yalandan görür gibi yapanların ipliğini pazara çıkarır. Hiç görmezlerin gün olur görmesi için görgü yedekler.

 

Klasik Türk musikisi, sanat aşkıyla, söz ile saz ile eşsiz notalarla, yepyeni notalar ve rotalar sunar aşıklarla maşuklara. Zihni ve benliği hiç aldatmadan. Albenisi aşkın parıltısından, sevinin haz denizindeki pırıltılarındandır. Ve her makama, dinleyeninden söyleyenine, icadından icra edenine güzellik yansıtır. Yansıyan güzellikle öyle bir yolculuktur ki, her bir Klasik Türk Musikisi eseri bir başka sonsuzluktur…

 

Çünkü her Klasik Türk Musikisi eserinin farklı karakteri ve bu güçlü karaktere özgü tınısı, özlü sözü vardır. İç içe geçen nota ve makamlarla en harika markadır. Zihne ve yüreğe berrak bir hava solutan sırmalı sunumdur. Her bir şarkısı tarihtir. Tarih bilene, dinlemeyi bilene kulaktan kalbe uzanan destandır. Dertlere dermandır…

 

Klasik Türk musikisi musikişinaslara geleneksel değerlerin en güçlü yanlarını anımsatır, öğütler. Öncelikli makamlara geçmişi unutma, unutulmayanları geleceğe taşı öngörüşü aşılar.

 

Aşkla muhabbetle, bütün hasret çekenlere, günışığı aşıklığıdır, Klasik Türk musikisi…

 

GÜLMEK VEYA GÜLDÜRMEK VE SOYTARILIK...

 

GÜLMEK VEYA GÜLDÜRMEK VE SOYTARILIK...

 

Son günlerde şirin gülüşlü her fotoğrafın altında bir not, gülmek devrimci bir eylemdir. Gülmek veya güldürmek meselesi ve soytarılık. Kahkaha ise yeraltına çekilme eylemi. Bu eylemlilikle gülen yüzler çiçek açar, kahkahalarla gizemli dehlizler açılır. Gülmek, silahı cephanesi ince zekâ ürünü zarafetli nükte, bazen hoş veya boş tuhaflıklardır. Resmen değişim ve değiştirme reaksiyonu, yenilginin dışa vurumu, yenginin ilk kıvılcımı, yerginin nezaketli duruşu ve bitmeyen kavganın gülü çiçeğidir gülmek…

 

Kelle koltukta gülmek veya güldürmek, kahkahalarla güldür güldür gürlemek, gelgeç iktidarların kollu koltuklu baskısı ve baskınlarına uğramaktır dört bir yandan. Dört duvar hapisliği veya eşdeğer yaptırımlara uğramadır her köşe başı. Bu yüzden masum eleştiriyi bile gazaba uğratan eğlenmelik başa bela eylemliliktir gülmek. Taşlamaya gelemeyen efendiler, hali vakti yerinde efendiciler, kediyken kaplana dönüşen efelenmeler baş köşede, mutlaka kendi soytarılarını besler. Soytarılar, akıl sır ermez soytarılıkları kafesler…

 

Bu beslemecilik düzeninde bitlenen soğuk beslemeler, soğuk espri tuvalleri antik çağ, eski çağ soytarılarına hiç benzemezler. Geçmiş çağların soytarı tutanları, soytarılarıyla övünürken, yeniçağda bütün soytarılar efendileriyle övünür. İşte bu tezat gülmeyi daha akılcı kılar ve devrimci bir eylem yapar hatta kahkahayı yeraltı gizemliliğine sokar. Saptananı şuna buna şuuraltı sunar.

 

Zamanın paralı gülen ve güldürenleri sınıf atlama derdine düşünce, belli bir sınıfın etkisinde soytarılık yorumlayınca efendilerin gözü açılır, milletin gözü boyanır…

 

Dünya işleri gülen ve düşünen havasından, kavuk düşüren pozuna dönüşünce işler karışır. O karışıklıkta sarayı da gülen ve güldüreni de soytarıları da toptan açığa düşer…

 

Gülmek devrimci bir eylemdir, yoz kahkahalara inat, Devrim tek kaderdir. Ruhu bozuk tüm soytarıları inat, soyun soyluluğun devamı için dünyaya meydan okuma halidir gülmek. Gülünüz ve güldürünüz ise devrimciliğin temel ilkesidir…

 

Duyuları irkilten ilkelilik ne umulmadık şenlikler başlatır. Ne ilkel şenlik ateşleri söndürür. Yüzü masklı, boyalı soytarılar ocağında, yaşama dair düşünmeyi ve gülmek güldürmek kurgulu muhalifliği kurgular. Bunu resmen sabote edenlere karşı yaşamla ölüm arasındaki devrimci eylemliliktir gülmek. Ağlanacak hallere gülünür atmosferinde tarihi alaşağı ederek, geleneksel soytarı birikimine ihanet edenler daima olacaktır. Çünkü soytarılar da soysuzlaşır.

 

İşte salt o nedenle dahi gülmek ve güldürmek devrimci bir eylemdir ve her babayiğidin harcı da değildir…

23 NİSAN YAZILARI

 

MEMLEKET YOKİSTAN

Şu beter salgını usulden efkarlanmış izlenimi yaratarak, pasif izleyici pozisyonunda azdıranlarla, kendi başlarına sezgisel azanlar yüzünden beter zora düşüldü. Hepten pik yaptı virüs. Dipten pike komple yerleşti memlekete, komple bulaştı masum hayatlara. Çöktü resmen memlekete. Memleket yokistan...

Millet küçükten büyüğe komple, tüm hiyerarşi, karışık bilinçaltılar, virüsle birlikte kendi özel korkularıyla yüzleşti. Sıradanlaşan koruma ve salık verilen korunma yöntemleriyle, salgının tehlikesini anlama dahi sağlanamadı. Ekonomik sebepler başta, özellikle yüzyirmisekiz milyarın belirsizliğe dolar hali de yoksunluğa eklenince salgını öteleme ve çözüm girişimleride tutmadı. Hal ve gidiş iyice zayıfladı. Aşı bir varmış bir yokmuş arasında uzun süre havada kaldı. Koca bir yılın çivisi çıktı. Gelen yıllarda çakılacağı da, mutluluk tablolarının duvara asılacağı da hala belirsiz. Ve büyük sessizlik...

Sorulduğunda mevcut durumdan fakir zengin, genç yaşlı, milletin çoğunluğu aşırı şikayetçi. Ama sorgulayan böyle salgınla mücadele olmaz, olmaz böyle şey diyen yine belli bir azınlık. Ekseriyetin miskin ve pişkin pasif izleyici konumundan kopuşu hala yok. Patates soğan, resmen memleket yokistan...

Olmaz olsun şu bu, yalandan gururlanmalar. Sahtecil şahlanmalar. Geleceği kirletenler. Yarınları yakanlar. O yüzden beterin beteri var babında tornistan hep başka sefere. Yok olsunlar. Da var olsun memleketi yokistan...

Bu sefer ki gerçekten atlatılması gittikçe güçleşen bir atmosfer. Bunca beter durum ve arsız salgına rağmen, krize kaosa ve eksik kapatmalara dayanarak hala evir çevir, getir götür operasyonları. Millet operada illeti, izleyici konumunda muma çevrilmiş. Konuşlandırıldığı locasında bir türlü çekip gitmeyenlere müptela. Yüz küsur yılda yüze tamamlanan birikime artı yirmisekizlik eklenti, ekip çalışması olduğu muhakkak yaşla kuru muhabbetinde ateşe dolar muhasebesiyle kayıp. Kayıp ama sormak sual eylemek ayıp. Hatta hala başka değerlere kayıp kıta Atlantis saldırısı. Çıplak uyarıcılara hemen virüs varyantı. Yani var yok, aktif pasif, olmak veya olmamak ortamında geçmeyen bulantı. Sürekli sallantı. İşte fırsatı fırsat bilen, aradığından fazlasını bulan hain virüs anında yokiskanı yarattı. Zalim virüsün elinde oyuncak bir memleket, oynanan tiyatroyu sükun izleyen bir millet oluştu. Memleketi yokistan...

Varoluşundan beri yokluğa alışık, yoksulu koruyan ama varsılı da canıpahasına kollayan bir millet, bu millet. Yokistan milleti...

Bu maya yüzünden delici oklarını çevirdiği, dinine imanına delice direndiği, hatta varlığına açık gizli düşmanlık beslediği hep belli kesim. O yüzden daima kara bela Denizine çivilenmesi. Yağma okyanuslarının kara korsanlarına çarpılması. Son on yıllarda anlaşıldı ki çivi çiviyi söker ama gerçekçi ve etkin bir hamle yine yok. Yokistan geleneğini sürdürenlerin, pik-dip grafisinde sürünenlerin mizanında gram iyileşme yok. Haklı ve çağdaş taleplere bir atıf da yok, izin de yok. Varsa yoksa gündemi belirleyen reis ve milleti belleyen virüs...

Binbeter salgın son sürat. Virüs varistan, memleket yokistan. İsten pisten bulduklarıyla yetinenleri türeyen mazlum bir millet. Memleket miskin ve pişkin pasif izleyici pozisyonundan bir türlü vazgeçme eğiliminde değil. Vazgeçilmedikçe de varı yoğu, bu dünya fani edebiyatına bağlanmış ilahi aldatı, disloyal kaçamak...

Şu beter salgını eften püften sebeplerle azdıranlar, hain virüse yarenlik derecesinde yakınlaşmayı ilahi kudret tecellisine bağlayanlar, hayat damarlarını besleyen ne varsa kestiler. Zenginliği iç ettiler, hiç ettiler,  yok ettiler. Gönülzenginlerine, elde bir virüs kaldı. Öyle bir virüs ki efkar azdıran, üstelikte Ramazan. Azar azar bildik tornistan...

Aynı tornadan çıkmışçasına pasiflik artı eksik tornistan, eşittir memleket yokistan. Memleketi yokistan. Yokluğu ısıtan, yakan, yıkan, yok eden, emanete ihanetçi? Elbette körolası virüs...

SON VURUŞ

Sıradan sığlık, bezdiren ruhsuzluk, vefasızlık, bayağılık, bezmeldek trafik, hain virüs ve ölüm. Tüm olumsuzluklara artık yeter kabilinde isyan. Yemişim içmişim kaderi karakterliliğiyle, emanete ihanet etmeden kutlu sona ilk adım. Soluksuzluğa esas duruş, son vuruş. Tek soruluk ömür...

Çerçeveye giren, çatmaya dizilmiş ve her nedense gırla resmi çekilen minik çiçek bahçeleri ve çelenkler. Diğer yanda zulada üç mermilik emanet ve kuru toprağı sulamak için kirli plastik ibrik. Teneşirde fiyakalı bir tabut ve cenaze arabasında çam yarması tahtalar. Çarpık rakamlarla sıralı, numaralı...

Soluk avluda kara gözlüklü izleyiciler ve alı al moru mor tülbent örtülü fısıldaşmalar. Geç kalanlar erken gidenler, gidenlerin ardına sırlı anlatımlar, bol keseden artırımlar ve eksiltmeler. Gelenlere ise üstünkörü  tebessüm. Sende ha, hali. Ve ablak suratlardan, hayata havlu atma dedikoduları. Öldükten sonra ne yazar faslında fark yaratmayacak aynılık. Hasılı son görev babında son gösteri, son temaşa, son dokunuş, son vuruş. Tek soru...

Ya ezeli vasiyet. Akla çivilenen ama tutulamayan bir nasihat. Hep iyi niyet. Sonsuzluktan düşülünce, dillere pelesenk, yarım kalmış hikayeler. Malum mezar, mezar taşı hepsi hikaye. Vasiyete uyulsa orada yeri olmayacak hocanın, karşısındaki resme bakıp sözde dua maksatlı beddua. Çok bilmişlik faslı...

Oysa vasiyet tutulsaydı vaziyet kurtulacaktı tek kalemde. Ekstradan boşalmayacaktı kelamsız uğultu. Haliyle kutlu uğurlanışa da kutuplaşma sancısı sarkmayacaktı. Harfiyen program, provake vakti, safa durulacak veya kıyıdan bakılacak cenaze nemazından sonra vesaire diye. Didaktik edebiyat. Töre, tören kıvamlı ebediyete yolculuk...

Yolcuya zaten sorulmaz ama hiç değilse yakınlarına danışma yok. Allahtan tabutun başı ve ayak ucuna duran yeniyetmeler tanıdık. Kavuklunun gelişiyle hafiften kıpırtı. Tabiyatıyla ilk safta yer tutma telaşı. Utku nutku tutulmuşluğu iyi biliriz babında anı geçiştirme safına tekmili birden saldırı. Bir saflık gösterisiymiş reklamcılığı ve safiyene boşluk aranma...

Hemen sonra dört kollu sal omuzlarda. Dağılanlar, sıvışanlar dışında bir avuç insan kortejde. Araçlar hazır anonsuyla alışıldık koşuşturmaca. O kaosta nasılsa görmezler farkıyla kaçışmaca. Ve kabristana yolculuk...

Tabut koluna yapışablar mezarıarıyor, içindekini katmak için semaya. İsyanla ve imanlı hissiyatla. Yahut yaşamı canlandıran mührü vurmak için dünyaya...

Zor ulaşılır bir yerde kağıt gibi kazılmış bir çukur. Zemin çürük, orta şiddet bir sel vursa tümden alır. Uğurlamaya gelmeyince sudan sebep küsüleceklerin bir kısmı da orada hazır. Boş mezar başında bekliyorlar, bilinen sonu annaklamak için. Kafileyi görünce şükür çekiyorlar sessizce. Nihayetinde...

Birazdan bir sessiz gemiye yüklenecek kefenle birliktelik, kafi derecede kefillik buraya kadarmış merasimi de bitecek. Az kaldı, anılar kitabında küçük bir anekdot olarak kalacak, koskoca bir ömrün harcanışını defne. Define, deniz kenarında tek kişilik bir matemden süzülen tek soruda gizli...

Madem vasiyet vardı ezelden, bir hakkın tutulmalıydı. Yine es geçildi. Selam, dua eşliğinde bir avuçla başlayan sonra kürek kürek boşalan toprak. Bir an evvelinden gömmek eftalidir baskısı. Topraktan bir bombe oluşana dek seyirtmece. Seyircilere gebe toprak kanıt.

Hayat işte hepsi topu buraya kadar nefeslenmesi. Sıralı numaralı çam kokmayan tahtaların altında ise saatli bir bomba. Kaç otuz yaşında kendi çağında kendi çapında bir çırak. Bir gün mutlaka patladı patlayacak...

Çorak bir arazide veya çılgın bir vahada yatıyor zor sorgulanacak veya sorgulanamaz bir sürecin yolcusu. Sür git sorumlulukların baş sorucusu. Pik yapan, dip yaptıran her türden virüsü sinkaflayan hak savunucusu. Dünyadan kopuşu bayramla gelen. Mayısın ilk haftasında bahar sürgünlüğü. Asıl sürgün deniz maviye son dokunuş. Tek can alan soru, Baba nasılsın, iyimisin? sorusu.

Başka sorulara ne gerek, Baba iyimisin, nasılsın? son vuruş...

ÇOCUKLARA ULUSAL EGEMENLİK...

Temel öğretidir yadsınamaz. Yarının büyükleri çocuklar "ulusal egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." İlkesiyle büyüdükçe memleket payidar olacaktır. İlelebet var olacaktır. Tam bağımsız kalacaktır. Uygarlık yolunda ilerleyecektir. İşte 23 Nisan bu temel gerçekliğin tasdiklendiği gündür. 23 Nisan 1920, hakimiyetin saraydan alınıp millete devredildiği gündür. Kutlu olsun...

Kutlu ve mutlu tam bir asır. Son yıllarda uydurma bahanelerle, yıkıcılığı besbelli müdahaleler kayda şarta bağlanmak suretiyle, millet egemenliği gasp edildi. Memleket maalesef payidar değil payimal olacak seviyeye geriletildi. Tıpkı tarihin küflü sayfalarındaki gibi. Bir asırdır pusuda bekleyen emperyalistlere, sanki yine bu aziz toprakları pay etme fırsatı doğacak gidişata hükmedildi...

İşte onun için çok önemli bir gündür bugün. Özellikle çocukların dilinden ana doğruyu öğrenmek adına. Geleceğe öğütlemek adına. Anı örgütlemek adına. Geçmişte yaşanan acıları unutmamak ve milli mücadeleyi kutsamak adına. Her adımı millet memleket namı hesabına atmak adına. Önemlidir ve değerlidir bu gün...

23 Nisan özelinde, tam bir asır önce tüm değerlerin geleneklerin ayaklar altına alındığı, vahşi emperyalizmin memleket topraklarını aralarında paylaştığı o ısdıraplı günler asla unutulmamalı. Ulusal egemenliğin hiçbir mandaya, sınıfa ve zümreye verilmeyecek en kutsal hak olduğu bilinciyle yola çıkanların kazandığı kutsal savaş unutturulmamalı. Ben savaş kazandım her şey benimdir kibrine ve hırsına hiç kapılmadan idareyi meclise bırakan güzellik çarpıtılmamalı. Milli iradeyi resmen  taçlandıran ve tüm dünyaya en yüce örnek olan Ata'nın izinden çıkılmamalı..

Ata sözüyle tasdikli inanç, çocuklara ve tekrardan büyüklere anımsatılmalı; ‪“Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir."

Mevcudiyetin devamı için Ata sözüyle perçinlenen ilkeler doğrultusunda, dünyalar güzeli bu örneğe hıyanet edilmemeli. Emanet her fırsatta zedelenmemeli. Memlekete kara cehalet sağanağı yağdırılmamalı. Hele ki çağdaşlaşmaya erişim rotası değiştirilmemeli. Temel eğitimden itibaren eğitim öğretimin içi boşaltılmamalı. Bilim asla yok sayılmamalı. Demokrasi özel çıkarlar doğrultusunda kullanılmamalı. Yasal itirazlara, özellikle gençlerin isyanına kollukçu kaba güç kullanılmamalı. Sevgi, saygı, dayanışma, hoşgörü tırpanlanmamalı. Maalesef on yıllarca hepsi yapıldı.  Hala yapılıyor...

Yaptık ettik bağlamında, bizzat çocuklara armağan, gençlere emanet memlekette ne yazık ki son on yıllarda edep haya kalmadı. Yurtta dünyada, kapı komşuda barış tesis edilemedi. Sözde millet iradesi denilerek kutsal emanet iyice ters yüz edildi. Rejim bir anda değiştirildi. Hoşgörü bitirildi. Sonuç itibariyle başta çocukların ve gençlerin yani memleketin geleceği resmen tehlikeye atıldı, bahtları karartıldı...

Oysa o vicdanıkaraların değil hiç bir şey. Her şey çocuklarındı, tümü çocuklaraydı. Gençlereydi. Ayrımcılık yapıldı onlara da. Hep kendi çocukları kollandı, gözetildi. Diğerleri gönülden ırak...

Oysa Deniz gözlü dev hiç öyle buyurmamıştı; "Küçük hanımlar, küçük beyler!

Sizler geleceğin gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız.

Memleketi ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız.

Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!” Ayrıca "Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen..." Mustafa Kemal Atatürk...

Bu gün ve bu günden ileriye, hiç sapmadan Ata öğüdü tutma günü. Ne tarafa ağır gelirse gelsin, kayıtsız şartsız "hakimiyet milletindir" gerçeğini kabullenme ve bayram günü. Bayramınız kutlu olsun...

Bu kutlu ve mutlu gün memleket çocuklarına, bütün dünya çocuklarına kutlu olsun...

HER NİSAN ÇAĞLAYAN-ŞELALE...

Yeryüzü cenneti bu memlekette, her nisan başlayanda hele 23 Nisan gelende neredeyse her insan yenilenir, içten içe   çağladıkça çağlar, şanlanır ve şenlenir. Şereflenir...

Bütün şerefsizlere inat, gelmiş geçmiş, gelen ve gelecek tüm çağların en büyük adamına saygıyla...

O eşsiz deha. Benzersiz bir insan. Cesur lider. Devrimci ve vatansever. Çağlar öncesinden çağlar sonrasına tek geçilen. En sonunda  sonun da ötesine çağlayan. Çağlayanın ötesinde şelale...

Öyle bir çağlayış öyle bir celallenme ki,  keskin mavi bakışıyla dünyayı hizalayan. Aklıyla cihanı ışıtan. Sönmez bir güneş. Denizler fatihi. Fatihler piri...

Yaşamı boyunca yaratıcı ruhunu her ortama her alana nakış gibi işleyen fazilet timsali. Yeryüzünde ulusal bağımsızlık denildiğinde ilk akla gelen önder. Tüm çağlara malik, her devrin mahiri. Mustafa. Kemal...

Hürriyet için çağlayan mangal yürek. Çağlayanın ilerisinde şelale. Küçük büyük Asya'nın, Avrupa'nın, Afrika'nın hatta Amerika'nın yani tüm kıtaların, koca dünyanın çıkardığı büyük adamların en büyüğü. Şahlar şahı. Mazlumların yenilmez temsilcisi. Emperyalistlerin baş düşmanı. Baştacı...

Yılmaz timsal. Emsalsiz amir. Büyük şef. İlk adam. Birinci. Tek. Ebedi reis. Mustafa Kemal Atatürk...

Tüm kuşakların örnek aldığı yapıcı ve üretici dahi. Kutlu çağrısı çağlar boyu taşınacak ahi. İsmi asla unutulmayacak, nesiller boyu anımsanacak taşkın, aşkın çağlayan. Çağladıkça şanlanan şelale. Asla değişmez denen tarihin seyrini değiştiren, seyir defterinde milletinin alın yazısını el yazısıyla imzalayan, savaş ve barış kahramanı...

Üstelik üstün diplomat. Asrın siyasisi. Sistem mucidi. Kurduğu muhteşem düzen bir türlü yıkılamayan, çağlar boyu yıkılmayacak olan, dünyanın en nadir çağlayanı. Şanlı şelale...

Dünya tarihine küllerinden doğmayı ispatlamış en gerçekçi çağlayan. Realist. Aksiyoner. Kurtuluşun gözesi, milli mücadelelerin gözdesi. Özlü, anlı şanlı şelale. Çağlayanın özü...

Çadır toplumundan ileri medeniyetler çizgisine çağlamayı çare gören, ölümsüz varlık. Varlığı armağan. Olağanüstü kişilik. Sıradışı şahsiyet. İlelelebet medeniyet şiarını geri toplumlara aşılayan büyük şair. Çağlar boyu hüküm sürecek tek milletin, en hürmet edilesi, saygı gösterilesi evladı. Babası. Atası. Gurur kaynağı. Onur nişanı...

Emperyal obur dünyanın başkaldıran asi oğlu. Asaletli ve adaletli cengaveri. Cansiperane çarpışarak, çağlar ötesi eserler bırakmış, esareti asla hazzetmeyen çaplı çağlayan. Tutsaklık zincirini kıran şerbetli şelale. Gazi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk...

Eşsiz karakteri ile azılı hasımdan hısım çıkaran, muzaffer kumandan. Başkomutan. Mareşal. Harp ve sulh kalemi. Has, hassas kahraman...

Uzak yakın tarihin, yakın Doğu, uzak Doğu, Ortadoğu, vahşi Batı ve buzdan kale Kuzey'in, cehennem ateşi ile kavrulan Güney ve Latin Güney'in tanımaktan ve yolunu izlemekten onur ve gurur duyduğu en dirayetli özgürlük savaşçısı. Basiretli barış elçisi. Kökten yenilik hareketlerini harlayan harbi inkılapçı. Çağında başarılması güç görülen ne varsa çarçabuk halleden inanç abidesi. Hesap adamı. Taktisyen. Teorisyen. Üstün yetenek simgesi. Evrensel zeka. Ortak hafıza. Gelmiş geçmiş veya gelecek çağların, tüm en büyük adamlarından daha büyük adam. Zirvenin zirvesi, Everesti...

İnsan evladı. Çekici ve güzel insan. Şan ve şöhrete takılmadan yüreğine en büyük çağlayanları sığdıran, kabına sığmaz çağlayan. Çağladıkça çağlayan çılgın şelale. Çağlar boyu çağlayacak olan çağlayan. Adam gibi çağlayan. En büyük çağlayan, anlı şanlı şelale...

Bu cennet coğrafyada neredeyse her insan her nisan, 23 Nisan yakınlaştığında doyamadığına yanar. Her haline sessizce ağlar. Çaresiz içten dışa çağlar...

Çağlar boyu sürecek kadim dost aşkıyla ve saygıyla...

HATALAR ÜNİVERSİTESİ...

Eğitim hayatı ilkokul ile başlar, orta lise derken yükseköğretimle tamamlanır. Veya daha yükseği yapılır. Peşine hayat üniversitesine başlanır. Ancak hangi okul, yüksekokul, fakülte, akademi bitirilirse bitirilsin hatalar üniversitesinden mezun olmaktır asıl mesele. Diğerlerinden bir şekilde mezun olunur ama hatalar üniversitesi ölene dek bitirilemez. Özel veya genel aflarla tekrar tekrar kaydolunur. Bir bölümden diğer bölüme geçilir...

Hatalar üniversitesinde temel ders kime niçin, ne zaman, nasıl güvenileceği desidir. İlk ders güvenoloji dersidir. Başı belli sonu belirsiz olduğundan en çok çakılan da bu derstir. Çünkü en güvenilenin dahi ne kadar süreyle veya ömür boyu neler yapacağı veya yapmayacağı hiç belli olmaz. İşte ders o yüzden geçmelik değil süründürmeliktir. Anfiler dolusu alt ders mağduru oluşur ve sınavlara girer. Hele peşisıra bütünlemeler bambaşka bir heyecandır...

Savruk vize turlarından sonra hiç sınav belirtisi yokken hissettirilmeden sınava çekilme güven kaybının başlangıcıdır. Sonu bir türlü gelmeyen ara sınavlar ve sınavlar, alınan ve verilen notlar. Ama sonuç bellidir, sıfıra sıfır elde var sıfır... 

Hatalar üniversitesinde en matrak ders ise güvenilen dağlar ve ski dersidir. Bilinen o ki güvenilen dağlara bir gün mutlaka kar yağar. İşte ders o yağan karda kaymadan, ski dersidir. Sıfırın altında üsrünedr ne puan alınırsa alınsın pek koymaz. Çünkü karla kaplı zirveden ski yaparak slalomlamak başka hataları kaldırmaz. Paçayı kurtarmak ise kavanozu kırmamakla olur...

Hayatboyu karşılaşılan hatalar zinciri düzene uygun kafa olunmadığını da tesciller. Hatalar üniversitesinin bu derse de kürsi, kürsiyede bu dersi koyması acil gereksinim halidir. Zaten mühür kimdeyse kürsü hakimiyeti onundur. İşte o yüzden bütünlemeye pek kalınmayan derstir. Hatasız kul olmaz misali geçilen bir derstir.

Büyük umutlarla kayıt yapılan hatalar üniversitesinden eğitim esintisiyle eslenmek budur. Hatalar üniversitesinin hayat üniversitesiyle birlikte devam ettirilebilme kolaylığı da vardır. Ama tek zorluk hatalar üniversitesinden kolay kolay mezun olunamayacağıdır.

Bilmek ve ona göre okumayı ikilemektir mesele...

EGEMENLİK HAKKI...

Gölgeler büyürken, yükselen marşın uğultusu vurur zamanı. Ve yükselen inancın neferleri, bir zaman gelir mezalime emsali görülmemiş direnç göstererek, vatan kaybını önler. Öyle ki "Milleti ve vatanı için özgürlüğü ve egemenliği için özveri..." gösterenler yeni bir vatan kurar. Göstermeyenler ise canlarını bile kurtaramazlar. Çünkü "Birlik ve beraberlik ölümden başka her şeyi yener." Bu keskin inançla Vatan kurtarılır. Nice savaşlar kazanılır. Yani "Egemenlik verilmez alınır"...

Bir zaman gelir, sokma akıl, kofta fikir emparyalizme selam durur; "Canımı kurtarayım derken, Vatan kaybedersin." safına durulur. Yahu Vatan bu vatan. Yahut...

Ağır ağdalı, konuşulduğunda ise hep vatan aşkı, millet sevdası. İş icraata geldiğinde ricat. Hep bir mucize hevesi, mucize bekleyiş. Kurtarıcı aranma. Ve sadece kendini ve efradını kurtarmaya kıvranma. Her türlü doğru tavrı ise mukavemet sayma. Muhalif gösterme. Hatta talih değiştirecek kutlu tarihe sırt çevirme...

Onca gelişen çağda hiç çekinmeden lafta dini vazifeler gereği gevreme, gevşeme. Sık sık gömlek değiştirme. Asla ve kata değişmeme ve değiştirmeme. Hep aynı kalma. Oysa "Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir." daha fazla hürriyet…

Vatan kaybı çok canlar yakar. Kaybın kazanımı; "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıhta bütün vatandır" denilerek Vatan eylenmiş vatandır. Evrensel eylemlilik; "Son erkeğe, son kadına dek mücadeleyle" sürdürülmüştür. Cephelerde süngüleşerek kutlu bir zafere imza atılmıştır güzelim insanlarla. O güzelim imzayla...

O nedenle can, mal, mülk derdinde olmadan; "Vatanın müdafaasına iştirak, şiddetli istekle vuku bulan vatanperverliktir." diye tarihe kazınmıştır macera. İşte aslolan mucize budur...

Mucizevi biçimde haritada hatlar üzerinden karşılıklı kuvvetler yığılır. Mühim zamandır. Mühimmat ve erzak gerekir. Umut kağnılar ve kadınlarla gelir. Donan çocuklarla. Temennilerle. Eldeki Tayyarelerle. Şiar Kurtuluşa kadar savaştır...

Vatan kaybı ecnebi haritalar üzerinde muhtemelen çok evvelden bellidir. Yerlilerinde ise belirsizdir. Daha muharebeler devam ediyorken sınırlar çizilmiştir. Harbi istemezlerden, cephede çarpışmalar sürerken içeriden alt üst eden bombardımanlar. En kötüsü. En haince. Hayırsız tayfa. Mandalanıp canını kurtarmak isteyenlerin umumi taarruzu. Vatan ne ki. Ne gerek. Sünepe iman tahtası. Çizme cilası. Silah cayırtısı...

Baştan sona bin bir çileyle kurulmuş vatan. Son anda tek hamleyle, vatan kaybedilemez...

Değil mi ki; "Zafer, zafer benimdir diyebilenindir. Başarı ise başaracağım diye başlayarak sonunda başardım diyebilenindir". Kutlu zafer böyle gerçekleştirilir.

Beklenmedik bir zamanda, bildik inançla gelir zafer; "Gerektiğinde bir tek fert gibi yekpare azim ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, Elbette büyük bir geleceğe layık ve aday olan bir millet..." olur. Vatan kaybını bilenlerin, bilimle yaşayanların kabiliyetidir bu kutlu çıkış. Var oluş.

Yani tarih kayıp vatandan, Vatan yaratanları yazar. Unutmaz; "Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr etmez." unutanlar ve inkâr edenler layığını bulur.

O yüzden unutmamak gerekir; “Bu millet tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Türk milletinin geleceği bugünkü evlatlarının doğru görüşü, yorulmak bilmez çalışkanlığı ile büyük ve parlak olacaktır.”

Ey Türk Milleti'nin çocukları ve gençleri asla unutma zamanın savaş kaybı, zafer kaybı arzuhalcilerini. Unutma peşin peşin veresiye vatan satıcılarını. Gölgeler yine büyürken, marşın yükselen uğultusuna kulak ver. Ve yükselen inancın neferlerine. Onlar vurur zamanı unutma...

Çünkü bu yüce armağan ve emanet vatan sizin...

TARİH YAZILDI, TEKRAR YAZILIR...

Yüz yıl önce, asla vazgeçilmez bu topraklarda, tarih yazıldı. Topyekun. Tek bir düsturla; "Bu millet hiçbir zaman hür olmadan yaşamamıştır, yaşayamaz, yaşamayacaktır." Salt Hürriyet için. Tekrar yazılır...

Çünkü bu millet asla esirlik kabul etmeyen millet. İşte bunu ebediyen unutamaz emperyal dünya. Unutanlara; "Milletlerin tarihinde bazı dönemler vardır ki, belli amaçlara erişebilmek için maddi ve manevi, ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı doğrultuya yöneltmek gerekir." yüz yıl önce anımsatıldı. Tekrar anımsatılır...

Yüz yıl sonra, çok yazık oldu dememek için büyük kurtarıcı, kutlu kurucunun izinde; "Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır."  ilkesiyle yazıldı. Tekrar yazılır...

Uzunca zamandır nitel şaşkınlık, nicel dağılmışlık. Sanki nicelik niteliğe kazanınca hakikat biraz kaydı. Tam bağımsızlık şiarıyla yazılan tarih ve tarihi yapanlardan bir kısım uzaklaşma perçinlendi. Bu gidişle per perişan günlere istikamet kayması yaşanması da muhtemel. Ama kutlu savaş zamanında kazanıldı, tekrar kazanılır...

Şiar tam bağımsızlık; "Tam bağımsızlık denildiği zaman doğal, siyasal, mali, adli, askeri, kültürel ve her alanda tam bağımsızlık anlaşılır demektir" denilmiş tam yüz yıl önce. Yüz yıl sonra tekrar haykırılır...

Demek ki ilelebet var olmak için, tarih yazanlar ve tarih yapanların, devrimci yolundan asla şaşmamak lazım. O zaman devrim yolunda tekrar şahlanılır...

Yüz yıl önce söylenen ve yazılan gibi. Bir daha çaresiz dönem yaşamamak, yazgı böyleymiş dememek için; "Bir millette özellikle, bir milletin iş başında bulunan yöneticilerinde özel istek ve çıkar duygusu, vatanın yüce görevlerinin gerektirdiği duygulardan üstün olursa, memleketin yıkılıp kaybolması kaçınılmaz olur." savına sarılmak lazım. Madem böyle buzdan yatak üzerinde eski kaputa tekrar sarılınır...

Yüz yıl sonra, bu vazgeçilmez topraklar yeniden tarih yazılacak boyutta bir gerileşmeyi yaşayabilir, kesin uyarısı yüz yıl önceden. Bu ikaz tekrar dikkate alınır...

Topyekün imha dönemini öngörme basiretiyle Ata'sı gibi tarih yazacak, tarih yapacak yiğitler tekrar Ata'sının yolunda; "Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz çalışkanız. Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz..." amacına yolculanır. Son yüzyılda tarihi tarih yapanları yok saymadan, tarih yazanları, yazılan tarihi, büyük destanı yok saymadan tekrar...

Tarihçi koltuğunda oturup, tarihi ıskalatanların, tarih yazanlara dil uzatanların, ısmarlama tarihçilerin tek korkusu; "Türk çocuğu, ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır..." Korkusudur...

Çünkü o asil kuvvet hiç korkmadan, tekrar tarih te yapar, tekrar tarih te yazar...

Yüz yıl öncesi mucizeydi, tekrarı kolay...

MİLLİ EGEMENLİK YOKSA...

 

Tarih boyu hürriyet ve istiklal timsali olmuş bir millet, tek bir nurla beslenir. Milli egemenlik; "Milli Egemenlik öyle bir nurdur ki; onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur" ve eşsiz bir millet gerekir…

 

Eşsiz bir millet...

 

Ve eşsiz bir kurtuluş harbi; "Bir milletin başarısı, mutlaka bütün milli güçlerin bir istikamette olması ile mümkündür. Bu nedenle bilelim ki, elde ettiğimiz başarı, milletin güç birliği etmesinden, ortak hareket etmesinden ileri gelmiştir." Harp ancak öyle kazanılır.

 

Ve Milli Egemenlik...

 

Milli egemenlikte; "Millete efendilik yoktur, hizmet vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisidir..." Efendisiz efendilik egemenleşmesi...

 

Efendisiz bir dünyada; "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" Milletindir, milletindir, milletindir efelenmesi...

 

Ve milli görev; "Dünyada her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin, mesuliyetine ortak olur..." Ortaklık senedine tahammül göstermemekte, Milli Egemenlik gereğidir. Yanlışlara ortak olmamakta. Günahlara isyan da...

 

Değil mi ki; "Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküş vardır. Her ilerleyişin ve kurtuluşun anası hürriyettir..."denilmiş. Hem de tam yüz yıl önce...

 

Ve memleketin güzide çocukları. Güzel çocuklar. Evlatlar...

 

Hayatı başarmanın mihenk taşıdır çocuklar. Bugünün çocukları yarının büyükleri; " Büyük başarılar, değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımı ile meydana gelir"...

 

Milli egemenlik için mücadelede de onlar...

Mücadele. Mücadele sürekli ve yılmadan; "Türk milleti yeni bir iman ve kesin bir milli azimle, yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin dayandığı esaslar, tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli egemenlikten ibarettir."

 

Onun için her zaman ve her yerde sürekli mücadele; "Birçok güçlükler ve engeller karşısında bulunduğumuzu biliyoruz. Bunların hepsini inceleme ile gayret ve iman ile millet aşkının sarsılmaz kuvveti ile birer birer çözüp sonuçlandıracağız."

 

Milli Egemenlik tek şart. Egemenliğin tek şartı şu; "Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir."

 

Güven çok önemli çünkü; "Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz" asla...

 

O yüzden mutlak hakimiyet milletindir. Diğer yandan milletçe bilinmeli; "Bilelim ki, milli benliğini bilmeyen Milletler başka milletlere yem olurlar."

 

Tıpkı yüz yıl önceki gibi...

 

Yüzyıl önce ve yüzyıl sonrası için de milli egemenlik kıblesi besbelli; "İstiklal, İstikbal, Hürriyet, Her şey Adaletle kaimdir..." Milli egemenlik eşittir: İstiklal, İstikbal, Hürriyet, Adalet...

 

Yoksa, yine yok olma tehlikesi...

21 Nisan 2021 Çarşamba

TARİHİ YAŞAMAK VE YAŞLANMAK...

 TARİHİ YAŞAMAK VE YAŞLANMAK...

 

Gerçek tarih doğrudan sapmaz, eğilmez, bükülmez ama tarihi yansıtanlar sapkınlaşabilir. Tarih hiçbir zaman; "Bir milletin kanını, hakkını ve varlığını inkâr etmez." İnkârcılar tarihi bilmeyenlerdir. Veya işlerine öyle gelenlerdir. Tarihte buna örnekler çoktur. İçteki düzenbazlıklardır tarihi yanıltmanın başlıca nedeni...

Tarihsel süreçte dönemi yaşamak, tarihi yaşamaktır asıl mesele. Yaşamadan sallamak salaklık ötesi veya açıkça dönekliktir. Yanardöner dönmeliktir...

Bu yanardönerlerin topuna ezcümle; "Bu millet kılı kıpırdamadan, dava uğruna canını vermeye razı olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım." açık yürekliliği ve eşsiz cesaretidir.

Tarihe, tarihi ve çarpıcı bir not daha eklenecek ise; "Arkadaşlar, devrimimiz Türkiye'nin yüzyıllar için mutluluğunu üstlenmiştir. Bize düşen onu kavrayarak ve takdir ederek çalışmaktır." olur.

Ve o kutlu tarihin özünden, tarihi yaşayanların ve yazanların öz yaşamlarından kalıcı ders çıkarmaktır tarihe geçecek olan...

Tarihe, tarihi bir ders notu daha düşülürse eğer; "Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları, yorulsanız bile beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar." olmalıdır…

Yorulmadan yılmadan, utanmadan usanmadan tarihi yaşamak ve tarihi var edenleri yaşatmak işte bütün mesele budur...

Hasılı, nedeni nasılı yok, şöyledir; "Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin dünyasına onlarla kavuşacaksınız."

O yüzden bin bir dalavere çevirerek, tarihi yozlaştırmak değil, bizzat tarihi yaşamak gerekir. Tarihle iç içe bugünü yaşamak. Geleceğe hazırlanmak...

Çünkü; "Bu memleket dünyanın beklemediği, asla umut etmediği ayrıcalıklı bir varoluşa sahne oldu. Bu sahne en az yedi bin senelik bir Türk beşiğidir"...

Öyle eşiğe beşiğe, beşerî masallar saydırmakla tarih yazılmaz. Tarihi yaşamak böyle olmaz. Ayrıca tarihi yaşamak, tarihi asla kendine mal etmeden, bir yerlere yaslamadan yaşamaktır; "Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve sosyal inkılapların gerçek sahibi kendisidir" babında...

Diğer açıdan tarihi yaşamak kendini bulmaktır. Dayanaksız, duygusuz bulgusuz aslını, kökünü kökenini, kendini inkâr eden tarihini de inkâr eder. Ve bağımlı hale gelir. En küçük sallantıda bağımsızlık elden gider.

O halde tarihi yaşamak; "Ben yaşayabilmek için kesin olarak, bağımsız bir ulusun evladı kalmalıyım. Bu yüzden bağımsızlık bence bir hayat sorunudur." Diyebilmek ve bu şiarla mücadele etmek, tarih yazmak demektir...

Kimin için değil, herkes için, hem de hemen şimdi özgürlük, hürriyet ve tam bağımsızlık içindir tarihten faydalanmak. Çünkü; "Bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmaktan kurtulamaz..." Bu gerçeği çok iyi bilmek gerekir.

Gerçek, kutlu kurtuluş tarihin içinde saklı. Kurtuluşa kadar savaş, Ata'nın yolunda ve izinde. İzmlerle tarihi yaşamak ve yaşlanmak...

Tarihten asla silinemez iz şudur; "Tarihi yaşadığımız gibi yazdık. Fakat geleceği Cumhuriyete inananlara, onu koruyanlara ve yaşatacaklara emanet etmek lazımdır..."

Tarihle sabit temel gerçeklik asla emanete hıyanet olmaz. Eğer olursa tarih tersinden yine yazılır...

KILIÇLARIN GÖLGESİNDE TANRILAR VE DİNLER...

 

KILIÇLARIN GÖLGESİNDE TANRILAR VE DİNLER...


Kutsal kitaplar, Kutsal metinler...

 

Dinlerin tümünde, dinleri getirenlerin hayatları ve kutsal kitapları parça parça toplanarak, derlenerek yüz yıllar içinde yazıya geçirilmiştir. Hafızalarda kalan haliyle. Maalesef dinleme, derleme çalışmalarıdır gelecek günlere ışık tutan...

Oysa mutlaka orijinal belgeler de kayıtlar da Tanrı sözü sayılabilecek başka yazılı kanıtlar da var olabilir. Ancak hepsi zaman içinde ne hikmet ise yok edilmiş, yakıp kül edilmiştir...

Geriye kurmaca, şüphe uyandıran, gerçekliği ve gerçekçiliği zayıf, dayanağı muamma, materyaller sözde kutsal emanetler olarak kalmıştır. Hiçbir disiplin yöntemine uymayan, bölgeleri farklı, uzak ara bir zaman diliminde yaşamış veya yaşadığı öngörülen kişilerin, bütünsellik ve güvenirlik içermeyen analizleri ise kanıt sayılmıştır. Ve dahi kutsallaştırılmıştır...

Tüm dinlerde özellikle öncesi ve sonrasında iki yüz, üç yüz yıl belirsizdir. Fludur. Neden ise bu dönemin aydınlatılmasına dair hiçbir araştırma yapılmaz. Yapılsa bile bulgular kabul edilmez. Din mensuplarına gerçekler aktarılmaz. Yıllar yok farz edilir…

İşte bu yok ediş sürecinde ahlakın yerine siyaset geçer. Geleneksel ritüelleri dini vazife görmek ve istisnasız yerine getirme işleri de din sayılır. Kitapların temel felsefesinden kopulur. Kopuldukça dinler siyasallaşır, siyaset dincileşir...

Böylece Tanrısal değerlerden ve değerlemeden iyice uzaklaşılır...

Ve arada kalan insanlar da yeryüzü tanrıları icat ederler…

Dinleri tehlikeye atan, dinleri tehlikeli aşamaya getiren durum işte budur. Diğer yandan dinlerin kitaplarının kutsallığı ve nedenselliği yeterince anlaşılamamış ise veya dinden çıkarı olanlarca anlamsızlaştırılmış ise din daha fazla zaafa uğrar...

Kutsal metinleri, sadece metnin diliyle ezberlenen, ezbere okunan, sanki böyle okunması için uydurulmuş sanılan, sadece kutsiyet günlerinde anımsanan, anlamadan içlenilen manzumelere dönüşür...

Oysaki kutsal kitapları ve metinler dinlerin ahlaki teorilerini içerir. Örf adet, gelenek görenek ve kutsal hikâyeler ile beslenmiş örnek düzenleyicidirler. Değişik alternatifler öğütleyen, ahlaksal kuralları da kapsarlar.

Tüm kutsal kitapların tamamen ahlakı en yüce mertebeye çıkaran, akılcılığı öne çıkaran bir yapısı vardır...

Ancak tüm dinler ister yazılı, ister sözlü, isterse sonradan yazılmış olsun, kitapların dini olmaktan uzaklaştırıldıkça bozulmuştur. Bozulma ile beraber din mensupları zorbalık dinini kurmuşlardır. Tanrı'dan bile isteye kopmuşlardır. Ve her yaptıklarını din adına göretek, ifade ederek kitaptan ve Tanrı'dan dem vurmuşlardır...

Böylece dinler neredeyse çok kitaplı din olma vasfına evrilmişlerdir. Bu çok kitaplı, ilk tanrılı veya tek kitaplı, çok tanrılı din olma batağında, ahlaki kuralların yozlaştırılması ile birlikte Kutsal kitapların öğütlediği ve önerdiği modeller yok olmuştur.

Öyle ki bireyden bireye, toplumdan topluma değişkenleşen, kökeni aynı ama bambaşka dinler oluşmuştur.

Kutsal veya değil, kitapsızlığın en son aşaması ise çağı ne olursa olsun, ilk çağ ilkelliğine dönülmesidir...

Bu ilkelliğe zirve yaptırmak istenircesine dini ve dinci neşriyatlarla siyasi tüccarlık, prim yapar hale gelmiştir. Gelince de kutsal kitaplardan daha da sapılmıştır. Devamla, boyutu genişleyen kurgu eserlerle, dinler yolundan iyice saptırılmış, Tanrısallık bu arada hepten kaybolmuştur.

İşte bu kayboluş veya yok oluş girdabından kurtulmanın yolu yine dinlerin kutsal kitaplarıdır.

Dinlerin matematiksel formülü kutsal kitapların içindedir. Işık saklayan, aydınlanma gizleyen ve ahlaki değerler çerçevesinde kurtuluş öğütleyen kutsallıktır kitaplar.

Dinlerin kutsal kitapları ya da kutsal bilinen kitaplar bazen akıl ve mantık zorlayan aktarımlardır. Onlardan da vicdan sesi dinlenerek bizzat faydalanmak gerekir. Dinleri de bu kaynaklara dayandırmak gerekir...

Çünkü eğer dinler varsa ve vazgeçilmez bir olguysa, kitapların dinine, Tanrıların varlığına dönülmedikçe, insanlığın kurtuluşuna dönük çığlıklar işitilmedikçe, Tanrı ile yüzleşme çabası boşa heves olur...

Yüzleşince de, yüzleşmeye yüz gerekir…

O yüzden dinlerin kutsal kitapları sıkı irdelenmelidir. İrdelediğinde görülecek olan söylem ve söylentilerin doğrudan nakli, peşi sıra sıralanan bir dizi tarihi olayların varlığıdır. Yani varlığın vardığıdır.

Bu tarihsel aktarımların sırrını kavramak, aktarılan bilgilerin mantık süzgecinden geçirilmesiyle olur. İhmal edilemez, görmezden gelinemez şeylerdir dinler tarihine kazınan.

Belki putperestlik ve tek tanrıcılığın birbiriyle didiştiği devirler çok gerilerde kalmıştır. Ancak mücadele aynı dinlerin değişik mezheplerine mensupluk derecesinde cereyan etmektedir. Ve mezhepleri öne çıkaranların gücüne bağlı, ekonomik değerlerle orantılı dinsel vurgun hala sürdürülmektedir.

Bu çıkar peşindelik sosyal ve siyasal alanlara da kaydırıldıkça din özünü yitirir. Dokunulmazlık zırhı da delinir.

Yani batıl ve sapkın inançlarla beslenen dinlere körü körüne bağımlılık, resmen manevi değerleri de yok eder.

En ciddi tehlike ise şirk koşmaya varan noktalara sürükleniştir.

Maalesef o sürükleniş de din adına tescillenince, dinlerin kara kutusu kutsal kitapları ve kutsal metinlerine daha fazla gereksinim doğar.

Unutmamak lazım, Tanrının dinleri ve kitapların dinine dönmek, kutlu yolun erdemli yolculuğudur...


Erdoğan Aksu- Kılıçları Gölgesinde Tanrılar Ve Dinler- Su Yayınları

 

CAN DÜŞÜNCE CANAN...

 CAN DÜŞÜNCE CANAN...


Cana can veren canan, daima düşüncedir. Aslı bu nesli hu, can düşünür canan düşünce. Çünkü bir gün mutlaka can düşünce, geride bırakılan cananın düşün kalitesi yaşatır her ölümlüyü. Canan, can vereni an ve an ölümsüzleştirir ve amaç hasıl olur...


Kısa veya uzun hiç değişmez, her dem ömrün ayrıştırıcı ve dönüştürücü gücüdür düşünce. Canlandırır ve yaratır. Zaten taçlanmak veya taşlanmak arası, düşünceyle iç içe geçmiş bir yaşamı yaşlanmaktır eğrisi doğrusu. Budur mesele. Meselenin özü düşünce. Ele avuca sığmaz, sınır mınır tanımaz canandır, düşünce. O yüzden her dem çok düşünmek gerekir... 


Durduk yerde düşünce, en önce can yanar. Yangın vuran da dinlenip demlenip tekrardan dillenmek, dirilmek için uzun süre soluklanmak şarttır. Birinci şart ölümsüzlüğün nimetlerinden faydalanmak ve güç toplamaktır. Dillere destan bir efsane, gelecekte unutulması zor bir klasiktir cana can katan canan olan düşünce. Birincil şartın sonrası özgürlük. İkincil taht ise ölümsüzlüktür...


Canın cananı düşünce olunca tüm güzellikler bir bir ortaya serilir. Perde kapansa bile gösteri devam eder usulünce. Gaydesinde sürerken sürgün, çoğu kere öyküler düşer ama öykücüler düşmez asla. Her ölümlü, can düşmanlarından bir öykü sakladıkça yeter zaman...


Belki canlar sallanır ama cana can veren canan yine düşüncedir. Can düşer. Can düşünce, cananın bir parçası düşeni diriltir, ölümsüzlüğü sunar. İşte öylesi ölümler ilkbahar gibi güzeldir. Sonbahar ise başka bir canan faslı... 


Cana can değende bile en büyülü canan yine düşüncedir. Çünkü düş gücü üretir kaliteyi ve düşünce canı var eder doğandan ölüme ve ötesine. Var mı? ötesine, demir atar binlerce karakter. Merhametini kaybeden karakterini kaybeder babında her karakterli adım ve kararlı duruş evrim geçirir. Her yeni durumda yine cana can olur düşünce. Devrimler cana canan. Böylece can sıkıntısı ve en karanlık düşler dağılır. Düşün ile donatılan muhabbet sofrası kurulur. Artık kaç kişilikse davet baş köşeye can ile canan, düş ile gerçek, düşün ile düşünce kurulur. Ve kalıpsızların halline divan kurulur...


Canan, cana can ekleyen düşüncedir. Kusursuzdur. Cana canan düşünce, en baştaki güvendir, düşünceliliktir. Zaten hayatın kalitesi düşünce anlaşılır. Canın önemi ise düşürülünce. Cananın doğru rengi ise güven yitirilince. Yitik kuşak yazgısıdır, sırf anılar biriktirdikçe yaşanır ve yaşatılır. Berrak birikintiler düşüncesizce veya her ne düşünceyle olursa olsun boşuboşuna harcanırsa, cana çamur bulaşır, süt bulanır ve boşa düşülür...


Elbette düşenin dostu kalmaz. Ve düşün diyarında can sıkan, can sıçratan günlere,  kızıl güller açar. Açılmaz olaydı denilen nice açılımlar, niyesi bol can kırıklıkları yaşanır. Yana yakıla can dengi canan aranır. Elbet zor bulunur...


Bu arada aşılması zor kısır döngü, sahte can eklentisi ve sığ canan algısıyla kurulur. Peşi sıra seyirtir sıkıntılar. Cana saplanan süngü baştan sona düşüncesizlik ürünüdür. Ve her türlü sürümü, kutlu doğan dahil herkese ölümü çabuklaştırır. Yani can düşünce, canan da düşer. 

Ancak can paresi ölümlülere, canan eliyle ölümsüzlüğün ana gayesi mutlaka değer. 


Değer ve can ile canan yüzleşmesinde yücelen daima düşünce olur. Düşünce önce tüm sahtekarları değersizleştirir. Sonra...

HAYATIN İÇİNDE KALMAK...

 HAYATIN İÇİNDE KALMAK...


Harala gürele, sözde gündelik yaşam kalitesi adına gevşemenin ardında çok şeyler yatar. Ya da boşa atarlanarak  geleceği, katmerli korkuların kucağına atmakla başlar herşey. Aklı çelen dikişleri aldırmakla. Böyle başlar ve hayatın akışına, tapınılan tüm renklerine, bilimci aklın ışığına, ebemkuşağına-gökkuşağına düşmanlıkla da biter. Koparılan gürültüye değmez sıradanlık vurur boşluğa demlenmeleri. Ve soft softa yozluğunda, günden güne hayatın içinde kalmak en tehlikeli halleri içerir...


Hayat işte, her gün ayrı bir şarkı ama silbaştan aynı nakarat. Kavanoz dipli dünyanın etiketi bozuk senfonisi. Aynı sen ben demeden, başka mecralara kayma hakkının tehlikeli maceralarda kaybedilmesi. Haçlanma riskli hayal simsarlığı. Hayretsi derecede hayal tacirliğine soyunup, yegane serveti sınırsız limitsiz harcama lüksüne serpilme. Ruh gözünü bile kör edecek ruhsuzlukla pikleme aşkı ve en dipte pinekleme pitilesliği...


Öyle ya bu puntalı putlaşma bir daha, hayatta bir kez olsun şans verilemez boyutta bozuk karakter yaratısına yarenlik. Hatta puantajlarla sabit, hayatta bir daha bir kez olsun şans yüze gülmez halinin test edilişi ve tescillenişi. Hayatım, mematim derinliğine delice baskın. Emanete hıyanet...


Haliyle hayatım, acanım faslında peşine düşülen ve asla affı olmaz suflecinin, hayatı zehir eden tiyatral taktiklerine aldanma adapsızlığı. Ardından kelepir ucuz stratejilerin çıkmasında, antik trajedilere has arsızlık ve geleceği kirletme. Nihayeti ilelebet sürecek hasımlık kitabına ilk tümce, pik yapar dip endişesi. Elbette körkarar bu gidişle geleceğe damga vuran korkuları yenmek için bilenmek ve gündelik kalitesizliği yaşayarak hayatın içinde kalmak oldukça zor... 


Hatta zorun zoru. Onca egzersizler, nice iksirler, bolca sihirler hayatın içine içine boca edilirse de, kapıdan değil bacadan düşülse de hayatın ritmi ve ritim sezgisi bir kez bozulmaya görsün. İçtiğin içeceğin, gördüğün göreceğin ne varsa, hele ki o iyi günler mazide kalır. Yani kolayı zor etmenin  hediyesidir her an kötüleyen...


Merhaba ıskalanan hayat. Kuru bilgi, kambursu ilgi ve kusurlu hayal gücüyle buraya kadar. Lafta ufku aydınlatan ama bir adım sonrası kör karanlık hırsının son hali. Korkuların ocağında bir geleceğe murdar yatkınlık. Daha ilk günden hayatın içinde kalmayı zorlaştıran mundar yakınlık. İşte çemberi daraltan, korsan gemilerini yaktıran, yozkara yelkenleri yırttıran, Kızıl bayrağı göndere çektiren yaşam realitesi. Hacı, acı gerçek bu yaşam boyu marabalık...


Alabalık gibi atlanılan göstermelik yaşam hevesi, bilinçaltını deşen keyiflerin ölçüsüzlüğü ve özgün yaşamı hiç eden tutarsız takıntı. Tuhaf bir durum ama çarçabuk hissedilen peşine takıldığına değmez sarsıntısı. Aklın nuruna, hayatın ruhuna, denizin özsuyuna haksızlık. Ve sonsuza dek fırtına öncesi sessizlik... 


Hadsizliğin avansı  sonradan. Avantadan lavanta getirisi, peşisıra tehlikeli günler içine sızmış rayiha. Getir götür, hakedenler gününü görür kıvamında hayatın içinde kalmak günleri. Zaten sırf hayatta kalındığını göstermek namına her eylem her söylem. Vadesiz bono tillahi ada yazılı. Değil miki göstermelik yaşam hevesine kapılmak, sahte yaşam kalitesine yavşamak ve otokontrol dışı yaşamak baş edilemez korkularla yüzleşmek demektir. Aşırı yaşlanmak ve açıkça soluksuz kalmaktır. Çünkü sağlık olsun da bir yere kadar...


Sanki sağken  yapılacak olan, lafı gevelemeden yakın uzak geleceği korkuların kucağına bırakıp tüymektir. Diğer yandan her şeye karşın yaşamın içinde kalmak, gelmişi geçmişi, başa bela

ağırlığı tüy gibi hafifletecek gelecek günlere kalmaktır.


Hayatın içinde kalmak, kala kala, yanına kar kalacaklara açık kalan hesabı hatırlatma günlerine kalmaktır...

19 Nisan 2021 Pazartesi

SABETAY SEVİ’CİLİK...

 

SABETAY SEVİ’CİLİK...

 

Yaklaşık 350 yıllık gizli sürgündür, dışı Müslüman veya Hristiyan, içi Musevi kalmışlık durumu. Yani tarihe dönme, dönmelik diye geçen Sabetaycılık, Sabetay sevicilik. Sabetay Sevi’cilik…

 

Sabetay Sevi, İspanya engizisyonundan kaçarak Osmanlı'ya sığınmış bir yahudi ailenin oğlu. İzmir Agora doğumlu bir haham. İşte o Sabetay Sevi, zamanın sınırları içinde özellikle Selanik'te 1648 de başlayan, 1666’da pik yapan mesih beklentisi doğrultusunda, beklenen mesih olduğu iddiasını ortaya koyar. İlk Mesihlik ilanında 22 yaşındadır…

 

Zaten Avrupa'da on yıllarca süren ve 30 Yıl Savaşları adıyla anılan savaşlarda, küçük büyük yahudi katliamlarının neticesidir bu kurtuluş mucizesine tapınma. Ve her seferinde olduğu gibi artan umutsuzluğa umut olarak doğar mesihlik çağı. Ayrıca gelecek mesihin İzmir'den olacağına dair kabbalah fantazileri ve faraza hikayeler kulaktan kulağa yayılır. Muhtelif yörelerdeki musevi çevreler bu döngüye hazırlanır. İşte bu hurafelerle yetişir Sabetay Sevi.

 

Mesihlik ilanıyla birlikte cemaatten aforoz edilir Sabetay Sevi ve mesihlik seyahatleri başlar. İzmir'den çıkar, Mora, Atina ve Selanik sonrası İstanbul’a ulaşır. Yol üzeri uydurma belgeler ve etkin bir propagandayla yahudi halkın sempatisini kazanır. Ancak hamam takibinden bir türlü kurtulamaz. Kurtulmak için tekrar baba ocağı İzmir'e döner. Fakat fazla barınamaz.

 

İstanbul ve Selanik kendisine muhalif olduğundan Sabetay Sevi bu kez rotayı Suriye'de Trapolly, İskenderiye ve Kahire’ye çevirir. Kahire’den Gazze'ye geçerek Kudüs'te Siyon Dağında mesihliğini kendince tesciller. Yine yerel hahamlarla baş edemeyince Saffet ve Halep üzerinden yeniden İzmir'e hareket eder. Bu kez coşkuyla karşılanır. Şatafatla İzmir'e giren Sabetay Sevi ikinci kez mesihliğini ilan eder.

 

İkinci girişimle ünü Sakız, Rodos, Girit, Selanik, Sofya, Edirne, Belgrad ve İstanbul'a dek uzanır. Şöhreti Avrupa'nın önemli kısmına yayılır. Başta Yahudi eşraf ve hahamlar ve de Osmanlı taifesi konuyu Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’ya intikal ettirir. Merkezden meselenin aslının teşhisi için Sabetay Sevi’nin İstanbul'a gönderilmesi emri verilir. Sabetay Sevi bir aylık yolculuk sonrası vardığı İstanbul'da hapsedilir. Daha sonra Çanakkale Aydos'ta hapsi devam ettirilir.

 

Ancak buradaki yoğun ilgi başkent Edirne’yi rahatsız eder. Gelibolu yoluyla Edirne'ye ulaştırılan Sabetay Sevi huzura alınır. Sarayda kurulan divanda 4. Mehmet'in perde arkasında gizliden izlediği sorguda, başka çaresi kalmadığını gören Sabetay Sevi, şahadet getirip Müslüman olur. Ve ilginçtir, oldukça yüksek gündelik gelirle kapıcıbaşılığa tayin edilir.

Edirne sarayında 150 akçalık maaşla üst düzey görevli olarak çalışan Sabetay Sevi’nin, mesihlik iddiası ve musevilikten vaz geçmediğinin fark edilmesi üzerine Batı Trakya'ya sürülür. Ancak bir süre sonra gizliden İstanbul Kuruçeşme civarına konuşlandığı anlaşılır. Açığa düşünce izini kaybettirmek için Kağıthane’nin ıssız bölgelerine çekilir. Sadrazam Köprülü Ahmet Paşa, Sabetay Sevi’yi bu kez Arnavutluk’un Musevi olmayan kenti Ülgün’e sürer. Beş yıllık sürgün sonrası burada ölür ve defnedilir.

Sabetay Sevi’nin isteğiyle iki yüz ailelik ilk Sabetay Sevi’ci çekirdek toplum Selanik’te yerleşir. Ve 350 yıldır var olan nesilden nesile yazılı veya sözlü aktarımlarla sürdürülen dönmelik, sabetaycılık, sabetayistlik, Sabetay Sevi’cilik bu aileler sayesinde tarihe mal olur.

 

Bakılabilir, Profesör Dr Abdurrahman Küçük-Dönmeler Tarihi-Hamle yayın

MESİH-MEHDİ DÜŞÜ...

 MESİH-MEHDİ DÜŞÜ...


Dış veya iç dünyanın zihne yansımasıyla netleşen düşüncenin, nitel anlamda analizi ve belleğe katkısı insanı mutlak özgürlüğe ulaştırır. Bu tinsel taşınma asla dinsel ögelere ve doğaüstü gizlere yer vermeyen akılcı varoluştur. Aslı Tanrı ile biçimsellik arz etmeyen tam özdeşliktir. Benlik ve zihin olanakları çerçevesinde bireysel kurtuluştur. Bu yöneliş soyuttan somuta evriliş ve kozmik bütünleşmedir. Hem de öyle ucuz taşkınlık babında mesih veya mehdi düşü kurmadan, insana tapınmaya hiç gerek görmeden bütünlenmedir...


Ancak tüm dinlerde öyle bir sazanikos eğilimi vardır ki, yankısını daima mesih-mehdi beklentisiyle sürdürür. Tanrısal evriliş ve kozmik bütünleşmeyi hepten yok eden bir kör çemberdir bu. Çemberin içi dönmelik ve takiyyecilik çerçevesinde siyon idealine hizmete dönük gizli teşkilatlanmalarla nicelik oluşturur. Asla dinsel veya düşünsel analiz barındırmayan bu bellek kargaşası çetrefilli biçimde çeteleşir. Gizli tutulan çeteleler dahilinde, çemberin dışına milyonerler ve misyonerler kullanarak daima kurtuluş vaadedilir, milyarlar götürülür...


Kurtulma vaadini kolay yaymaya dönük belli dönemlerde mutlaka bir mesih veya mehdi bulunur. Bu sahtekar avamlar bir takım dalevere, manipulasyon ve kabala taktikleriyle Tanrı ile özneleştirilirler. Sahte ama softa bazında arzuhale dönük işleyen bir dinsel ağ geliştirilir. Bu organizasyon zaman içinde kendi okulları, ekolleri, ibadethaneleri ve benzerleri olan devlet içinde devletçiğe erişir. Tümden genişlemeye dek gizliden gizliye çalışma ve...


Kısa ve uzun vadede devletin kurumsal kadrolarına sızarak bireysel ve zümresel kurtuluşun yöntemleri yerinden şekillendirilir. Asıl düşünce ve düşlenen gizlenerek, göz alıcı atak, zeki ve girişimci davranılarak, bilinen çizgide siyaseti de etkileyecek ve yönlendirecek konum hedeflenir. Menzile ulaşmak için birincil hedef haline getirilen gizlilik yeter dereceye ulaşınca da çember kırılır. 


Sırf kara cehaletten, dinsel gericilikten beslenen bu mesih-mehdi şarlatanlığı bilimsel düşüncenin türlü enstrümanlarını kullanır. Diğer yandan görüntüde çağa uygun ve çağdaş normlara özendiren mesih-mehdi dalkavukları çember dışında etkin rol üstlenir.


Bu astray modele kanan, bir şekilde ağa takılan tüm mensuplar, gizli talimatlar ve malumatlar doğrultusunda maddi manevi yetkinleştirilir. Bunlar itikat ve maneviyat bozguncusu olarak çizilen haritalara göre ileri sürülür. Karışma ve birleşme mantığıyla iş görülür. Her alanda geleneksel iman ve gerçekçi düşüncenin yozlaştırılmasına çalışılır, bütünden kopularak akılcı varoluşa toplu savaş açılır. Özellikle vicdanlara oynanan türlü oyunlarla mesih-mehdi düşüne tamyol verilir...


Mesih veya mehdi eş anlamlı kullanılış şekliyle beklenen kurtarıcı ifadesidir. Tüm dinlerde iman esası olarak bu kavram yoktur. Ama geleneksel kültürel anlayış içinde bu nosyon hep vardır. Bu dreamwork daima içten içe, içten dışa yaşamakta ve yaşatılmaktadır...


Keza bu din oburu meddahların, taktıkları mesih-mehdi maskıyla, seyahat eden, yürüyen, yürüten, kezzab anlamı kespettiği de unutulmamalıdır...

18 Nisan 2021 Pazar

DOĞANIN UYANIŞI

 DOĞANIN UYANIŞI...


Büyülü bilmeceler küpü kainatın özü iddialara ve ispata dayanır. Kökenin keşfi ise ebedi korkuya ve keskin cesarete. Doğanın uyanışı ise april onbeşine... 


Cesaret gerektiren ama ikiz kardeşi korku olacak bir doğal biyografidir doğanın payına düşen. Hele hayatın içine küçük hikayeler dermek aşırı cesaret gerektiren idealdir. Doğanın uyanışıyla beliren ve kırılma noktası, ilahi intikam ihtimali üzerine kurulu bir biyografiye ise hayal gücü yetmez. Hayal ötesi gerçeklikte sinir uçlarına dokunan korku, duyu ve arzu eseridir. Diğer yandan ihanet derecesinde hak yemek ve kanun çiğnemek, biyografiye kösnül ihtirasın kök salmasına etkendir. Ve güneş doğarken veya batarken, bir batında ikiz kardeş doğar. Bu doğrultuda her april onbeşi doğanın uyanışı ve yeniden var oluşun ilk adımdır.


İlkeli duruşla ivmelenilir ve ikiz evrelerin kime neye benzediği ya da kardeşlerin fiziksel aynılığı, ebedi ayrılığa kalleş ayartısı vesaire hiç önemsenmez. Çünkü bir andan sonra dingin veya tedirgin atmosferi eskiz dosyasına sığdırabilmektir marifet. Nice sığ ve sağlıksız ve de hayret verici verileri barındırsa da falsenes biyografilere pek aldanmadan kainatın sırrına yoğunlaşabilmektir mahirlik. Korkuyu yenmektir cesaretle hatta denize düşüldüğünde bile yılana sarılmamaktır asıl mesele.


Binlerce yıllık nemli toprağı kurutan, kuru havayı tozutan, kusurlu dağılmışlığı affetmemektir cana yakışan. April onbeşi sonrası özü, sözü, gözü sözkonusu etmeden, uyartıyı ucuz bahanelere dayandırmadan dallamaları dalından toplamaktır adil olan. Antik dünyadan bugüne taşınmış antika endişelere, geciken buluşlara ve eksik buluşmalara bağlı sözlü-yazılı kanunları bunları içermektedir. Doğrusu kana kana içmektir kutlu isyanın kara kutusunu. Çünkü bir kayıp zaman baskısıdır, kainatın özünü çağın iğreti komplekslerine tutsak eden...  


Tutsaklığa yeter kapasiteyi keşfi zor manzaralara harcamak ve mankafaların kısa mesafeli sıradan seyahatlerine harcanmak ise doğaüstü aldatmacadır. Zamanı gelir öyle bir fırtına vurur ki karaya oturtur tüm cinsleri. Bu cinslikten bir ikiz evrelenme aldatmacasıyla veya doğanın uyanışıyla kurtarılır. Çünkü april onbeşi anılan ve sanılan ne varsa yeşertir. Al yeşil topu bir çerçeveye konulur ve taşduvara asılır.


Kara kitaba girmiş asla iyi halli olmayan, bir kirlenme noktası ballandıran ve ikiz kardeşliği bitiren hikayeler her april onbeşi sonrası silbaştan okunur. Unutulmaz ilelebet. İlla ki delice bahaneler uydurmak yetmez ilahi intikamı geriletmeye. Gerilen sinir uçlarına altı koldan oklar saplanır nihai karar ve doğanın kanunu gereği kararlılık ateşlenir. Ve ateş dilli ejderhayı mullah labirentinde saklanmalar da kurtaramaz. Sonu kızgın alevle kucaklaşmak olsa da  tropik bir deniz yatağına uzanmak düşüyle uzaklaşma ve uzaklaştırma mutlaka gerçekleşir. 


Kainatın gözü karalığına ve sonsuz karanlığına ağıt kısa pasajlar, gerçeğin özüne ve ispatına dair iddiaları zirveye oturtan çapraz vurgulu gayrettir. Gayet iyi giden ve de pik dip kıskacında biten basit bir sürecin takibidir çifte heyelan. İntikam ateşini körükleyen ise besbelli açık devrelerin düz kontak yapması, kara enerjinin doğanın özüne karışmasıdır.


Elbette yüreğe kor ateşi düşünce, köklü ikiz kardeşlik bağı da kopar. Ve april onbeşin armağanı doğanın uyanışı, kainatın dengesini bozanlara  bozgun olur. 


Her april onbeşi doğanın uyanışı, kod adı holistik holiday...