26 Nisan 2015 Pazar

YÜZYILLIK BİLGİSİZLİĞE SORULAR…

YÜZYILLIK BİLGİSİZLİĞE SORULAR…

Yıllardır yok sayılmış, boş bir ithamdır denilip geçilmiş yüzyıllık tarihsel iddialar son günlerde, Tehcir’in yüzüncü yılında Türkiye’yi soykırım yapmış olma noktasına iyice iteledi. Tehcir’den kaynaklı soykırım iddialarına uluslar arası düzeyde destek bolluğuna, durumdan vazife çıkaran tacir devlet yığınına, iktidarın dış politika acizliği de eklenince koca ülke dünyada tamamen yalnızlaştı, yalnızlaştırıldı…

Bir gerçek vardır ki tarihi devlet adamları ve siyasiler yapar, bilim adamları da yazar. Yazılı veya yazısız bilginin nasıl ve nerede bulunacağı bellidir. Ancak bilginin gelip kişileri ve olayları nasıl ve nerede bulacağı hiç de belli olmaz. İşte yüz yıl önce de bu gün de yaşananlar aynen budur. Dünya soykırım da soykırım diyerek çalkalandırılıyorsa yazılı kayıtların ulaşılabilirliği ve arşivlenebilmişliği çok önem arz eder. O halde tüm devlet arşivleri yerli yabancı bu olayın taraflarına tamamen açılarak katliam var mıdır yok mudur, var ise soykırım düzeyinde midir resmen ortaya dökülmelidir. Bu tarihsel gerçek ne önyargılı davranarak yok denilmesiyle yok olur, ne de aydın bilgeliğinden dem vurarak var denilmesiyle hallolur. Öyle üstü kapatılarak, küllenerek bu yüzyıllık yara kabuk da bağlamaz, gün olur böyle her fırsatta bu yüz yıllık dava dünya kamuoyuna sızdırılarak çekilen acılar da dinmez ayrıca hastalık da iyileştirilemez.

Bu yüzyıllık bilgisizliğin öznel ve nesnel şartları da gözetilerek bir an evvel giderilmesi gerekir. Bu doğrultuda iddiacıların iddiaları, soykırım ve tarihi gerçeklikler çerçevesinde ayrı ayrı sorulması ve yanıtlanması gereken nice soru vardır. Gövdesinde açığa çıkarılması gereken birçok konu vardır ve çözülmesi gereken nice ayrıntı gizlidir. O halde bu yüzyıllık bilgisizlik veya bilgi kirliliği neticesinde Rusyasından, Amerikasına, Afrikasından Avrupasına, Dünyanın en minikçik devletlerine kadar hemen herkes “ Türkiye 1915 ile 1923 arasında soykırım gerçekleştirmiş ve 1,5 milyon iddia sahibi kökenli soykırıma kurban gitmiştir…” metnine itibar ediyorsa, yüz yıl önce yaşananlara kesinlikle soykırım denemez, soykırım yoktur hamallığından vazgeçip, durup bir aynaya bakmak gerekir.

Osmanlının o dönemine ait bilgi, belge ve bulgu fakirliğinden kaynaklanan veya bilinerek veya bilinmeyerek delil karartmalar tarihsel şüpheleri artırır ve bir türlü aydınlığa kavuşturulamamış bölgesel yaşanmışlıkları peşi sıra tetikler. Daha önemlisi bu inatçı boşverdimcilik, bu kindar goygoyculuk sonuçta sevr’i her zaman için gündemde tutan öküzlere malzeme olur. Soykırımı her daim geçerli kılacaklara ve geçerli kılanlara zan rahatlığı verir. Sevr’in halen yürürlükte olduğu iddiaları ise iddiacı topraklarının sadece iddiacılara iadesi gerektiği hevesini ve heveslilerini diri tutar. Bu güncellemeleri tarihi saptamaları incelemeksizin, vakayı toptan reddetme tavrıyla ve tarihsel sapmalara sığınmalarla geçiştirmeye çalışmak ise öyle veya böyle zan altında kalmak demektir. Yüzyıllık bilgisizliğe sorular sormaktan açıkça çekinildikçe ve kaçınıldıkça tuzaklardan kaçılamaz.

Yüreklice durup, yüreklice sorulacak ve açıkça yanıtlanacak nice soru gizlidir şu yüzyıllık soykırım iddialarında ve iddialara karşı duruş gerçekliğinde. Örneğin Doğu Anadolu Bölgesinin soykırım iddiacılarının gerçek anayurdu olup olmadığı gibi. İddiacı kökenli tarihçilerin bile bu konuda fikir birliği içinde olmadıkları bellidir. İddiacıların kökenlerine ilişkin dahi birbiriyle çelişen onlarca görüş mevcuttur. Yani Nuh’a, Nuh’un gemisi efsanelerine dayandırıldığından başlanılarak, bilimdışı görüşlerin yanı sıra tarihte Urartulara, Trakfriglere, Güney Kafkasyaya, Turana kadar dayandırılan bir ırksal ahenksizlik söz konusudur. Tüm tutarsızlıklar bir yana bir gerçek varsa o da Ermenilerin İsa’dan önce altıyüzlerden ondokuzuncu yüzyıla kadar çeşitli egemenlikler altında ülkesiz ve devletsiz olarak yaşamışlıklarıdır.

Kim ne derse desin işin gerçeği yüzyıllık bilgisizlik ve arşivsizlik neticesinde binlerce yıllık açık fatura Türklere çıkartılmış durumdadır. Bu talihsiz konu tarihsel boyutta gereğince işlenemediğinden, enikonu irdelenemediğinden, bünyesinde yanıtlanması zor yığınla soruları barındırdığından yüz yıldır bir sorun yumağı haline gelmiş getirilmiştir. Oysa açıkça ortaya koyulmalıdır ki, soykırıma uğradığını iddia edenlerin Türkler, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye ile bir yurtluk kavgası mevcut ise eğer, buralar bizzat iddiacılardan, zorla, istila ve işgal ile belli belirsiz savaşlar ile mi alınmıştır. Eğer gerçekten öyleyse dünyada her insanın bir diğerine, bir devletin başka devletlere, devletlerin himayesindeki halklarına bir diyet borcunun doğabileceği de asla unutulmamalıdır.

Sormak gerek işgal ve istila iddialarından soykırım iddialarına kadar çeşitli uzantıları barındıran bu topraklarda yaşamış iddiacılar, Türklerin Anadolu sahnesinde görünmelerinden itibaren sürekli baskı, zulüm ve şiddet mi görmüşlerdir. Eğer gerçekten öyle ise niçin ve neden tarihte onsekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadar malum iddiacı sorunundan söz edildiği hiç görülmemektedir. Osmanlı neden 1856 Islahat Fermanı ile başlayan, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, Ayastefanos Anlaşması ve Berlin Konferansı ile sonlanan bir süreçten önce malum iddiacıları bir sorun olarak görmemiştir. Yani Osmanlı iddia edildiği şekliyle Türkler, neden yüz yıllarca durmuş durmuş 1890’lardan sonra iddiacıları katletmeye başlamışlar ve soykırıma girişmişlerdir.

Elbette reddi mirasla bu meseleden kurtulmak mümkün görünmemektedir. O halde kimin neden sorduğuna bakılmaksızın, asıl veya vekâleten sorulan tüm sorulara açıkça yanıtlar verilmelidir. Soykırım ne anlama gelmektedir, iddiacıların yüz yıl önce yaşadıklarını iddia ettikleri her şey gerçekten ‘soykırımın önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme’ye uyar mı, uymaz mı derinlemesine bakmak gerekir. Malum iddiacılara yüz yıl evvel reva görülenler eğer bu tanımlamaya uyuyorsa, uydurulabilecek yanları mevcutsa ve Türkiye gerçekten bir suç işlenmişse zaten bu sözleşmeye yıllar öce imza koyduğundan gereği yapılır, olur biter.

Yani 11 Aralık 1951’den beri yürürlükte olan bu sözleşme doğrultusunda uluslararası hukuk bağlamında yapılabilecek birçok girişimler varken, iddiacılar altmış yılda sadece konuşa durmuşlar, yüzüncü yılda ise lobi hareketleriyle bu yüzyıllık bilgisizliğe bilgi yerine alakası olmayanların ilgilerini kattırmışlardır.

27 Ocak 73 yılında başlayan ve 23 Kasım 86’ya dek kronolojik biçimde sıralanan ölümler ve sakat kalmalar ile neticelenen 13 yılda 200 terör saldırısını bir zümreye mal etmek belki olmaz ama yüzyıl öncesinde yaşananlara etki tepki meselesi diye adlandırılan ve meşrulaştıran bir ölçekte yaklaşmak da olmaz. Olmaz çünkü maalesef yakın geçmişte de çok acılar yaşanmıştır. Kimin kiminle işbirliği içinde olduğu, hangi işi niçin tuttuğu belki tarihçileri ilgilendirmez ama yüzyıllık bilgisizliğe sorular sormaktan çekinmekle de tarihçi olunmaz. Hele hele meseleye objektif bakmadan, tarafların yüzlerce yıllık ortamını ve yüz yıl önceki durumunu karşılıklı değerlendirmeden sadece ‘soykırım yapılmıştır veya soykırım yoktur’ ikilemine hapsetmek hangi ırktan olunursa olsun insanlıkla bağdaşmaz, hümanizmayla ilişkilendirilemez.

O halde bu yüzyıllık bilgisizlikten kurtulmak için, kaldıysa eğer yakın uzak tanıklara danışılır, kanıt varsa kanıtlar açığa çıkarılır, kesit kesit kasıt var mı yok mu araştırılır, arşivlerin kilitleri de kırılır. Mesele ancak böyle anlaşılır, bu yüzyıllık ilgisizlik kaçıncı kapalı duraktır, dağınıklık kaç kırbaç darbesidir netleştirilir. Ve sonu tatlıya bağlanmasa da iddialar artık baş ağrıtmaz. Yüzyıldır akla, fikre, zikre abanan mesele bir soykırım mıdır, yoksa bir iddia mıdır, kayda çekilir. Bu kaçıncı yalandır veya kaçıncı doğrudur ve hangi gerçektir şu malum tehcir kaç soruya cevaptır, iyice anlaşılır.

Ve tehcir hakkıyla okunduğunda iddiacılar da kendine gelir. İşte yüz yıllık beklenti de sadece budur…

24 Nisan 2015 Cuma

HEYELAN, HEYECAN, YOL VE YOLCU…

HEYELAN, HEYECAN, YOL VE YOLCU…

Tüm işgaller özetlenemeyecek, ileride övgülenemeyecek biçimde ağır hasarlar bırakır gerisinde, kapanır yollar ve yine yol görünür yolculara…

Yol görünür akan toprak yekten evin içinde sonlanınca. Geçici konukluk bitiverir ve yolculuk başlar, yol görünmüştür ufukta yeniden. Çünkü sel artığı yalanlar, palavralar heyelana gebedir. Çöküş başladığında derinden konukluk ıssız bahçeye açılan arka odaya yine yeniden doğmaktır. Sonra hayatın cilvesi yolu bir daha en baştan yarılamaktır. Yol açılacak, vuruldu vurulacak derken görüntü bozukluğu, ses kirlenmesidir başa çakılan. Yani aksuya açılan dar pencerede boğulmaktır gerçek.

Gerçek zindanlara çekildiğinde o muhteşem manzara artık silik marazalar resmeder taş duvara. Bu yıkılışta sanki vücudun arka duvarı çökmüş, ciğer pare pare olmuş bir tanıklıktır hayatın gayesi. Bu enderun devrilişte dost gözükür beygirler önce, sonra yollar kapanır ve gidilecek yere gidilemez. Onlarca sütçü beygirleriyle bile ulaşılamaz denize. Akan toprak evin içinde arsız misafirdir artık ve yol görünür uslanmaz yolculara.

Ve heyelan vurur eşref saatlerini, kel görünür bir defa daha, külah düşmüştür yine. Heyecan kemirmeye başlar kapanan yolları…

Çıplak gözleriyle deniz de görür bu yılkıyı. Oralarda niye böyle acayip bir doğa vardır ve niye canlar yakar kolayca anlayamaz. Kökleri bile sürükler kızgın doğa ve er geç doğanları da siler tarih sahnesinden. Dev ceviz ağaçları, koca çınarlar bile eğilir heyelanın ihtişamına. Sil baştan yoğrulur toprak ve bereketi doğurur. Orta yerde ise bir orman manzarası asılı kalır. Bal gibi ve ıhlamur kokan bir ormandır telef olan. Yangın içinde yangıdır döngüye bulaşan. Bunca alamete üstü üstüne deniz de kabarsaydı kim bilirdi acaba orada bir yol vardı ve de yolcular. Kim arardı anlatıların rengini.

Hangi akla zarar ara verilirse verilsin yepyeni heyelanlar vurur aklı ve sanki heyecandan durur kalpler. Patron kim olursa olsun büyük patron bellidir. Onun dediği olur ve tüm kutsal yolculuklar daha başlarken biter. Hangi ersiz ertelemeler varsa da en tepeden patron ister ve her zaman onun dediği olacak sanılır. Sanılır çünkü büyük patron unutulmuştur.

Ve o vakit eksik heyecanlar vurur eşref saatlerini. Kel görünmüştür bir defa daha, külah düşmüştür yine. Heyelan kapar yolları ve yolcuların beynini kuşku kemirmeye başlar…

Mantıkla hareket etmenin zorlaştığı, kaderci yaklaşımların baş tacı edildiği o muhteşem ayrışmada başka başka yollar açılır ama yolcular içine kapanır. Hangi bahardır gelen, hangi kaynaktan beslenilir hiç düşünmeden her baharda tekrar tekrar aldanılır. Asıl ürkütücü olan en hırpalanmış toplum olunmasına karşın ağır işgallere boyun eğiştir, selam duruştur. Bu sıradanlaşma öyle bir sıradanlaşmadır ki ortalıkta dönüp dolanan gerçekleri hiç ödeyemeyeceklere fatura etmektir marifet. Eğer her aksak modeli metodu dayatmalarla kabullendirmek mubah, direnmeyi günahtan saymak modalaştırılmış ise son sözü, satır arası ve dip notu olmaz bu yolun ve yolculuğun.

Ve kimsenin kılı kıpırdamayınca olan bitene heyelan vurur, nice heyecanlı, maharetli menfaat odaklı talanlar vurur geçer eşref saatlerini…

Birçok parçalanmalar görmüştür tarih yaprakları. Tarihin arka sokaklarında nice çıkmazlar türemiş yine geçici konuklar kazanmış, yolcular sürgüne gitmiştir. Sol artığı kucaklaşmaları bile içine sindiremeyen, yok sayan iktidarlar yüzleşmeleri geciktirir sadece. Ama hiçbir zaman hakkıyla, adaletlice özetleyemez geçip giden onca yılların verilmemiş hesabını. Söylem boylam tutsaklığında küçük özgürleşmeler ile tüm ağır işgalleri lanetlemek ve mevcut işgallerin üstesinden gelmek ise zor mümkün olur. Olmaz belki de. Yoldan çıkmak yerine içten gelen ilk ses kulak vererek, duygu kabartarak yol göründe yine diyerek yollanmak gerekir. Zoraki eşliğin bıraktığı hasar zamansız ve çok yoğun yağmurların toprağı çürütmesi gibi çürütür gönülleri. Ve çürüme bir kez başlayınca da kazalar çoğalır ha çoğalır.

Hangi sahil yolunda olursa olsun kıyıları dev dalgalar döver veya okşar. Deniz şiddetli lodoslarla da buluşunca hiçbir acil yardım ekibi kurtaramaz zevatı. Bodrumları da çatıları da yel, su ve toprak basar. Aslında mesele doğanın gazabını aksuya açılan dar pencereden layığınca görmek ve görüntülemektir.

Ve can alıcı dalgalar vuru eşref saatlerini. Kol kırılır yen içinde kalır ama yol görünmüştür yine de. Ve yolcular heyelanı da görür ve heyecanla vururlar denizden içeri kapanan yollarla. Tüm ağır işgallere direnişin özeti ise sözde büyük patronun istekliliğine bin kez daha dur diyebilmektir.

İşin özeti ise yollar kapandığında yolcuların eşref saatlerini ülfet saatlerine dönüştürecek heyelan ve heyecandır…

22 Nisan 2015 Çarşamba

21, 22 VE "23 NİSAN, NEŞE DOLUYOR İNSAN”…

21, 22 VE "23 NİSAN, NEŞE DOLUYOR İNSAN”…

En azından 21 ve 22 Nisandan hazırlanılan, Çocukluğumuzun 23 Nisanlarıdır aslolan…

İnsan aklında ve yüreğinde hareketlenmeyi bekleyen anılar vardır, hayatın kıyıcığından çapraz ateşlerle güncellenen.  İşte 23 Nisan o gündür. Tam da dünyadan soyutlanmış bir hal alacakken direnişler, idealizmin sınırlarını zorlayan türden bir diriliştir 23 Nisan. Her anıldığında, her ideolojiden insanı anında bir dizi gerçeğin içine yuvarlayıveren masumluktadır hem de...
 
23 Nisan, öyle bir gündür ki, her yaşta daha sabahında hecelemeye başlayıp okumayı söktüğümüz yaşta yapar hepimizi.

Ve dudaklar kımıldar ister istemez; “ Bu gün 23 Nisan, Neşe doluyor insan”. 

Biz yaştaki çocuklar için hala 23 Nisan Türkiye'nin ilk ulusal bayramıdır.

Herkesin kendine göre bir dünyası ve bir bayramı var ama "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" hala dünyanın tek çocuk bayramı…

Çıkarılan bir kanun ile milli bayram olarak resmileştirildiği 1921'den günümüze değişik isimlerle ve farklı törenlerle kutlana gelmiştir ve kutlanacaktır da. Bu gün için şenlikler düzenlenerek kutlanan ve şölenli-resmi tatil yapılan son milli bayramdır 23 Nisan.

23 Nisan Türkiye'nin ilk ulusal bayramı iken; 12 Eylül faşist darbesi sonrası Milli Güvenlik Konseyi tarafından bayramlar ve tatillerle ilgili kanunlarda yapılan değişikliklerle çocuklaştırılmıştır. Her şeyin içinin boşaltıldığı gibi 23 Nisan’ın da içi boşaltılmıştır.

Son yirmi yılda ise yerelden genele farklı formatlarla bu içi boşaltılmışlığa yepyeni eklemlemeler yapılmıştır. Ulusal egemenlik temeline dayalı halk hükümetinin kurulması ve Cumhuriyetin ilanına giden yolun başı olması gerçeğine uymayan türde yakıştırmalarla panayırlaştırılmıştır.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın özünde üç ayrı bayram yatar aslında…

Zamanla Büyük Meclisin açıldığı gün olan ‘23 Nisan Millî Bayramı’ ile ‘Millî Hâkimiyet Bayramı’ birleştirilmiş ve en sonunda ‘Çocuk Bayramı’ da bu güne eklenmiş ve ülkeyi kucaklaması sağlanmıştır.

Ancak yalnızca‘Ata’ tarafından çocuklara armağan edilen bir gün olması gerçeğine uyulur her 23 Nisan’da, o kadar…

Oysa o kadarla kalmayıp, Ülkenin nasıl kurulduğu gerçeğine ışık tutan ve gerçekten samimi ve sarsıcı itiraflardan oluşan Nutuk’tan-Söylev’den 23 Nisan’a ilişkin kallavi cümleleri görmek, okumak, bilmek gerekir.

O kallavi cümleleri çoluk-çocuk, genç-yaşlı görmek gerekir

Seneyi devriyesi bu yıl, Senesi ise her yıl ve gelecek yıllar olan 21, 22, 23 Nisan günlerini iyi okumak gerekir yediden yetmişe, yetmiş küsur milyon…

21 Nisandan;

” Büyük Millet Meclisi’nin toplanışını ve açılmasını sağlamaya çalıştığımız günlerde bizi en çok uğraştıran bazı bölgelerde başlayıp, bazı yerler üzerinden Ankara’ya yaklaşacak kadar genişleyen gericilik ve isyan dalgaları olmuştur.

Ben bir taraftan bu dalgaların durdurulmasına çalışırken, bir taraftan da Ankara’da toplanmakta olan ve genel durumu daha iyice bilmeyen milletvekillerini dehşete düşürecek olaylar karşısında bırakmamak ve böyle durumların ortaya çıkmasıyla Meclis’in toplanamaması gibi uğursuz ihtimalleri önlemek çarelerini düşünüyordum. 

Bunun için Meclis’in açılmasına acele ediyordum…”

22 Nisandan;
 
22 Nisan 1920’de Temsilciler Kurulu adına Mustafa Kemal kısa bir tebliğ yayınlar. Sonra; bütün valiliklere, müstakil sancaklara, ordu ve kolordu komutanlarına, tümen telgraf çektirir.

 “Dakika geciktirilmeyecektir” talimatıyla çekilen telgrafta şunlar yazılıdır;
 
“ Tanrı’nın lütfüyle Nisanın 23. günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden itibaren askeri ve sivil makamlarla, bütün ulusun tek merciinin ‘Büyük Millet Meclisi’ olacağı bilgilerinize sunulur.”

Ve 23 Nisan…

Bu gün doğduğumuz ve okumayı söktüğümüz yaştayız. Ve her şeye rağmen “Neşe doluyor insan”…

Bayramlar geçmişi geleceğe bağlayan köprülerdir. Ancak günler çile çekmeyi güncelleyince maviye, maviye dalar yorgun gözler.
Gözlerimizde gelecek ıslanır, matem denizinde boğulur koca memleket. 

Kim istemez, hak ettiğinden daha çok Mutlu ve Kutlu günler yaşasın bu içli ve merhametli memleket. Şu bereketli topraklar. O Ilık ilk günlerin altın beşiğinde sallansın sonsuzluk, hürriyet ve tam bağımsızlık. Kim istemez…

Maalesef günümüz siyasetinde akıl fikir tutulması yaşanıyor. Bu tutukluk nedensiz tutukluluklar yaşatıyor akıllara ve gönüllere. Bambaşka tutkular serpiştiriyor kutsallara. Bayram seyran derken belli hassasiyetler mi değişiyor, değiştiriliyor, yoksa bir şeyler mi unutuluyor unutturuluyor, acaba...

Bayramlar da yerinde patinaj çekmeyi güncelleyince maviye maviye çalar günlerimiz. En azından 21 ve 22 Nisandan hazırlanılan, Çocukluğumuzun 23 Nisanlarıdır aslolan ve unutulmasın…

21 Nisan 2015 Salı

AB, BOLLUK ÇIKMAZI…



Avrupa Birliği, ekonomik olduğu kadar bünyesinde siyasal unsurları da barındıran bir yapılanmadır ve üyelik ödenecek bir bedel karşılığıdır…

Yıllardan beri liboş-dinci-demokrat siyasilerin AB’ye giriş umudu ve inadı birçok sosyal ve siyasal yaptırımları da ülke gündemine getirmiştir. Yapılan başvuru yıllar evvelinden AT’yedir. Yani AT ile Gümrük Birliği kurulacak ve ancak dâhil olunmayacaktı. Bir başka deyişle tam üye olmaksızın kurulan birlik ile AT’ye platonik aşk sürdürülecekti.

Çünkü AT Roma anlaşmasının 238. maddesi “bir üye tam üye veya ortak üye olabilir” der. Ancak 1973 sonrası değişen durumlarla ilgili 237. madde uygulanmaya başlandı. Tam üyelik sonraki yıllarda nasıl ve hangi ülkeye göre işleyecek tam bir kargaşa egemen olmuştur. Bu kargaşa da ismi cismi olmayan, akla hayale getirilmeyen kimler kimler AB’ye girdi, Türkiye ise hala bekliyor.

Ayrıca Ankara anlaşmasının 28. maddesinde GB’ne dahil olmakla ve Türkiye’nin sorumluluklarını yerine getirmekle tam üyeliğinin kesinleşmeyeceği satır arası mevcuttur. Ancak yeniden görüşülüp değerlendirildikten sonra Türkiye’nin AT’ ye tam üyeliğine yeşil ışık yakılabilirdi. Yıllar geçti hep ayni terane işletiliyor, biteviye görüşmeler sürüyor, AB kapısı aşındırılıyor, sonuç belli.

İşin garibi geçiş süresi yaşatılan üç ülkeden biridir Türkiye. Bu geçiş döneminde GB salt ekonomik ilişkileri kapsar görüşünden öte, yapmacık bir tavırla karşılanmış ve Türkiye siyasal ilişkilerde de zorlanmış ve bocalatılmıştır. Yani GB ve sonrasındaki AB üyelik sürecinde ekonomi dışı siyasal ilişki ve sosyal yaptırımlarda tartışma kapsamına dâhil edilmiştir.

Son aşamaya gelindi denildikçe yol uzatılıyor ve Türkiye’den istenen bütün koşullar yerine getirilse de vaat edileni almak gerçekleşmeyebilir. İş gücü dolaşımı hakkından bahis bile yok satır aralarında. Demokratik değişim ve çoğulcu katılım başköşede yıllardır gözdağı maksatlı bekletiliyor. Demokrasinin yerleşip yerleşmediği, iç barışın sağlanıp sağlanmadığı, toplumsal hak ve özgürlükler meselesi maalesef ülke insanlarının tümünü gereğince ilgilendirmeyince, hayret verici biçimde Avrupa endişe duyuyor gidişattan. Ve bu durumdan vazife çıkarma AB sürecine yaslanıyor.

Durmaksızın belli dönem ve aralıklarla fasıl fasıl, fasıla fasıla dile getiriliyor her şey. Demek ki verilen açık gizli sözler dışında, süreçten taşan başka başka şeyler de söz konusu gibi. Aslında Türkiye’nin bu Birliğe giremeyeceği de aşikar. En büyük neden demokrasinin askeri-sivil darbelerle kesintiye uğramasının yanı sıra dile getirilmeyen başka nedenlerin de varlığı tetikleniyor her sıkışıklıkta.

Oysa 80 faşist darbesiyle bitiveren ilişkiler 85’te yeniden tartışmaya açıldığında süreç kısa sürecek sanıldı. Kabul görmeyeceği biline biline 86’da üyelik başvurusu yapıldı ve reddedildi. Gerekçe ne demokrasi ne ekonomi ne de sanayideki eksik gedikti. Veya öyle gerekçeler olmayacağı yönünde bir kanı mevcuttu, başvuru kabul görmedi, yine de reddedildi.

Unutulan ise Türkiye’nin zaten ithalata dayalı bir sanayisi vardı. GB ise sadece sanayi mallarının serbest dolaşımıyla ilgiliydi. Bu yakın ilişki ülkeye yarayan veya yaramayan sanayi malları üretimine yönelik hammadde girdisiyle sınırlı kalacaktı kaldı da. Bu darlandırıcı süreçten yara almadan, ayakta kalarak çıkmak ise bir mucizeydi. Ülkenin reel sanayisini küçük ve orta ölçekli işletmeler, istihdam yükünü de büyük ölçüde motor işletmeler taşıdığından sorun büyüdükçe büyüdü. Büyük firmalar ve holdingler çokuluslu şirketlerle evlenerek ortak üretimlerle düzlüğe çıkmayı öngördüler. Yan sanayi sektörü ise epeyce hasar gördü ve yıprandı. Orta direk denilen toplum kesimi ise bu sayede tarih oldu. Sanayi yabancı ortak bulmuşların dışında tepetakla gitti, battı. Ve üretmeyen, tüketim toplumuna dönüşen bir ülkenin ilk adımları atıldı.

Bu kaos ayırımında ve ileriki zamanlarda AB ile pazarlıklar çok ciddi yapılmalıydı. Siyasi ve ekonomik platformlarda gelecekle ilgili pembe tablolar çizilmeden önce herşey enikonu düşünülmeliydi. Ekonomikmiş görünen tüm yaptırımların arka planı bir bir incelenmeliydi. Zamanla özelleştirme ve GB nedeniyle sanayinin artık üretemez, üretse de pazar bulamaz duruma geleceği ve gelmişlik göz ardı edilmemeliydi. Resmen bu yanlışlar yapıldı ve tüm AB yaptırımlarının içten dıştan siyasi müdahalelere dönüşebileceği o günlerde görülmediği gibi, şimdi dahi görmezden geliniyor.

Tüm bunların yanı sıra, var denilen ve övünülen rekabet şansının hiç bulunmadığı, tekstilde bile olmayacağı açıkça ortaya çıktı. Üçüncü ülkelerle karşılaşılan sorunlar da arttıkça arttı. Ve her seferinde ülkenin karşısına halledilmeyen sorunlar olarak başta Kıbrıs ve Kürt meselesi çıkarıldı. Sermaye birikimi ve ileri teknoloji birlikte hayata geçirilemediğinden kar marjları da düştü. O düşkünlük sermayeyi vurdu, sanayiyi tıkadı. Vergi yoluyla bile kaynak aktarılamayınca reel sektör çöktü. Bu çöküntüde evden para kazanma modası ve borsada oynama hevesi hortladı. Zaten az olan ve gittikçe azalan tasarruflar ve tasarruf sahipleri üretimin içine çekilemedi. Tüm bu olumsuzluklar elbette sadece AB veya GB sürecine bağlanamaz. Ama ciddi bir payı olduğu da yadsınamaz.

Bu arada rekabet unsurları da değişti, değiştirildi. Ayrıca ucuz emeğin her derde deva olmayacağı da belirginleşti. Ürün çeşitlemesi ve kalitesi sınırlı kaldı. Teknoloji geriliği, teknoloji transferinin artı maliyet yüklemesi üretimin yükselmesini önledi. Bu darboğazda üretim maliyetlerini azaltacak arge harcamaları da lüks sayıldı.

Nihayete bir türlü erdirilemeyen AB macerasının sonucu ülkede işsizlik ve dış borç arttıkça arttı. Dış borçla yol alınamadığından bir o kadar da iç borç haneye yazıldı. Hükümet buhranları yaşatan düzeyde piyasada yaprak kıpırdamadı. Yoksul kitleler daha da yoksullaştı. İktidarlar çözüm üretmek yerine günü kurtaracak eğilimlere sarıldı. Ve istikrar da istikrar, aman istikrar elden gitmesin masallarıyla kötü giden ekonomi hepten sallandı ve gerçekler halktan saklandı.

Daha GB’ye girişte gerekli araştırmalar ve hazırlıklar usulünce yapılmadığından uluslar arası yarışta yokluğa davetiye çıkarılmış oldu. Hiçbir şey yapmaksızın mevcudu tüketen, GB sonrası tüm iktidarlar AB’yi yoksul çoğunluğa, çaresiz halk yığınlarına umut diye dayattı. Hiç kimse, bir Allah’ın kulu şu AB’yi istemezük diyemedi, karşı olduğunu söylemedi.

Ve yıllar yıllar sonra silah ters tepti ama hala ayni algı yönetimi, AB iyidir, bolluktur, girilmelidir. İyidir, güzeldir ama AB çıkmazda, batıyor…

20 Nisan 2015 Pazartesi

GÜMRÜK BİRLİĞİ KOMPLEKSİ…

GÜMRÜK BİRLİĞİ KOMPLEKSİ…

Gümrük Birliği macerası şu garip ülke için elli yılı aşan baş belası bir süreçtir…

Şimdi Avrupa Birliği ile iç içe geçmiş olmasına karşın öncelikle GB’yi iyi anlamak gerekir. Gümrük Birliğine imza koymak İsmet İnönü’den sonra bir başka Halk Partiliye nasip olmuştu yıllar önce. GB ve AT kararları çok yıllar evvel altmışlarda alınmış ve başvuruları da gecikmeden gerçekleştirilmişti. Ancak yıllar sonra hala süren sürdürülen hazırlık dönemlerini yaşıyoruz cümle alem. Böylesi bize reva görülen elli yıl süren hazırlığı hiçbir ülke yaşamadı, bunca çile çektirilmedi. Tek Türkiye.

Sondan bir evvel yıllar önce GB kapıları şöyle bir aralandığında olayın ülkede reklamvari bir çılgınlık düzeyine vardırıldığını çoğu vatandaş unutmuştur bugün. Vardırıldı ama hangi sonuçlarla yüzleşileceği ilerleyen yıllarda açıkça görülmeye başladı.

GB’ye ciddi hazırlıklar ta vakti zamanında 1963 yılından sonra hızlanmıştı. Geçiş dönemine tam on yıl sonra 1.1.73 yılında girilmişti. Aslında 12 yılda bitecek planlama sonradan uzatılmış listelerle 22 yılda bitebilecek bir programa dönüştürüldü. Gerçi kısmi uygulamalarla 71 yılından itibaren ülkeye sanayi ürünleri gümrüksüz girmeye başlamıştı. Ancak memnuniyet uzun sürmeyecekti. Bu yıllarda sıkı korunan piyasadan sadece sanayiciler hoşnuttu. Toplumun büyük kesimleri hiç düşünülmeden ülke karanlık bir yerlere doğru sürükleniyordu.

O dönemler itibariyle çok özel destekler ile ihracat bile yapılabiliyordu. Sanayiye yönelik gümrüksüz giren hammadde ve yarı mamuller işlenip mamule dönüştürülüyor ve iç piyasa da kolayca tüketiliyordu. Üretim artığı olmadığından ihracatı düşünen ve geleceği gören sanayici yoktu. Durumu kurtaran ve küpünü dolduran bir sanayici kesimi oluşmuştu. Devlet destekli ve bol teşvikli ihracat bağlantıları da hazırlıklı sanayiciler için bir başka kazanç kapısıydı. Ancak 80 sonrasında ülkede yaşanan faşist darbe ve Avrupa da, dünyada değişen siyasi ve ekonomik dengeler, iktisadi ve sosyal sarsıntılar her şeyi alt üst etti. Yeni gelişen dünyada yerini bulamayan ve gözden düşen ve ateşin içine itilen bir ülke oldu Türkiye. Faşist darbecilerin ipine sarılsa da, liboş yangın söndürücülerin kulpuna tutunsa da ülke her açıdan bir daha kendine gelemeyecek biçimde hasar gördü. Ve o çokbilmişlikle, ekonomiyi mahvedenlerce Gümrük Birliği yeniden başrole çıkarıldı.

GB o dönemlerde denildiğine göre yepyeni bir yaşam tarzı idi. Tüm beğenisi bol malların gümrüksüz girip çıkabileceği bir zenginlikti. Ülkenin garip insanları mutlu edilebilirdi bu çıkışla. Ama GB sürecinde sanayici verimi artırmak, ucuz ve kaliteli üretip sadece iç pazara değil dış pazara da asılmak zorunda kalacaktı. Faşist darbeyle planlar tersine tersine işletilince yerli sermaye ve dış sermayeye göbekten bağımlılar birkaç yıllığına nefeslendi.

Bir anlamıyla GB’nin en basitinden açıklaması, Birliğe dahil üyeler arasında sanayi ürünlerinin gümrüksüz kısıtlamasız dolaşması demektir. İrade koşulu da GB dışındaki ülkelere ortak gümrük tarifesi uygulamaktı. GB tarifesini bozan ise dış ticaret anlaşmalarıydı. Birliğe dâhil ülkelerin bu anlaşmaları yapma yetkisi de Avrupa Komisyonuna aitti. Yani anlaşmalar Brüksel’de yapılacaktı. Yanlı görüş, istek ve düşünceler doğrultusunda ülke ve topluluk yararına gerçekleşecek şekilde olan anlaşmalara imza koyulabilecekti. Bu durumda Avrupa Topluluğu aleyhine en hafifinden bir durum tecellisinde anlaşma filan yapmak mucizeydi.

Birlikte ürünler için tek, değişmez ve katı standart mevcuttu. Örneğin sağlık açısından tehlike arz eden ürünlerde uygulanan standart belliydi. Oyuncak, çocuk maması, kurşunkalem gibi ürünlerde de. Yani her üründe kamu yararı güdülen bir mantık işliyordu.

Türkiye Gümrük Birliğine attığı imzayla birlikte beş yılda istenen standartlara uyum sağlayacaktı. Bir an önce kendisine önerilenleri bir bir uygulamaya koyacaktı. Geçiş hızlandırılacaktı ama ülkede standartlara uygunluk takdir hakkı TSE’de idi. AT kurallarına göre standardı belirleyen kuruluşun niteliği çok önemliydi. Ayrıca bu standart belirleyici kurumun yeniden biçimlendirilmesi gerekiyordu. Yani TSE, AT kurallarına göre yeniden dizayn edilmeliydi. Asıl önemlisi AT’de, Türkiye standart kuruluşunun teknik açıdan uygun gördüğü ürünlerin kabulü de çok zordu.

GB sonrası eşit rekabet koşullarının oluşturulması ve yerleştirilmesi de şartlardandı. Bu şartın gereği geniş bir rekabet kanununa ve kurumuna gerek vardı. Devlet yardımı yasaklanarak, destekler asgariye çekilerek yeni bir oluşum ve anlayış egemen kılınmalıydı. Damping uygulamalarında iç ve dış fiyat arasında fazla farklar olmamalıydı. Şartlar peşi sıra dayatılm

GB, AT’ye tam üyeliğin kapısını açabilir mi? Sözde devrim! Gerçekleşebilir mi?

Bu soru hiç düşünülmedi maalesef. Birçok çelişkiler zaman içinde halledilemediğinden değişmez alışkanlıklar yarattı. Ayrıca Türkiye bu Ekonomik Topluluğa girecek en son ülke iken Doğu Bolku’nun dağılması Demirperdenin yıkılmasıyla lig sonunculuğuna düşürüldü. Orta Avrupa köylüleri kurtarıldı şu garip ülke resmen batırıldı.

Sonuç itibariyle bu günkü adı Avrupa Birliği o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na 1959’da başvurusunu yapmış bir ülke hala kapıda bekletiliyor. Şu anki başvuru kimine göre AT’ye kimine göre ise AB’ye dir ama fark etmez. Çünkü bu farklı algılayış ülke içinde bu girişe karşı olanların da içinden çıkamadığı bir çelişkidir.

Oysa AT’ye gidiş yolunda, GB amaç değil araç olmalıydı. Ve ülkedeki ekonomik bunalımın GB-AT ilişkisi ile çözülebilir olmaktan çıktığını görerek şunlar yapılabilirdi yıllar içinde;

Kalkınma politikalarının geliştirilmesi, üretim standartlarının değiştirilmesi gerekenlerinin değiştirilmesi, kendisinden isteneni veren bir ekonomik düzenin hayata geçirilmesi değil, olması gerekenin sağlanması ve benzerleri…

Ülke yıllar önce GB’ye sokularak elini kolunu bağlamış oldu aslında. Sonradan düşüneceğini baştan düşünerek elindeki kozları da kaybetti. Tabii ki ekonomi gelişecek, kar artacak, ürün maliyeti düşecek, rekabet çoğalacak, kalite artacak, yabancı sermaye girişi artarak reel sektör canlanacak, kim istemez böylesi gelişmeleri.

Ancak yıllar yıllar geçti olmadı, hiç biri gerçekleşmedi. GB ile geberdi gitti ülke ekonomisi de…

14 Nisan 2015 Salı

YEKPARE DÜŞLERE UZANIR MASALSILAR…

YEKPARE DÜŞLERE UZANIR MASALSILAR…

Güneşin bir mızrak boyu alçalacağı gün veya alçaldığı gün ortası tüm masallar o naif masalsılığını aniden yitirir. Ve gerçeğin karanlık yüzünü tesciller görgüsü kıtlıktan yeni çıkmışlara gülen ayva, ağlayan nar. Veya gerçekliğin en aydınlık yüzünü perçinler.

O perspektifte gümüş parlaklığında allı yeşilli bir masal diyarında yekpare düşlere uzanan, hiç de hayal gücü gerektirmeyecek hayatların yaşandığı düzlere yayılır akıl küpü. Dünyaya kendi çapında şekil vermelerin kulaklara çalındığı biçimsiz bir daralmadır zaman.

Zamansız mekansız denizaşırı püskürtülmek bir anlamda bundandır. Kim der, kim bilirdi ki tarihi kurgulayanların engin bilgisizliğinden ötürü belirsizlikler doğacak ve güneş batacak. Ve at izi it izine karışacak. Utanç yaftaları bir bir yazılırken günahlar bir bir üstlenilmeyecek. İnsanları ürperten tüm gölgelenmiş gerçekler de acilen alenileşir. Çil yavrusu gibi kaçışır, dağılır bu karışımda karmakarışık akıllılar.

O kaçkınlıkta insan daima ve her dönem kendisine aittir. Aittir ama bunu bilenler ve bilmeyenler vardır sadece. Kafası karışıklar bu nefti yeşile ve yeşille dağlanan diyara, kara toprağa bereketsizce yapışırlar. Sırtüstü kavramsızlıkta güneş yanığı, kızıl ötesi yoğunlukta ışığa doğru yansıyanlar un ufak olur bu koşuşturmaca da. İyimserliği belgeleyen, kötümserliği gölgeleyen, kuşkuların el yazması da, al yazması da yakılır, yutulur asit yağmurlarıyla.

Zaten kötülüğe sürüklenildiğinde tüm gerçekler bile bile aleyhte kullanılır. Tüm gerçek dışılıklar ise leyhte. Bu kullanım tarihi çoktan geçmiş kurumluluk ta gün olur devrilir çamlar, evrilmez can. Yani tüm iktidarları boğan çığlıklarda gizlidir tüm saklanan ve bastırılmış duygular.

Ayrıca önseziler kesinleşip keskinleşince sonuçlar oylumlu olumsuzlaşır. Yaş mı kuru mu ayırılmadan verilen tüm kararlar ise masal diyarını tersine efsaneleştirir.

Fersah fersah genleşen ve grileşen yeryüzünde umutsuzluk arttıkça pederşahi toplum önyargıları ile ümitlenmek, padişahvari tokmaklamalarla toplumlaşmak gittikçe güçleşir. Dostane bir şeyler yapmak yürek ister, bilek ister. Kolpa kalpazanlıklara dolaşmak ve komple cakalanmak yeşillenmiş masal diyarına özgüdür bir nebze.

Bu sahte özgünlük, özgürlükler engellendikçe iyice garipleşir ve içini ferah tutanlar dahi pusulayı şaşırır. Ve bal tatlısı kovansız ışıkları kara gölgeler yasaklar veya yasak savıcı tonda zehirler. Gölgeler uç bucak uzadıkça masal diyarına saplanan rengarenk isyandır artık.

Ve mutlu sonla bitmeyen masallara eklemlenir bir daha bir daha birileri. Bu baştankara belirsizlik isyanların kısıtlı ve şaşırtıcı kısırlığında ivme kazandırır belleklere. Ve bir anda değişir dünya. Med ile cezir derdin hal ve çaresine bakar. Coşkunun en yeşil pırıltısında saklanır kızaran masalsılar ve romanslar. Ve yıldırıcı bir durgunluk şeridine yıldırımlar düşer. Ve uçurumlara gelir tüm çalımlar, alımlar.

Gök yarıldığında dönem sınırlandırmalarından kurtulunmadıkça riskli ve değişken düşünceler yerleşimcilerin ruhuna yerleşir, tuzuna banar. Ama sonuç her halükarda hiç değişmez. Ayni kalır yoruma açık kalsa da. Aslında en mantıklı tavırlılık sonu zafer görünen masallara figüranlık, bedavaya rol çalımlısı düşkünlüğüne düşmemek, düşürülmemektir.

Ayrıca kulağa vuran seslerin, kulaktozuna bulanan sislerin derin melankolisi içine hapsolmak isyanların en babasına kapıların aralanmasıdır. Sansasyonların şaşırtıcı kısırlığında kıt kanaat servetlenmek masal diyarına üçüncü mevkide yolculanmaktır. Çepeçevre örülen duvarlar delinip geçildikçe her masal aynı fonda devam eder bir süre. Sonra ton farkı olmaksızın, fon farkı vurmaksızın deniz aşırı heveslenmeler serilir koridorlara.

Gün olup akıllar suyu bulandırınca rüzgarlı parketaşı sokaklar denize açılır can havliyle.  Ve çakmak çakınca çıkmaz, dönülmez sokaklarda ne o bilindik masallar ne de o masalları dar uzun masalarda anlatanlar kalır. İn ve cin top oynar kaldırımlarda.

Kimsiz, kimliksiz kaldırımlarda gümüş parlaklığında allı yeşilli yekpare düşlere uzanan bir masaldır zaman. Masal diyarı ise hayal gücü gerektirmeyecek ağırlıkta hayatlara en hakikisinden saygı duruşudur.

Hafifleyen hayatlara şeffaf kumaştan elbiseler biçmek ise başka bir meseldir, masal ötesi yalınlıkta…

YAZAR, YAZAR, YAZAR…

YAZAR, YAZAR, YAZAR…

Yazar,
Yeryüzünün okyanuslara döküldüğü derin sessizlikte yaşar.
Yazmak,
Bir yaz mavisi yolculuğudur
Akıl denizinde karakucak yüzmeyle başlayan…
Ve dahi okunmayla biter mavinin en mai tonu
Denizler okyanuslara döküldüğünde
Ok yaydan çıkmıştır artık
Ve yaz döner kara kışa
Baharlar çatışamaz şenliklerle
Ancak yazı dönmez asla
Dimdirek direnir..
Yazmak,
İlikleri donduran karakışa naziredir aslında
Zihin denizinde zindansız boğulmayla yüzleşilen
Ve dahi nice yüzler görünmezleşir mainin en mavi fonunda
Gece mavisidir yakamozlarla savrulan
Okyanuslar çöle döndürüldüğünde ise
Hayatın içine içine en mükemmellikte yazılar üflenir
Zaten kodlanmış tüm sözler usulca zaman ötesine yolculanır
Ve dahi anlatmaktır mesele evrenin bütün dillerinde
Mavinin en mai halini…
Yazmak,
Azar azar yazmamaya mayalandığında ise
Ekşir gider artık tüm ekmeklik hamurlar
Önce bir yaz mavisi yolculuğu hayallenir
Sonra var olmak ile yok olmak arasındaki o sihirli çizgide
Deniz alabildiğine mavileşir…
Kara yazgıdır o andan itibaren itibarsızlaşan
Ve göğe merdiven dayamak bile çaresizleşir.
Yazmak,
Karadenizlerin ardı arkası kesilmeyen fırtınalarında
Yürek hoplatan hoyrat dalgalara dayanmaktır
Ve dahi evrende bir yerlerde var olmaktır hiçten birlenip
Yazmak odur işte.
Yazar,
Dünyanın bittiği denizin başladığı yerde yaşar
Ve dahi yaşadığınca ağır

Yazar…

8 Nisan 2015 Çarşamba

KIRIK DÖKÜK CÜMLELERLE…

KIRIK DÖKÜK CÜMLELERLE…

Elbette kırıp dökmekle imparatorluklar kurulmayacağı gibi, kırıp dökmekle imparatorluklar da yıkılmaz. Ancak zaruret tecelli ettiğinde dünya halidir hiç de belli olmaz, meselenin özü kayar gider kelime kelime...

Kırık dökük cümlelerle imparatorluklar yıkmak çok zor görünebilir. Ama vadesi dolduğunda tüm imparatorlukların bir gün çöktüğü de tarihsel bir gerçektir. Kim ne derse desin o beklenen süreci o kırık dökük sayılan cümleler de ağırdan hızlandırır. O halde kırık dökük cümlelerle şu sonuca varılabilir;

Bizi biz yapan kalbimizin derinliklerinde taşıdığımız ve ebediyen taşıyacak olduğumuz yara izlerinden esinlenerek mücadeleye devam…

Atalarımızdan bize kölelik içgüdüsü değil de kahramanlık içgüdüsü miras kaldığından bu tavrın en muteber olduğu da bir başka alt kültür gerçeğidir. Yani var olmak ve yok olmak arasındaki o sinir bozucu çizgiden ileri geri yürümek bize yakışmaz. Ata baba mirası mücadeleye devamdır ve çizgi dışı kalmayı göze almaktır mesele. O mirasa ihanet en kutsala aykırı harekettir. Doğruluğun dostdoğruluğuna selam duruş, inanılan çizgideki en çizgi dışı diriliş olduğu halde, yok sayılsa da bu uğurda yapılan yolculuk en babasından ibadettir.

Zaten radikal düşünceler veya işe öyle geldiğinden radikal sayılan düşünceler asla anlaşılmak istenmez nedense. O bilinçten yoksunluk kırık dökük de olsa kendiliğinden oluşa gelen cümleleri asla tersine yazdıramaz ve asla okutturamaz. Bilinçli külden cümleler o çokbilmişlerin bildiğinin aksine Yaradan dilerse kıyamete kadar göğe asılı kalır. İlahi adaletin mahkemeleri kurulduğunda ise o kırık dökük farz edilen ve dışlanan cümlelere bel bağlayışta çare etmez. O Kırık dökük cümleler bizim kurtuluşumuz birilerinin de hezimeti olur diye başlamıştır ezelinden ebede. O yüzden yeryüzünün her gün sessizce okyanuslara döküldüğü saatlerde elde kalem dilde kelam tek bir an mir kelam olmadan sınır ötesi yolculuklar yaparız.

Ve inanırız ki canı gönülden sözler ve sesler zaman mekân ötesine geçince ve göğe çivilenince dünyanın tüm dilleri de artık hiçbir işe yaramaz. İşte o vakit artık tek bir dil kalır geriye. Ve o dilde kırık dökük cümlelerin incelikli aritmetiği de kolayca çözülür…

Yani dürüstçe üste verecek bir şeyi olmayanların pazarlığı orada da burada da hiç tutmaz. O nedenle bu kırık dökük cümleleri ardı arkası kesilmeyen bombardımanlara rağmen sırlamak ve sıralamak daima son görevdir. Sırası geldiğinde dilden dökülür, sırası geldiğinde ise harf harf kağıdın ipine sarılır. Arı kovanına çomak sokmak biraz da yürek ve bilek işidir kıssadan hisse. Kelimeler piramidinde nice hayatlar paramparça olur da zayıf düşmez, düşkün düşmez. Yani para piramidindeki gibi işlemez hesap.

Kendi içinde tutarlı iddiaları yetenek ölçüsünde kırık döküklüğün içine içine saklamak mahirliktir. İyi olan her şey daha iyi olabilir mantığıdır dünyaya dünyalıklara tapmamak. Şanssızlıklar hayat boyu peşimizi bırakmıyor olsa da yürekten inanırız sarf ettiğimiz her kırık dökük cümlemize. Ve cümlesine dünyanın bittiği denizin başladığı yerde en harbisinden görüşeceğimizi bildiğimizi bildiririz her bildirimizde. Bütün son görüşmelerde bizim kırık dökük cümlelerimiz hesap sorarken yalancı imparatorluktan ve imparatoriçelerinden yanalar, saltanatın tüm nüveleri hangi kırık dökük cümlelerle kendilerini savunacaklar bekleriz.

Cümleler kırık dökük olsa da kırıp dökenlere iktidar hırsıyla yol yordam şaşıranlara dokundukça dokunur. Bir dokun bin ah işit faslına geçildiğinde ise akan sular durur, yanan ışıklar söner. Sanki deri değiştirenlerden değilmişçesine bir havayı estirmelerde kifayet etmez,
kıyafet yetmez. Havası civası bir yana anlamsızlıktan, başka başka anlamlar çıkartmayı becermekle olmaz hakikat yolculuğu.

İşin hakikati kırık dökük cümlelerle belirtildiği üzere hak tecelli ettiğinde, halk eceli gördüğünde kırık dökük bir son bekler cemi cümlesini…

5 NİSAN, TÜM İKTİSADİ PAKETLER SAATLİ BOMBADIR…

5 NİSAN, TÜM İKTİSADİ PAKETLER SAATLİ BOMBADIR…
 
Tam tamına yirmi yıl geçmiş. Gençleşen Türkiye’de bu gün pek az kişi anımsar o yılları ama son on yıllarda moda deyimle tırnak içinde demodeleşen yeni Türkiye’nin temelleri o gün 5 Nisan günü atılmıştır denilebilir. Yakın tarihin meşhur 5 Nisan ekonomik kararları bir makalede anlatılamayacak denli girift ilişkileri barındırır. Üzerine hazırlanacak tezler, yazılacak kitapları hak eden yüzlerce yıllık bir gerileyişin ilk adımıdır 5 Nisan…

TC’nin 50. Hükümeti Başbakanı Hanımın ağzından 5 Nisan ekonomik önlemler paketi halka Ekonomik Kurtuluş Savaşı, 2. Kurtuluş Savaşı diye tanıtılır. Ve canlı cansız yayınlarda halktan her kesimden yediden yetmişe özveri istenir. Özveri süresi ilk etapta üç ay olarak belirlenmiştir. Sonrası ise belirsizdir. Yani üç ay sonraki hedefler ilk etap diliminde tutum ve tavrın uygulanırlığı ve geçirgenliğine bağlanmıştır. Hamfendi böyle söyler, bu günden kestirmek olası değil der.

Demesine der ama; zam, özelleştirme, devalüasyon, vergi gibi çeşitli yaptırımları kapsayan paket balonu üç ay içinde patlar. En az üç yıl sürecek, etkileri on yıllarca derinden hissedilecek bir yangına tutulur ülke ekonomisi ve ülke siyaseti. Yani tutmaz tedbirler ve beklentiler boşa çıkar. Kısa zamanda batan batar çıkan çıkar, bir gecede bitenler bir gecede bitlenenler olur. Bu sızlanmalar, arsızlanmalar ve yıkımlar sonrasında üç yıldan az sürede Ekonomik Kurtuluş Savaşı Başkomutanını değiştirir. Başkomutan yardımcısı ise koltuğundan olur.

Ve gayri safi hasıla açığı %22, yıllık enflasyon %125’i bulur. 10 Ocak ila 30 Nisan 94 arası işini kaybedenler kayıtlı rakamlara göre 144 bindir. Yılsonunda bu rakam 350 bini geçer.

İşin garip yanı 5 Nisan’ı başta çeşitli gazeteler, köşe palavracıları, televizyon kanalları, haykırmanları, iş dünyası, sanayiciler, siyasiler hemen herkes destekler ve seferberlik ilan ederler. Özveride öncülük etme işçi çıkarmak ve gazete sayfalarına reklamsal rakamsal desteklerden öteye geçmez. Beri yanda halk çıra gibi yanar.

Ve sonra her seferindeki gibi isyan başlar. 5 Nisan’a her telden, her renkten, her dilden gecikmiş isyan güncellenir…

Örneğin hükümete destek deklarasyonları yayınlayan Sanayi Odaları Kürsülerinden bile, ‘malımız mülkümüz ülkeye feda olsun’ diyenler kısa sürede saf değiştirirler. Ayni kürsüleri ‘hükümet sanayiyi yok etmek istiyorsa açık açık söylesin, kan değil can kaybediyoruz” feveranlarına dönüştürürler. Ülke feryadı figandan geçilmezken kıdemli işçiler kapı önüne konur. Büyük holdingler üretimlerini kısar. Çıkarılamayan kıdemli kıdemsiz işçiler ücretsiz izinlere çıkarılır. İlk ağızda ilk paylaşımda pakete tam destek veren medya bile sadece İstanbul’da 3 bine yakın basın-medya emekçisine kapıyı gösterir. Halkın alım gücü üst üste yapılan zamlarla yok seviyesine geriler, dibe vurur. Geçim sıkıntısı zirve yapar. Belli çevrelerde haki üniformalılara kırmızı ipli balmumlu davetiyeler çıkarılmaya başlanır.

Aslında 50. Hükümet ilk devalüasyon kararını gizlice 26 0cak 94’ta almıştı. Lira dolar karşısında %13.6 devalüe edilmişti. Gergin ekonomik ortam bir anlamda 5 Nisan’a hazırlanmıştı. Hal böyle olunca Merkez Bankası reeskont faizlerini artırır. Mevduat munzam karşılıkları düşürülür. Kamu Bankaları bile faiz oranını %88’e çıkarır. Ve hazine durmaksızın piyasadan para çekmeye devam eder.

Araya yerel seçimler girince bu hayati ve vazgeçilmez görünen kararlar kâğıt üzerinde kalır. Ağır sayılacak zamlar yapılmaz seçim sonrasına ötelenir. Güllük gülistanlık seçim propagandaları yapılır. Her şey toptan seçim sonrasına aktarılır. Tehlikeli gidişe siyasi ikballer uğruna dur denilemez. Ekonomik tehditler görmezden gelinir ve olanlar olur.

5 Nisan’ın özü üç beş maddede gizlidir aslında. Büyük sermaye tarafından dayatılan özelleştirme, memur zamları, tarım politikası ve iğneden ipliğe zamlar…

Bu kararlar doğrultusunda Erdemir, Tüpraş, Petrol Ofisi, THY, Petkim, Turban, Deniz Nakliyat, yılsonuna kadar, TEK, PTT, 95’te Sümerbank, Etibank en hızlı biçimde özelleştirme kapsamına alındı ve yok pahasına satıldı. Emlak Bankası’nın sözde halka açılması ile de 3-5 milyar dolar girdi sağlanacaktı…

Ayrıca sözleşmeli sözleşmesiz personelin ücretleri düşük tutuldu. Görüntüde personel alımları durduruldu. Geçişler yavaşlatıldı. Taşıt alımı ve kullanımı sınırlandı. Yurtdışı kadrolar azaltıldı…

Tarımda uygulanan destekleme daraltıldı. Fındık, tütün, çay, hububat, şekerpancarı ve birçok tarımsal üründe kotalar getirildi, taban fiyatlar tarih oldu, Birlikler çöktü…

Sözde üç ay ve sonrasında en az 38 trilyonluk getirisi olan bir ekonomik istikrar paketiydi 5 Nisan. Ama paketi getirenleri paketleyiverdi ve halkı canından bezdirdi. Olay paketin asıl ilginç yanı Merkez Solun TC tarihinde ilk defa böylesi uyduruk bir ekonomi paketine imza koymasıydı. Başka bir yönü ise ülke yönetiminin açıkça nerelere ve kimlere bağlı olduğunun bilinmesi ve görülmesini sağlaması veya sağlayamamasıdır.

Sağlıkları bozan 5 Nisan’dan iki hafta önce 18 Şubat 94’te Başbakan Hanım Brüksel’de kovboyların Başkanı Klinton ile görüşür. Bu görüşmenin peşine bir gizli mektup basına sızar veya sızdırılır. Mektupta Kovboy Klinton’dan Hamfendiye öğütler ve mesajlar yer alır. Dipnotunda ise ‘beklediğiniz kredi çıktı, bir an önce Dünya Bankası ile temasa geçin’ yazar.

Öğütlere hiç vakit kaybetmeden uyar çifte uyruklu Hamfendi. Önce uydurma ve uyutucu 5 Nisan paketi patlatılır. 14 Nisan’da Başbakan Hamfendi Amarika’ya uçar. IMF ve Dünya Bankası ile masaya oturur. Standbayı imzalar ve halka dayatılan zulmün karşılığı mükafat kredileri kapar. Yani halka baskı ve zulme karşılık hükümeti bir nebze rahatlatmak maksatlı faiziyle Amarika’ya borçlanır.

İşte böylesine basit yorumlanabilecek ama izleri derin ilişkiler ve kapalı kapı arkası anlaştmalar ve yeni siyasal süreçler içeren 5 Nisan kararları görünürde Kurtuluş Savaşı masalıyla bir güzel tezgâhlanır. İleride kimin ödeyeceği belli olmayan sadece üç beş kredi almayı öngören patlak bir pakettir 5 Nisan.

Yani her keresinde ülke ekonomisi radikal önlemler alınmasına karşılık yenilenmeden, mevcut yapılar korunarak, esaslı rötuşlarla rayına oturtulmadan günü kurtarmaya çalışılmıştır. Her ekonomik tedbir bir askeri darbeyi getirdiği halde bu kez sivil darbeler ile yetinildi ve bu günlere gelindi. Bu arada 5 Nisan ve devamındaki uygulamalarla borç ilk on yılda iki yüzlere, son on yılda ise iki yüzlerden beş altı yüzlere çıkarıldı…

Tüm iktisadi istikrar tedbirleri ve paketleri aslında bir saatli bombadır.