30 Aralık 2015 Çarşamba

BÜYÜMEK ZEHRİ İÇMEKTİR…

BÜYÜMEK ZEHRİ İÇMEKTİR…

Makine gibi sadece kendine öğretileni bilmekten öteye gidemedikçe büyümek de zorlaşır. Araştırıcı, bulucu ve değişik sentezlerle gerçeğe ve geleceğe ulaşıcı olamadan büyümek aslında büyüyememektir. Zehirlenmektir…

Her yılbaşında ayni duyguyu tadarım, zehri içmek…

Hevesler kara kışta kristalleşince camdan vazolar da zehirlenir. Çiçek gibi gelecek de. Gerçekler de. Papatyaların ömrü uzun olsun diye vazoya bir bardak sıcak su ilave etmek bile ömrü uzatmaz. Kelebekler dansı kısa keser. Arılar peş peşe kaybolur. Doğa doğanın pençesinde kavrulur. Yıldızlı gökyüzünde yıldızlar karanlığa boğulur. Kara delikler yutar nahif parıltıları. Ve ressamlar yelpaze fırçaları elinde, boyaları rengârenk boşa bekleşirler tuval önünde. Ve uyur yırtıcı doğa ne güzel günlermiş meğer o günler sürgününde.

“Büyümek yarı yarıya ölmektir…”

Neyi kime söylediğini ve de ne zaman nasıl söylediğini unutmakla başlar tüm nefes kırılmaları. Ve zehirlenir en sade yaşamlar bile. Düşenin de dostu bulunmaz misali eski alışkanlıklar da kurtaramaz zevatı. Aymazlık nüksedince tepeden dibe gevşer zaman. Ve bulaşır zehir atbaka tabaka.

Aslında tek kişiliktir ölümler. Tahterevallinin ucunda terk edilmişliğin azabı. Bir ucunda ise hasretlik. Bu kısırdöngüde yol çıkmaz gecelere sallanır yaşamlar. Hayat baştan savma aykırılıklarla nakşeder beyinlere. İçteki aşk dolaplarının camları kırılır.

Akvaryumdaki süs balıkları da ölüverince yalancı öykülere konar yürek. Konar geçer.

Kondulardaki kitaplıklarda evrensel kitapların içinde yumruk yumruğa saklanır yitik gençlik. Manifestoların gizliliği tüm alışverişlere açık çektir. Teorilerin bulanıklığı perde perde inerken kara günlere mantığın başladığı yerde biter yolculuklar. Soluk benizli gençler kazanlar kaynarken kızıl alev renginde kavşaklarda çevrilirler. Yavşaklar erketede, yandıkça durulur soluk soluğa gençlik.

“Büyümek yarı yarıya ölmek demektir…”

Soluk soluğa dilsizliğin diline sıçrayan bir dilim ekmek ve zihni daraltan yalnızlıktır büyümek. Büyüdükçe zehirlenmek. Hınzırlıktan beslenir ve sırlarla şekillenir yaşam. Her şeyi sabırsızlık ve yeniyetmeliğe müebbetlik vurur tersine çevirir. Oysa mahkumiyet daha çocukluktan başlamıştır. Ve su gibi geçip gider yıllar.

Yıllardan sonra hiç ıskalamadan tam alnın çatından vurur acıtan anılar. İpek tenleri yırtar tüm sakat öğretiler. Öğütleri zehir zemberek bir yankılanış dolaşır damarlarda. Ve halden anlamak ve metezori memnuniyet çerçevesinde genişler hayatlar. Ve oyuklara güneş ışıltıları, altın beddualar dolar. Ve büyünür bir anda. Kırılgan bedenler önce sertleşir fırsatlara dokundukça da akıl yanar, can olgunlaşır.

“Büyümek yarı yarıya ölmek demektir…”

Kaç günlük yastır kaç yaşında bulur hangi saflıkta yakalar insanı hiç bilinmez. Ama işin ehline verilmeyişiyle başlar düşüş. Bir gen animalisi yakalar düşünceleri hiç üşenmeden. Hangi polemiktir ki polenler halinde dağılır yaşamın içine aşılar. Demet demet sözleşilir aksi sedalarla. Yine de şahlanır arada sırada empati yapılan küheylanlar. Ve fikirler filizlenir korku gözlerde büyüdükçe. Ancak dillerde yas, gözlerde yaş kalır. Yaslar insanı güneşe dokunmalık küçücük anlarda dağlar. Çaresiz sığınılır gri gölgelere. Zihnin nefes almasıyla orantılıdır tüm yanlışlardan kurtulmak. Ve de kibri yenmek. Ama yenilmek de var hayatta. Lila renkli yaklaşımların nurlu ellerde yok oluşudur asrında tüm hücre ölümleri. Baştan ayağa. Babadan evlada.

“Büyümek yarı yarıya ölmek demektir…”

Aslında tüm mesele insan denen varlık olmak ve yücelmek üzerine çekilen zahmettir. Bunca çile nimettir. Tüm zahmetlere karşın yaşar ve yaşamak ister. Çileyi çeker insan. Olmak demek ol denilince olunamayan ayrıntılarda gizlidir. İşte budur zehirlenmeden büyüyebilmek.

İnsanlığın hudutları dut yemiş bülbüllerce korunur. Siyah beyazdan capcanlı renklere geçişin sinemaskop düşleridir yaşamak. Öyle büyülenilir ki anlar hafızaya bir bir kazınır. Tüm acılar zamanla unutulur. Aslında emsali görülmemiş güzel bir şiire büyülenmektir büyümek. En derinden duyulan sesi işitmektir zehirlenmek. Mesele zehri içmeden ölebilmektir.

“Büyümek yarı yarıya ölmek demektir, yarı yarıya zehri içmektir…”

ŞAİR, ÇOCUK, ŞİİR VE YILLAR…



İçimdeki çocuk büyümeden yaşadı, yaşamaya çalıştı benimle. Son yıllarda masallara kandı, büyümeye yeltendi ve öldü. Yıllar geçti ve şiir doğdu…

Her yılsonu ayni duyguyu tadarım, yokluk…

Ölmeyecekmişçesine yaşamak şiirin en güzel yalanıydı belki ama ölüm gerçek oldu, şair de içindeki çocuğa uydu ve uyudu. Yol bitti.

Şairin en güzel yanıdır çocuksuluğu. Erken büyüyünce insan asla kıyamaz içindeki çocuğa. Şartlar olgunlaştırdıkça kavga dünyasını, hiç büyümesin ister içindekinin. Yine de azar azar büyütür içindeki çocuksuyu. O hiç büyümesin istediği, o her gün her an gülen şakalaşan çocuğun zaman zaman koca adam haliyle kesik kesik ağlayışını sever şair ve çocukluğunu özler.

Çoğunlukla kol kanat gerdiği iç bebesini teskin eder, istemez kalbinin yorulmasını tez elden. O çocuk ki mırıl mırıl uyutur içindeki kavgayı, bazen de tırmandırır ufaktan nem kaptığında. Şairin en güzel yanıdır aşk, çocuksuluğunu kahrını çektiğinden olsa gerek pek sever. En sevgililerinden bile çok. Avutacağı bedenler, uyuşacağı koca kafalardan yoruldukça içindeki çocuğa şairane anlatır kaygılarını. Ve başka yaren aramadan şiirle beslenir o çocukluk, çocuksuluk. Ve pek olgunlaşır dizelerle.

Şair her şeye rağmen içindeki, hapis çocuğa çocuksuluğuna acır. Düzeltmeye çalışsa da er geç bu yalınlığı yaşar, büyür içindeki çocuğu. Harcanan birlikte harmanlanan zamanlara da kıyamaz. Aslında koca adamdır, adam olmuştur ama o çocuğa beğendirmeye çalışır kendini daima. Yıllardan sonra iki tarafı selvili uzun ince yolun sonunda kucaklaşırlar ve. Ve şairle çocuk en güzel yazı birlikte geçirirler. Kış bastırdığında şairle birlikte çocukluğu, çocuksuluğu da gömülür maziye, tarihe.

“ Başladığımız yer Karadeniz, aksuları ırmakları kaynar kazan. Bulutlar ateş topuna dönmüş. Kalpler sırlar kabristanı. Dil ölmüş, lal olmuş. Kulaklar sağır, duvar kör, kapı duvar. Beni bana defnedin. Defne yaprağından yatağa yatırın paslanmış demir külçemi. Kıyametin koptuğu gün aksular ırmaklar taşısın beni çocuğuma, çocukluğuma. Sonlandığımız yer Karadeniz…”

Çocukça gelecek belki ama gerekli her şeyi öğrendikten sonra hiçbir şeyi tam olarak bilmediğini de görebilmektir şairlik, ta çocukluktan başlayarak…

Dünyanın bütün lisanlarıyla aransa bile hayata perçinlenen sarhoşluk sırasını bekler. Bulunmaz kolayca. Şans yaver gitse de dürüst bir hayat şaklayınca şairin yüzüne malı mülkü de bulamaz. Eli kolu bağlanmış destursuz düstursuz ölümsüzlüktür bade niyetine içilen. Aslen yaşamın ikinci yüzünde belirir çocuk yüzlü dost. O yüzden o yüze savrulmuşluk, anında durulur ve yüreğe sinmiş heyecanla kılcal aramalar dünyanın sonunu getirir. Çocuk yaşta ölünür.

Zamanla latife yaparak anılarla dost kalmak şairin çocukluktan ergenliğe geçişidir. Çok gayretli bir tavrın şefkate dönüşmesi ise ergenlikten orta yaş bunalımına taşınmasıdır. Şiir, şiirleri ise büyüdüğünün delili. Ayrıca gelmiş geçmiş iz bırakan tüm şairlere vefa ise şiirde olgunlaşmanın göstergesidir. Ve şair yaşlandıkça canlanmış şiirlere yetişkinliğini katar. Ve mısralara canından can üfler.

Gözlerinde aşk buğusu, beyninde cesaret, elinde esaret yaprak yaprak titreyen bir asidir şair. Tekrar tekrar çocuğa neden öldüğünü sorar. Ve kendi kendini suçlayarak bazen azarlar. İnsanlara bir şeyler öğretebilmenin ilmine ermektir son kerte. Ve o kertede tek amaç öğrenmek üzerinedir. Öğrenmektir.

“Şair ben sevgi telindeyim. Çal çal yüzüne ve asla düşmeden takip et gölgemi. Göreceksin telin ucundaki öteki sen. İçindeki çocuk, çocukluğun. Arşınla çocukça kıyıları. Kıyamet gününe dek sürecek bu şiirsel yarışta gölgelere sığınarak sahibini arar şiir. Ve şairler çocuksuluğu. İçindeki çocuğun cömertliğini arar. Şair, çocuk ve şiir üstüne nice ayrıntıda gizlidir yaşamın hüneri. Hünerle yaşamak ise içteki çocukluktan gelen bir tılsımdır…”

Her yılsonu ayni duyguyu tadarım, yokluk. Ve yılbaşından itibaren yeni yıla gizlenmiş tılsımı ararım…

28 Aralık 2015 Pazartesi

KULLUK ETMEDEN

Gerçek kulum
satılık köle değil.
Rabbın adıyla okudum
bilenim cahil değil.
Bilmeyenler çoğaldıkça arada bir zihnimin karıştığı da olur.
İşte o vakit
berrak denizleri özlerim.
Yüzemem balık gibi narin
hafızam da balık değil
Denize dalar bakar
Yaratanla yüzleşirim.
Yüz karam ondandır
İki yüzlülükten değil.
Yüz kere tövbeden sonra
Namazım kılınmaz değil.
Kale saray değil
gerçek kuleyim
Rabbın merhametiyle dopdolu.
Doldum mu akla kara
Sularıma vurdu mu mermi ayaz
söverim ağız dolusu billah
sövmeyen değil.
Arada zikrin alasını da yaptığım olur
kime neyse fikrim
kuvvetli nefesini özlerim
nefesinden nefesi.
Yazıya çiziye küsmeden ama
kara yazgım ondandır.
Günahlarım affedilmez değil.
Gerçek külüm
Ateş değil.
Rabbın gözünde bir hiçim belli
belki gül dalında bülbül
gülenim ağlayan değil.
Gerçek düşünenim
safi düşleyen değil.
Arada zevklerimin doruğu da olur
gökyüzüne hakim duygularla.
Uçamam ama
zirve altımdadır
kuşbakışı gözlerle gözlerim zırvaları
başkasına asla sevdalanmam.
Yüzakım ondandır
korkudan değil.
Bin kere düşsen de içime
namazıma saf tutulmaz değil.
Gizli ölçülerini ararım dünyanın
sahte ve gerçeklerini.
Hırsın eskitemediği saflıkla
bulduğuma yetinirim.
Gerçek tamahkarım
Günahkar değil
Peygamber de değil.
Ağaran başla kırk yaşımda
Kırklardan değildim
Şimdi ellerimde beş deste gül.
Bu saatten sonra
kulluk etmeden olmaz ise eğer
Gerçek kulum
satılmış köle değil…

27 Aralık 2015 Pazar

EŞEK ARISI SİYASETİ

EŞEK ARISI SİYASETİ

Karakolda bitecek yazılara eğer edebi bir dille politik bir format gizlenirse harnameler bir süre gözden kaçar. Ancak harlara nameler deniz üçlemeleri ve eklentileriyle devam ederse kaçamaz teoride etek pratikte etik çözülmesiyle sonuçta yine karakolluk olur. Yazarı okuyanı biz ne ettik flaması çekme şansı bile bulamaz. Bedavaya acılar çeker...

Har hur arasında eşek arısı siyaseti iğnesini sağa sola salladıkça yaşar. Batırdıkça ölür, öldürür. Kurtuluş öncesi eşek arısı siyasetçileri için önce bir daire çizilmelidir havaya. Sonra topunu o dairenin içine hapsetmek gerekir. Zehirleyici iğneler işte o vakit hiçbir işe yaramaz. Boşa kanatlanmalar ve çırpıntılarda. Kilit kıçlarına vurulduğundan kıpırdayamazlar ve uğultuları da duyulmaz. Balonların içine derlenince eşek arısı siyaseti dertoplanmış çemberlerin içine içine fısfıslanır nameler.

Her telden nemalanmanın mubah sayılmışlığı ibretlik bir masaldır camdan kuşlar diyarında. İn din merkezinde kristalleşen insanların kirlenişi de. Hay huy arasında aynen eşek arılarına benzeyen eşek arısı siyasetçilerine öykünmedir yaşamlara damga vuran.

Öyle ki; “Din ile siyaset iyice kolkola girince önlerinde hiçbir engel bırakmayacak biçimde hızlanırlar eşek arısı siyasetçileri. Er geç eşek cenneti mantığıyla yollarına çıkanı dümdüz ederler, dümdüz giderler. Sözde din gerekliliği mişçesine ortalığı dere tepe düz eylerler. Bu gözü kapalı, körleme gidişin sonu coğrafyanın sunduğu nimettir, nimet derin uçurumdur. Ve o uçurum çok geç fark edilir. Gerçek din ve gerçek siyasetin unutulmuşluğu eşek arısı siyasetine zemindir ve  hazin son kaçınılmazlaşır. Kaçıklık derecesinde artık her şey iktidarın devamı için feda edilir. Başka çare yoktur.”

Zaten yasakçı kafaların ürünü ne varsa kara mizahın asli konusudur ve Karakolda bitecek yazılara dönüşür. Gece karanlığında karabasan gibi çöken eşek arısı siyaseti aylaklığı deniz ortasında uzak şehirler yaratan aymazlıktır. Gelişigüzel serpilmiştir yaslı gönüllere. Ve eşek arısı siyaseti adım ve adam şaşırtır. Bu şaşkınlıkta çaldığı düdüğü yanlış çalanlar veya yanlış çalıp doğrulatan ve doğrulayanlar Karakolda bitecek yazılara elbette konu olurlar. İnsan gibi düşünemeyenler resmen makineleşenler daha kederlenme fırsatı bile bulamadan gün batımına doğru kaşla göz arası sürülürler. Son çırpınmalar öncesi sanatoryuma yatırılmalar da çare olmaz. Eşek arıları fırsatını yakaladığında siyasal iğnelerini batırırlar, sokarlar.

Sokma akıl bir adımlık denilse de dudaklarda kalın şarkılar, her şey yolunda tarzı yalın düşünceler ile kullaşılır. Biz yoksak yansın dünya karnavalında sadece etliye sütlüye karışanlar işi bozar. Bağbozumunda melankoli derecesinde ve kara mizah içeren davetlerle devam ettirilmeye çalışılır aldırmazlık. Kutsal değerler sorgulandıkça yaşama tutunabilmek de zorlaşır. Kutular açılır içinden kalın uzunçalarlar çıkar. Pikabın iğnesi değince o kalın uzunçalarlar dönmeye başlar ve çalarlar.

Asap bozan bu başıbozuklukta kaç ocak söner kaç yuva dağılır, kaç bin eksilir önemsenmez. Hiç yere sınır ötesinden otuzaltı kırkiki kuzey paralel ve yirmialtı kırkbeş doğu meridyenine kaç milyon eklenir o da önemsenmez. Oysa bilhassa bu konuda bile sürgüne gönderilen ve boğaza takılan öyle laflar vardır ki bir türlü söylenemez. Evlat acısı gibi koyan olaylar, kıssadan hisseler olsa bile. Hikayeden koruyucu muskalar asılır boyna ama olacaklar olur yine de.

Karakolda bitecek yazılarla olaylara parmak basabilmektir baskın yazarlık. Hır gür arasında eşek arıları iğnelerini hazır tutsa da her şeye hazır olmaktır mesele. Yasak listelerine girmedikçe karanlıkta beliren korku hissedilmedikçe beyaz bayrak açmalar boşa gider. Kutuplaşmaların yıldızlaştırdığı, ayrışmaların aynılaştırdığı ve oynaşmaların çeteleştiği bir dönemeçte olan bitenin çetelesini tutmak bir yere kadar olur. Ve doğrudur. O eşik kazasız belasız atlandığında ise kusursuzluk doğar. Kitaplaşır.

Kaç ocak yıkıldıysa yıkıldı, artık ne yansın ne de sönsün zamanı gelip çatmışken; Yıkıcı adamların yakıcı adımlarıyla dolaştığı bu coğrafyada kaderler yeniden yazılırken karakolda biten yazıcılara yazılmalar ayıp kaçar. Tabiri caiz ise bir şeyleri anımsamak, anımsatmak ilahi kelimeler labirentinden kurtularak yok olma ve boşa dolma bilinçsizliğini bir döneme lehimlemek neden günah sayılsın. Tüm suçu karakolda bitecek yazılara mal etmek ve edipleri ait olmadığı yere, kısmen ölüme yollamak eşek şakasıdır. Bu eşek arısı sokmasından beter acı, beter ölümdür.

Neredeyse bilim kurgu klasiklerine esin kaynağı olabilecek bu denli densizliklerin ve eşek arısı siyasetçilerinin, dumanlı gökler kentinden görülmediğini sanmak hangi dindir o teologların işidir. Ama insanların kalakalmasını sağlayanların paylarına da korku düşünce düş biter. Ve düşünce o kalakalanlar da tipik tematik yaklaşımlarla kentin tozunu attırmak üzere aniden saflaşırlar.

Ve eşek arıları karakoldakilerden başlayarak kapı dışarı sokmaya başlar…

ARALIK HASATI…

ARALIK HASATI…

Sustukça sıra gelir ve sıra geldikçe hayat gecikir…

Her Aralıkta kapılar açık kaldığından mıdır nedir tutulan hesapların yanlışlığı akılları tutuşturur. Tutulan günlüklerin korkusu hayallere düşerken, ateş olmayan yerden duman tütmez demeler ve çıkan pis kokulara bekçilik etmeler de iş görmez. O suskunluktan doğan düş istasyonunda usulcacık kanlı hasat başlar. Resim altına yazılanlar, karikatürlerdeki boş balonlar, silme eserler ve bakancıl resmigeçitler dünyanın beşiği bu ülkeyi hala sallar da sallar.

Kuru otlar havuzunda ve sararmış mısır tarlalarındaki bir kutsamadır hasat. Tüm canlılar için yağmurlar buharlaşıp hızla gerisingeri tekrardan yağan damlalara dönüştüğünde ıslıklanır ucubeleşmeler. Her pis su birikintisi kenarındaki eksik kutlamadır hayata dökülen hayat. Böylesi hayat yolculuğu ne aşırı erkeklik ne de gençlik bırakır geriye. Tüm imparatorluk girişimleri ve gelişimleri ise ardında bir perişanlık bırakır. Çıbanlar peşi sıra patladıkça çoban acımasıdır geriye kalan.

Dünya kaynadıkça baharlar buharlaşır. Gece dersleri duvarlara sloganlaşır ve yalan yanlışlar arsız ölümlerle seviyelenir. Ateş teknesinde güneş yoğurmak ve hasada yakın taş fırınlarda tavlanmak, deveyi hamuduyla götürmek odur işte. Birden tersine döner her şey her aralıkta, aralık kapılar ardında arsızca yaşananlar da. Unutulmasına unutulmaz kutulananlar, unutulmuş görünür boşaltılan kasacıklar ama amalar da günü gelir kitap yazar.

Karşıda Paşalimanı adası, Ekinlik ve diğerleri sıralanmış. Adalara süt taşıyor takalar, zerzevat filan. Hemen yanıbaşında nisan, kasım kasım kasılmalar sonrası aralık. Bu akçeli dağınıklıkta, Aralıktan bahara insan buharlaşmalara doyamazmış meğer. Hele hele yaş ilerleyince, atananlar ve adananlar yaslı dalgaların çağlayışını dinler boşu boşuna.

Kayıp gezginler sonsuzluğa inat komisyoncuların yalnızlığını gidermek uğruna gezegenleşirler. Kara delikler yuttukça ışığı, kendilerine ait bir güncede mahşerin dördüncü boyutuna salmadır her biri. Çağdaş kültür tasarımlarında tası tarağı toplayanlar, eşraftan sayılmasalar da yazarlık ve pazarlık etmenin etik sınırları çerçevesinde silinmezleşirler.

Sustukça sıra gelir ve sıra geldikçe hasat gecikir…

Her hasat dönemi muhafazakârlığın matematiği ve formülsüz uyarılarla matlaşır. Yeryüzünün her yerleri şiddete maruz kaldığında sağa sola yeniden sorumluluk yükleyenler yükten kaçamazlar. Öyle günler yakınlaşır ki insanlıktan uzaklaşılır. O yakınlıkta karanlık ve tehlikeli yollarda boğazına kadar şiddete batmak da vardır.

Aralıkta bir aralık baştan çıkarışlara kapılmışlık yeni adamsılar yaratırken hava kararır ve bembeyaz kar fırtınası başlar. Tipi boran tufan asla aklayamaz iyice ziftlenmiş vahşi kapitalizm alaca karanlığını.

Susmak belki doğruya endirekt ulaşıdır ama sustukça sıranın kime geleceğini, hayatın ve hasadın gecikeceğini de iyi bilmek gerekir. İnşasıyla insanı canından bezdiren bir uyuşukluktur bu paravan karnaval. Para varsa işin içinde aralık hasatı da çalımlanır. Takke düşer ama kel asla görülmez. Varsa yoksa varsıllık. Bulut altı deniz kıpırtısızlığında sabahlara da tembellik vurur. Sabırsızlık içten içe kemirir efendiliği. Ve her titreşimde suyun suyu dövmesi gibi bir şeydir aralık akşamlarındaki rahatlama.

Arsızların da hırsızların da bir onuru bir gururu vardır. Vardır yoktur ama hakikatte olmalıdır diye yazar kara kaplı kitaplar. Ciltler dolusu kitaplar. Eleştirici risaleler merhamet tanımaz, ihanet barındırmaz hiç. Böyleyse de hasada durulduğunda bir ömre bedel kapılanışlar aralık kapıları kapar üstüne kilitler. Biçerdöverler balyalar sararan ürünü. Arayışların istikbali kıblesine hırs ile ders arasında kalmışlar yönelir ve yön kavramı da kaybedilir. Kader budur, keder inince eğilir filizler. Ve kader köleliğin karanlık yüzünü son bir kez daha aydınlatır.

Özel bir dürtüyle de olsa nefesi ensede hissedilen cellâda isyan tekrar başlar. Hasat zamanıdır, hayat tıkanmıştır ve sıra gelmiştir. Artık susulsa da bağırılsa da aralık hasadı gecikir, hesap saati de gecikir.

Sustukça sıra gelir ve sıra geldikçe hayat ve hasat gecikir…

17 Aralık 2015 Perşembe

ZİL ZURNA AYAKLANMA


Gecenin zil zurna sarhoşluğunda
yıllardan sonra ertelediğim ayaklanmaların zilleri çalıyor
dört bir yanım zil zurna ayaklanmalar.
Kırk yıllardan sonra ardına düştüm
kılı kırk yaran inceliği hiçe sayıp acıklı anıların.
En ertelediğim anda kucağına saçıldım
dört mavi göz ve sapsarı saçlar
ince narin elller.
Baba bizden ana yabancı çocukları sanki benden çok ben
galiba bilemediğimiz sırlardan sızmışlar
hangi milletten muştulandıkları malum.
Aklıma düştüler birden en gecikmiş usluluk anımda
sıyrılıp zil zurna anılardan
en keskin isyanla.
Yerinden hiç kıpırdayamadı suda yüzen zil canavarı
çalakalem çalamadı.
Oysa mekan yarım saatlik mesafede
Canlara zil zurnalık bir tıklık uzaklık
Cankurtaran’da.
İnmek istedikçe inemedim boyalı merdivenlerden
kesik başımda keskin ağrı
kıyamadım gerçeğin tahtına,
hem öldüm hem canlandım.
Arkamda sevişgen kız kızgınlığında esmer akşamlar koyarak
esnemeler ve esler bırakarak yolculandım
hem zil zurnalığımdan hem de şahımdan
vallahi utandım.
Neyse ki zulam yanımda zulamda ziller
Sulu süpürgeler sahillerden süpürürken anılaşmış tozları
poşetimde mermersi anılar en tozlusu
 tuza tere bulanmış tozutmuşluğumun ertesi.
Ardımda kareleri karartılmış hayat bilmecesi
sulusepken yollarda kendimi mülteci gibi hissettiğim anda
zil zurna ayaklanmalar.
Gecenin zil zurna sarhoşluğunda
her daim hava kapkara ve bulutlu buğulu ve bağımlı
elbette beklemeyecek beni öteye ertelediğim ayaklanmalar
veya yolumu gözleyecek yıllarca hiç unutmadan.
Mavi Gözlü Sarı Paşaya herkesin aşıklığı değme yalanmış
yalan anlaşılınca
yalandan yılanların seramik biblolarını yapmış ince elli kız
Paşanın kini bronzdan.
O kız gecenin zil zurna sarhoşluğunda yüzümü inceledi
ince elleriyle bir güzel elledi,
bedenimi Babil surlarında bir kenara bipleyecekti.
Çipleyecekti kodlarımı suları çekilmiş Marmara’nın dibine
ardamarı çatlamış insanlığın şaşı şatosuna
Kuzeyde bir ormana ocak ocak.
Kılını kıpırdatamadı suda gezinen canavar
elli yıllık anıları tuttu, tek lokmada yuttu
ve deniz karardı uykusunda.
Öyle bir karanlık ki çöktü çatıma sathıma
gecenin zil zurna sarhoşluğundayım
en beklediğim lazım anlarda bile yetişmedi ardımdan ayaklanmalar
hepsi hepsi üç beş dakikalık sayıklamalar.
Siyah inciler süzülünce mavi atlasın üzerine üzerine
ve şimalden kayan şekillere baktıkça canım acıdı.
Kuzey Atlantik’ten esen kasırgalara taptı alemin elleri
ellerimde ateş ateşli bir öpücükle ayıldım
başım küçük elli kızın ellerinde.
Çağrının ağrına gidiyor bu ağır gece karartmaları
Kim kime kimi kesiyor bu bozgunda bu bilinmezlikte
bostan tarlalarına erende girende cayırtı
sanki frenler boşaldı sebepsiz.
Ve sevişgen kızın mahzun duruşu yansıdı esmer camlara.
İki yetişkin kızı ve bir gözü turkuaz mavi diğeri kehribar kedisiyle yaşar
yerli yabancı polisiye okur bir kadın
bir kadın görüntüsüydü
zil zurna ayaklanmalar.
Zil zurna sarhoşluğun Arnavut kaldırımlarına oturanı ise
sanki beni etrafa silkeleyerek geçip gidecek hayat
gailesi kaidesi başka bir dönence.
Gecenin zil zurna sarhoşluğunda
aklıma düştü birden eylül akşamları
yakalayıp sevmeyi istediğimdi ayaklanan anılar
karıştılar kara giysili zilli zorbalara
kırmızı turp gibi suratlılarca tutuklandılar.
Küçük küçüğüm, bebeğim sanki kundakta
beni o anımla yakala ve tut
tutkuyla sev ey sevgili.
Öyle zil zurna sarhoş ki zaman
babam kısa pantolonlu ve bacak bacak üstüne atmış
dizleri yara bere, kabuk bağlamış
annem yabancı bir lisanla konuşuyor sanki
usulünce ve adaplı
tek anladığım ismim geçiyor arada bir.
İsmimin e hali ta o günlerden kalma
Edibin e tipinde bir mahkum.
Hep esmer sanırdım meğer annemde sarışınmış
babamın çocukluğuna sarılmış
korkulu yeşil gözleri üzerimde hapis.
Kum saati onu kırk geçe durdu.
Kim saati acayip bir atmosferde benliğini arıyor hala.
Daracık koltuklara sığınmış dünyamda kalpten kalbe isyan atıyor
ve yerinden kıpırdamıyor sanki suda uçan canavar.
Mekân yıllardır ayni mekan
ayni mesafede muhteşem doğasıyla hazır ve nazır
içten nazlanmalar.
Ne zaman uyanırsam uyanayım nerdeyim hemen anlarım
anılarımda gizli zil zurna sarhoşluklar
en derin uykudalar.
Eteklerim zil çalınca ayaklanır anılarım zil zurna
düşlerimde zorla bastırılmış isyanlar
hala isyandalar.
Kırmızı mürekkepli parmak basarım hali rapt ile zapta
tutmaz ellerim kırık kalemi
imzam gecenin zil zurna sarhoşluğunda kayıp gezegen.
Yıllarım on yıllarım var beş on dakikaya sığdırılmış
en beklemediğim bir anda geldi aklıma ertelediğim ayaklanmalar
elli dilden ziller çalıyor akıl.
canavarlaştıkça canavarlaşmış alem
akıl aleme inat kızıl kelebek.
Gecenin zil zurna sarhoşluğunda
ince elli esmer kız renklendirdiği ve canlandırdığı tüm bibloları kırdı

kılı kırk yaran inceleyiciliğime karşın anlayamadım…

15 Aralık 2015 Salı

ÂLİM İLE ABİD…

ÂLİM İLE ABİD…

Hayat, inzivaya çekilmek çilelerle dolmakla dolmaz. Anlatmaya değer şeyleri anlatabilmekle, derleyebilmekle, mücadeleyle dolar, o da âlimlik gerektirir. Olur, olmaz yerde abitlik gerektiği ısrarcılığı ise başka bir hikâyedir…

Mukayeselerin en canlı hissesi Âlimle Abidin paylarına düşendir. Hayata yanlış endekslenmişliğin ardı arkası bu ikilemdir, kim der ki iyilikle anılmasın adlarımız, şer ile anılsın. hiç kimseler.

Öyle bir dönemden geçiliyor ki, âlemin cahili olmuş âlim, fırsatı ganimet bilenler ise silme abit. Zalim ki zalimdir hayata sıvanan karakter. Bu karakter bunalımında zulmü aklayanlar  allemi cihan olsalar cürümü kadar yer yakarlar. An itibarıyle alimi ulemalar şaplı şartlanınca, hicret şart olmuş yiğitlere ama kim ister ki korkak kaçak diye anılsın adı. Hiç kimseler.

Her fırsatta hacetlik akılla gördüğünü görmediğine uydurarak zulmün fermanını yazanlar ve zulümün mazbatasına tapanlar âlimse eğer maşallah. Abit ise eğer maazallah. Âlim olmuşlar ama cahiliye devrinden beter cahil kalmışlar. Abidin eline zulmün fermanını tutturtmuşlar. Ben giderim adım kalır dostlar beni böyle alim bunca abit hatırlamasın der gider bencileyin garipler. Tersini hiç kimseler.

Adem ayılınca bayılır, bayılınca uyutanlar ayılaşır. Bu yanaşık düzende gayri ihtiyari saf tutmalar yaygınlaşır. Abiler abitleşince ve dahi alimler mimlenince sözde dehalar ardına takılmalar da kolaylaşır. Aklın der ki git, şevval ayında hem de ama ayaklar gitmez, akıl ayak sürür inatlaşır.

Aslında zaman tüneline girip çıkamamak da vardır, yığınla kaçamaktan sonra. Bilimin sarp yollarından geçip Alplere uzanmaktır âlimlik. Nurlanmaktır ilim bilim peşinde turlayarak. Sorarlar bazen adama, sen bu ilmi nasıl öğrendin, kimden ve niye? Yanıtlayamaz hiç kimseler.

Âlim âlimden öğrenir bilmediğini. Bildiğini de anlatır cömertçe. Vazgeçilmez olan budur. Hiçbir baskıdan korkmadan ve caydırmalarla caymadan. Abit kimden neyi, niye öğrenmiştir? Anında yanıtlanır hiç kimseler.

Çetin denize sürülen hayat aritmetiği; ‘bazen biliyormuş gibi davranmak ile gelir başarı’ düztabanlığıdır. Düztaban batışı işte budur. Kültürel akıl, akıldaki kültürü kült ilan etmeden evvel âlimle abit tekrar tekrar kavgaya tutuşur. Oysa hayat kelimelerin can verdiği yamaçlarda akılla buluşmaktır.

Öyle bir can noktası vardır ki hayatın; ‘insanın kendisiyle hesaplaşması uzunluğunda bir yaşam öyküsüdür var olabilmek.’ Vardan yok olmak, yoktan var olmayı ise alim ile abitlere bırakır hayat.

Hala gizemli bir muzipliğe hizmet eder âlim ile abitin sonsuzlukla yüzyüzeliği. Oysa “ sol omzundaki rüzgâr, sağında bulut, ey düşünce sen bunu unut, ölmeden evvel…”  tarzında yazıya hürmet edilir, zaman tünelinde…

Aslında bu karanlık tünelden çıkabilmek, yazgıyla yüzleşebilmek ve kendi yazısını yazabilmek sonra kendi olan kitabını imzalamakla mümkündür âlimlik. Abitlik ise kurak toprağa son bir yağmur beklenirken hep neden diye sormaktır. Duymaz hiç kimseler.

Göğün çağrısına ayak uyduramayınca hafıza zayıflar, alimlik de zayıflar. Zayıflık akla ve bedene bulaşır ve yayılır. O yaylım ateşte bir kişilik, kişilikli bir sembol oluşturmak da zorlaşır. Sonuçta son çare abitleşilir. Günler su gibi aktığından uzun koridorlar geçilip sırlı aynalar labirentine girildiğinde âlimle abit asla yarenlik etmezler birbirleriyle. Hakkıyla hicret yansır aynalara ve sevdiklerini orada burada bulamayanlar koridorlarda kaybolurlar. Arkalarında bir saptama kalır sadece, hiç kimseler.

Fantastik bir yüzleşmenin salgın hastalık derecesine varan ayrıntısı hayat ile illet üzerine kamplaşmalardır. Ve kamplar âlimler ve abitlerce paylaşılır. Aslında birbirleriyle mukayesedir akla sabitlenen. Dünya o kadar küçüktür ki âlimlerle abitler sabitlenir artan dermansızlığa. Zaten böylesi bir kültürel derinlik hayat gailesini diline dolamış gevezelerce sığlaştırılır ve sağlaştırılır. Bu sağlak hükmedişte hareket bereket dümeniyle uyutulan herkesin bildiği ama bilgileştiremediği şeylerin kağıda dokunmasıdır tüm hikaye.

Hikayecilik ise düşsel sonsuzluğa karşın zamanın hesabını kitabını tutmaktır. Ve hikayeler âlim ile abiti evrenin dış evrelerine hiç benzemezler diye hikayeler. Ayrıksı bir oluşumla çok sonraya bırakır.

Aslında mevcut, bilinen âlimle abitlik bir parantez açıp içine (beyhude) yazınca?...