29 Ağustos 2020 Cumartesi

AĞUSTOS-4

 

ELVEDA CUN...

Bir varmış bir yokmuş, içindeki masallara kulak kabartanlara kendini okuyan bir kitap varmış. Ve kitap kurdu bir adam o kitabı okumuş veya okumamış. Veya Hazirana elveda demiş ta sonbaharında. Elveda June...

Göz atmış adam, kırmızıya çalan bir gökyüzünde, parlayan ayın ondördüne. Ve vurulmuş, vurmuş, vurulmuş. Yerden göğe, yerin dibinden göğün pikine tüm izler, esler, sesler ve simalar bu vurgunu içten içe duymuş...

Hayat maalesef çok acımasız. Masal gibi bir hayatı hayal ederken çocuklar büyür, masallar küçülür. Hayaller biter, hayat gittikçe çekilmez olur. Çocuksu masumiyet yok olur. Tam isabet var olanlar ise içsel yolculuğu tek başına yapmaya yeter. Ve anılar girdabından çıkış yolunu arayış tek başınadır. Aramak ve aranmakla dolar zaman. Tanıdık kuryeleri kovalamakla geçer her an. Kolay geçmez hiç bir gün. Çünkü arınmak mavi kuşun kanadındadır. Büyük keşfin anahtarı da...

Elvedayı merhabaya dönüştüren, imkansız görünsede tek bir cümledir; "Aradığınız şey çoğunlukla yanıbaşınızdadır..."

Binbir tecrübe bulduğunuz şeyler ise bir kere bakmadığınız başucu başvurularınız, değerliniz kitaplarda gizlenmiştir. Yani kulak kabartılmayı bekleyen ince ince dokunmuş büyüklere masallardır kendinize ait olan. O masallardır, kendinize ait loş bir odaya kilitler sizi. Ayıltır...

Sayfaları çevirdikçe neyi aradığınızı yakından hissedersiniz. Bir anda aramaktan vazgeçip masalları sahiplenirsiniz. Yıllar öyle veya böyle geçtikçe de büyürsünüz. Kitap kokularıyla. Yılmadan yürürsünüz. Yeri dolmaz gördüğünüz yalnızlığa doğru güçlü ve cesaretli adımlarla...

Hayat maalesef çok garip. Onu bazen anlamakta çok zorlanırsınız. Binlerce masalda bulursunuz kendinizi, birinde hepsini birden kaybedersiniz. Tam elveda cun, diyecekken bir başka masal deryası kitap denizinizi kabartır. Kulak kesilir kara dalgalar sizden geleceklere. Geleceğe...

Ve tezcanlı olmadan, hedefe koşturacak cümleyi orada o arada bulursunuz; "Aradığımız şey çoğu zaman yanıbaşınızdakini kaybettiğinizde, sonradan bulacak olduğunuzdur..."

Tırnaklarla kazıyarak, hayata tutunmanın ilham kaynağı, er ya da geç bir varmış bir yokmuş diye başlayan bir kitabın varlığında gizlidir...

Ansızın sıradan bir keşifle başlar kitabın içine içine yolculuk. Gizemli gezintiler. Zaten kitaba da ilham veren, masallar diyarına o gezintinin bir gün mutlaka yapılacağı önsezisidir. Veya kitabın önsözünde saklıdır bir varmış, bir yokmuş hazinesi. Hazin hüzün birbirine karışınca da insanın doğası gereği öznesiz cümle ruha işler; Elveda cun...

Bir varmış bir yokmuş diye başlamayan, kulağa fısıldanan karanlık masallar karartır hayatın renklerini. Oysa hayatın şifresi, hayatın kitabını yazmak için oturanların iflahını okuyan bir kitaptır. Kitapsızlara kitap, yaratıcısını arayan bir kitaptır. Ve o yaratıcısız yaratı masal karakterlerinin elveda cun diyenleri ile dedirtenleri araştırır. Arayan bulur merasimi sırasını bekler aylar, yıllar boyu. Mevsimlerce...

Kırık mevsimlerin fısıltıları birbirine dolaşır ve derin etkisi asla unutulmayacak olan hangisiyse ilk ondan esinlenilir. Hatta en savunmasız, en hassas olunan bir zaman diliminde başa geçenden. Kafadan örülen çoraptan. Zaten geçmişle yüzleşmek ve ayrıntılarda geleceği aramaktır, bir varmış bir yokmuş diye başlayan masallar. Biterken, elveda cun...

Kısacası saran sarmalayan ve büyüleyen bir sonbahar esintisidir gönlü ferahlatan elvedalar. Ve kitap kurdu adam, adam gibi adam girişimidir; " Merhaba cun..."

BEYİN ÖLÜMÜ...

Beyin öldü demektir, öncelikle duyum ve bilinç merkezi çöktü ve dimağ dağıldı ise. Çünkü beyin ölümü gerçekleşince kafatası boşalır. Beyin sapı elde kalır. Beyni batıl hakim olur bir süre. Ve zamanla ihanetçi ceberrutlara inat emaneten cerebrun devreye girer. Beyin ölümünü def etmeye büyük enerji gerektirse de katlanılır...

Çünkü salt beyin salatası yemekle olmaz. Yüksek enerji maliyetli bir değerdir beyin. Özellikle hayat Denizinde ters bir dalgaya yakalanıldığında beyin çalışır. İlk iş beyine düşer. Diğer yanda lafta mutlu çoğunluk durumu beyinsiz idare eder. Yüz milyar hücrelik bir enerji tasarrufu yaparak geleceğe heveslenilir. Ancak bu resmen beyni yemektir..

Yem yemiş kıvamında beyni olmayan hayvan konumuna devrilmeyle birlikte açığa çıkan enerji, insanlığı yok edecek düzeydedir. Bu bulaşık enerji yetişkinlere yakışmayacak metotları da kullanır. Kafadan kullandırtır.

Ve kula kulluk beyni ile zulüm başlar...

Oysa beynin yegane amacı önce kendini ama sürekli değiştirmektir. Sonra insan olma gayesine hizmettir. Elbette tüm bu ereklere erişim yüksek enerji tüketimini de getirir. Hele ki düşünmek, enerji sarfını katladıkça katlar, bedeni yorgun düşürür. Ama zihni zinde tutar.

Sırf olmadık nedenlerle insanlık her devirde, devir düşürüp beyinsizliği yeğler. Kalıcı değişimleri görmezden gelerek, güdük bağlantılarla ürkütücü bir role bürünür. Ve beyin ulaşım kütlesi küçülür, sömürü büyür.

Buyurganlıkla buharlaşan küçük beyinlerin etkileşimi tehlikeli sonuçlar doğurur. Asla evcilleşemeyenler ise büyük yıkımların mimari olur. Bunlar mantıksal hatalardan beslenerek, beyin açlığı gidermeye kurgulanmış hayatta kalmayı maharet sayarlar. Mah mahrum, mahreme doluşurlar. Sarsak savruk müjdelere sarılırlar.

Böylece kula zulüm beyniyle kula kulluk devam ettirilir...

Beyin kullanamayanların kapaklandığı bu mankafa zihniyet, hiç enerji gerektirmez. Aslında satanist beyinleri büyüktür ama koftur. Angelist beyin ise hiç kullanılmadığından cüceleştikçe ağır yüktür. Ayrıca cambaz cımbızıyla sadece hafiflik kazanılır. Tıknaz, kambur ve besi zavallısı tavrıyla tüm problemlerin üstesinden gelinebileceği hayal edilir. Ancak her defasında kambur üstüne kanbur eklenir. Embesil körlükle sökük iyice açılır, çürük kumaş dikiş tutmaz. Ve dünya aleme acayip borçlanılır.

Mankafa zihniyetin en iyi becerebildiği erketeye yatıp, beyine enerjiyi sakınanları pusuya düşürmektir. On yıllarca tüm sakındıklarını, hazineymişçesine sakladıklarını mankafa zihniyete sunanlar ise kim ölür, kim kalır hiç düşünemezler. Düşünmeye enerjileri kalmadığından sebep yeryüzünden kısa sürede silinip giderler.

Yani çetrefilli argümanlar yüklenmiş, çed raporları sahte ve düzmece birliktelikler göz açıp kapayana dek biter...

Beyin atomlarına ayrılsada doğan boşluk dolmaz. Her şey atom zerresinde, kütlesel armoni bir damlacıkta gizlidir. Yani her şey çok basittir, bir o kadarda karmaşıktır. Her kombinasyon çıplak gözle görülmeyebilir ama sır olarak da kalmaz. Her muallak şey beyin ile çözülür. Mutlaka boşluk dolar. Bu dolum için seksen milyar hücre birden çalışır. Ve büyük enerji harcanır. Yani maliyeti yüksektir kutlu kalmanın ve mutlak değere ulaşmanın. Mankafa tapınmasıyla değersizleşmenin ise ederi çok düşüktür...

Beyin varlığını hissettirdikçe insan denen klasik makina, yakalanılan ters dalgaları düzler. Ancak modern akılla. Yani insan doğup, mikrop ölmeye virüs benzeri yaşamaya beyin mani olur. Ancak ve ancak doğanın yasaları ve doğal tanımlamaları dışına taşmayı, aldatıcı sömürü maksatlı kirlenmeyi ise beyin temizler.

Beyine her temizlik aşamasında daha yüksek enerji gerekir. Çünkü beyin maliyetli bir değerdir. Kutsal değerdir. Ve değerini de kendi belirler...

Beyin, beyinsiz idare edenlere ise değer tespitine göre tek hücrelik sinerji aktarır. Ya da tek hücrelik kurşun kapsüle hapislik. Çünkü kula kulluk habis urdur. Usa sömürüden başka bir şey takılmaz. Ve kula kulluk beyni ile başlayan zulüm ve sömürü bitmelidir tavrı netleşir.

Beyin işi, beynin işi işte budur. Çünkü beyin ölmeden beden ölmez...

 

TAM BAĞIMSIZLIK VE ZAFER...

Her victorial adım zafer değildir. Eğer zafer devamında bağımsızlık, tam bağımsızlık önermiyor ve örgütlemiyorsa. Zafer zafer değildir...

Zafer kazanmak ve bağımsızlık inancı güçlü ve yürekli insanların harcıdır. Öyle eğilip bükülmeyenlerin, emaneti ne pahasına olursa olsun koruyanların. İşine gelmeyeni saklayan, hastalık derecesinde gerçekleri olduğundan farklı gösteren ve emanete hıyanetçilerin harcı değildir bağımsızlık...

Değil mi ki, bu millet her daim bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı varoluşunun, daima var olmanın yegane koşulu kabul etmiş, hiç esareti kabullenir mi? Kabullenmez asla. Hem de her şeyini, ganını canını kaybetmeyi göze alır, direnir de direnir...

"Bağımsızlık uğruna ölmesini bilen toplumların hakkıdır..."

Yaşamı ödül, ölümü hak, haksız kesilmiş fermanı ceza görmeyen asaletli insanlarının ereğidir bağımsızlık. Zaten kutlu zafere ulaşmayı hedef edinenler, her şart ve koşulda gereğini yapar. İşte onların hakkıdır bağımsızlık ve zafer.

Bir millet ki, hiç bir dönem hür olmadan yaşamamıştır, zaten yaşayamaz ve ilelebet yaşamayacaktır da. İşte o millet bağımsızlık unsurundan nasiplenmiştir. Milletin zafere uzanışı ise illete bulaşmamışların tarihe armağanıdır. Çünkü bağımsızlık en büyük aşktır. En büyük sevdadır tam bağımsızlık...

"Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım."

Köhne bağışıklık ve kuryesel bağımlılık tuzağına düşmeyenlerin kazancıdır adamlık. Yani adamın dibi olmayı, Ademin piki olmaya yeğlemektir bağımsızlık. Ve bağımsızlık kökten barış gerektirir. Öyle yüzeysel barış değil ama derin kapışmanın ürünü barışı.

"Biz Barış istiyoruz dediğimiz zaman, tam bağımsızlık dediğimizi herkesin anlaması gerekir..."

Tabii ki, anlayışı kıtlar herdem bağımsızlığa çomak sokarlar. Mutlaka bu arsız sokulmanın karşılığını en sert biçimde alırlar. Hızla düşüşe, çöküşe geçişle perçinlenir dünya ve Kurtuluş Mücadelesi başlar.

" Bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmaktan asla kurtulamaz."

Eksen kayması yaşayanlar bağımsızlığın başlıca düşmanıdır. Başka düşman aramaya da hiç gerek kalmaz. Çünkü akılla ulaşılır bağımsızlık, tam bağımsızlık fikrine. Bağımsızlığa erişmek zordur güçtür. Ama akıl kuvveti ve zekanın yenmediği, yenemeyeceği hiçbir güçlük de yoktur. Olamaz da. Bağımsızlık açıkça benlik meselesidir.

"Milli benliğini bilmeyen Milletler, başka milletlerin avıdır..."

Asalakların avanak tuzaklarına, yalan yanlış ucuz senaryolu oyunlara düşmemek gerekir. Anca böyle ulaşılır hür dünya düzenine. Akıl ve zeka problemi yaşayanlara ise bağımsızlık fazladan yüktür. Onun için bağımsızlığı korumak ve esaretten korunmak için ağır yükü taşımak şarttır.

"Ülkesinin yüksek istiklâlini korumasını bilen Milletler, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır..."

Altınboynuza yankısı vuran sudan sebepler ve sıradan bahanelerin ışıltısına aldanmakla bağımsızlık elden uçar gider. Ancak böyle sürmez...

"Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler, her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar..."

Hatta devletler bile yıkılır parselasyon varyasyonlarıyla. Ucuz uçuk tercihlerle. Ve mahkumiyet artar. Efkar basar. Ar namus paramparça olur. Sistem batar. Yine de bağımsızlığa özgüdür tüm kayıtlar.

"Milli sınırlar içinde vatan bütündür, bölünemez..."

Dik durma dünyasıdır, direnme dünyasıdır, bağımsızlık kavgasıdır gerçek dünya. Ve kutsaldır. Her kutlu isyan da kurtuluş mücadelesi. Mücadele büyük zaferle perçinlenir tarihe. Bu gerçeklik vizyonsuzların, kadersel kolaycılık rotasındakilerin anlayamayacağı bir konudur. Çünkü onlar daima esarete götürür kutsal emaneti. Haliyle hayat damarları da tıkanır.

Yani dinsel, tinsel ve tensel kapışma mensupları bilemezler, anlayamazlar bağımsızlığın değerini. Oysa salt Vatan aşkınadır tam bağımsızlık, bağımsızlık savaşları. Ve zafer. Çünkü tırnak içinde verilir temel gaye.

"Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır..."

 

ZAFER KAÇKINI KORKAKLAR VE SİLİKLER...

 

Korkak ve siliklerinde gün olup güçlendiği, iktidara yerleştiği olur. Bu gerçekleşir ama bir zafer getirmez. Hatta zafer kaçkınlığıyla akut hastalıklı tavırla mevcut büyük zaferleri dahi küçümsemeler adetten görülür...

Bu görgüsüz, nereye olduğu belirsiz aidiyet ve pusulaların şaşması gürültücü ve tansiyonu yüksek bir hava yaratır. Daima bilindik yanlışlarla koca koca zaferler ve bağımsızlığa adanmış ömürler hiçe sayılır.

Zamanla uydurma zaferler sarhoşluğu kronikleşen bir boşluk yaratır ve bağımsızlık o boşluğa hapsedilir. O boşluğa asla kalıcı olmayan kayıplar kaydedilir. Korkak ve silikler tahtası asılır.

Oysa soylu fırtınalar sonsuzluğa hazırlar, sonsuzluk ta zaferleri...

Bu her fırsatta unutulur ve unutturulur. Ancak tarihle sabittir ve nesillere acı derstir. Korkak ve siliklerin gururu emperyal kopuklarca daima okşanır. okşandıkça onur haysiyet kaybedilir. Hayatın tam içine bozulan sosyal ortam bombası düşer. Heybetle patlar. Bingbang usulü veya atom benzeri. Hiç fark etmez, ömemli olan tahribatı.

Takriben ödenecek bedeli ise toplum değil, kişiler belirler. Gidilecek yolu ise kişiler ve toplum beraber. Alnı açık, dimdik ve yiğit olanlar belirleyicidir. ve belli belirsiz yapay güç anında göç eder. Sıvışır. Yani korkak ve silik benlikler tahtırevanı bırakıp kaçar. Kaçarken de şaşkına dönerler. Anında gözden yiterler. Çünkü sonsuza devrilen büyük Zafer, gözleri yakar eritir...

Bu atmosferde cıvık, korkak ve silikler bin türlü numarayla Zafere giden yollara mayın döşerler. Zafer yolcularının etrafını dikenli telle çevirirler. Çeşitli zehirli mazeretlere sığınarak, melanetin ardına gizlenerek kutlu mücadeleye müdahale ederler.

Yetmez elbette. Zaten tahtırevan havası silikleşince merkezi korkular ve hayati kararlar da yabanlaşır. Tarihe yabancılaşan bu korkaklar ve silikler yalan yanlış, uzaktan kumandalı oyunlara girişirler. Bu aksak girişimler hattozatında kaybedişin açık rehberidir. Kayıp hayata rehin kalma ve son sınavda çakmadır...

Şimşek çakar çakmaz korkak ve siliklerin beyin kıvrımlarında kaçıp gitmek arzusu arsızca kıpraşır. Ama nafiledir.

Çünkü nihayetinde elbette korkak ve silik sahtekarlar kaybedecektir. Ve Zafer zafere inananların olacaktır...

Diğer yandan Zaferi yaratan gerçek kahramanlarla, hayal dünyasından ezik kahramanlaşmaları kapıştırmak, salt kafa karıştırmaktır. Aymazlıkla ileri sürülen ne varsa hiç ölmeyecekmiş tavrıdır. Yalandan, yanyatan rüyaların silik anılarından faydalanarak korku ve ecel ilişkisi güncellemesidir. Ancak nice zaferleri silmek işten sayılsa da mümkün değildir.

Yalancı tanıklarla üstü örtülen, özü boşaltılan büyük zaferler, aslında yolun sonunun göründüğünün ta yüzyıl öncesinden habercisidir. O yüzdendir habire karalamalar. Bu yüzdendir kamplaşmaşar. Ama hiç tutmaz. Zaten buradaki tek endişe ebelenmek korkusudur. Çünkü karanlıkta, korku dağları bekler.

Elbette kendilerini var eden Zaferden ürken, korkan, korkak ve siliklerin güç devşirdiği iktidarlar da bir gün düşer. Daha da düşecektir. Düşerken de bir şeyleri her şeyleri, kutlu değerleri, tarihsel emanetleri küçümseme adeti tersine çevrilecektir.

Yani küçük beyinli korkak ve silikler daima büyük ve Kutlu zaferlerin altında ilelebet ezilecektir...

25 Ağustos 2020 Salı

AĞUSTOS 3

 

KARADENİZ...

On bin yılların coğrafik kurgusunda on bin gemiye, yüz bin takaya tek bir denizdir, Karadeniz. Belki de yüz bin, milyon. Yerleşik kurguda ise çok çetin bir coğrafyadır. İçinden pek azı cılk çıksa bile insanları da çetin cevizdir. Tartışmasız su kürenin en çetin denizidir Karadeniz. Karadenizli...

Magmadan arşa, yağmaya hiç gelmez. Büyük günahları ve dönülmez hataları asla affetmez. Doğayı dengeleyen sır küpüne dokunulduğunda, beyninin tası atar. Sular seller gibi kükrer. Hırçın dalgaları ezelden ebede kanıtlarıdır doğanın. Kabarır, kanatır ve karartır. Eşsiz güzellikteki manzarayı bulandırır. Çünkü sergilenen ihanete, böyle yapıştırır silleyi. Akar toprak hilleyi hurdayı, hülleyi gömer. Sular seller, yarım adanın alnına sürülen kara lekeyi siler...

Silinmez destandır Karadeniz. Karadeniz'e özgü kalıtsal bir kalıptır emsalsiz doğası. Doğanın kanunlarının tersine tavrı ve zıttına akıl kuşatılmışlığını kanadı kırık kuşa çevirir. Anında ve vadesi geldiğinde. Komplocu plantansiyona ve politik pozisyon şımarıklığına daima ince ayar çeker. Yeraltı ve yerüstünün tuhaflaştırılmasına ise asla tutukluk yapmaz silahlarıyla kesinlikle izin vermez...

On bin yılların çetin coğrafyasında yerleşik kurguyu düşüncesizce bozanlara, oyun içinde oyun doğal uyumu yıkanlara, hiç acımasız hacimli akan sularıyla en tehlikeli yüzünü gösterir. Ve yüzsüzleri Karadeniz'e sürgün eder. Doğa düşmanlarını süter, sürükler, süründürür...

Bütün çileyi işte bu çetin coğrafyanın, çetin insanları çeker ne yazık ki. Doğa koşulları ile yılmadan boğuşan bu çetinceviz insanlar haksız yere bulanık sulara gömülen hayallerini ararlar her yıl. Yılda bir iki kez tüm kazanımlarını kaybederler.  Yine de umutlarını diri tutmaya çalışırlar. Daima...

Çünkü Deniz Karadeniz'dir, onlarda Karadenizli...

Yılların, belki de on yüzbin yılların, milyon yılların coğrafik kurgusu çetin doğayla çetin kavgayı akıllara ve yüreklere işler. Genetiğine kodlar. Dünya alem bilir ki bu konumda, ta antik tarihten bu yana Karadeniz ile asla dalga geçilmez. Dahası aksular akan sular, göller göletler, kaynak sular çifte gözeler, sel olur, denize ulaşmaya çabalar. Dahice hırçın dalgalara dönüşür set, bent tanımaz. Yıkar geçer ve Karadeniz'e de ulaşır...

Öyle ki o parlak karalacivert sular nice örtülü, ölümcül hikayeler barındırır her bir zerresinde. Dünyayı özetleyen her damlasında. Ve derin dip vurgunları belirler, pik boyunu...

Bu boylamda kainatı güzelleştiren doğal efsaneyi, doğal felaket tahtına çeken ise milyon yıllık çetin kavgayı ve bir uçtan diğer ucuna kutsal davayı bilmeyen tipitiplerdir. Paranın kudretine tapınan, sinsi ve kötü huylu dokunmatiklerdir...

Bu doğal doku ihanetçileri, Karadeniz'in doğal dokusuna dokundukça, emanete hıyanete bulaştıkça, bir gün kendilerine de dokunulacağını hiç düşünmezler. İhanete daha fazla dayanamayan dokunulmaz coğrafik kurgu ise umulmadıka cesaretli direnç gösterir. Şartlı refleks uygular ve rakamsal performansları yerle bir eder. Çapulu çamura balçığa gömer. Köhne kültlerden uzaklaşmayı, doğal köklerle yakınlaşmayı yakın çekim gösterir. Doğanın binbir hileyle çökertilmek istenen dinamik varlığı, doğrucu tespitleri doğrultusunda tabiatın milyon yıllık mevcut yasalarını bir güzel anımsatır...

İşte o yüzden on bin, yüz bin, milyon yıllık Karadeniz'e özgü coğrafi kurgu, başta doğal kurguyu bozan uydurma sahil otoyolunu kabul etmez. Denizin doldurulmasını suni kordon yapılmasını reddeder. Hele bu yolla havalimanı icrasına muhalif kesilir. Billur derelerin yatağıyla oynanıp kurutulmasını, hesapsız kum çıkartılarak çoraklaştırılmasını geri püskürtür. Akarsularına kurulan başbelası hesleri hiç istemez. Hatta dere boylarına beton bloklar dikilmesini, toplu konut ayıbını ilk fırsatta yüzlere vurur. Özellikle organik tarım ürünleri ile alay edilmesini, üç kuruşa hasat mevsimlerini hiç affetmez. Canı burnunda cezayı keser.

Çetindir Karadeniz, çetindir Karadenizli. Günü gelir topuna bileti keser...

Selam olsun şu çetin coğrafyada, Karadeniz'i soldan dalgalandıranlara...

 

DİNSEL CEPHELEŞME

 

 

Dinlerdeki her kırımda, acımasızlıkların tamamı için tanrısal ilhamla yapıldığı söylenir. Kırılmanın özü, katı uygulamaların hepsi de seçim-geçim mekanizmasına dönüktür. Ve dinler, ne yazık ki hakkıyla işletilmeden iktidarlaşır. Yetinilmez, kesin bağlayıcı hükümlerle dine yeni bir nitelik kazandırılır. İştiraklerle istenen şekle dönüştürülür...

 

 

Yani dinlerde fay hatlarını, bütün kırılmaları aklama çabası, ebedi iktidar, sonsuz iktidar hevesine kapılmaya dönüktür. Lafta melun şeytan üçgeninden sakınılır ama gerçek dinden de kaçılır. Kaçamak, asılsız ithamlar arkasına saklanılır.

 

 

Kırım, kıyım mantıksızlığı ile fay hattını unutturmak için yeni cepheler açılır…

 

 

Bu cepheleşmeyle Tanrı’yı ve yarattıklarını sevmek ve ebedi hayata hazırlanmak ise iyice zorlaşır. Özellikle kutsi şiir, kutlu ibadet bir yana, cihat etmeden cennet olmaz yalanı, din cahillerine dayatılır. Hatta bu din dışı zorlamayı kabul etmeyenler, din dışına itilir. İş katli vacibe dayandırılır.

 

 

Ve tüm iktidar kavgalarında, iktidarın kaynağı ve saltanatın vericisi Tanrı olarak görülür, gösterilir. Her şeyin Tanrı adına yapıldığı yalanına sığınılır.

 

 

Oysa Tanrı, tüm dinlerde din getiricileri dâhil, hiç kimseye, tanrılık sıfatı ile tanrısal bir ayrıcalık bağış etmemiştir. Dinlerden hiçbirinde kitabına uymayan ağırlık tanınmaz. Kıta, bölge, site, kabile dinlerinde bile, din dışı kalmayı yeğleyenlere, ateistler ve deistlere kadar herkese, hoşgörüyle bakma duygusu yerleşmiştir. Kısmi veya kitlesel böyle bir dinsel vurgu egemendir. Özellikle tanrılı tanrısız her dinde, hoşgörü en üst düzeydedir.

 

 

Dinlerde kırılma noktası yaşanmaması için, gereken de aslında bu toleranstır...

 

 

Dinlerde fay hatları ve kırılmalar öyle bir döngüdür ve öyle acımasız şeyler yaşanır ki, kırk katır kırk satır babındadır. Asla merhamet edilmez. Sanki acımak, dini lügatten ve Tanrı katından çıkarılmış gibi vahşileşilir. Ne yazık ki yüce din statüsünde görülenler bile, yetersiz ve gereksiz insanların elinde ve boş beyninde bir kıyım aracına dönüştürülür.

 

 

Din buyrukları kıyam, yerine kıyımı kapsar sanılıp, vahşet girdabına girilir. Sosyal bir varlık olmanın sınırı günden güne dibe doğru arşınlanarak, herkesi aşağılayan bir mevkie hizmete tabi olunur.

 

 

Vahşetin adıdır dinde kırılma noktaları ve kırımı sağlayan dincilik…

 

 

Dalavereci, bir o kadar da duacı din kalpazanları çoğaldıkça, mütemadiyen bu melun tuzağa düşülür. Ve yarınlarda, o kayıp dinin kutsal kitabını okumak da, yazmak da çok daha zorlaşır.

 

 

Yani bu dini yıkım ve dinsel kırım, süreç içinde nereye doğru bir evrilme gösterir, bu kesinkes hiçbir zaman anlaşılamaz.

 

 

Ağır acılarla derinleşen bu anlaşılmazlık ve cepheleşmeye koşut, sadelik ihmal edilince de sahtecilik ve ihlaller başlar. Ayrışma, kutuplaşmalar, din yarıştırma, dinlerde fay hatları ve dinde kırılmalar peşinden gelir…

 

 

Özen gösterilmeden öyle öngörülmüş uygulanmış yükü, sonuçta teokratik bir karmaşa oluşturur. Ve tüm iktidarlar, konuları Tanrıdan almışlıkla değerlendirir.

 

 

Oysa dünyanın en eski imparatorluklarında, yüzyıl başında yıkılanlar da dâhil tüm imparatorluklarda din, kılıçların gölgesinde var edilmiş, yaygınlaşmıştır. Her sıkışmada Tanrı savlarına sığınılır ancak kılıçlar yetmeyince halklar üzerine cehalet yağdırılır. Taraflar sadece yok etme ve sindirme temelinde etkinleştirilir. Yetkinleştirilir.

 

 

Tanrıdan ve tanrısal varsayıldıkça din elbette kendi iktidarını kurar. Ancak doğasındaki değişmez kuralların çokluğu, her iktidarı despotlaştırır. Bu ne önyargı ve ne kötü bir tutuculuktur ki, dinin evrensel ilkelerine de ters düşülür. Oysa her dinin teorisi, tartışma pratiğine dönüktür. Veya dönüştürülmedikçe, politik birimlerin tamamı çağın din bilincini yıpratır.

 

 

Yenilikçi ve reformist her direnç gelişir gelişmez, din gericilerince tırpanlanır. Ama her nedense durağanlaşma, kaygısızca geleceğe aktarılır. İleriye dönük kazanımlar statükoculuğa kaydırılır. O vakit bu din, neyin dini diye soranlar çoğalır.

 

 

Toplumsal düzen için iktidarlar şarttır ama dinci iktidarlar şart mı diye ayrışılır. Bu gerici inatçılıkla, inanılması zor o muhteşem görselliğe ve güzelliğe asla ulaşılamaz.

 

 

Öyleyse Tanrı iktidarı görülse de, tanrı iktidarını yeryüzünde toplum yararına kimlerin kullandığı ve kullanacağı en can alıcı noktadır.

 

 

Başlangıçta Tanrı ve yönetilenler arasında yukarıdan aşağıya işleyen bir iletişim kurulabilir. Ama bu uzun sürmez. Çünkü gözüdönmüşlükle dinler meliki zalim, maliki Allah kerim, vahasına mayalanır.

 

 

Din ile siyaset kol kola girince de sonuç derinleşen uçurumdur. Salt iktidarın devamı için din feda edilir.

 

 

Tanrının yansıtmadığı, tanrı aklının yansımadığı her yanlış neye mal olacak bu çok önemlidir. Bunun için farklı dini formatlara kapılar aralanır. Kutlu emirler çarpıtılır. Öğütler ve methiyeler düzmek üzere planlanan her şey çapsız küçük kıyamet senaryolarıdır. Toptan yok olmuşluk o zaman hissedilir. Kuşanılan ilahi ve uhrevi zırh delinir. Kısa zamanda din karşıtlığı yenilenir ve güçlenir.

 

 

Tarihteki büyük cepheleşmeler, kırılmalar ve kati kopuşlar işte böylesi itibar yitimleri ile başlar…

 

 

Gelinen son aşamada yeni bir din ve yeni dini kimlikler oluşur…

 

 

Dinlere yeni dini kimliklerin hâkim olmasıyla, dinler de kimlik değiştirir. Kabuk değiştirir. Yaşanan ve bir türlü çözüme kavuşmayan kırılmalara ek, bu malcı, anamalcı zihniyetin dini özelleştirmesi, din adıyla kitlelerin hakkının daha çok yenmesini getirir.

 

 

Dinsel cepheleşmeler yerine gerçek dinin savunulması gerekir. Ancak Dini yalanlayanlar bu din perspektifinde baş tacı edilir.

 

 

Ve yeni cepheler açılır...

DOĞAL ADET...

Kuzey'in başlıca derdi artık doğal halden sayılan, toprak ve su ile gelen ve de geldiği gibi giden afet. Dert büyük, dert ortak, dert ağır yük. Orada el yel, su sel, Hes heyelan sarmalında her bir şey. Öyle ki doğanın sabrı gün olur tükenince, dakika sekmez doğal afet patlar. Ama bu ibretlik felaket, hep doğal adetten sanılır. Yıkımlar, maddi ve manevi zarar sineye çekilir. Çekmeler çekilmeler. Çekilecek dert mi demeden çekilir. Nihayetinde sular çekilir, geriye kirli çamur, pis batak kalır...

Katledilen eşsiz doğa manzarasında, Dere yataklarını, al yeşil bükleri mesken mekân tutmuş Toki, işkembesi doymaz Hes patronları, idareten sabret gülüm mekanizması ve işbirlikçi ahali gittikçe azıtınca bir anda çirkin ve ürkünç tablo gerçekleşir.

Yiten giden canlar ve külliyen zarar...

Kuzey'in su ile imtihanı, doğal afet potasında eritilen, doğal adet tutsaklığıdır. Doğanın varlığının tescili, merkezi ve yerel siyasetin resmen iflasıdır. İradesi gevşeklik, ifadesi adaletsizlik, metazori itiraflar ve travmatik trajik sondur.

Sonuçta toptan kaybediş…

On yıllardır kuzeyin billur kaynak suyunu Hes patentli eller çaldı. Hat safhada her hırsızlık su sel oldu, alın teriyle hasat yel oldu, kara toprak kaygan ve kaypak heyelan oldu, topu birden vurdu kaçtı. Kaçtı vurdu. Böylece baştan suçlu kopya karakterler, etkisiz yetkisiz kurumlar, hayal ötesi örnek vakalar, hep doğal afete bağlandı.

Yani göz göre göre başa gelen doğal afetler, doğal adetten görüldü ve ehveni şer kabilinden kabul edildi. Sarsak sarsıntılar dere boyu sıradanlaştırıldı. Hassasiyet sahil boyu sadece politik çıkarlara harcandı. Haklı asabiyet pik yaptı, saklı asalet dip yaptı. Haliyle milli ve yerli değerlerin unufak olması, gelenek ve göreneklerin toz toprak bulanması, topunun bulanık suyla sellenmesi defaten güncellendi…

Her selden sonra misli misline ağırlaşan ise kötü şartlar, şarki mistik fesat ve gırla fırsatçılık. Yani kader perver yaklaşımlarla katlanan felaket ve felaket simsarlığı. Tarumar eden telefat ve örtülü himayeler. Resmen felaket tüccarlığı…

Ne oldu, ne oluyor derken, Kuzey'in suyla dellenen derdi en büyük dert. Bu körbela selleniş, açıkça tehditkâr ve tahribatı keyfekeder. Sebep olanların kefareti de çok ağır…

Doğanın günbegün katledilişi gündemden düştükçe, tabiat anaya saygısızlık artıp, ahlak kalmadıkça doğa kendini daima anımsatır. Bayrak direğine kutsal isyanını çeker. Doğal olarak doğayı yok farz edip, doğanın kanunlarını hiçe sayan, kati kuralları çiğneyen, çepeçevre kuşatma temsilcileri de yerle bir olur. Bedeli ederi, getirisi götürüsü bariz, su bazlı batış.

Sel su, piramitsel hiyerarşi başta, her şeyi sürükleyip götürür…

Geçti geçecek sanılan sağanak, ölüm dirim kıvamında maliyeti yüksek fonda, marifetini her tonda sergiler. Gök yere çatlayınca, su akarını bulamayınca, sırça fanus hikâyeleri de tuzla buz olur. Yani kuzeyde sık aralıklarla, Hayat kitabının tam ortasından ıpıslak anılar sellenir. Hayatın dengi dengesi şaşınca, emanete ihanetin cansızları ve arsızları suya sele kapılır, ta Karadenize dek ulaşır.

Ula bula, Kuzey'in baş derdi nesnel ve toplumsal duyarsızlaşmadır. Doğaya düşmanlık, kutsal emanete ihanet ve kaçınılmaz sona bile bile sulanmaktadır. Sonra ah vah, vay böyle kaderin edebiyatı, ebedi Edepsizlik. Oysa ‘Edep aklın tercümanıdır. Herkes edebi kadar akıllı, Aklı kadar şerefli, şerefi kadar değerlidir…’ Doğa zenginliklerine ve geleneksel değerlere hoyratça el uzatıldıkça, sonsuz iktidar hevesiyle olura olmaza dil ve bel bağlanınca, sulara sellere kapılır küçük dünyalar.

Dünya ahret hesap edilmeden, altüst edilen ve kirletilen Doğanın ödül ve ceza rutini de bellidir. Doğanın etini ve ruhunu temizleme süreci her andır. Ansızın,  en beklenmedik bir zaman diliminde doğal afet patlar. Adetten görülen ara formüller araya sokmadan direkt. Pat diye. Yani su temizliktir, Temizlik imanın gereğidir.

Kuzey'in tek derdi su ve toprakla gelenler ve geldiği gibi sıradan ve sırak gidenlerdir…

Kuzeyde bir yerlerde kod turuncu, hat kırmızı. Hatta yer gök kıpkızıl balçık, masum yüzler çamur. Sel su, el yel, Hes heyelan çıkmazında büyük facia. Doğal afet. Açılımı doğal adet.

Yıllar yılı pes dedirten türden aynı terane. Doğal adetten görülen doğal afet fiyaskosu. Pes doğrusu…

20 Ağustos 2020 Perşembe

MAHI MATEM MUHARREM

 

DİNDE FAY HATLARI…

 

Mahı matem Muharrem. Yası matem Muharrem…

 

Dinlerdeki fay hatları, dinlerin belini düzeltemeyecek kırılma noktaları yaşanmasına nedendir…

 

Bin yıllar evvelinden beri din ve ahlak örgüsü, zenginlik perdesinde kaybolduğundan her defasında ister istemez din adına korkunç sona yakınlaşıldı.  Dinsel değerler yere ve zamana göre değişince de rota şaştı. Şaşkınlık kemikleşmeyi de keskinleştirdi. Ve acı katliamlar yaşandı…

 

Sonrasında iyice katmerlenen kabuk kırılamayınca da din ve ahlak ülküsü çöktü. Din adına sapkın eğilimler sokuluverdi hayatlara.  Asırlar boyu siyasete endekslenen din ve ahlak öğretileri her kırılmada epey garipleşti. Zamanla çok yetenekli dinbazlar ve dilbazlar dine egemen oldular. Ve sarı madene dayandırılan dinci siyaset, farklı kültürleri din kisvesi altında küçük bölgelere sıkıştırdı. Zaman aktı gitti, binlerce yıl içinde hep ayni noktaya dönüldü. Yani dinde kırılma noktalarına…

 

Maddiyata yatkınlığın artması ile arsız hırsız, saplantılı düşler günaha, sırça köşkler harama ayarlandı. Her gerisingeri sarışta, siyasal dinci katılık, tamamlanamamış dinin acıya gark olmuşluğu, acı yüzünü ve açık seçik etkisini gösterdi. Hem de ahlaken fakirleşmiş, dinen yoksullaşmış kendi katı katılımcılarını, kendi müritlerini de yaratarak.

 

Tıpkı Kerbela öncesi ve sonrası gibi…

 

Dinde kırılmayı getiren Kerbela'ya, en makul ve en özel analiz yapılsa da en dikkati çeken nokta, insanlık tarihinde ve dinler tarihinde en keskin dönüm noktası olduğudur.  Kerbela tarihin seyrini değiştiremedi belki ama dinin seyrini değiştirdi. Din ikiye bölündü. Ve bu kırılma noktası birçok ırkı ve medeniyeti yüzlerce yıl derinden etkiledi…

 

Özellikle de Türkleri. Türkler binlerce yıl tek tanrılı, çok tanrılı yaşamış, kendi kültürel birikimlerine ve törelerine uygun dinleri seçmiş, kabul etmiştir. Zaman içinde çeşitli dinlere mensupken, kök tengrici, Şamanist, animist, manist, doğa tanrıcı, Zerdüşt, Budist, Musevi, Hristiyan… Olmayı bıraktılar. Kerbela sonrası doğup devam eden ve iki cephede gelişen, iki din anlayışından birine geçtiler. Öncesi de vardır mutlaka ama özellikle 12. yüzyıldan itibaren ya Alevileştiler veya Emevileştirildiler. 

 

Her coğrafyada devlet olarak her yükselen, ilk iş diğerini ezdi. Yüzyıllar boyu akla mantığa sığmaz biçimde siyasallaşan ‘bir dinin iki kolu’ olarak hep ayrışıldı. Ve din, devlet siyasetine dönüştü…

 

İktidar otoritesi veya kutsal değerler arasında sıkışan din bağımlıları, tarihin dönüm noktalarında mutlaka buluştular. Kasıtlı kırım savaşlarına dönüşen bu buluşmalarda, devlet gücünü elinde tutanlar, devletin bekası deyip ezip, geçti. Kerbela merkezli, karşılıklı sürgünler ve toplu kıyımlar sürdü, gitti.

 

Oysa Kerbela bilinen sona bile bile sürükleniştir. Karşılaşılacak tehlike ve vahşet en baştan belliydi. Hüseyin de farkındaydı. Aklında dinde reform, devlette devrimden başka hiçbir şey yoktu. Bu doğrultuda tarihe mesaj düşmek istiyordu. Canıyla kanıyla da olsa, cesaretle. Onun için hiçbir güce boyun eğmedi, hiç bir güç kullanmaya da kalkışmadı.

 

Hüseyin biat etmedi. Hunharca katledileceğini bilmesine karşın, Medine tutsaklığına dönmedi. Hak bildiğinden geri kalmadı. Dik durdu. Özgürlüğü yeğledi. Sembol oldu, ölmedi…

 

Yolunda, yürüyüşünde tek amaç vardı, dinin yozlaşmasına tarihi çözümleme getirmek. Ata’dan emanet dinsel birikimin son öncüsü olmak. Gerçeği ortaya çıkarmak. Gerçek dinin tekrarını sağlamak. Geleceğin bilincinde derin ve silinmez izler bırakmak.

 

O yüzden Kerbela, Ata’sının getirdiği dini, son kez sonuna dek sahiplenme yeriydi. Eylemse eylem, ölümse ölüm. Ata’sının izinde, ortodoks Arap tutuculuğuna bir başkaldırıydı. Dinin ilerici pratiğine uygun değerleri savunmaktı. Dinin savaşla kurulamayacağını, kurulsa da din birikiminin kurtarılamayacağının tescillenmesiydi. Öyle ki, 72'ye binlerin düştüğü, kısır ve çorak bir arazide acımasız bir kuşatmaydı. Kuşatma kırılamadı. On muharrem de Hüseyin düştü, din kırıldı. Kutsal davet bitti. Kutsala soykırım yaşandı. Trajediler üzerine din kurmak, kurtuluş umudunu ertelemekti.

Ruhsal ve nesnel yok oluştu. Ve Kerbela tarihe böyle kazındı…

 

 

 

 

 

 

 

 

MAHI MATEM KERBELA

İnsanlık tarihinde eşi benzeri ender görülecek, denksiz dengesiz, merhametsiz kuralsız bir çarpışmaydı Kerbela  da yaşanan. Vicdanı körlerle, kalp gözüyle görenlerin sağ bırakmamacasına, sağ kalmamacasına mücadelesiydi.

 

Öncesi ve sonrasıyla çıkar ve makam arsızlarının iyice azgınlaştığı, dinden ve insanlıktan hepten çıktığı ne ilk ne de son kapışma olacaktır Kerbela. Ancak olmuş veya olacaklar içinde en acımasızıdır Kerbela. En mezhepsizidir. En dinsizidir…

 

Kerbela öncesi ve sonrasında yaşananları, içtenlikle çok insafsız ve en hayırsız diye nitelemeyip, hâkim iradeye özgü vaka diye hükmedenler yüzünden bu din her çağda çöker. En ileri din sayılan din bile çöker…

 

Çoğunlukla hikâye mertebesinde ertelenir acı gerçekler. Görmezden gelinir, din adına yol göstermesi muhtemel evraklar. Göz görmeyince katlanır babında, sadece körlemesine ve bireysel vicdanlara hükmeden, basmakalıp bir kalıplaşmayı din sayar taraflar. Hele Kerbela şerbetinden içildikçe, sözde Tanrı armağanı sayılan her şey anlamını yitirir.

 

Diğer taraftan din, budalaca ve tehlikeli biçimde maddi manevi yatırımlara yönlendirilir. Bu sarsak yön tayiniyle, trajik ve beter acı verecek bir sona sürüklenilir. Duruma dikkat çekenler, din dışına çıkarılır, yaftalanır. Sonsuzluğun şifresi ise, o derin sessizliğe ve kurmaca kehanetlere bağlanır. Oysa sona savruluşun hızlandırılışıdır, dini kırılmalarda din adına savlanan.

 

Ayrıca din, tin, ibadet, beden terbiyesi beynin hükümleri dışına itilir. Lafta gelişen din ile aklın dehlizlerinde hapsedilenler birbiriyle çelişir. Çelişkiler öne çıkar. Dostdoğru eller, dürüst beller, sakınmaz diller neredeyse dinsizlik safına indirgenir.

 

Yani insan ötesi vahşileşenlerin güdümünde, din bilinmezliklere maddi manevi yolculuğu başlatır…

 

Haktır helaldir unutulur. Kutsal beyit, ehlibeyt unutulur. Ara geçişlerle din motifli tabela da, tablo da, maddi değerler ölçütünde yenilenir. Mühür hep tersine yenilenişin, tam üstüne vurulur.

 

Dinler tarihinin acı bir gerçeği, din getiricilerin değişmez yazgısıdır; dinler din getiricilerinin hayata vedasıyla anında biter. Hatta hayatta iken bitenler bile vardır. Vedaların hemen sonrasında ise ilk ayrılıklar ateşlenir. Ayrıca tüm ayrışmalar da çok kanlı olur.

 

Hepsinde yaşanan tıpkı Kerbela vakasıdır. Tam bir kopma, tümüyle kırılma noktası. Dinde fay hatları… 

 

Din adına hala mazur gösterilen bir katliam, Kerbela. Tanrı katındaki hiçbir dinin kalıbına sığmaz oysa. Bu olayla resmen dinin, dinler tarihinin yörüngesi kaydırılmıştır. Kutsal Kitap dini bir din, çölde, aç susuz, kan revan toprağa gömülmüştür. Din getiricilerin soyu tüketilmiştir. Din getiricinin ve halefinin soyu sopu resmen yok edilmiştir.

 

İşte o gün bu gün tüm İslam coğrafyası ve İslam ülkeleri bitmez tükenmez kavgaların içine düşmüştür. Düşürülmüştür…

 

Peki, bu kırılma noktasından sonraki din, bu gün bu dakika itibariyle canhıraş yaşanan, kıyamete dek Kutsal Metninde tek bir harfe dokunulamayacağı ve değiştirilemeyeceği mührü olan din midir? Değil ise hangi dindir? Dünya idealleri uğruna maneviyatı gömen, maddeci zihniyet ve o kısır zihniyetin kurguladığı bir dine kölelik nereye kadar? Dinin kıymetlileri Kerbela’ya nasıl bakacaktır, bakabilecek midir? Cesaretle yüzleşebilecek midir? Çok zor.

 

Peki, bu sözde maneviyatçı geçinenler, bu maddeci kurgu dinin saflaştırdıkları Kerbela’dan beri uyudukları uykudan nasıl uyanacak. Ne zaman üstlerine serpilmiş ölü toprağını sıyırıp atacaklar. Kutsal kurtuluşu ne zaman yaşayacaklar. Belli değil.

 

Kerbela’dan beri İslam coğrafyalarında ortalık harabeye dönmüş, dört bir yan kan gölü. Başa gelen onca musibet ve hala kanayan bu yara nasıl izah edilecek. Bunca belanın hiçbir izahı yok denemez. Vardır mutlaka. Belki de Kerbela kırılma noktası kabul edildiği an, dindeki bu fay hattı acı yüzüyle hatırlandığı an bin küsur yıllık zulüm de, gerileme de durdurulur. Ama yürekler ebediyete dek kanamaya devam eder.

 

Evet. Çünkü Kerbela dinde kırılma noktasıdır, fay hattıdır…

17 Ağustos 2020 Pazartesi

AĞUSTOS-2

ÇİVİLEME...

Her yaz geldiğinde, birden bire akla takılır çivileme dalışlar. Çivileme üstadlığı. Bu üstadlık herkese de nasip olmaz...

Yıllar yılı göğe çivilenen deliller, dilli düdük şeytanlığından binbeter, şeytanlığın daniskası. Dilde kelam, elde kalem, kırık dökük cümleler bile yetersizleşir kutlu davaya. Darda kalınınca hayat aritmetiğinin çarpanları, üstesinden gelinecek nazarlığı daima parlatır. Evin önüne çivilenmiş denizde saklı tutar. Çünkü mutlak lazım olur. Pentoganvari darbelerle gelen Ohal panayırında, göğün rengi çivit mavidir, yer kan kırmızı...

Arı kovanına çomak sokma cesareti tek kelimeyle ödüllendirilir. Adam olana idam. Kelimeler piramidinde, kıytırık hevesli her eşdeğerlemeye değer mi sorusu yerleştirilir. Sorunun yanıtı hiçpic kampana ve etnik kompleks. Komplesi unutulur ama dünya etme bulma dünyası. Adam olmayana dünyanın tersi...

Yalan dünya. Topun ağzında topuna isyan bombası. Göğe ateşlenen benliğin dile gelmesi. Beynelmilel benzeşme. Öyle iki kaypak ruh, iki kaygan beden bağlamında emsal kayması değil. Çirkin görüntüler eşliğinde, beşikten mezara şereflice Beylik patlaması. Beyim, elde kalem, dilde kelam, akılda kırık dökük haller, fonda keman tınlaması...

Tıknefes göğe süzülen yerli yersiz heyecanlarla ruhsal heyelan. Heybetli kelimeler dağarcığında darağacı hemşireliği. Yağlı urgan hemşeriliği. Hem de Ata paşa olgunluğuna karşın. Hazneye düşen, haneye giren. Gergefte ebedi düşmanlık. Göğe çivilenen güvencin yitimi. Her şeyi bilmeyi vatan, bilmediğini vatan hasreti görenlere  göğün rengi kan kırmızı. Göğe yükselen çivit mavi..

Yükselen sanı ve kanı arasına sıkışmış kansızlar ise zilli nazik, belli cinlik nefesli. Kalemin kağıtla dansından dökülen kelimeler kırık dökük hayatın zor verilecek son nefesi. Nesline değil nefsine uyanların vereceği son nefesin betimlemesi. Tek kelimeyle zor...

Beter çivi yazısıyla çığ gibi büyüyen şeytanlık, türlü çeşit aktörler ve taktiklerle eskimez öğütleri üğütünce göğe çivilenir dahilik. Dahilde hariçte çivileme üstadlığı. Çivileme üstadları çokluğun yokluğunu, azınlığın azgınlığını çivit maviye raptiyeler. Ve iki kirli ruh, iki köhne beden yozlaşması, her seferinde on yılları yok eder.

Ne der ne eder bakılmaz, kölelik içgüdüsü daima muteber olanı değil mendebur olanı seçer. Hain tutkulu teğetlenme ve kusurlu güdümlemeyle. Bu güdüklüğe elde kalem, dilde kelam gümbürtüsü de yetmez. Millet memleket dayanamaz. Salt zilli düdüklerin, sınır bozanların civatası gevşer. Gerilir dünya.

Çelik boru borazanlar çalmaya başladığında, çivileme dalışlar peşpeşe gelir. Pikten dibe, candan cama havasızlık ve yenilen büyük vurgunlara rağmen. Tan ağardıkça aykırı hareketler tandemini radikal kelimeler bayıltır. Asla tersinden okunmaz çivi yazılı tabletler ayıltır. Çivit maviye çivileme üstüne çivi, ardına çivili bombardıman. Çünkü balık hafıza ve kuş zekasıyla kurtuluş imkansızdır...

Bir kuşluk vakti çivileme üstadından mutlaka herkes nasibini alır. Ya nasip. Ve kırık dökük cümleler çivilenir, çivit mavisi göğe. Bidensizlere armağan...

Her kış vakti çivileme panayırında birden Biden sizlik ve aynı panik yaşanır. Zihinlerde çivit mavi göğe çivilenenler ve kan denizine çivilemeler. Panik sonsuza dek...

ENTERESANT ENSTANTENE...

Müsabaka devirli devirsiz devam ederken, öyle enteresan enstanteneler patlar ki, açık kişilik bozukluğunu, şuursuz hücre egemenliğini, nesepsiz nüfuz itelemesini, insafsız itibar hırsızlığını mekanik biçimde gözler önüne  serilir. Müsabakayı baştan kaybettiren bu veteranlık karmaya, etik dışı girişimler ve ebedi hiçlik yatkınlığı da ulanınca çokuluslu evrensel rastlantıların değeri bir anda yok olur. Yani kızaran köze göz koymak, yalımlı ateşte kaynayan kazana baş vurmak, titreyen öze el uzatmak resmen kimya bozulmasıdır...

Bozulan kimya neticesinde çatmalara kazınmış elyazısı hatıralara hiç aldırmadan, iğreti senfoni peşinde harcanmak ise enteresanlığın dik üçgenidir. Dar açıda harla harmanlanmadır. Hal ve gidişat iki ileri bir geri hararet yapınca da, öze köz düşüren kurnadan kana kana içip, enstantene icabı fetbazca kızgın kuma yatmadır. Bu kumandası kırık yatıklık ve yataklık pik yapar görünse de dipin dibidir. İşte o zaman karakaplı kitabın şifresi de değişir.

Hatta dünyalar bile değişir çünkü, istekli veya istem dışı kaçamak saatlerin hesabı ağırdır. Affı zor afiyet ve zafiyet perdesinin son repliği hiç umulmayan bir anda trübünlerde patlar. Patlamayla tül perde kül olur. Kan ve gül rol çalar...

Çapsız çalımların enteresan yanı, güneşin mızrak boyu alçaldığı enstanteneye denk düşen tarihi kurgudan kopuştur. Tarih utanç yaftasına yazılan şekliyle anar her benzer arsızlığı. Ve ancak kızılötesi ile ölçülebilir tohum bozukluğu. Zaten kale geniş, top yuvarlaktır...

Müsabakanın ilk devresindeki sonuca neden, enteresandır ki meme yapan meksefe ve yakın mesafe sefitmesidir. Enstanteneler ikinci kez, üçüncü gözler tarafından izlendiğinde enteresan sayılabilecek anlık figüranlık da orta yuvarlakta yere serilir.

Sergilenen oyun zaten açık seçik optik yanılgı simsarlığıdır. Müsabakanın ikinci devresi de bu yüzden hiçpik yuvarlağı peşinde enteresan bir koşuşturmacadır. Nihayetinde piarsız, parti parti neticeye bakılır, skor pin koduna bağlanır. Katafalka yatırılan ise canlı cansız oynaşma ve kaynaşma güdüsü, bilindik dürüstlüğün kaybedilmesi ve ilkel benlik zedelenmesidir...

Yarı batak çamur bir zeminde enteresan bir trajedidir, sıklaşan ataklarda enstantene zayıflığı. Pazardan mezara pazubandını takan beylik, bir kez sekterlenince müsabaka sekmen tutmaz bir daha. Saha genişler, sağlı sollu ataklar dalga dalga gelir ve kale düşer. Temeldirek değerler de pisliğe belenir. Ve en sert kayalar preslenir. Merkezkaç kuvvetle mihenk taşı yerinden oynatıldığında as takım çöker. Ayak takımı kurulur.

Hayat öyle enteresan oyunlarla bezeli ki, taktiksel safsataların içinde,  püf noktasına ulaşmak şuurlu hücre egemenliği eseridir. Minyatür özgürleşmelere tav olmak ise enteresan bir ruh bozgunudur. İlk dakikadan itibaren çöl durgunluğu yaşanır. İlk dakikada hırçınlığın orta yerinde, eşsizlik yerleşkesine savrulunur. Sonuç ilk durakta tene yerleşen şuh ama şuursuz tereddüt halleri ve kayda geçen büyük tedbirsizlik ile Denizi geçip sazlık derede boğulmaktır.

Çok enteresandır ki, yasak yerleşik yaşam kum fırtınalarını besler. Kumdan kavrulmuş herkese kimya bozukluğunu yaslar. Kuma dair enstanteneler zamanla can sıkar.

Zaten fizik bitap düşünce, gözlerde bıkkınlık parlayınca, mekanik itlik ve otomatik hiçlik pik yapınca ömür darlanır. Tüm bunların neticesi dip dalgası olduğu bilindiği halde kısa ömre acemi çentikler atıldıkça atılır. Son ataklar ise gizli formülleri olmayan hayatın mekaniğini bozmaktır. Müsabakayı hükmen kaybetmektir. Bu kayıp resmen küme düşürür. Düşkünlük hiç de akıl kârı değildir.

Yani çok enteresan enstantelerle geçen müsabaka asla kazanılmaz. Zor oyunu bozar, kor ateş kazanır...

AÇIK ÇEK...

Açlık ve açgözlülük, aç ve açıkta kalmışlığa özgü bir özellik değildir. Açıkça özü kaybedişle orantılı bir orantısızlıktır. Hazırdaki açık çeki yırtıp, büyülü ve ince örgülü bir atmosfer aldatısına aldanmadır. Vasıfsız kanmadır. İflasa hazırlıksız yakalanmadır...

Zaten alavere, dalavera dünyasında her yavan vakayı, yalandan vahaya çevirme gayreti dünyayı mahveden en büyük çelişkidir. Çünkü bugün birilerinden arsızca beslenenler, yarın o eblek besleyicilerin doyumsuz açlığı olurlar.

Doymazlar asla ve bu maddi manevi açlık kuryeleri daima itelenmiş, ötelenmiş ve örselenmiş hissiyle haklılık payını artırma peşine düşerler. Uçuk kaçık akılla her sorunu, bu perspektifte kaşır ve kıytırık planlar düzerler. Bu düzmece planlardan en kıyılmazların dahi aşırı zarar görebileceklerini hiç hesaba katmazlar. Hem işin sonunu hesap etmez hem de oburca açlık telafisine yeltenirler.

Bu yelbeyin tutsaklığın hangi dermana derkenar olup, denkleneceği de hiç belli olmaz. Ota mota hesabı...

Bu otoban kuryeleri, sesi yakından gelen davullar, dengi dengine çaldığında ise aman diler, zaman isterler. Elbette nafiledir. Çünkü en kutsal kazanımlar bile bu sahte açlık duygusuzluğu ve saldırgan aç gözlülükle en başta kaybedilmiştir...

Haybeye açlık ve açgözlülük, açıkça hükümsel boşluklar da yaratır. Yalap şalap, boş dolu insanlık ölçeğine uymayan sıradanlıkla namahreme dahi el uzatılır. Kutlu emanete, kudurmuşçasına çengel atılır. Ve bu bayağı ve de beceriksizlik sarmalında saltanat sürüldüğü farz edilir. Aç açık, kutupsuz kıblesiz, kutsallık yanılgısından beslenilir. Bilahare bitler  kanlanır ve arsızlık pik yapar. Kısa zamanda da dip. Aslı nesli hiçe sayıp, çok yüzlülüğü yani yüzsüzlüğü kutsallaştıran bir modda batağa çakılmadır toptan.

Ancak enikonu açlık ve açgözlülük bakidir...

Baki gökkubbede ışık görmez tünellerde tüneyerek, kan içici yarasalığı yasal sayıp, karanlığa fışkırmak resmen sünger akıllılıktır. Süper işler halledildiği zannedilerek etrafa ve geçmişe sünger çekilebileceğini yansıtan bir yanılsamadır topu. Elbette bu açlık ve açgözlülük müdavimleri bir gün birinden, yarın başkasından beslenir. Geçici açlık yatıştıran bu eylemsellik, özünde iflah olmaz bir insafsızlıktır.

Böylelikle inceden inceye insanlıktan çıkılır. İlelebet iflasın eşiğinde, ifritin beşiğinde sürdürülecek bir hayatta eşelenip durulur. Ancak durmaz çark, istifade düzeneği mahşere kadar açlık ve açgözlülüğü tetikler. Ancak tetiğin boşluğunun alınmasıyla, açlar ve açgözlülerin kabaran iştahı birden kesilir.

İşte o yüzden, özellikle dünyaları kasıp kavuran pandemi döneminde, azgınlaşan koronavirüse açık çek kesmek, resmen binilen dalı kesmektir...

KARA PAZAR AREFESİ..

Kanunlar, nihavend makamında mest eder hazirunu. İllaki, notalarla belirlenen ilahi kanundan asla kaçış olmadığını da salt arif olanlar anlar. Ve kompozisyon gereği nihai karar anında davacı ve davalılar ayakta olmaya davet edilir.  Meskeni dağlar olanlar, zaten daima ayaktadır. Maskesi düşenler ise kilçamura paspas artığıdır. Artıyı eksiyi bilerek manzarayı çözenler her melodiyi ıslıkla çalar ve de kanunlara eşlik ederler. Maraz akılla manzaraya çökenlerin ise kara pazar arefesinde, kurulu tezgahları kutsal kurallar çerçevesinde yıkılır..

Yıkımla gelen ve beklenen karar ise zarar ziyan tespiti sonrası bellibelirsizliği kontrolünde tutmak, çalıntı zamanı ve zaman israfçılarını da dörtnala şahlanırken terkide yedeklemektir. Hakkın ve hayrın gücüne inanarak, kimselerin görmediği kişi olma yolunda yolcu, yılmadan en ileriye yürümeye devam eden hancı kalmaktır...

Bu yüzden ıssızlığı yeğleyip, arsızca ısmarlama hayat yaşayanlar, ıskartaya çıkarılınca her doğru karara hiddetlenirler ve müddetlenirler. Bir müddet daha gider hıyanet aşkı. Haliyle gidişatın neticesinde kıymet kaybı, kendiliğinden kıyamete dek anında güncellenir. O güncellemeyle artık gelene de gidene de gücenmek yersizdir. Ve yekten erken seçim. Erken de olsa geç de olsa her doğru seçim yakın geçmişi ve geleceği siler. Ve artık son çare olarak gerekçeli karar beklenir...

Şimdilik aşırı risk zamanıdır ve sabır şart. Yani zaman varı yoğu bir kenara her şeyi uyarına, yarınların temiz ve temizleyici ellerine bırakmak zamanıdır. Zaman her şeyin en keskin ilacı babında. O yüzden toplumsal arenada asla onaylanmayacağı açık bağlılık ve bağımlılık hiç söz konusu edilmeden, ağır yükün kolaylıkla taşınabileceği güne dek herşeyi erteleme zamanıdır. İşte o zaman geldiği zaman, tüm kötülükler mıknatıs gibi tüm ödenesi bedelleri nasılsa üzerine çeker. Çaresiz çekim alanına giren herkesler de layığını bulur. Çünkü etki tepki restleşmesinin eğeri meğeri yoktur kanunlarda. Tek kanun var, değeri gözeten çözümün tek başına üretilmesi ve rahatlama şartı. Bu eylemsellik, şartı şurtu yeniden değerlemeyi de gerekli kılar. Ve anlaşılır ki, maalesef bu dünya o denli önemli değilmiş. Başka değerler varmış gerekçeli kararı yazdıran...

Onun için hayaletimsi davranmak, cin şeytan takılmak, görünmezlik avantajlarını usturupsuz kullanmak, azraile hiç işlemez. İşbilir ölüm meleği güven istismarcılarına ısmarlanacak şerbeti en tatlısından seçer. İşte o zamana dek en doğru karar, aşırı sosyalleşmek, yoğun ilgi ve sevgi odağı olmayı hak etmek, kilitlenen saygınlığı devam ettirmek ve hak talancılarına da günü ve geceyi dar etmek zamanıdır...

Sonrasında hayatı eksik yaşayan ve yaşanmazı yaşatanların noksanını tastamam tamamlama kararıdır. Yani en genelgeçer karar, her haltı afiyetle yedikten sonra başkalarına boş akıl taslayanlara, başkalaşanlara ve pisliğe bulaşanlara kim kızar, kim darılır ve de kim gücenir bakmadan elde kalan son ikramı sunma kararlılığıdır. Bunun için de önce sağlık, sonra karda yürüyüp izini belli etmeme, kulaklara kar suyu kaçırma...

Aslolan bu kargaşada astarı yüzünden pahalı da olsa en kötü karar kararsızlıktan iyi, kararsızlık ise en kötü şeydir faslıdır. Ve bu fasılda en baştan sona, deli saçması saçmalıklardan uzak durmak gerekir. Ve de verilen karara yapışmak, günün birinde zevata en yakışan anı yakalamak için de cömert olmak. Elini korkak alıştırmamak. Artık Allah ne verdiyse, cemilcümle nice kötüleri, kötülükleri haritadan silmek. Sonsuzluk perdesinden soysuzları kaldırmak. Bunun için, her defasında sil baştan başlamak ve kör karanlığa korkmadan dalmak gerekir. Kati karar işte budur...

Şimdilik hayatın bıkkınlık veren, sıkıntı hissettiren yalımlarından, tanımlarından, yaptırımlarından uzak durmak, tanık olunanları bir bir incelemek  ve imece usulü yaşamak zamanıdır. Ve üstün kararlılığı dünya aleme göstermek, zamanı kullanma mahirliğini de kazanmak...

Diğer yandan tek hamlelik kazanımlar için günden güne değişmek ama radikal da olsa kutlu karar doğrultusunda asla pes etmemek şarttır. Hayat döngüsünde yine seçen değil, seçilen olmayı sürdürmek ve hiç bir şey olmamış gibi arkasını dönüp gidenlerin görgüsüzlüğünü de alnının çatından çelik sıcağı öpmeyi öngörmek zamanıdır zaman...

Elbette her zaman bir erken seçim yaşanabilir. O yüzden değişim ve dönüşümün çağrısına kulak vermek ve eski kulağı kesiklerden olunduğunu dört bir yanda göstermek gerekir...

Yani yüce kanunlar çerçevesinde her akla yarar karar, akla zarar eğlence süresini de kısaltır. Ve alçaklığa devamla tüm gerekçeler bir anda çelimsizleşir. Yalan yanlışlar birbiriyle çelişir...

Bu yaman çelişkiler girdabından kurtulmaya dönük, her doğru karar arefesinde kanunlar nihavent makamına bağlanır. Diğer sazlar her telden başka makamlara çanak tutar...

Hazırdan haz tüketenler akıl sıçratan asri vurguyu, net kararları anlayamaz ve basılan notaları asla kontrolünde tutamazlar. Zaman geçtikçe, çalıntı tutkularla kontrolü kaybetmişlik tavan yapar. Bu pikdip sürgününde yavan kalan, zaman israfçılarının hazirundan sayılması da hiç gerekmez.

Gerekmez çünkü bunların itirafları aşikar, isimleri karşısındaki imzalar sahte, bunlara ayrılan zaman, mekan ve makam da ta evveliyatından bellidir.

Karar kara pazar arefesinden...

YYÜZ HAYAT YÜZSÜZLÜĞÜ...

Son nefeste besbeter zorlanılacak, yüzlükten yüz hayat yaşanacak olsa akla hayale sığmaz yüzsüzlük yükü en beteri. Söz olsun ki sözün bittiği yer. Yerden göğe inceldiği yerden kopar merhamet. İllete, millete, memlekete siyaset üstü siyaset...

Durduk yerde, duyduk duymadık kalmayacak denli boşboşuna hedef küçültenlerin, emeğe yılların emeğine boşverenlerin yüzüne, yüzsüzlerin münasibine boşu dolusu on yıllarca izin verilmediğinden yüzeyüz boşaltılamayan ne varsa,  toptan boşaltır boşaltacağını hayat. Arınmak için...

Çünkü ar damarı bir kez çatlayınca, hayat bir daha dikiş tutmaz. Çift dikiş gecikmez. Hayata bir kapıdan şatafatla girilir, diğer bin kapıdan şaftı kayarak kolayca çıkılır...

Hayatta çat kapı baş üstü çakılmamak için önemli olan, her kısır döngüde doğru kapıları aralamak, her kasıtlı döngelde kutlu, doğru ve dürüst kalabilmektir...

En önemlisi hiç umulmadık acı sürprizlere saplanmayıp, pas geçmektir kör karanlığı. Kadife kaftanı yere serip, sinkaflamaktır burnu Kaf Dağı'nda olanları. Dağın ardının farkına varıldığında ise batıktan kurtarılacak hiçbir şey kalmadığı anlaşıldığında dibi delik dandini gemiyi yakmaktır...

Yakın veya uzak, hayat gemisi bundan böyle hangi limana uğrarsa uğrasın, hangi hayaller Denizi'nde yüzerse yüzsün geçmiş geçmişte kalmıştır. Gelecekte Deniz bittiğinde ise o yıllarca izin verilmediğinden yüzyüze boşaltılamayan şeyleri, yüzsüzlerin yüzüne yüzüne boşaltacaktır hayat...

Maziye bağlanan ömür çok kısa ve tek hayat hakkı var elde avuçta. O yüzden hayattan çıkarılan dersle, elden geldiğince ve hakkınca yüzsüzlerin yüzüne yüzüne boşaltabilmektir katlanılan hengamı, herklenen engameyi. Eline yüzüne, yüzüne gözüne bulaştırmadan ahenkle...

Yüz yıl geçse, bin yıl geçse her şey boşuboşunaymış dedirtecek denli kanıtlar geride bırakılınca, ileride hayatın hangi boş amaca bağlandığı da açığa düşer. Sonu nereye bağlanırsa bağlansın, hangi israfa istiflenildiyse istiflenilsin, sonsuza dek sürmez salpa saltanat...

Yüz yaşında olunsa da peşine düşülür pest düşkünlüğün. Kıvamına gelince avam, her şeyi yüzsüzlerin yüzüne yüzüne boşaltır hayat. Çünkü hayatın ceremesini çeken bilir, ederi bedeli belli, kati düşüşler ve düşkünlük ve de yenilgilerle pekişen hayat dersini...

Hayatta kim ve ne olduğunu unutanlar ve de yüzsüzlük sarmalındaki mallar, hayat kadranında neyi hak ederler besbelli. Tekçe zamanı belirsiz. Salt hayatın bildiği şey işin vakti zamanı. Ve azınlık raporunda yazılanlar ve azgınlığın sonu da...

Hayatın sonu, dünyanın sonudur. Ömrün sonuna dek sürecek kösele yüzlülerle kösnül partnerlik ise sonun başlangıcı. Hele ki yanlış ekim, yanlı çekim ihaneti her şeyin sonu...

Hayat, o yüzden vakti zamanı gelince birikmiş tüm isyanını mutlaka ihalesiz, elek yüzlü insafsız yüzsüzlerin yüzüne gözüne boşaltacaktır...

Hayat boş boş bakan gözlere bakarak, bir hiç olarak yaşamaktan vazgeçsinler diye yüz hayat geçse de iradesiz yüzsüzlerin yüzüne yüzüne boşaltılacaktır, hayatın devamlılığını...

Ardı erdi, vergi ceza düşünülmeden ehlaksızca edi büdü hikayesine dönüştürülen hayat, kensisine reva görülen bu acımasız ve acınası simsarlığı, tüm acılığıyla yüzsüzlerin yüzüne yüzüne kusacaktır. Böylece hayatın altın anahtarı kimdeymiş eninde sonunda anlaşılacak ve altın kabzayla düzlenecektir ahval.

Ahirde, ahval ve şeraiti bozan, ahdi yırtan şerbedleri arkasına dönüp bakamayacak pigler haline getirir hayat...

Eğer son bir kez yanılıp gerisingeri bakarlarsa, gördükleri görecekleri hayatın kançanağı rengi, hayatın kaç bucak olduğu ve hayatın asla bu atılımı affetmeyeceği gerçeğidir.

Dünyanın tek gerçeği pun punduna getirilince, hayatın tüm yenilmez yutulmazları yüzsüzlerin yüzüne yüzüne, yüzüne gözüne, gözlerinin içine baka baka boşaltacağıdır...

Çünkü hayat asla oyuna gelmez. Bugün yalancı çoban hikayesi, yarın bir başka hikaye. Yetmez. Bu gün cahile ilah lahzası,  yarın yarım iman tahtası, ilana bahane bitmez. Öbür gün bilmece bulmaca dünyası...

Dünden yarına hayatın kaidesini kanırtan kaypak hikayeler çengel bulmacalarda, çapraz araştırmalarla sonlandırılır...

Öyle ki dünyalar yansa değiştirilemez mazi. Çünkü mazi geleceğin belirleyicisi. Hayatın yüzsüzlere sunduğu sunacağı çok beter sonun müjdecisidir. Sona yakın boşboşuna pişmanlıklar, kaybedilenlerin yerini doldurmayacağından yüzsüzlerin yüzüne baka baka boşaltacak hayat içindekileri...

Kahirde kirlilik kalmayana, hayat iyice arınana dek, şek, döşek on yıllarca anlaşılmasına izin verilmeyenleri, aklın demek isteyip de diyemediklerini, bir güzel ve tam anlaşılır halde yüzsüzlerin yüzüne yüzüne kusacak ve yüzüne gözüne boşaltacak hayat...

Yüzlükten, yüz hayat yaşansa aynı yüzsüzlük bir daha yaşanmasın diye inceldiği yerden kopsun merhamet. Kopsun kızılca kıyamet misali...

İllaki illete, millete, memlekete gereken, siyaset üstü siyaset...

ŞEMSİYE, HAYATIN CİLVESİ...

Şems içindir şemsiye. İnceden sağanaklar hikayesi. Hadsiz hesapsız hikayeler ise hayatın cilvesi...

Hayatın cilvesidir, geçti geçecek sanılan sağanaklara şemsiyesiz yakalanmak. Dirim ölüm arasında hiç nedensiz ıslanmak. Evi eli, demi şemsi derken yalan dünyaya aldanmak. Karaktersiz havalanmalara kanmak. Bozuk ve boğusuk havalarda inadına şemsiyesiz kalmak. Ve dımdızlak ahmakları her sağanakla birlikte avlamak...

Hayatın cilvesi, cinliboğazda ıslık çalarak mezarlıkları geçerken sağanağa yakalanmaktır. Hangi şemsiyenin altında birleşilirse birleşilsin yağmalanmaktır. Hayatın gayesi ise bayağılığı tez unutmaktır. Umutlanmak, sırça fanus hikayesi çatladığında, billur çarşıya dökülenlerle dirilmektir. Direnmek ve durulmaktır. Dahası her sağanak sonrası patlayan gök gürültüsüne sıvanmaktır. Gübür zamanlar ayracını kitabın tam ortasına koymaktır.

Hikayelerle heklenen hayatın amacı ise şemsiyesiz cilveler, kitapsız cinfikir aykırılıklar sağanağında kendi yolunu bulup yürümektir...

Hayatın cilvesi, gök yere vurduğunda ıslak ve üşümüş halden sıyrılıp, ölümcül vurgunlardan sakınmaktır. Damlalar yıpranmış şemsiye kalkanına vurduğunda, ses ve sis bombası etkisini anında hissetmektir. Şimşekler çaktığında ise efekt tuzağına düşmeden, beter hallerin boğaza düğümlenmiş betliğini bertaraf etmektir. Sünepe sıçanların güdük marifetine pürdikkat konumlanmaktır. Korkudan ıpıslak kalıp, gerçeklerden kaçıp, kurtulma endişesiyle ıssızlığa sızanları göğe asmaktır. Gudubet aynalı sazanları göndere çekmektir, hayatın cilvesi.

Hayatın cilvesi, tavanı delik şemsiye ve ince tellerin ters dönmesiyle beyni cüvelleyen kan damlalarına dayanmaktır...

Hayatın cilvesi, deniz kıyısında gökyüzünü avuç avuç içmek. Sonra sıradanlaşan avurtlanışı avuçlamaktır. Renkli şemsiyeler açıp, açık havada iyice güneşlenmek. Hava bozunca da küp çatlatan misketgöz dolulara yarenlik etmektir. Çıplak ve esnek duruşla, büyük uyanışa esnemek. En sonrası şems deryası, bereket yağmasına cansiperane karşı durmaktır...

Hayatın cilvesi, şemsiyelerin kifayetsizliğine ve sıytarık  sağanaklara hiç aldırmadan, ideal hayatı kaflı kafiyeli gökyüzünden indirmektir...

Sözün özü soğuk ve ıslak bir manzarada, baygın ve titrek bir havada cılız ışıklardan beslenmektir hayatın cilvesi. Cili alınmış ocak peyzajında çotanak çotanak kesintiye uğratılmış hayatı ayalamaktır. Zorbalığa ayaklanmaktır, hayatın cilvesi...

Hayatın cilvesi, saydam renkli, kırgın ve kızgın damlalara, kızıla durgun havanın peşine birden damlara patlayan kapkara gökyüzü patırtısına yürekten patlamaktır...

Pislikle iç içe birlenip, içini dışına çıkaran, zehirli mantar gibi avulayan, yeryüzünün milimetrik ahengini yağmalayanları da kendi yalanlarında boğmaktır, hayatın cilvesi...

Hayatın cilvesi, gökyüzünde sıraya dizilmelik paramparça bulutları hizaya sokan kutlu ahengi, kristal cam parçacıkları halinde yeryüzüyle buluştuğu parçalı bulutlu havayı da kutsamaktır...

Zaten bu kutlu yolculukta devamlı vaziyet alınır ve rengarenk şemsiyeler açılır peşpeşe. Hayatın cilvesidir, kapkara gökyüzünün resmen yüzsüzlüğü  kusması. Boşluğa uzanıp boşalmak, kirli sepetini arsızca doldurmak ise hayatla üstünkörü cilveleşmektir. Hem de kutsal ahengi bozmak pahasına.

İşte bu pahalıya patlayacak otokontrolsüz sürat ve salgın suratsızlık otomatikman kulak çınlamasına dönüşür. Ve hayatın cilvesi, geriye saran, griye çalan kurşun vınlamasına...

Otomatiğine basılınca açılan küflü şemsiyelerin gölgesinde kaçamak adımlarla sıvışmak, kaçmak ıpıslak kaygan bir zeminde zemheri ayıbıdır. Sebeplenilen salahanalık ise ayıp ötesi günahtır. İşin sonu sal ve salhaneliktir...

Hayatın cilvesi, tanıdık izlerin izinde hızlanan, son nefeste bocalayan lodosun tınısıdır. Tanıksız ama kanıtlı, uğursuz ve  uğultulu bir uçuş modudur hayatı tersine çeviren. Şemsiye şenliğinde, huzursuzluk bezeli titremedir, üşümedir şehri kuşatan. Şehrin kuytularında kurşun kurşun bir sağanaktır kapışılan. Kapı dışarı düşülen kör kuyunun çeperini döven kapışmalardır, hayatın cilvesi...

Hayatın cilvesi, savruk sağanaklara bağımlı, ayarsız konfor kozudur. Dirayetsiz doz aşımlı dizandır. Dinayetsiz aşağıdakiler, aşağının da altındakiler pozudur. Tabansız tozutma korkusudur toptan. Sağanak peşine patlayacak tufana çarketme tuhaflığıdır ayrıyetten.

Yekten yerden bitme bu tuhaflıkta göğe tutunan şemse, şaftı kaymış şemsiyeler kar etmez. Çünkü eşsiz deryada, kaynar kazan girdaba yakalanmak tüm dikkati dağıtır. Dikkat dağılınca artan densizlikten, en küçük girintiler bile rahatsız olur. Girintiler birikintiler asla kabul etmez rehavet veteranlarını. Ve dahi hayatın cilvesi milvesi de kalmaz geriye.

Elde kalan sadece irikesim, kenarları kırma saçaklı, ucu etekli tek kişilik erkek şemsiyesidir. Elek etek olmuş kumaşı, belki tek kişilik hayat kurtarır sağanaktan. Pikini pikesini, dibini zirvesini kime saçacağı, kime gününü göstereceği belirsiz bir  havaya açılması da boşa havadır. Bedavaya cakadır. Çünkü kime açılacağı veya kimde kapanacağı bilinmeyen şemsiyelere aldanmak, yaltaklanmak kalın ciltli kitaplarda geçen  romanstır. Şiirsel manacı şemsiyesiz şemsiler bilinçaltı gizlileridir. Kimindir o melun emanet şemsiye, anında anlaşılmıştır ama ıvır zıvır düşünceler yüzünden bir ara unutulmuştur.

Şemsiye hepten unutulmuş sanılsa da cilde vurup dağlayan, hayattan bezdirici kızgın kızıl güneş ve billur tanelere bağlı şuursuzluk eseri cinder cilveleşmeler illaki şemsiye gerektirir. İllaki şems gerekir. Şehrin nefsi incelten kurgusunda şemsiyeler ve cılkı çıkmış hikayeler...

Hikayenin bundan sonrasında şemsiye nafile. Filede life work, Hayatın cilvesi...

MUTASYON VE KAÇINILMAZ SON...

Mutlak, dün bir bugün iki. Yarın iki cihanda namutat zevat, kaçınılmaz sonu, sonun yaklaştığını, mutasyona uğrayacağını bile bile muğlak işlere bulaşır. Permutasyon başlayınca ziftli zehir damarlara çağlar. Ar damarı da çatlayınca çok büyük acılar çeker bünyeler. Koca dünya...

Öyle soyka bir dünya ki, insanlar vardır kendisinin asla yapmayacağı şeyleri, başkalarının da kesinlikle yapamayacağına inanan. Yani herkesi kendi gibi zanneden. Ne yazık ki bu hümanist insanları bu düsturdan uzaklaştıranlar da vardır. Varlıkları toptan zarar, hak hukuktan esinlenmemiş, im mim haspalığıyla imkansıza uzanan, din iman sarmalında ummandan imansızca faydalanan, umulmadık hainlik peşinde koşan, kutsal emanet ihanetçileri. Hıyanetleriyle küçüldükçe küçülen tipik ihanet savunmacıları...

Oysa herkes kendi kaderini kendi yazar ve bizzat yaşar. Hem de mutlaka her şeyin bir sonu, bir bedeli olacağını göze alarak...

Vay böyle kaderin içine bahsine geçildiğinde ise pervasızlaşır bu zalim zevat. Bu nemelazımcılık payantorları zevatı kurtarmak  için bambaşka kötücül bir dünyaya dağılırlar. Denge bozguncusu ve dengi bozan  pozuyla, nasılsa kimse anlamaz babında üç maymun sankisine sarılırlar...

Elden daha fazlası gelebilecekken, ayarsız depresyona sığınarak, el olmak, elden ayak olmak, gözden düşmek ve tökezlemek de vardır bu kalpazan kaderde. Fazla gecikmeyeceği besbelli sonu ertelemek için derin uyku ve uykusuzluğun ağırlığıyla ezilen, mütemadiyen aceleyle uçarı şikayetlerin dozunu yükselten bu zırzıbır zevat, hep aklın kirli ve kitli raflarındaki riyakarlığı kullanır. Bu zuhurat ekibi hepi topu herşeyi holografik kürelere toplar. Küslük, küspelik, küsaha üçgeninde arayan belasını bulur. Cam küreler çatlar. Tümü de keskin gözlerden kaçmayan, kaçınılmaz sonun yaklaştığının ilk belirtileridir...

Belki iç geçirip mevcut iç işlerle meşgul olmak, dış olguları kurcalamamak, makamsız rastgele davranmak, kallavi kusurları bir nebze örter. Ancak örtülü örgütlülük de bir yere kadar. Bir zamana kadar. İfşa olunur...

Bir zaman gelir ve akılsızca  çatılan muteberler, mutasyon düğmesine basar. Zilli zevatta artan korku. Korkuyla karışık evre devre tıkanmasıyla tekrarlanır mutasyon. Tablo tamamlanır. Tüm rahatlık ise son istasyona kadardır...

Kırkı birden açılan kutuların, kapatılan kırk kapıların listelenmesiyle mutlaka muhabbet kuşu ölür. Temaşa tellalda sonlanır. Zaman durmaz, hararetli zarafetli başıboş halleri gözetler. Kör göze parmak sipariş üzerine yaşamak ve sipersiz yaşatmak böcekleşmesini de. İlk adımda adamlığın ve daha önemlisi insanlığın kaybedilmesini de. Göz, son adımlara dek...

İnsan akıldan geçenleri, adım adım öğrenme maksatlı sorgulamada ustalaştıkça, tahminlerin ötesinde zarar görür bünyeler. Ten teneşir saltanatında dünyalar, fünyesi çekilmiş el bombası gibi patlar. Bir zaman emin olmak için akıntıya kürek çekilse de, deli yürek hiç durmaz. Akıl usanmaz. Sıcak kan pompalanır beyine ve alt beyine. Ta ki akışkan kan pıhtılaşana dek...

Kuru gürültü anlarında, iç karartan düşünceler bir kenara bırakılarak son bir gayretle akıl çekmeceleri boşaltılır. Çoktan unutulmuş ne varsa kendiliğinden canlanır. Distur, destur denilmeksizin izli mermilerin peşine, gizli kalmış çamur ve pislik kalıntıları bir güzel temizlenir. Pespayelik peşin veya veresiye temizlendikçe, kirpasın altından, herkese hak ettiği kader tanzimi yazılı etikete ulaşılır...

Büyük felaket öncesi metazori uzlaşıya uzak ama yakın menzil hissedilen ise denizin tuzlu ve ıslak kokusudur. Geceyarısı kumsal döven hırçın dalgaların korkusu. Kaçılmaz sonun yüreğe oturan dağılma tortusu. Halden bilmezlere hisar çöküntüsüdür..

Velakin varı yoğu, azı çoğu vay böyle kaderin içine bahsi insanı sürekli diri tutar. Günden güne çılgınlaşan çıplak esintinin peşinde sürüklenir yorgun ayaklar. İnsafsızlığa dolanan bu zahirde zevat, yorucu ve arsız gecelerin anı biriktirdiği bir günde bir kalemde silinir. Baştan bitirilir. Bitkinlik vurur aklı. Kurak aklın duvarında ise tek cümle yazılıdır. Paslı bıçak ucu ile kazınmış ve yaslı notu etikete düşülmüş. Kıytırık el yazılı harflerle. Mutant bir bütündür ve kökü, kökten kazınmalıdır...

Bütün herşey, mutat yapıyı yakan yıkan mutasyon ve mutantlıktandır. Ve kaçınılmaz sonun iyice, hepten yakınlaştığını görmeme şuursuzluğudur. Şüphesiz şuranın kısa aralıklarla toplanabileceği endişesidir. Ecelin acı şurubunu yalapşap içme korkusudur. İşte o yüzden işler sarpa sarınca silbaştan başlama dürtüsüyle mut muta, kut kutupsuzluğa, topu mutasyona istasyon olur.

İstifade pergelinde suflelere aldırmaz sefla insan, kesinlikle kendisine yapılmamasını istediği şeyleri başkalarına yapınca, karşılaşacağı kaçınılmaz son da zümre zevata kapak olur...

Kaçınılmaz son. Soyka dünya bir gün mutlaka soysuzluğu sağaltır...