28 Şubat 2016 Pazar

DUYGULAR ŞEHRİ İSTANBUL’UN DENİZİ…

DUYGULAR ŞEHRİ İSTANBUL’UN DENİZİ…
 
Unutulmamalı ki, her mazbut devrimci hikaye millet memleket ayırmadan döner dolaşır, İstanbul’da sonlanır…
 
Duygular şehri İstanbul’un denizine düşer bütün Deniz hikayeleri. Dünyayı dolaşmak zor denilir ama artık dünya küçülmüştür de denilir. Bu küçülen dünyada herkes emperyal istilacıların denetiminde, erdemsiz çözülmelerin kölesi oldukça sağlıksız duyguların İstanbul’da şehirleşmesi de şekillenilir. Şekillendirilir ve İstanbul’da demlenmek bir dünya meselesi olur.  Bu şart ve şeraitte bilgisizliği sağır kulakla dinlemek ve kapı kapı dinlenmek kaçınılmazlaşır. Ve ilgili ilgisiz her duygusal hikaye anason kokusuyla buluşur, biter ve başka bir hikaye başlar kendiliğinden. Ama asla unutulmayan şehir efsanesi hikayeleri sadece mazbut devrimci hikayelerdir.
 
Koca, hoca şehirler duygusallığını kaybettikçe kovboy şapkalı akşamlarda dizginlenir faniler. Fani dünyada fildişi sandıkların içine saklanır yasak savar dingin duygular bile. Çivisi kopmuş dünyanın tahtadan dikdörtgenimsi veya oval mavi kaftanlı kanepelerinde uyuklar düşler ve düşünceler. Götürümleri görmezden gelmeler ise bolca mükafatlandırılır iktidar yobazlarınca. Mim pür oynadıkları için. Oysa muhteşem bir saman alevidir ilahi davetlere uymayışın cakalanmaları. Ahir zaman nehirleri akar göllere ve denizlere, menekşe kokuları yayılır patikalara da uslanılmaz hala. Can çıkar huy çıkmaz, arabanlaştıkça borazancılık yepyeni kapılar açılır aralar bozulur. İki arada bir derede araziler pikten kasalara boca edilir, haccallaşılır. Unutulmamalı ki bu devran da devrilmez değildir.
 
Gündoğumunda maraz doğar…
 
Saten hayat boşluklarının hiç zahmetsiz asla durduk yerde haccamlarca doldurulamayacağı aşikardır. Tam aksine aksi aksi çağlayan bir şelale gibidir hayatın özüne asılmak. Talih ve tarih süzgecinden bilgelik süzülmeyince zehir zıkkım olur yaşanan yıllar. Başını dost omuzlara bırakmak için yaren ve sırtını dönmek için yoldaş bulamaz hiç kimseler. Kapanır kalpler, siteme döner dualar. Ve dünya boş maruzatı zamlanır, mazeretlere zamklanılır.
 
Boş dünyada basitleşince hünerler, en mahirlerce bile dövülemez kıpkızıl demirler. Çelikten titanikler bile gönül rahatlığıyla yüzemez kararan denizlerde, deliren okyanuslarda. Kurgusal duygular arasında sıkışıp kalındıkça şehirler de küser cümle aleme. Dine, mine ve kine bakılmaz terslenilir şehir ulemalığı. Çünkü hasırlanan hayal kırıklıkları hayatları belirler, heybelenen altın külçeler haybeden hayatları beller. Sorumsuzca sıradanlığa sıralanınca zevat bayatlar hayat. Ve karşı konulamayan süzme hayyal ne varsa araya kaynar. Kaynak yapar. Kaynakçalarda hayattan çalanların ismi belki silinir. Silindir ezdikçe de zevat saflaşır, kuyruklar biter kuyrukçuluk başlar. Ve kuyrukçuların azmiyle uzar gider Amerikan bezine kanmışlık. Zaman evrene batar, evren teferruatları tesellide gizler. Sonsuzluk çengelinde izi gizi harmanlayan diller meşrulaşır. Ve batar mitolojik şehirler, yan yatar ilerici İstanbul. Duygular şehri İstanbul’un denizinde bağnaz kayıklar batar.
 
Gün battığında maraz da batar…
 
Güneş doğduğunda ise atik davranan, asi savlanan,  başkaldıran gençlik ışıl ışıl parlar. Parayı ve tüm faşizan dayatmaları asla tanımazlar. Reddederler. Bu retçi mantıkla tabelacı spiritual tebayı tanımamak üzere devleşir tüm gençler. Genleşen gölgeleri kaplar memleketi. Tek tek tanınır ve bilinirler. Onlar göksüz, öksüz, köksüz bölgelerde sevdalı sevdalı ebediyen kıpraşırlar. Hüzün bulutları gibi sonsuza yolculanırlar. Eylemler eylemsizliğe dönüşmeden evvel toplumun değerleri yükselir. Yükseltirler. Hayata asılırlar. Metezori iniş başlatıldığında ise halkların tüm maddi ve manevi değerleri hızla dibe vurur, değişir. Veya değersizleşir. Bu dengisiz dönüşümde asimilasyon yöre bucak eşantiyonlaşır. Ve yargılı yargısız tüm infazların tamamı öz savunmalar sayesinde hikayeleşir. Hikayeler birleştikçe kutsal isyan destanlaşır.
 
Ve tüm destansı hikayeler duygular şehri İstanbul’da, duygular denizinde sonlanır…
 
Gün yandığında mavilikler de yanar…
 
Tüm nesepsiz, edepsiz ve zamansız zenginleşmelere etraflıca bir göz atılınca kayıp kuşak gençlerin tamamı haklı çıkar. Hayatı baştan çıkaran, baştan kara zaaf yüklü irade, bozuk mayalı hamura kabartma tozudur sadece. Ve geceden bozma her öğle sonraları içten içe kararır hava. Hava karardıkça duvarların sırtları al griye boyanır. Kırmızı çatılı binalarda çıplak kalır kiralık odalar. Oda oda karanlığa teslimiyet başlar, beyaza duyulan yersiz aşkla karanlığa tapılır, hiç nedensiz. Akın var akınla başlar ve selam durulan güneşe devrilir devrimci genç gövdeler. Köpük köpük boşalır evrenin özü. Kaç porsiyon acıları yaşamaktır geriye kalan, unutulur sanılır ama unutulmaz. Bir derin tutkudur devleşen ve bülbüllerin sesinde nam bulur destanları. Ve güneşe yolculanan hepsinin zulasında hicran vardır. Hepsi kendisi olan.
 
Lodos döküldükçe denizden, denizin engin bakışlarında o kısa yolculukların nemli kararlılığı parlar. Birilerine göre iç karartırlar, ondan karalanırlar. Oysa tenhalardan döküldükçe memleketin üstüne şeytan üçgeni istilası niyetleri anlaşılır. Vicdanlarda tamamen aklanırlar. Ancak memleketin üstüne üstüne akkordan bir beter bitkinlik çöker.
 
Nice bitti sanılan hikayeler birbirinin benzeri memleketlerde, insan manzaraları karışmış şu memlekette bile köylerden şehirlere köylülüğü taşır. Ayni hikayeler şehirlerden köylere ise kentliliği bulaştırır. Bu ak bataklıkta açan çiçeklerdir güneşle batanlar. Büyük kara boşluklar kalır geride. Kovulunca bu dünyadan cennete genç yaşta devleşenler, uzaklaşır asil şehirler. Büyük şehirlerde köleleştirilmişlik devşirme kentlilik kovboyluğunda tarifini bulur. Şakası bile güldürmez kara delikler açılır İstanbul’un bünyesinde, göğünde.
 
Gündoğumu lafazan gün batımlarına gebedir…
 
Her gebelik bir gevşemedir. Gerilmedir veya geleceğe. Kıpırtısız boş bir manzara gibi zamana tutunur bütün hikayeler. Duygulanır şehir ve nabzı yükselir. Kalp atışları sayıldıkça hasbıhal saatlerinde isyan başlar. Tarihin taksiminde hiç bahsedilmez midesi doymazlardan. itaatsizliğe çağıran kitaba bakıldıkça anlaşılır kara düzen. Taksimlendikçe saatler hiç işlemez hikayelerin hikmeti. Hikmet anlaşılamayınca hastalıklı sesler, ekolu sedalar ve çalımlı edalar istila eder caddeleri, meydanları, tüm şehri. Ve İstanbul bahtına küser, eskiden beter can çekişir gökyüzü. Duygular şehri İstanbul’un denizi de duygulanır ufka sarıldıkça.
 
Enesi, bebesi, nenesince bilinen tüm masum mazbut devrimci hikayeler içinde risk taşıyan repliklerle döner dolaşır şehirleri ve İstanbul’da sonlanır. Masalsı bir ıssızlıktır yaşanan ve kocamış şehir tavında dövülür. Tüm yalnızlıklar birikir birikir ve yaratıcı gerçek patlar. Çok bedeller ödenmiştir şu garip memlekete. Asitane de sur içine özgü en çalkantılı hayatlar da gün olur durulur. Duyarlı eşsiz portrelerin bile duymazdan geldiği bir süreçtir potaya giren. Bu vurdum duymazlıkla duygular şehri İstanbul’un denizine batar güneş.
 
Gün battığında ise yeni gündoğumları beklenir…
 
Unutulmamalı ki aynisi bir daha gelmez…

26 Şubat 2016 Cuma

DELİCİ SIZILAR…

DELİCİ SIZILAR…
 
Dünya evi puslu casuslu
paslı karanlığında
Deliklitaş tan içeri Kanlıhan
kervancılar birlenir.
Tamdere çıkınca baştan
Yapraklının şal yaprakları hışırdar ismini
Çiftegöze de yeşil gözlü dilber
düş yakamdan.
Bir başka parıldar bu göğün yıldızları
sukabağı gibi açılır tepeler
Kabaktepe de İnişdibi nde dorukta
savruk tomruk evler
soluklanır düş penceresinde yanık yavuklular.
Evliyalar gezer dolaşır büyüklü küçüklü oraları
sırasıyla keklik gözlü yar
seker yağmur ormanlarında
yardan uçar melek gibi.
Kekik kokan sevgililer
karanfil tüter bedenler
Tekada da yeşillenirler.
Düş dünyasında düşler
Deli zehir aynalarda üşengeç
kara bıçak bir duman
çelik grisi kaplar Ülper li ustayı.
Bakar geçerler vurgun yemiş yüzler
Kümbet lere dolar anılar yavaştan
bir nidadır oba oba dağılan dur oğul
davranma sakın çakaralmaza
kıyamam kızıma.
Kıyı köşe kapmacalardan sonra yılgın argın
Baltama dan pancar kızarığı dağlara
yolculuktur akla takılan.
Ak sulu dere tam baştan çıkınca
Denize akar kapkara
kararınca yeryüzü nefti yeşil
Aslı Keremi bulur.
Gelintaşı ndan kayınca zaman
Cintaşı nda sorgulanır.
Çatlayınca göbeğinden ayrılıklar
Akıllara dolar tepeden tırnağa yalnızlık
ve aykırılıklar.
O tepeler ki önüne geleni silme tepeler
en tumturaklı sevgiliyi saklar tulumlar
mavi çinkolu sabahlardır
oylumlu yorumlu
Sevenleri ayıran.
Şair tam baştan çıkınca
baştankara gecelere savar düşlerini
şeytan üçgeninde her şey ayni tas
ayni yas.
Gökkubbeli haram…
Manyetik dalgaların en yakınında
manolyalar süsler Kazangölü nü
kızarır Balormanı.
Kabuk kabuk acılar diriltir hancıyı
delici delirtici sızılardan şiir
Şair hancı Çavuşoğlu yolcu.
 

BU SON ZİYARETLER OLSUN…


BU SON ZİYARETLER OLSUN…

Siyasetin boy aynasının çatladığı gün bu gün…

Anı kurtarmak değil de geleceği yakalamak ise marifet, katı, keskin veya ılık karşı darbelere, kanlı faşist darbelere aldırmadan zaruri ihtiyaçtır; direnç ve umuda nöbet.

Siyasetin soy kütüğüne muhalefet şerhidir umut ziyareti. Sulu sepken sıfırın altında bir kış günü buz tutarken eller, gönül sıcağı muhabbettir umut nöbeti. Ve ak doğanların kanatlarında umuda nöbet nöbet havalanan isyandır göğe çivilenen. Çıplak kralın çoktan çarpıldığının habercisidir siyasetin soy kütüğüne çakılan her gümüş çivi. Veya giyinik gömülmek gibi bir erdemliliktir can bedenden ayrılırken umuda nöbet tutmuşluğun bereketi.

Asilik, asi görülmeler ziyaretlerle, nöbetlerle ve ziyafetlerle süslendikçe en hasından asil görüntü ve görüntülenme çabaları bile azalır. En azametliler de azarlanır. Endamını görmek ve en beterini reva görmek, gününü göstermek üzere kurulu şeytan üçgenlerinde bedavaya sağlanan salınımlar da kurşungeçirmez aynaların ışığında kırılır. Işık kırılması aynalara asılır ve vesikalık fotoğraflar alnından öpülür. Kara duvarlara ismi çivilenmişlik ise; ayrıcalığın dik alası ve uyduruk dukalığa direnişin sembolüdür.

Ve ziyaretler; bu son ziyaret, son ziyafet olsun ve zarafet ile son bulsun. Ziyaret umuda, umut nöbetlere dursun. Ve bilinsin her şeyin aslı umuttur, daima da tazelenir ve hasmından beslenir.

Siyasetin soy kütüğünde asılı ve asil öğütlere rağbet etmektir korkusuzca ziyaretler yapmak. Her ziyaretle endişeye kapar kepenklerini umut. Bazen bir sürat teknesiyle dönülmez yolculuğa çıkabilmektir soyluluk. Bazen ciğerlere denizden sarkan özgürlüğü depolayabilmektir köhne zindanlarda. Her zaman sahte delillere inat umuda yolculanmaktır dar hücrelerde. İşte budur sonsuzluk. Sonsuzluğa yürümek. O nöbetler ki deneyimlerin sabitlenmesidir tarihe yaprak yaprak. Yıllardır beklenen ama en beklenmedik anda karşılaşılandır;  tam bağımsızlık.

Karartılan anıları yakalamak ve aydınlık geleceği kucaklamaktır mahirlik. Bu güne ve yarınlara ışık tutacak manifestolara usanmadan imza koymaktır cesurluk. Cesaretin haksız yere karşılaşılan esaret ile kan kardeşi olduğunu bilmekle başlar siyasetin alfabesi. Ve yiğitçe yaklaşımların zihni tecellisi ise, siyasetin soy kütüğüne kime ne zarar vereceğini bilen gümüş çivileri çakmaktır. Ve emsal olacaktır o çiviler gelecek tüm yersiz değerlendirmelere ve başa gelecek tüm değersizleştirmelere. Ve yurtseverlik, denizin bittiği yerde okyanuslara haykırmaktır avazın suskunluğunu.

Siyasetin boy aynasının çatladığı gün bu gündür. Ziyaretçi kabul binası önündeki umutsuz bekleyişlerden, umuda nöbetlerden sonuç çıkarmaktır tüm solgun ziyaretler. Bir şeyler yapmak lazım diyerek başlanan sessiz ve sonsuz eylemliliğin cihana yayılmasıdır bu nöbetler. Başlı başına büyük isyandır. Bu direniş çok yakında anılarda kalacak olabilir ama umuda çakan kıvılcım asla unutulamaz. Daha nice tahtlar devrilir, masalar, sehpalar devrilir unutulur ama siyasetin soy kütüğüne çakılan gümüş çiviler hiç unutulmaz.

Şimdi bu günü yan yana dizilecek sözcüklerle anlatmak lazım gelir ama zor. Zoru kolay eylemek günleri daha gelmemiştir ve hala erdemli durmak gerekir can bedenden çıkmayınca. Güllerle donatılı tarih yolculuğunda vurgun yemeden özgürlüğe ve barışa ulaşmaktır mesele. Ve inanç tutukluk yapınca yaslar da, yasalar da hesaplar da karışır. Açılmaz sanılan ağır demir kapılar da açılır. Yer yarılıp gök açılınca siyasetin boy aynasındaki uzun kısa, tombul sıska tüm pozlar çatlar. Davalar çöker.

‘Yatmadan olmaz birader’ doğruculuğuna içeride ve dışarıda kalanlar bilinç ekledikçe, diranç kattıkça uzun soluklu olur iktidarla mücadele. Arada sırada medya dünyasında güller açar, karanfiller solar, meydanlar canlanır ama tepede daima kara bulutlar dolaşır. Savlanan  tüm suç siyasetin soy kütüğüne gümüş çiviler çakmaktır. Suç sayılamayacak suçlamaları yapmak siyaseten sayılır ve getirisi zenginlik sanılır ama hiç de öyle değildir. Olacak olan ithamcıların siyasetin soysuzluğuna çivilenmesi, soy kütüksüz, sopsuz ve nefessiz kalmasıdır.

Gün gelir siyaset arenasında siyasetin boy aynasında simlenenler ve simgeleştirilenler de nesepsizleşir. Çala çırpa kibirlenip edepsizleşir. Ancak bir gün mutlaka kurgulanan korku duvarı da delinir, beyaz saraylar da yıkılır. İşte o vakit anlaşılır; tüm hor görülenler, eza cefa çekenler, adam gibi adamdır ve her şey insanlık onuru için yapılmıştır. Sadece anlamakla da olmaz, anlamayı bilmek gerek.

Duymazlık ve duyarsızlık dünya üzerindeki en vicdansız tavırdır. Tıynetsiz tavırsızlıktır. Ve bu kara vicdanlılık geniş yığınların, yarı çoğunluğun ballı ekmeğidir. Bal teknesine abanıp ekmeklerin bozulduğu gün düzenin bozulduğu gündür bilmezden gelinir.

Bu gün hâkim siyasetin boy aynasının orta yerinden çatladığı gündür. Bu gün kim neden doğmuştur veya kimler ölmüştür, ölecektir unutulur gider. Hemen unutulmasa da zamanla anılarda silikleşecektirler. Ancak umut nöbetçileri ve nöbetin kazanımları simgeleşecektir. Yarınlara ışık tutacaktır tüm tutuklanmalar. Ve siyasetin soy kütüğüne gümüş çivileri çakanlar ve çakılan gümüş çiviler şeytan üçgenine rağmen dünyanın altını üstünü belirleyecektir.

Anı kurtarmak için değil geleceği yakalamak için mücadeleye devam günü bu gündür. Bu gün siyasetin boy aynasının çatladığı gün olsa da bu boşa ömürden çalan son ziyaretler olsun.

Silivri’ye de, Silivri’den de.

24 Şubat 2016 Çarşamba

SARAY MUHALLEBİCİSİ VE MUHALLEBİCİLERİ…

SARAY MUHALLEBİCİSİ VE MUHALLEBİCİLERİ…

Her şey mantık dışı, bilim karşıtı ve biat kültürü ile hak edilmeye, halledilmeye,  halkedilmeye çalışıldığından yaşanan felaketler uzar gider sonsuza. Ve de görmezden gelinir. Yollar savaştan kararır ve kapanır. Haram aylar hortlar kabileler tarihinin derinliklerinden ve hristoslara emanet edilir bunca İslam âlemi. Tepeleme İslam övünüşüne karşın küffarlara bel bağlanır kör şeytan çıkmazında. Eyvallah der tüm mezhep cambazları bu karara. Sanki yepyeni bir çağ yaşanıyor mesajlarının sessizliğinde, bedevi kabileleri devri başlar, başlatılır.

Bu arabik atmosferde memleket saray muhallebicisi ve muhallebicileri çizgisinde lapalanılınca aksayan mevcut iktidarları meşru saymak ve saygınlaştırmak da hızlanır. Ne me lazım malzemeciliği sarayın muhallebisi tutmadığında iş başı yapar. Yeme ve yedirme operasyonlarını başlatır saray muhallebicisi. Tatlı su muhallebicileri de boş çanak yalar. Ama tüm açmazlar emperyal istilacıların istiminde ve istifinde olduğundan kaçılamaz gerçeklerden. Savaş, kaybedecek zaman kalmadı noktasına dikeylenir. Dikine gitmeler de bir yere kadar.

Aslında yüz yıllardır saray muhallebicisinin muhallebisine hayranlık anlak zayıflığı ve damak zevksizliğinden kaynaklanmaktadır ve muhteşem sonsuzluğa soluksuz ayaklanmalar ile ulaşılır.

Yakın tarihte kayıtlı jön Türklerin sarayla kavgasından bu güne istihbarat ve komplocu zihniyet her dönem vardır. Ve karşı mücadele karşılıklı devam etti eder. Saray kaçan kaçar kurtulur, kaçmayanı kaçamayanı o gün bu gün yakalar. Yakalar, hapseder, işkenceler, sürgünler. Denetim ve gözetim altında tutar. Beklenen Adalet gecikir, geciktikçe geciktirilir.

O günlerden bu güne Ottoman da olsa Cumhuriyet de olsa otomatikman monarşik hükümranlık din iman mezhep soslu cereyan eder. Saray muhallebicisi ve muhallebicileri dışında kalanlar potansiyel anarşiktir. Bu topraklarda hiçbir zaman  indirim uygulanmaz düşünene, lehte takdir yetkisi asla kullanılmaz. Darbeler, sivil asker uzlaşmaları ve akıl sulanmaları ile dünyaları götürmelerin zeminini hazırlar saray muhallebicisi. Dünün çulsuzları tatlı su muhallebicileri bu günün milyonerleri milyarderleri devşirme yatırımcılarına döner anında. İngiliz ramseylenir ışıltılı kravatlanır, baylanır. Batağa sürüklenmenin reçetesiz kalmanın tipik korsanlaşmasıdır aslında tüm yaşananlar.

Savaş çıkmazında ara sokağına girildiğinde saray muhallebicisi ve muhallebicileri eski hesaplaşmaların hersine saplanırlar. Alt üst olmuş bir toplum hangi karakterleri asansörler tarihte de karşılaşılacağı üzere bellidir. Toprak sınır tanımadan bellemeğe gidilir ama emperyal istilacıların miğferine çarpılır. Devir o devirdir, devran ise sürenin mantığı işlemez gereğince. Tarih asansörü gelir saray muhallebicileri mezarlığında bozulur.

Hangi kültür hiç hissettirilmeden şırınga edilir ise o yönde gelişir tarih, ezer tarihin paslı çarkı dünyayı.

Yakın tarihte de karşılaşıldığı gibi bu coğrafyada saray kendi düşmanlarını yaratıp akılları muhallebileştirdikçe verilen sözde öğütlere de harfiyen uyulur. Öğütün nevine ve hacmine bakılmadan uyulunca öyle bir gün gelir ki birilerine yerçekimi de azalır, altından saray kapıları da aralanır,. Tarihin akışına yön vermek yerine taş yerinde ağırdır misali yozlaşılır. Memlketi uyutmak maksatlı din ve yönetim işi birbirine karışınca karıştırılınca sarayın borusu öter. Öttükçe tüm ayıpları bir bir örter. Gizli saklı kalmaz geride aklanılır cümbür cemaat. Geriye tek bir arzu kalır, yeryüzü halifeliği. Devletin kılıcı bu eyyamcı hilafetin dini doğrultusunda keser. Din değerinde bir güce kafa tutmak elbette günahtan sayılır. Ancak din hangi dindir ve din sadece savaş sanatını iyi bilmekle mi olur tartışılamaz.

Son yıllarda yenilgiden başka bir değişim yaşamamışlık yeni stillere şifrelenmeyi de zorlaştırır. Yüksek faturaları ödemek yine memleketi bu hale getirenlere değil millete düşer. Bu millete kodlanan muhalleb de, muhallebi de uymaz...

Politik protesto, mitingler ve eylemlere aldırmadan durum tespiti yapılıyorsa ve fiili durum topluma hakkınca anlatılamıyorsa bu gidişle vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı nice tehlikelerle baş başa kalır. Ayrıca milletin azmi ve kararlılığı yangında ilk kurtarılacaklardan sayıldığı halde ateşe bırakılmışçasına patlar, ihtilal bayrağı da el değiştiriverir. Demek ki meşru hükümranlık, meşru hükümet ve meşru saray muhallebiciliği ve de bunların hukuksuz kitapsız dinciliği ortalığı karar, kırar, karıştırır. Olan millete kalan saray muhallebisi çocuklarına bal çanağı olur.

Nice kongreler, genelgeler, andlar ve antrelerde çare olmaz, iflah olmaz saray muhallebicisi ortamına. Fiilen bir öz varlık yitimi yaşar toplum ve toplumlar. Ve meşruiyet taktik değiştirir ve sarayın meşruluğu da tartışma yaratır. Böylece dünya eskisi gibi dönmez, eski yerinde durmaz. Tarih böyle okunur, tarihte de böyledir.

Zaten tüm dünyanın her dönemde bölünmez topraklar olarak görülen bu topraklarda cirit oynadığı anlarda sarayla zıtlaşmalar her daim yaşanmıştır, halen yaşanır, yaşanmalıdır da. Unutulmamalı ki bu millet bu vatanı küllerinden var etmiştir.

Ayrıca saraya, emperyalizme ve din, iman mezhep bezirgancılığına baş kaldırı Ata’dan kalma bir meziyettir.

19 Şubat 2016 Cuma

IŞİD İŞİTİLDİĞİNDE EN BAŞTAKİLER BAŞTAN SAVDI VE…

IŞİD İŞİTİLDİĞİNDE EN BAŞTAKİLER BAŞTAN SAVDI VE…

Bu dönemde aklı başında rasyonel davranmayanlar her beliren ciddi krizde ve millet adına çok tehlikeli sonuçlara gebe bunalımlarda hiç durmaksızın en fenayı bağırırlar. Ve en fenayı imdada çağırırlar. Emperyal istilacıların denetiminde durum düzen bozucu ve yıkıcı bir hal aldığında ise savaşa davetiye çıkarmaktan asla geri durmazlar. 

Zamanında işine geldiğinden veya öyle olmalı babında IŞİD’i gerektiğince işitmemekle başlayan süreç, ne kadar iyi yönetildiği iddia edilse de iyi yönetilememiştir noktasına gelmiştir diyenler çoğalır. Sonrasında IŞİD demeyip başka isimler telaffuz etmelerle de işin içinden sıyrılmak güçleşir. Yetmez başka harf birleşimli örgütlerde işin içine karışır. Ve bu Ortadoğu alaca karanlığı ve ateş sarmalında ülkenin başına daha çok, çok işler açılır. Budur işte her şeye baştan engel olmayışın faturası. Ceremesi de ağırlaştıkça ağırlaşır.

IŞİD işitildiğinde sağır kulak davranmanın sonu gelmiştir.  İş işten geçtiği sanki yeni anlaşılmıştır…

Anlamsız hülyalara dalarak, akılsal davranmayışın, aklı gereğince kullanamayışın getirdiği tüm olumsuzluklar bir bir her haneye yazılınca son çare kime yazılınacağın terazisi de şaşar. Moskof gavuru ile cebelleşmeden tutun da ibre daha nerelere kayar tarih şaşırır. Bu talih kader kaçkınlığı en uzun sınır boyunda ilerledikçe akıl ne renk tutar ne de kafa. Şeytan kovmak babında tahtaya vurmalar da hiç işe yaramaz.

Emperyal akıllıların tezgahladığı bu kirli savaşlar ve istila ruhlar asla satılık değildir diye söylene gelse de devam eder. Yeni versiyonlar piyasaya sürülmüştür bile. Ayrıca bedelini, ederini etmezini ziyadesiyle zikreder türetilen tinsizler ve dinciler. İyice dinsizleşen şeriat kulvarında oluşan mezhepsel ritim bozukluğu her şeyi kıt akılla sorgular. Kitaba hizmet hiç kimse de asıl sen kaçasın diye sorgulamaz neden ise. Çoğalan itirazları ve etkin muhalefeti sindirmekle görevlendirilmişçesine herkes külahının altına siner.

Her gizemli ve ritmik geriye ilerleyiş kendi cihatçılarını yaratır belki ama yaratmak da Allah’a mahsustur. Ancak bu cehennem zebanilerini yüce Yaradan’ın yarattığına inanmak da gittikçe zorlaşır. Allah muhafaza dinden çıkmak da kendiliğinden kolaylaşır. Her benzer makalede çeşit çeşit hünerlilik bulunsa da en yazılması zor ve okunması daha zor paragraf işte burasıdır. Dini kategorileri seçip süzen, din bezirganları, hin borazancılar, akıl kaçkınları üstlerine vazife sayarlar zerresini anlayamadan. Oysa bu stilize edilmiş neo dincilik diyarında bir gece, bu gece ve her gece akıl alaborasıdır yaşanan ve akıl karaborsasıdır yaşatılan. İster istemez isyanın kara sularına girildiğinde ise göz hiç bir şey görmez. Görmez çünkü öyle sağa sola fırsat bu fırsat gazlayanlar ve bombardımanlamalara bel bacak bağlayanlar başa daha ne işler açar. Açar da açarlar, başa başka işler de açılır. İyi bilirler…

IŞİD işitildiğinde topyekun sağır kulak davranmanın, sağır kulak kör göz davranırım hasıladan sebeplenirim demenin sonu budur işte. İş işten geçtiği sanki yeni anlaşılmıştır. Savaşa devam…

Kara yazgı edebiyatı bir yana bu yazı ilerlediğinde ve okunduğunda dahası da var denilebilir. Sırımlanan sütunlar kahramanlığı da kaçaklığı da simgeler. Sınıflanır tüm kelimeler ve paragraf dağı yeşerir. Öyle dağ taş bombalamakla olmayacağı da yakında geri kafalara çivi gibi çakılır. Bedenin gölgesi, yüreğin buğusu kara toprağa düştüğünde, kırlangıç fırtınası memlekete ulaştığında, haberci al dumanların isi genizlere dolduğunda en akıllı usluluklar bile yavaştan azar. Dümenden dümene geçenler, dümenden de olsa iyi iş yaptı diyenler, her yanlışı düzeltmek namına örüntüleseler de tutmaz. Çünkü en paylaşılamaz duygular acıya yatırılır. Düz mantığa inat erksel hüküm icraatlarına karşı duruş belki sokaklaşır veya sokaklaşmaz ama çok canlar al tabutlar içinde koca memlekette adres arar. Caddelerde direnişin kıvılcımı çakılır belki yeniden veya çakılmaz ama cenaze merasimlerinde en önde saf tutmakla da günahtan kaçılamaz.

IŞİD en başta işitildiğinde,  başta en baştakilerin keyfi kaçmayınca, baştakiler baştan savar tavır takınınca, sözde şaşar, yazı da şaşar, Arap kızları camdan bakar. Öncesi de var, yazılmıştır da…

Aslında upuzun sınır doğrultusunda tüm kargaşalar, dini kaçıklık ve mezhepçi sapkınlık bulamacında çırpınmak bu millete reva değildir. Yahu kimsin sen, in misin cin misin, ne zamandan beri varsın, var mısın yok musun, neyi takiptesin, neyin peşindesin, kimin peşindesiniz diye sormaya cüret edemeyen hilafetçi çoğunluk yüzünden peri perişan olmak da yakındır. Kabuk ortadan iki çatlamak üzere. Her ulvi ideyi peşin kaça olur sorularıyla karşılamayı adetten sayan, sayı saymayı bilmez bunalım artıkçıları ile bu kadar yol alınır. Yol bulmak,  dolgusal malzeme olmaktan başkasına aklı ermezler Mevla’yı nerede ararlar bellidir aslında. Bu bitarafçılar yüzünden kör gözlerinden, simetrik gamzelerinden hüzün içilen hayat da küser gariplere. Ve koca şehir ışıklarını kamyon yükü bombalar paramparça edince karanlığa gömülür ılıman limanlar. Gömülür insanlık asfalta. O görünmezlikte kaçaklara ve vebali ağır kaçamaklara gün doğar. İşte o zaman gerçekten kederlenilmelidir. Çünkü mezhepler cenneti-cehennemi kurulmuştur artık.

Kurgu mezhepler coğrafyasında kan kusturan, hayatlara kıyan neodincilik durmaksızın doğudan batıya çark edince, oradan kuzeye kuzeyden güneye de savrulunca başlar savaş. Her şey kendi halinde giderken başlar huzursuzluk. Kabile devletlileri gibidir kontrolden çıkış ve tüm akıl depoları kendi kendine birden boşalır. Her yeni oluşumda mükemmelmişçesine boşa geçen günlere, uzun yıllara hayıflanmak ve hay huylanmak kanton kaçaklığının kaça mal olacağını da iyice belirginleştirir. İç barış sağlanmadan dış barış aramak kimi piyonlaştırır tel tel ortaya dökülür. Oralarda bir yerlerde koca levhalarda bu şehir bizim size haram, paletli makinelere yol ver kaptan ibaresi ibretlik bir armada olarak bedenlere akıllara kazınınca din iman mezhep üçgeninde buharlaşmalar başlar. İşte bu yüzden akıl kaçkınlığı ve yasal kaçaklık üzerine somut düşünceler de yoğunlaşmak gerekir. Kim yoğunlaşmalı sorusunun yanıtı ise kim değil kimler olur.

IŞİD en başta işitildiğinde,  en baştakilerin keyfi hiç kaçmayınca, baştan savar tavırlılık kısa sürede gözden düşmeleri de tetikler ve…

Hala övünçle ilerledik, ilerledikçe gerildik anlatımları bataklığa sürüklemektir ahaliyi. Ahval ve şeraiti düşünmeden mevcut durumdan kendine vazife çıkaranlar o sürek avında avlanabilirler de. Orada burada kim kaçak, kaçağı kim tutacak heliksinde lüks içindelik de göze batmaz belki. Ancak savaşma anlamsızlığında akıl kaçkınlığına iyice yakalanılır ise iş başka. Göze batar Karunluk. O andan itibaren nedendir bilmeden, nedenselliği sorgulamak, çare nedir görmeden, yeni çareler aramak ve bedevi çöllerinde bedava aranmak da nafiledir. Aslında işin özü baştan ayağa yenilenmek değil üç beş kuruş veya üç beş yıl daha uğruna yenilmedir, yenilmelerdir. Elde avuçta başka çare kalmayınca da satranç ustası pozunda şaha kalkan savaş atlarının nallarındaki mıhları saymaktır kazanç.

Kan akar, akıl akar kudurur bu şehirler, bu bölgeler ve Ortadoğu. Savaş karmaşasında kaçar durur çaresiz insanlar. Yasaklar ve yasaklanmalar artar. Hal yoluna koyulamaz o mülteci halleri. Telef olur kadınlar, kızlar ve çocuklar. Bilinse ki kaç şehir, kaç ülke, kaç millet yanardöner ağlar bu illet hallere. Elbette ateş düştüğü yeri yakar ama ateşin çapı büyüdükçe büyür. Vay memleketin haline o vakit. Düşünülse ki kaç şehre, kaç millete, kaç mezhebe takılır akıllar. Ve bu din iman mezhep cehenneminde nakaratlar nasıl sonlanır bellidir aslında. Bir yanık ezgidir ezilenlerin payına düşenler. Düşünülse kaç insan bir gecede bir kalemde buharlaşıverir, bulaşıverir bu kara yazgıya. İşte gerçek gereğince düşünüldüğünde tüm bu ahkâm kesmeler anında kesilir. Gereği düşünüldü yazılır zapta…

IŞİD işitildiğinde başta en baştakilerin, sonra en sondakilerin ve kara kuyrukçularının kuru tutuşur tutuşmasına da, kuruna batar ismi başka aslı aynı başka IŞİD’ler…

Yaşanmazlar yaşandıkça yaşantının her evresi her devresi nasıl sayılmazlaştırılır ve en tenha aç yüreklere kaç şehir kaçkınlığı, din simsarlığı sığdırılır anında görülür. Sağa sola ak köpüklü simsiyah dalgalar savruldukça en temel değerler dahi anlamsızlaştırılır. Bu savaş salgılamasında ve algı yalpalamasında, bu olgu karmaşasında ve çatışma dolgusunda notasız rotasız sınırları yarar geçer çelik kuşlar. Göğü deler saçaklardaki ak köpükler ve yüreklerdeki al kütükler. Aklı başında birilerinin bu çıkar savaşına bu savaş köpük köpük imkânsızlıktır aslında demez nedense. Her yeni doğanı mekânsızlaştıran ve vatansızlaştıran bir yobazlık el çabukluğu marifet dinleştirilir. Bu dini dönemeçte akıl küpünü kapaklamamışlara da akıl bocalaması hissettiren salvolar yapılır her cepheden. Tüm başıbozuk terkipler, takipler ve taktikler ilmek ilmek taze beyinciklerin ince kıvrımlarında dolaştırılır. Karşı ihtilal de en beyinsizler nöbet tutar ve büyük sermeyenin küçük kapılarında, emperyal istilacılara topuk selamı verirler. Ortadoğu’da nöbet nöbet yaşanan ise bitmeyen sudan sebep kavgalara alkış tutmalardır. Dökülenler içten sarsılışla cebren altından kumlara gömülür.

Tümden gelen tüme varan tüm tetik, tutuk, yatık tutkular mermer lahitlere gömülüverir. Akan kan toprağa değince de umutlar artık deniz renkli doğar.

Doğudan akan güneşle son tümceler de tümlenir yazıta. Memleketin gözyaşlarında Ortadoğu mehtabı, kirpiklerinde yıkık kentler, kaşlarında yasak şehirler, yeşil gözbebeklerinde memleket serabı fotoğraflanır. Diktanın ardı sıra kaçaklık savmalar, yangınlar sıralanır. Şimdiden böyleyse yarına savlananlar ise savaşın sonu her ne olur ise olsun avlananlardır. Hesabı verilecek acı gerçek budur ve yaşanmışlıklarla sabittir. Olan kadınlar, kızlar ve çocuklara olur. Bu ve benzer acıları hissetmeden, sorumlu sorgulamaları yapmadan en akıllıyım diye dolaşmalar ise sadece kordon boyu salınmasıdır. Ve o kordon gelir durur boyna da dolanabilir. Bu aile boyu kodamanlaşmalar da karın ağrısıdır. Eninde sonunda baş ağrıtır. Din iman mezhep çıkmazında bütün bu kıyımlar, yıkımlar ve kirli savaş kimin ak kimin kara olduğunu da çok yakında ortaya koyar. Bin bir gayretle kimin ak kimin kara olduğunu anlatabilmek için akla karayı seçenler, bu akıl kaçkınlığı ve saray kaçaklığına açık davetiyelere de kapılarını kapatanlardır. Kapalıdır kapılar. Kılı kırk yararak anlatmaya ne hacet demekle de olmaz. Direnmek gerek.

IŞİD işitildiğinde en baştakiler baştan savdı da ne oldu? Ne olur? IŞİD işitildiğinde sağır kulak davrananlar, iş işten geçtiğini sanki yeni anlamışlar gibi davranma haklarına sahip değiller. İsim değiştirmekle cisim değişmez. Sağır kulak kör göz davranır ve hâsıladan sebeplenirim mantığının sonucu mantıksız savaşlara dış gebeliktir. Keyifler kaçar, süreçte gözden düşmeler de tetiklenir. En baştakilerden, en sondakilere ve kara kuyrukçulara kadar kurlar tutuşur, ismi başka aslı aynı IŞİD’ler uğruna kur batar ve savaşa girilir…

18 Şubat 2016 Perşembe

DEDEM KORKUT'LAR…

DEDEM KORKUT'LAR…

Çocukluğumda Dedem Korkut Hikayeleri derlerdi korkardım. Hikayeler, destanlar, masallar korkunçmuş sanırdım. Masal anlatmak isteyen büyüklerim sakın anlatmasınlar dilerdim. Ballandıra canlandıra anlatıldıkça da kahramanları en kahraman dinleyenleri korkakmış anlardım. Ve şaşardım bu döngüye, on ikiden sonsuza. Her defasında çocukları bunca korkutmak nedendir diye kaygılanırdım.

Masallar dinleyip büyüdükçe ve büyüdükçe kendi masallarımı tasarladıkça kavradım işin özünü. Korkutmak insana özgü korkmak ise tüm canlılara…

‘Uzak denilemeyecek yakınlıkta çanlar çalar ve çok uzaklarda minarelerin mahyalarında fenerler yanar. O yangında cılız sarımtırak bir ışık vurur komşu evlerin güneşin son nefesiyle kızarmış çatılarına. Ardından akşam yırtıcı patilerini geçirir sokak lambalarına. Ve çatlar yağlı kandillerin isli karnı. Pisi pisine ölmek anıdır sanki hazla hazırlanan. Camların çam yarması kapakları bir bir kapanınca canı sıkan ve cananı yakan bir dışarıda kalmışlık vurur damgasını gamlı geceye. Aniden şımarık bir fırtına başlar. Şimşekler çaktıkça çakar. Ve başta tanrılar masal başlar. Macera dünyanın ücra bir köyünde başlayıp ta Eskimo iglolarına dek uzanır. Oradan dünyanın dört bir yanına. Hediyeler alınır verilir ama bir gönülsüzlüktür yürek burkan. Kuzey kutbundan güneye savrulurken ve doğudan batıya masallar birlenir. Bembeyaz bir lekedir artık mavi kürenin tavanında dolaşan minder minder bulutlar. Ve aşka gelir değişen iklimler. Ve o aşkla büyür dünyanın bütün çocukları…’

Büyüdükçe anladım ki masallar değil gerçekler korkunçmuş. Meğer yaşam birbirinden ilginç olaylarla daha da korkunçlaşır, korkunçlaştırılırmış. Çocukluktan belletilen o keskin duygu üzerinde tezgâhlanırmış en ince planlar…

‘Dedemler de vardı. Şimdi yoklar. Yıllardan sonra akıl boşluğumda bir birer masal kahramanı gibi anılarımda dolaşırlar. Dedemin biri yıllar önce geçtiğim genç yaşında şiir gibi süzüldü paralel evrene. Hayatın imbiğinden geçti gitti tek başına. Diğeri geç yaşta şirin mi şirindi. En sevimli insan haliyle direndi, bal ormanında köklerini aradı son nefesine kadar. Ve çözüldü hayattan o da. Doğanın kanununa direnemedi ve gitti. Dedemlerin benden ayrılışıyla demlendim, yalnız kaldım sandım masallarda ama korkmadım. Acı reçeteyi ise babamın göçüşü ile yuttum. Ve ne masallar uydurdum aklım sıra.

Çok masallar dinleyemedim onlardan ama dedelerimden sakallısı muhteşem maniler söylerdi ninem üzerinden bizlere. Ninem elinin tersiyle manilerdi ama manilerde maniydi yürekleri cezbeden cinsten. Çoğunu unuttum. Diğeri manidar yaşadı, hızlı ve kısa. Çok kısa hayatına sığdırdıkları anlatıla geldi yıllarca, masal tadında. Böyle işte.’

Paslı yaslı hatıralarım daima karanfil ve kekik kokar. damağımda kalan eksilmeyen anason buruğu bir tattır tüm masallar. Biri minik cüssesine asla sığmayan bir o kadar da yerin altındası olan, tüm yaşam çıkmazlarını sırtında taşıyan bir yiğitti. Pes etmez bir yürek. Ceplerine sinmişti kekik kokusu. Ceplerindeki karanfil kokulu madeni bozukluklarla tarçın çayı ısmarlardı çocukluğuma. Susamsız simit, akide şekeri taşırdı mendilden çıkınında obalara. Yaylardı yaylalarda. Yaprak yaprak gözümün önünde tüter taştan barınakların buharı hala. İnce sırım gibi olanı ise bir kalem pirzolasını dahi paylaşırdı masasında. Ayran içtiği çay bardağı hala aklımda en çetrefelli soru, çengelli neden işareti. Belleğimde hala izi, izleri var.

‘Günü birlik akarken masallar tarihin cilvesi kaleden kızıl kuleye seyreder. Aile boyu dostluğun, o eşsiz yarenliğin kırıntıları altın kumsalları yayılır. Akıllar dağılır ve ince kumlara ulaştığında anılar yeniden doğulur. Doğanın en çetin rengi billur çaylarda oynaşan alabalıkların sırtındaki sırdır. Solungaçlı sırtlarda ışır dünyanın ahengi. O ahenkle en harikasından harlanan yalnızlıklar masallarla buluşur kuytularda. Ve dedemler izler anılarımdan dökülenleri, usanmadan toplarlar ardım sıra. Biri Kuzey rüzgârları ile boğuştu benim iki katım ömründe. Diğeri ise fazladan yıllar dilenmedi hayattan…’

Çocukluğumda Dedem Korkut Hikâyeleri de okudum harfleri sökünce. Korkardım yedi başlı ejderhalardan, dilinden ateş saçanlardan. Ürkerdim. Sonra o tarih soslu tersane de içlendim, biçimlendim. Ve korkmaz oldum asla. İleri seviyede okudukça da tüm kerkenezlerden tiksindim. Belalara şerbetlendim.

‘Kervansaraylarda iç sızlatan memnu aşklardan kaçtım çocuk aklımla. Kervanlarla yolculandım, kavruldum. Ağaç gölgelerine sığındım kelaynaklardan. Aynalara bakmaya çekindim yıllarca. Önüme serilen portakallıklarda karıştım delisine velisine. Duruldum. Yaylara varıp aşkın kemendiyle vuruldum. Hayatın lezzetiyle tanıştım gelincik tarlalarında. Tavlandıkça gönül gözüm açıldı. Gürül gürül akan aksularda yıkandım. Bin yıllık çınar dibinde asırlık cevizlerin altında demirledim. Ve güneş yanığına savruldum. Tenimiz derlendi aklımız demlendi. Büyüdüm. Büyüdükçe gerçekler korkuttu masalsı dünyalarımı. Korkutmaya yeltendiler top yekûn korkmazlığımı ama beceremediler. Çünkü masalların o en hoş kokulu serinliğinde serilmişliğimiz var korkusuzluğa. Dedem Korkutlarla tanışmışlığım var yıllar evvelinden. Kısaca minnetle çıkmışız yamacına gözü pekliğin. Dar boğazlarda buz sularda yanmışlığımız, masallanmışlığımız var. Korkutmaz bizi ateşin de ateşi, eritir sadece yeniden yoğrulmak üzere…’

Dedemler hiç korkmadan yaşadılar. Tatlı sert adamlardı. Onlardan korkanların çok olduğu da muhtemeldir. Ama güzel insanlardı. Biri değirmen taşını yerine tek hamlede koyandı. Kabara dünyasında örsüyle, mıhıyla, çekiciyle iki aile bakandı. Diğeri tığ gibi narin sadece siyah beyaz fotoğraflarda yaşadı. Renklisine kavuşamadı ömrü. İnce hastalıktan sararmış yüzünde masal cesareti vardı. Sıyıramadı bedenindeki düşmandan canını. Kurtaramadı yakasını. Beyaz lale gibi boynunu büktü, hakka yürüdü ağır ağır. Pırlanta gibiydi zekası, fışkırıyordu gözlerinden cennet rüyası. Şövalye yüzüklü bir masal şövalyesiydi. Darıldı gitti başka diyarlara. Gittiler. Masal oldular.

Yani ben Ata dan böyleyim. Masal da dinlerim, anlatırım da. Yazarım da. Ve severim çocukluğumdan bu günüme masalları. Asla korkmam. Hayatta korkmayız ipini koparmış kara masal canavarlarından, uyuz soysuz itten, kırpık kopuktan. Hakikaten hayatta sadece hiçleşen kahramanlardan ve ucuz kahramanlıklardan korkarım. O kadar.

O nedenle çok geç kalmadan kızıl kuleden kara kalelere vururuz eksik gedik anılarımızı. Çocukluktan kalma korkusuzlukla ve silikleşen korkuyla. Hepsi bu…

16 Şubat 2016 Salı

KÜRT…

KÜRT…

Şu fakir ülkede yıllardır nice canlar yanar, sular seller gibi gözyaşları akıtılır Kürt sorunu yüzünden. Bu bereketli topraklarda binlerce yıldır Kürtler de yaşar. Son yıllarda kültleşen şu Kürt sorunu aslında bölgesel ve dinsel normlardan çıkıp evrensel ölçeğe ulaşamayışın merkezkaç dayatmasıdır. Yakıcı yıkıcı biçimde sınır içi ve sınır ötesi yaşananlar ise bu emperyal empozenin açıkça dışa vurumudur. Kürt realitesi paralelinde yaşanmazı yaşamalar, yaşananlar ve yaşatılanlar resmen başta psikolojik savaştır. Sonrasında ete kemiğe, kana ve plazmaya dönüşmüştür. Sıcak savaşa öncelenen boğucu atmosferde taraflarca, ‘psikolojik savaşın kazananı olmamıştır’

Psikolojik savaş taraflarca kaybedilince, bu kirli savaşa, diğer mezhep bazlı bölgesel savaşlara endeksli her diriliş, uyanış, uyarılış, bastırma ve sindirme anlayışı ve kavrayışı yöre halkına ve halklara, bütün topluma ve uydu devletlere asla ayna tutamaz. Aynanın simleri dağılır öteye beriye ve bir türlü boş çerçeveden çıkılamaz hakkıyla, halkıyla halklarıyla. İşte buna içte ve dışta resmiyle sabit resmen batmak denir. İç ve dış siyasette ise resmen; ‘resimsiz ve yorumsuz’ avallamaktır.

Son günlerde ülkenin doğusunda ve güneydoğusunda ve Ortadoğu coğrafyasında Türk, Kürt, Arap başta bir çok milletten olanı, Alevi Sünni İslam dinli dinsizi içine hapseden bir savaş cereyan ediyor. Hayata geçen, geçirilen sanki emperyal istilanın şu zengin topraklara vuran iç karartan izdüşümü. Bölgelerde karşılıklı olarak aslına dönüşen her eylemde olduğu gibi bir savaş değerlemesi bir bütün olarak diğer tüm değerlerin önüne geçmiş durumda. Geçmeli midir? ‘Geçmemelidir...’

Bütün temel genel geçerlikleri yok sayarak, ikame kurguları gereklilik haline dönüştüren bir iktidar, elbette yakıcı, yıkıcı, yok edici şüphelerin beşiğinde tıngır mangır sallanır. Sallandıkça bu şaibeli sürdürüm ile makrodan mikroya, çatışma, bölünme, ötekileşme ve ötekileştirme bunalımlarını körükler. Körüklemeye devam eder. Bu çatışma kültürü sıcak savaşı tetikleyen ve derinleştiren, halkları yürekten etkileyen çat kapı metamorfozu yaratır. Ve ‘savaş kaçınılmazlaşır.’
 
İçerde ve dışarıda seyreden, seyredilen bunca kanlı savaş çıkmazında, 3. Dünya Savaşı senaryolarının yazılmaya duruşun tam da eşiğinde barış, mutluluk, hoşgörü ve huzur kapsamında arayışlar boşa arayışlar olarak tescillenir. Değişen dünyada her soruna olduğu gibi Kürt sorununa da çözüm önerileri ve çareleri özlemler doğrultusunda artarak, çoğaltılabilecekken, ülke bütünlüğünde örtüşerek binlercesi ulunabilecekken hiç aranmıyor nedense. Siyasi sanatkârlar ve siyasal sanatçılar toplumdan koparak halkları askeri güçlerin ellerine bırakmayı görevden sayıyorlar. Her şey bir yana; ‘sanki savaş isteniyor.’

Zaten etnik ve dinsel, radikal dinci ve mezhepsel duygularla, bilgi ve bilime dayanmayan, duyurulara dayalı fos fikirlerle, felsefenin mantığını çözmeden, hayatın gerçekliğine uyup uymadığına bakmadan, uyuz bir uykuya dalıp sistematik yalanlar eleştirisinden nasiplenerek gelinen ve gelinecek nokta elbette budur. Savaş. Resmen ret ve inkârcı mantık modasıdır coğrafyaya giydirilen. Bu modaya yurt çapında kör modda  tarafgir olanlar ve olduranların sonunun nereye varacağı sınırlar içinde veya sınır ötesi; ‘savaş, savaşmama ve savaşamama şeytan üçgeni’nde belirlenecek…

 Şu garip ülkede;"ekonomi, geçim, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sosyal adalet, yatırım, sanayi, iş, aş, üretim, satış, fırsat eşitliği ve benzeri değerlemeler gün gelir  negatif yönde zirve yapar ve iktidarları sallarsa anında etniksel cepheleşmeler hortlar, hortlatılır ve ‘kürt sorunu’  adıyla dayatılır. Oysa yurtta Kürt vardır, Kürt sorunu vardır ancak; ‘Kürt sorunu bambaşka bir şeydir…’
 
Dayatma başlayınca vakti zamanında tatbik edilen ve sonuçsuz kalan köy boşaltmalar, insanlık dışı baskılar, kıyımlar, sindirmeler, şu bu kayırmalar, polis devleti görüntüsü ve asker imajı, yasakçı hukuk ve sosyal devlete inançsızlık temelinde tüm genellemeler anında bu güne adapte edilir. Asıl önemlisi bir türlü sosyal devlet olunamayışın faturası; ’bölgede ve ülkede devlete güven azalmış ve sarsılmıştır, gereği yapılacaktır…’ bağlamında işin faturası geniş halk yığınlarına kesilir. Bütün ‘suç Kürtlere yüklenir…’

Nedense uzak geçmişi çok iyi anımsarda kimse yakın geçmişi hiç düşünmez, bilmez veya öğrenmez. Çaresiz çözülmelere gebe ayni fonda sözde çözümleri pahada ağır dağa taşa anlatmaya çabalarlar. Geçmişte dört bine yakın köy, bir milyona yakın insan topraklarından, evlerinden barklarından edilmemiş, sürülmemiş veya göçe zorlanmamışçasına davranılır. Anayasanın 125. maddesi işe geldiğinde unutulur, iş zora düştüğünde anımsanır. Unutuldukça ayniyle vaki süreç işler, işledikçe de ’devlete güven yok olur’. Sonra durduk yerde devlete güven yok olmuş gibi toptan ‘Türkü Kürdü ayni düşünenlere yüklenilir.’
 
On yıllardır iktidarlar gelmiş geçmiş, son on küsur yıldır tek başına ayni hükümet baştadır ama; çok kültürlü toplum olmanın özellikleri bir türlü geliştirilmemiş, farklı etnik yapılar, farklı kültürler, dil, din, ırk, mezhepler kapsamında varlık sürdürme istemleri daima görmezden gelinmiş, kökten yok sayılmış, bilerek veya bilmeyerek mozaik çatlatılmıştır. Sonra da gelsin terörle mücadele. Terörle mücadele yasası yıllarca daima silah kullanarak uygulandıkça uygulanmış ve ’iç barış zedelenmiştir’… Zedelenir elbette.
 
Ayrıca geçmişten bu güne önerilen tüm ciddi çözüm önerileri siyasi suç sayılmıştır. Kürdü Türkü sorunu ayni görenler, siyasi polis, siyasi ceza, siyasi mahkum, DGM, Özel mahkeme, terörle mücadele timleri, Jitem, koruculuk sistemi, özel müdahale ekipleri, profesyonel terör kadroları ve netekim kart-kurtlu çıkışlar, sonuçsuz listesel açılımlarla tanıştırılmış ve önlenemez batış başlamıştır. Bu batışın, bataklığın yükseleni ise basiretsiz idareden dolayı içeride ve dışarıda ünlenen terör örgütleri ve türevleri oluşmuştur. Durum bu noktaya erişmiş ise yani el birliğiyle artık can yakan terör oluşturulmuşsa ufukta önlenemez  ‘kalıcı kaos belirmiş’ demektir. Hem de en beklenmedik anda belirir.
 
Çözüm bekleyen garip insanlara uzun yıllar boyunca fişleme, dosyalama, kayıtlama, infaz, yargısız infaz, işkence, gözaltı, gözaltı ölümleri, açıklanamaz kayıplar, faili meçhuller, askeri ve sivil yargı ayıpları, iz sürme, fiili karalama ve diğer akla gelenler veya şeytanın aklına dahi gelmeyecekler yapılmışsa ve zapt edilemeyen intikam duygusu ile halen daha yapılıyorsa kim ne derse desin sonuç bellidir; ’siyasal şiddetin önü alınamaz’.
 
Yakın tarihe çıplak gözle bakıldığında dahi OHAL, MGK, Özel harp dairesi, Mit, koruculuk ve koruyuculuk sistemi, özel harekât, özel tim, profesyonel asker, terör polisi, halk çocuklarından asker- komando, jandarma, çekiç güç, sınır ötesi berisi-gerisi-içerisi bolca sivil, askeri, polisiye harekat, bölgede lider kolluk güç olma hevesi, zoraki açılım- yalan dolan saçılım, erken seçim, seçim yenilemeler, bir kerelik, aylık, yıllık ve daimi teskereler ve benzerleri varsa ve görülüyorsa ve bir biçimiyle hala devam ettiriliyorsa maazallah ‘savaş nükseder’…
 
Yurt genelinde yaygınlaşan biçimde özellikle Doğu ve Güneydoğu’da demokrasi yerleşmemişse, yerleşmesi istenmiyor görüntüsü hakimse, her şey  aba altından feodal kalıntılara ihale edilmişse, insan hakları ihlalleri yapılmışsa, ihlaller Avrupa insan hakları mahkemesine taşınıyorsa, taşınanlar da devlet yüklü tazminatlara mahkûm olmuşsa, AB Normları ve ABD İstekleri hiç koşulsuz kabul edilip uygulanıyorsa, bu uyum yasaları topluma uyumsuzluk aşılıyorsa, bu beter uyuma uydurma fonksiyonları toplumda derin uyku hali yaratıyorsa, bölgede sınır içi sınır ötesi teskereli tezkeresiz savaş, adı konmamış savaş, kirli savaş, iç savaş, terörle savaş, silahlı çatışma, alçak şiddette savaş, hain saldırı, eşkıya saldırısı, terör belası, terör eylemi diye adlandırılan arbedeler gün ve gün artarak sürüyor ve sürdürülüyor ise; kardeş kanı daha çok akar, aktıkça akar. Daha çok‘Türk ve Kürt evladı hayatını kaybeder…’
 Seksenden bu yana ordu iç güvenlikle uğraşmak zorunda bırakılıyorsa, bu uğurda oyalanıyorsa, siyasetin tıkandığı yerde de bir gece yarısı düdük çalması bekleniyorsa, çalışan veya emekli paşalar hikayeden Ergenekoncu, balyozcu, darbe eğilimlisi bahanesiyle susturuluyorsa, laf dinlemeyen emniyet mensupları sebepli sebepsiz paralelci ilan ediliyorsa, gazeteciler haberleri ve yazdıkları nedeniyle haksız yere içerde tutuluyorsa, ülke aydınları Silivri’ye metazori tatile gönderiliyorsa; kan durmaz sınırlar dar gelir, içeride ve dışta milli dışına taşılır. Taşkınlık önlenemez bir hal aldığından bir hiç uğruna neredeyse ‘savaş özendiriliyor’…
 
emparyal istila doğrultusunda savaş kışkırtıcıları, rantçılar, rantiyeler, baştan bozuk şantiyeler, stokçular, kan üzerinden siyaset yapanlar, silah tüccarları, kaçakçılar, uluslar arası sermaye ve yerli malı işbirlikçileri, taşeronlar, olağanüstü hal talancıları, vurguncular, silaha, mermiye ve maaşa bağlananlar ehliyetsizler var oldukça, gizli aleni hala varsa ve günden güne artıyor artırılıyorsa; ‘ bu savaş hiç bitmez.’
          
Globalleşen dünya sistemsizliğinde siyasal bilinç ve sınıf temelinde birleşilemiyor ise, din dil ırk mezhep ve etnik köken temelinde bir ayrışma öngörülüp ayrıştırma planlanmışsa, özellikle mezhepsel farklılıklar her fırsatta fişekleniyorsa, İmralı kuş uçmaz kervan geçmez bir ada iken ipek yolu olmuşsa, uyduruk çözüm projeleri boyalı basının bile diline düşmüş, malzeme olmuş ise Kürt sorunu kolay kolay bitmez. Bitmeyeceği ve bitmediği üzerinde çene çalmalarla; ‘savaş devam eder’…
          
Yıllarca tekseslilik, baskı, yıldırma, silme, sindirme, potansiyel suçlu ve azılı terörist sayma, asimilasyon ve benzeri yaptırımlar, adam yerine koymamalar, adam sendeler, isyana teşvik etmeler, aşırı zorlamalar, zorda koymalar, dengesiz güç kullanımı uygulandıysa yarınlar için Hoşgörü, demokrasi, çoğulculuk, eşitlik, bölgesel gelişme politikaları, demokratik haklar, ana dil kullanımı, ekonomik uçurumun ıslahı sözlerine inanılmaz. İnanç azalmış inananlar da azalmıştır. Bir ses egemenleşir; ’iç barış artık bu yöntemlerle de sağlanamaz’…
 
Ülke toprakları üzerinde her ne kadar Türkiye partisi olma yolunda adım atmış olsa da Kürt federatif yapısı veya bağımsız Kürt devleti kurmaya yönelik bir parti varsa, bölgede ve ülkede legal illegal güçleri elinde tutuyorsa, parlamenterleri varsa, içerde ve dışarıda mikro milliyetçilik düzleminde dere tepe düz örgütlenilmişse, iş sorumsuzca kanlı eylemlere dökülmüşse, olan sadece halktan sade vatandaşlara ve halkların evlatlarına oluyorsa, bölgedeki gerginlik ve ablukalar köklü projeler olmadan sadece silahla veya yüzeysel günü kurtaran içi boş açılım paketleriyle de asla çözülemez. Çünkü yılların getirdiği nokta bellidir,‘çözüm zorlaşmıştır.’
 
Ortadoğu bataklığında ve ülkenin doğusu ve güneydoğusunda yaşananların şiddeti arttıkça artmasına karşılık, tüm siyasi partiler ve parlamento düzeyinde ortak akıl, ortak irade ve ortak siyasi güç oluşturulmadıkça, Türkiye çapında savaş karşıtı ortak kamuoyu desteği sağlanamadıkça, halklar projenin içine katılmadıkça, mevcut idarecilerin ve alternatiflerinin bol vaadli birlik, beraberlik ve kardeşlik nutuklarına bakılmaz. Boş nutuklara kimse aldırmaz. Bir nutuk atarım herkesin nutku tutulur ve sorunlar çözülür mantığıyla  hemen bu günden yarına ‘Kürt sorununa kalıcı ve sağlıklı çözüm üretilemez’…
 
Cumhuriyetle başlatılan vatan, ulusal birlik, kan bağına dayalı ve kültürel benzerlik, yurttaşlık bilinci ve ulus devlet felsefesi tırpanlana tırpanlana gelinmiş ve son yıllarda devlet emrivakisiyle arzulanan istekliğin oluşmadığı da ortaya çıkmıştır. Ağırlaşan baskı zıddını doğurmuştur. Zoraki değil hevesli birlik gerçekleşemiyorsa, zedelenmiş kardeşlik yeniden inşa edilemiyorsa, sınıf temeline dayanmasa bile ortak değerlere saygı ve ülkenin iç karartan noktaya sürüklenmesi kaygısı bileşkesinde bile bütünleşilemiyor ise bölgesel planlara, büyük coğrafi projelere lejyonerlik de tutmaz. Bilgisiz, birikimsiz, iradesiz ve çözüm üretmede yetersiz iktidarlar ve çatlamış ideolojiler on yıllarca yanlışta ısrar ederek terörü önlenemez boyuta taşımış-taşıtmıştır. Her kim bu suçu suçu işliyorlarsa ve işlemeye devam ediyorsa; ‘savaş çanları gün gelir herkes için çalar’…
 
Yurtta ve dünyada, bölgesel boyutta tüm bu yaşanan savaşlara, acıya, zulme, hüzne ve olumsuzluklara karşın, son yıllarda üst düzey siyasiler ve çanakçıları tırsıp pısıp, yüzlerini asıp, hala ona buna gözdağı verme cesareti gösteriyorsa, konu komşu çatmaktan başka çıkış yolu bulamıyorlarsa daha çok canlar yanar. Yaşanan trajediye analar hala kanlı gözyaşı döküp beddua ediyorlarsa, farklı dillerde ağıtlar birbirine karışıyorsa, kimse akıllanıp uslanmıyorsa, akan kardeşkanının durdurulması için kılını kıpırdatmıyor ise günah büyür. Kürt sorununu bir bölgesel sorun olmaktan çıkarıp ülke sorunu sayan bir anlayışa geçilmiyorsa, sosyal siyasal ekonomik ve demokratik çözüm önerileriyle bezenmiş, birlikte yaşam garantisi sağlayacak bir ‘toplumsal kurtuluş meclisi ve toplumsal kurtuluş projesi’ hala oluşturulamıyorsa,   devletin yönetim şeklinin vazgeçilmez unsurları olan yasama, yürütme ve yargılama bireyleri eşitleyemiyorsa, tüm yutttaşların kamu haklarını belgeleyen ana sözleşme, tele yasa hala faşist dönem zihniyet ürünü olmaktan kurtarılammaış ise ve kurtarılamayacak görüntüsü varsa ülkede ve ‘bölgede daha çok çiçekler solar…’

Bölge bölge bu coğrafyada Türk, Kürt, alevi sünni, çiçekler soldukça savaş iyice  şiddetlenir ve emperyal istilacıların gurka senaristleri senaryolarını şimdiden şöyle yazmaya başlar; ‘3. Dünya savaşı bu coğrafya üzerinde patlak verecektir ve cereyan edecektir…’