28 Mart 2016 Pazartesi

ROMANTİZM ÖLDÜĞÜNDE…

ROMANTİZM ÖLDÜĞÜNDE…

Güneşli bir ormana dalınca kartal pençeli avcı bakışlı anılar, umut vurulur ve o vurulmayla romantizm de vurulur ve ölür…

Öyle bir yolculuktur ki başa gelen romantizmin izinde bir sıcak esintiden, sert bir portreden, resimden, tablodan alıntılarla büyür. Bütün dönem yolculukları kelime kelime büyür romantik bir romans olur. O romansta yolcu da anılar girdabında çapraza tutulur ve ölür. Oysa her zaman heyecan, direnç, coşku ve özgürlük tutkusudur tertiplenmiş tütsülerle dağılan.

Her daim yürekleri yakar ve gözleri kör eder aşksız meşksiz hapsolunan acı gerçekler. Acıdır ama an gelir klasik bir devrim anlayışı ve bir devrimci sanatçılıktır yörüngesine girilen. Yinede uydulaşmak üzerine kurgulanamaz benzer tüm yolculuklar ve yakınlaşmalar. Ve pembe köşkün ve sarayın saraylılarının sözde soylu soyluların gözde boyluların insanlıktan soyunmasıdır kırpılan ormanlara yayılan. Soylu soplu sayılsalar da sopalar çıkarılır aba altından ve korkmayanlar sıraya girer. İşte o vakit romantizmin öldüğü veya doğduğu andır güneşli ormandan süzülen.

Romantizmin gerildiği anlarda asla koruyucu ve kollayıcı aranmaz. Doğrudan doğruya içten yükselen sese yönelir kalbi delik romanslar. Ve zamanla bireysel yorumlamalardan toplumsal duyarlığa yönelir romantizm. Yani ölüsü bile yeter avcılara, yolculara.

İşte böyledir böyle bir şeydir romantizm, tikleri ve taktikleri ise başka bir derya…

Yağlı ilmek gravürleşmeleri, inadına gâvurlaşmalar masumları az biraz etkilese de devrim tutkusu estetikten nasiplenmiş bir romantizmle değerlenir. Romantizmin sonsuzluğa eşdeğer uyumu artınca ağır zırhlı ordular bile kifayet etmez şık romantizm dönemselliğine. Dik duruş önlenemez o saatten sonra. Tüm sanatsallık bütün içtenliğiyle devrimci portreler ve devrimci duruşlarla kardeşleşir. Ve durum romantik biçimde aktarılır tarih kâğıtlarına.

Büyük bir hayranlık söz konusudur doğaya ve en doğalından sarsılır romantizm, ölmese de ölmekten beter…

Romantizmin attığı temeller tam sağlam olduğundan en derin fırça darbelerine bile direnir. Dev bilekler yalın bir portreye birbirine yakın renkleri ahenkle dağıtır. Fırtınalı bir gökyüzünde masmavi deniz kompozisyonları belirir. Yıldızlar ve dönem yolcuları dramatik biçimde biraz korkuyla karışık izin verirler romantizme. Hayatın elasına belasına bulaşmak da vardır ve hayatta çekinilmez gelgitlerden. Çünkü abartılı söylencelere aldanmakla başlar yıkım ve yıkan saldırılar. Yakar yıkar ve ne trajediler yaşanır ardı ardınca. Çünkü şövalyeliğe özenti de özünü kaybettirmiştir.

İşte böyle bir şeydir şehir romantizminden ve romantiklerinden uzaklaşmak. Uzaklaştıkça da hazineyi hiç hazmedemeyenlere teslim etmek…

Nice narin maceralar öyküleşir ileri geri, o gezici sözcüklerle ve anlaşılır yaslı şehir romantizmini kaybetmiştir. Romantizm vurulmuş şehir ölmüştür. Oluşan vurgunda inanılması zor bet bir görselliğe kayar tüm romanslar. Olağandışı görülen ne kadar yaşanmış olay varsa da romantizmini kaybetmiştir. En romantik sanılanlar da romanlaşamaz ve sallaşır. Rakamsız ve rakımsız boyutta salı taşıyanlar ise salda yatanların ta kendisidir aslında.

Sanatsaldır özgürlüğün özündeki o en zarif anlatıcılık. Ama zarfların üzeri bile okunmaz mektuplar da hiç. O en egzotik çağrışımlarla beliren roman, tiz merkezli tüm güneşe akınlara ormandan esen sıcak esintiler olarak kalır. Tarz arz meselesine kapılmıştır o kızgınlık ve kızıllıkta.

Romantizmden amaç ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel çözümlemelerle çözülmüşlüğe ters orantılı dirençtir aslında. Ve romantizm barındıran her haykırış izmlerce yasaklanırsa da yasaklansın hiç fark etmez. Çünkü yenilikçilik adıyla özdeşleştirilse de siyasal devinimle özneleştirilir romantizm.

Romantizmden yolu geçenler bilir. Bir kızıl saçlı genç kadın uyanır romansın içinde. Gece yarısı şehri çevreleyen surları dolaşır, yargısız ışıklar saçarak. Denizin kararan mavi suları sarhoşlayınca yavaştan suflelenir silik bedenler. O üflenişle tenhalarda hiç sorulmayan bilsen ne haldeyimler telaşlanır. Maviye hasret renksizlikte çeli çocuğu, çifti çubuğu bir kenara bırakmalar da zorbalaşır. Ve romantizmle tüttürülen barış çubuklarını gri bir hortum tam yarı belinden yakalar, en uzaklara taşır, kırar. O kırılganlıkta romantizm de nasibine düşeni alır, kırılır ve ölür.

Daha ne olsun, mavi mavi, masmavi ışır kuşbakışıyla ufka tapınan tüm romanslar. Tüm sevmeler ile sevilmeler. Tembel ama tertemiz aşklar. Teneke diyarına kadar uzanır mavilik. O deniz mavimsi perde de sondaj vurulmuş akıl karmaşalarına kapılır romantizm. Sonra hayat limitsiz tamirsiz, tarifsiz talihsiz isimlere niyetlenir. İyiniyetler körelmiştir ve romantizm yedi tepelenir, yedi tepe de ölür.

Eylemsiz tembelimsi bir mavilikte derin, narin bir adam romansın içine uyanan o kızıl saçlı kadını ve kararan denizi okur kalın ciltli kitaplardan. Okur. Yazamaz. Ve sorar sadece bir soru denizkızları gerçek mi sahiden. Ve bir balıkçı motorunun öksüren sesi yırtar deniz mavimsi perdeyi ve ritim akılları kucaklar. Romantizm biter.

Ölgün yüzlü romantizm kararan deniz biteviye silik adalara tırmandıkça, kızgın güneşli ormanlara sulandıkça yüreklenir. Sanki daima sol yanı uyuşur akıl duvarının ve çöker. Çöker romantizm. İlk ve son olma dengesizliğine savrulur romantizm ve tüm romanslar utanmazca densizleşir .

Denebilir ki romantizm ölmüş ve o en harika romanslar yetim kalmış ve de o en eşsiz romantikler doğudan batan güneşle batmıştır…

22 Mart 2016 Salı

TOPRAK

TOPRAK

Sıkıntı bastı yine
sıkıldım.
Gökyüzü benden sıkıntılı
ben topraktan
asıldım.
Çatapat patlatılan çocuk kaldırımlarında
yetim çocuklar.
Bombalar patlıyor habire.
Oturmuş çıkmaz sokağın karanlığına bombacılar
pimler çekiliyor.
Sembollere karışıyor aklım
kıvılcımlarla ateşe
ölüyorum.
Ben toprağa
toprak yarınlara
doğuyoruz.
Hayatımı zar zor ışıtan sarı ışık
felçli yatalak
patlak.
Parça tesirli.
Bir gece yarısı raydan çıktık…
Gökyüzü doldu gözlerime
gözyaşlarım ateş damlası
yıldız sancısı.
Usta göğsüm ağrıyor delice.
Çat pat bir hayat işte
yaşadığım
sıkıntılı…
Kadınlarım topraktan
sümbüllere karışıyorlar
gelincik tarlasında kırmızılara.
Kırıldım…
Kahkahalar çivilenmiş duvarıma
kıvılcımlar mavi mavi
Deniz gibi
dalgalanıyor acı.
Karanlık çivilenmiş kör kaldırımlara
vurulmuş alnından çıkmaz sokağın filleri
Sırım gibi
sırmalı sormalı
bu nasıl son…
Ben toprağı delen çatapatçı çocuk
aynaya düşenleri  bilmiyorum
belki bombacı.
Topu tombalacı…
Toprak sıkıntılı
Gökyüzü sıkı.
Sıkı bir yaşamdı elimden kaçan
tutamadığımdın
tutkuluydun en tutkun.
Toprak bana ben toprağa yakın
bir mecburiyetti yetti canıma
sıkıldım.
Karanlık evrildi kaygısızca
sıkıntı bastı
baskın basanındır
asıldım…

21 Mart 2016 Pazartesi

LOZAN, YALAN RÜZGARI VE TALAN…

LOZAN, YALAN RÜZGARI VE TALAN…

Son yıllarda Cumhuriyet nimetlerinden hiç doymayacakmışçasına yararlanan Cumhuriyet düşmanları, son günlerde hiçbir tarihsel belgesi ve dayanağı olmadan yeni bir kuyruklu yalan yayıyorlar. Sadece sosyal medyayı ve sosyal medya şebeklerini referans alarak yayılan koca bir yalan bu. Ve tüm internet kanalları fütursuzca kullanılarak taraftar toplanmaya çalışılıyor.

Bu yaydıkları yalan elbette ilk başta akılları şaşırtıyor. Ancak yalana önce yalanı ortaya atanlar inanır misali bir durum var ortada. Hiçbir tarihi araştırma yapmadan, savrulan yalanlara kökten inanıyorlar.  Bu masala can dayanmaz türünden paylaşımlar sürüyor. Şeytan üçgenine hapsolmuş tarihten bir haber birikimsiz ve bilinçsiz bu zerzevatlar çoğaldıkça sahte ve yalan komplo teorisinin savunucuları da artıyor.

Şimdi bu tarih çarpıtıcısı mantarlara, sünger beyinlilere söylediğin inandığın yalan yanlış desen inançsızlıkla itham, savunduğun yalan talan dolan desen kurmaca dinden ihraç ile karşılaşmayı göze almak gerekir. Talancıların topunu Allah’a havale etsen de tarihsel gerçeklere yazık. O yüzden asırlık inançlarda insanları zorlanma derecesine vardırmış bu kasıtlı duruma kayıt düşmek bir boyun borcu.

Yüzkitabı’ndan başka kitap okumamış, her fesliyi takkeliyi alim gören abitlere, Cumhuriyet Tarihine ezeli düşman bu aklı evvellere göre neymiş Lozan’da onlarca yıldır herkeslerden saklanan bir şeyler varmış…

Bu mal bulmuş Mağribilere göre; ‘Lozan antlaşması bir zafer değil, hezimetmiş. Lozan antlaşması 100 yıllıkmış. 24 temmuz 2023’te geçerliliğini yitirecekmiş, hükmü bitecekmiş. Ayrıca Lozan'da gizli bir protokol imzalanmış, o protokolün yüz yıldır halklardan gizlenmiş maddeleri o tarihte hayata geçecekmiş. Lozan antlaşması ile sözde elden gitmiş ülke petrolleri ve madenlerini çıkarıp işletme hakkına ancak 2023'ten sonra kavuşulacakmış…’

Patenti belirsiz bu asılsız uydurmalara kapılmış mal bulmuş Mağribilere bir Bardakçı-k bilgiyi borç kabilinden sunmak lazım. Ders olsun o konaklara kanaklara, varsayılan o gizli anlaşmanın son maddesi; aynen şöyle:

“Madde 21- İş bu gizli anlaşma 24 temmuz 1923 günü Lozan Palas Oteli Kömürlüğünde Türkiye Hariciye Vekili İsmet Bey ile İstanbul Yüksek Komiseri Sör Horace George Muntagu Rumbold tarafından gizlice imzalanmıştır.”

Yalandan kim ölmüş…

Yukarıdaki alaycı madde benzeri yığınla zırva dolaşıyor internet duvarlarında. Koca koca, hacı hoca adamlar da bu yalanlara beş vakit tapıyorlar. Yalan olduğunu bile bile bu palavralara sokma akılla tam gaz tespih dizenler, methiye düzenler bile var. Tam bir komplo teorisi kündesi. Bol tuzaklı algı operasyonu. Lozan’daki bu gizli antlaşmanın gizli maddelerini kafasına göre bir bir açıklayan çokbilmişler bile türemiş. Tarih yazılırken tünedikleri tüneklerinden çıkmış tüme varıyorlar yalan makinesiyle. Zaman makinesinin karanlık koridorlarına dalıp uydurma aktarımlarına kanıt araştırıyorlar.

Bu gizli belgeleri nerede ve nasıl, artık kime neler nelerini vererek gördüler ise bir tek onlar görmüşler. Verdik gördük, güldük göğnüdük babında yalanlar tomarını ele geçirmişler. Gerçekle uzaktan yakından ilgisi, bağı ve bağıtı olmayan bir düzmeceye boyun eğmişler. Sahnelenen resmen hiçbir geçerliliği ve gerçekleşme olasılığı olmayan türden bir karalama, yavşama ve yanaşma kültürü hoyratlığı. İnternet trafiğini ağırlaştıran mod da yalanlarını kesip kopyalayıp yapıştırıyorlar. Resmen yakın tarih talanı.

Bu Lozan yalanı teorisyenlerinin en başında ise ‘Tayyip’te tecelli eden ecdadın ruhudur… Tayyip’e oy vermeyen imansızdır...’ diyen sözde dinci, çakma tarihçi, fesi mısır püsküllübir zat gelir. Bu zat Lozan 2023 ile kafayı bozmuş ve Türkiye’nin o tarihten sonra süper güç olacağına dair saplantılarıyla bocalayan, kadir kıymet bilmeyen bir hayal taciridir. Zevatı zehirleyen bu zat Lozan’a, Atatürk’e ve Cumhuriyeti kuran kadrolara sövmek üzere kodlanmış bu ayak oyuncusudur. Kırk numara kırkayaktır resmen. Hep oradan nemalanmıştır bu numaracı mandacı on yıllarca. Ama ona dokunmayacağı açıkken 12 Eylül faşist darbesinden korkarak, yurtdışına kaçan bir yiğit, bir mücahittir. Hem de zamanla ajanlık edeceği veya ettiği söylenegelen ülkeye kapıkulu olmuştur.

Bu şarlatonlar gizli maddelerin yanı sıra İsmet İnönü’ye atfedilerek Lozan’daMusul, Kerkük, Filistin, Kudüs, Yemen Suriye, Mısır, Irak Cezayir, Libya, Balkan ülkeleri ve Ege’de 12 Adalar’ın hiç uğruna düşmana verildiği yönünde yalanlar da pompalıyorlar.

Oysa bu vatan toprakları henüz Osmanlı iken kaybedilmiştir veya verilmiştir. Balkanlar 1912'de Balkan Savaşlarında, Libya1911'de Trablusgarp Savaşında, Mısır 1882'de, Suriye, Filistin, Kudüs ise 1. Dünya Savaşında elden gitmiştir.

Yeni Osmancılık yapanlara haddini bildirmek gerekir; Damat Ferit Paşa’nın Sevr anlaşmasıyla verdiği Anadolu, Osmanlının batılılara verdiği limanlar, demiryolları, maliye, denetim, kullanım ve işletme hakları Lozan ile geri alınmıştır.

Bu kalpazanlar hiç de heveslenmesin çünkü Lozan antlaşması’nın sona ermesi veya son kullanım tarihi diye bir durum yoktur. Denildiğinin aksine öyle bir tarih belgelere de işlenmemiştir. Başka anlaşmalarla da sabit değildir. Dine imana mezhebe bulaştırılan hurafelere benzer bir hurafedir bu durum. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin müstakil tapusudur ve Türkiye Cumhuriyeti yaşadıkça da var olacaktır. İşte asıl mesele de budur. Bu kolpalarla 2023 yılına kadar bu ülkeyi bölmek ve parçalamak, Sevr’i yeniden hortlatmaktır asıl gizli niyet.

Ayrıca Lozan'da anlaşma maddelerinin hiçbirinde  ‘petrollerin ve madenlerin 2023'e kadar çıkarılamayacağı’ diye bir ibare de yoktur. Türkiye Cumhuriyeti madenlerini daima çıkarmış, işlemiş, tüketmiş veya satmıştır.

Madenlerin bulunup çıkarılması için Etibank, Maden Tetkik Arama Enstitüsü –MTA kurulmuştur. Bunlar ve benzer kurum ve kuruluşların temel amacı madenleri bulup çıkarmaktır. Türkiye kömür işletmeleri, Demir-çelik fabrikaları Lozan’dan bu güne faaliyettedir. Katı madenlerde durum budur, petrolün de çıkarılması ve işlenmesi ayni çizgidedir.

Aynidir lakin 1950-1960 yılları arasında Adnan Menderes'in Demokrat Partisi iktidarı döneminde özellikle yazılı ve yazılı olmayan gizli ikili anlaşmalarla madenler ve petrol çıkarılması için ABD'ye büyük tavizler verildiği de unutulmamalıdır. Eğer madenlerin ve petrollerin çıkarılıp işletilmesine yönelik bu güne yansıyan bir kısıtlanma varsa Demokrat Parti hükümeti yıllarındaki yabancılara onay veren anlaşmalara bakılması gerekir. Lozan ve İnönü’yü karalamakla bu ayıbın saklanacağını ve günahın önüne geçileceğini sanmak ise ahmaklıktır.

Aslında bu aferistler her sövdüklerinde kutsallaştırdıkları Menderes’e sövüyorlar farkında olmadan. Lozan’a ve İnönü’ye değil. Zaten Sevr’e taptıkları bilinen, bilinmekle de kalmayan alenen görülen bu ayniyatçıların neden Lozan’a taktıkları da belli…

Eğer İnönü Lozan’da müfterilerce iftira edildiği şekilde tavizler, gizli tavizler  vermiş olsaydı, 1954 yılında Menderes’in ABD ve diğer kapitalist ülkelerle yaptığı petrolde özelleşme ve özelleştirilmenin önünü açan anlaşmalara; "kapitülasyon anlaşması…" diye karşı çıkar mıydı?

Ülkeyi sevmek tam bağımsızlığa inanmaktan geçer, gerçek vatanseverlik de budur aslında. Yalan dolanlarla, Lozan’dan başlayarak ülkeyi var eden değerlerle uğraşmak, talan edebiyatına destek olmak, yalan rüzgârlarına kapılmak değildir yurtseverlik.

Dinine imanına biraz akıl fikir, bir tutamlık vicdan…

20 Mart 2016 Pazar

İSTİKLAL, İSTANBUL VE…

İSTİKLAL, İSTANBUL VE…

Çok önceden yazılmış sadece sırasını bekleyen bir İstanbul, bir İstanbullu yazısıydı bu. Kara yazgısına celallenen kentin yeniden diriliş arzularını kapsıyordu. Ancak bir bomba düşünce Kraliçenin kalbine, içi içeriği, şekli şemali değişti kendiliğinden. Bu yazıyı İstanbul bizatihi, günün mana ve önemine denk düşmüş veya düşecek biçimde, bütün yasakçı emirlere ve köhne düzene bir baş eğmeyiş olarak biçimlendirmiştir. İstanbul’da doğan olmaktan başka bir dahlimiz yoktur.

Tadı damakta kalan bir İstiklal narasıdır İstanbul…

Ve asırlardır özlemle özlemlerine boşalır Marmara. Günübirlik ilişkilerle, çarpık ilişkiler yumağında tüm çağların en gözdesi de harcanır gider gitmiştir. Ama özü gözü sağlam kalmıştır her cendereden çıkışta. Özü boşalır patlayan bombalarla lakin dolar, körlenen gözü yenilenir her daim. Ama bu kez manzara başka.

Bizans Bizans olalı beri bir daha görmeyecek bu denli çok uluslu alan, satan ve talan. Yetmedi bombalarla patlayan. Şehirlerin kraliçesine, Kraliçenin Beyoğlu’na yeter bunca günah, günahkâr. İstiklal vurulmayacaktı.

İstanbul’um dayan, sen dayandıkça Anadolu direnecek istiklal için, barış için. Hem de bombaların, bombardımanların gölgesinde.

Zaten yüz yıllardır hiç ehlileşmedi tüm dünyanın şu İstanbul sevdası. Dünya karıştığında, Ortadoğu her karıştırıldığında, din iman mezhep kardeş savaştırıldığında bu yarım kalan aşk yeniden depreşir. İstanbul. Tüm yazılar donar. Tüm kazılar durur. Şehir canevinden vurulur, vurdurulur.

Oysa Marmara Denizi battaniyeli bu şehre İstanbul’a sıcak sıcak bir memleket havası eser her daim. Ve köşe bucak İstiklal’e hasretliktir harlanan. Limanlarında istasyonlarında, kamplarında sahillerinde insani kavuşmalara açar kapılarını. Peronlarında mendil sallamalarla büyür.

İstanbul İstambul olalı beri böyle Bizans oyunları görmedi. Bu kraliçe şehir bu kadar hoyratça budanmadı. Yarımburgaz mağaralarından bu güne bu kadar medeniyetsiz burgaçlanmadı. Bir iki derken çoğalabilecek bu bombalamalar öyle bir yara ki, yüreğinde al kızıl laleler açar şehrin.

İstanbul’um dayan, İstanbullu diren. Dayanıp direndikçe istiklal güneşi parlatacak Anadolu’yu, Anadolu’dan öteleri…

Her hazanda naz başlar, yosun kokar yoksunluk tadar bu şehir. Yakamozlu dalgalar İstiklal yüklü yüzer denizinde. Islak ve nemlidir taşralaştırılan hayatlar. Kara gecelerde koyun koyuna yaşar eceler, cüceler, heceler. Haz kalmayınca hepten yoksul yaşamlar sürülür namluya. Bombalar patlar meydanlarında. Özgürlük ve demokrasi talebinin de fünyesi çekilir bir ara. Marmara’nın suları çekilir. Siyasi mahkumlukla özdeşleşir alın yazıları. Ve susulur. Çok partili demokratik rejimdeki yalpalamalar büyüklere masallar olarak anlatır. Tatlı anılar çöker kara sularına ve suçsuz insanların resmi dağılır etrafa uyduruk parça tesirli bombalarla.

Ne gafil aldanmadır bu, kamyonlarla bombalar dolaşır yollarında. Ve sefilane patlatılır. Ayni uyuz ressamın fırçasından çıkmışçasına hazindir yaprak yaprak şehre, şehirlere dökülen. Bu kent ki ne fazdan ne fazlalıkları törpülemiştir kaşla göz arası. Bu kez amasız fakatsız yakalandı hüzne şehir devleti. Hangi uğursuz sona başlangıçtır bu patlamalar çok yakında anlaşılır. İş işten geçtiğinin de.

Öyle bir çizgidir ki kırılan, patlayan bombalarla boya posa aldanmadan yenilmedir. Yenilmeler her keresinde kısa süren dostlukları, anlık buluşmaları çeker sofrasına. Bir dargın bir barışık geçen zamana isyancıdır bu şehir. Nice sarsak sinyalleri perdesine süs iğnesi olarak iğnelemiştir. Nice kısa ömürlü muştulara yaşam zevki üflemiştir.  Ve yenilenmiştir.

Ancak Bizans Bizans olalı bu şehir böylesi maddi manevi yıpranmalar görmemiştir. İstiklal’in göbeğinde amacı ne olursa olsun bomba patlatmalar da neyin nesi kimseler soramamıştır. Kimin tacı kimin fesi hesaplanmamıştır. Hesapsız kitapsızlığın sonucu mermer taşı yarenleşmelerle, ağıt gibi fısıldaşmalarla acizleşir tüm özel yaşamlar. Bu şehir karnavalında ne şaşkınlar dolaşır haklı haksız.

Dünyanın peşine düştüğü markadır bu şehir. İstanbul. Bu marka şehre hangi marka kostüm giyilerek öyle veya böyle kıyılır; ayıptır, günahtır.

Her şey kavramında kıvamında görülse de, kitabına uydurulsa da bombayı patlatandan patlattırana, engelleyemeyeninden izleyenine herkesin hal ve gidiş karneleri pek zayıftır. İstiklal, hiç umulmayan, sözde aklın ucundan dahi geçmeyen ama günlerce beklenen ve dahi bilinen bombalı aymazlıkla sarsılınca bir kez daha işlerin yolunda olmadığı görüldü. Efendiler efendidenler suskun. Ünleyen yok, İstanbul’un Beyoğlu’nda, Anadolu’nun dört bir yanında durmalı, durdurulmalı bu yıkım. Artık caddeler ve sokaklar özgürleşmeli, yolcular ürkmemeli. Öyle yıkıntı haline döndürmelerle, dövüp durup, övünmelerle ve dövünmelerle öylesine bir dönüşür ki planlanan, gün olur bombalar gelir kulak dibinde patlar, patlatılır. Anında anılar donuklaşır ve durgunlaşır akıl.

Bu akıl tutulmasıyla tutuşur fitiller ve düş gücü yoğunluklu sezgilerle dolaşır İstanbullu. Tam serin dursalar da durulsa ortam dendiğinde ortalık hepten karışır. Belki şu kraliçe şehir eşiğinden geçirmez özü boşalan, özleri boşaltan yalnızlıkları ama ihmaller imhaları taşır kucağında. Ve patlar bombalar. İstanbul zekâ küpü bir şehirdir, tüm çıplaklıkları örter zihinsel terapilerde ama âmâsı var.

Ah İstanbul ah, köprüleri altında hala lale devri aktığı varsayılan aksi şehir. Kraliçe. Kraliçenin Beyoğlu’nu da vurdular İstiklal’de. İstiklal’i de patlattılar.

Kumandanların kılıcından keskin Haliç yedi veren gül danesi gibi damlar İstiklal’e. Yedi tepesinde mürebbiyelerine âşık olur külhanbeyleri. Külyutmazlar yutarlar boşa anlatılan hikayeleri ve Boğaziçi’ne dolar boğazı doymazlar. Serin nidalar dolaşır kıyı kenar tüm semtleri, herkesin ocağına bomba düşmüş veya düşecektir çalımıyla. Bu tahtın postu kimseye kalmamış kimselere de kalmaz avazıyla. Kanla yazılmış fermanlarla da hesap kesilir belki ama durum düzeltilemez niyazıyla. Ağdalı fetvalarla ise sadece ak hayaller kararır öngörüsüyle. Özlemlerin şehrinde değişmeden kalabilmenin getirisi gerçek İstanbulluluktur.

Vah İstanbul vah. Böylesi bir saltanat görmedi Bizans Bizans olalı. Böyle de sultan. Dört bir yan ateş deryası. Meze oldun sanki birilerine ey güzel şehir. Bombalar patladı kalbinde. Özür dilemeyi bile çok gören herkese herkesin ezberlediğini sunan bir uçuruma devrildin. Okumayı bilmek gerek Beyoğlu. Eskidendi o Beyoğlu masalları. Artık mehtaplar çiğdemleri demler, yarınlar damağa buruk bir tat bırakır. Tehlike çanları çalar ve İstanbul kahırlanır.

İstanbul’un Beyoğlu’nu da vurdular İstiklal’de. İstiklali. Bizans Bizans olalı beri böyle bir kahırlanma görmedi. Böylesine aşkın taşkın Bizans oyunları hiçbir zaman Kraliçe’nin açık hava tiyatrolarında sahnelenmedi. Arenalarında insafsızlaşılmadı. Elif elif kahırlanıyor İstanbul, efil efil esiyor istiklal. Beyoğlu bombalanıyor, istiklal naraları Marmara’nın kulelerinde asılıyor.

Dertleniyor kederleniyor İstanbul, İstanbullu.

Olan biteni sadece seyrediyor İslambullu. Buldukları Cami bahçelerine saklanıyor İslambollu. Sanki bombalar bulmaz ve vurmaz minareleri ve Cami bahçelerini. Cami müştemilatına montelenmiş çay kahve içilen avlularını. Dini imanı var sanki paranın parayı bulmanın. Tam siper gizleniyor İstambullu.

Tek çare özdür, bir çift gören gözdür.

Özlemle özlemlere dalgalanır, Marmara. Kıyıya vuran sesi İstanbul, İstanbul diye şavkılanır. İstiklal’de bir Beyoğlu şah damarından vurulur…

18 Mart 2016 Cuma

“18 MART” ÇANAKKALE…

“18 MART” ÇANAKKALE…

Vatan aşkı ile kutsallaşan direnişin dönemin yükselen aşırı milliyetçi ve sömürgecilik tutkularına vurduğu en anlamlı şamardır Çanakkale, 18 Mart… 
 
Ve tek cümlede değerlenir o ilahi aşk; Dur yolcu,Çanakkale Geçilmez…
 
“ Geldikleri gibi gittiler…
 
Bir gün şafakla birlikte topraklarımıza, insanlarımıza ve mukaddesatımıza saldırmışlardı. İçlerinde nereye, niçin geldiğini bilmeyen masum zavallılarda vardı, haçlı ruhunu yüreğinin derinliklerinde gizleyenler de. Bir süre sonra savaştığı insanlara saygı duyanlar da oldu, kafataslarını memleketlerine kadar götürecek kadar nefret edenler de... 

Zafer kazanma arzusuyla toprağımıza ayak basıp arkadaşlarını, ayaklarını, kollarını ve canlarını burada bırakıp, utanarak gittiler... 
 
18 Mart denizde ve karada, siperlerde ve barikatlarda verilen altın yürekli bir direniştir. O altın yürekli direniş tam bir asır önce yedi düvele karşı ve tümünü hizaya getiren kutlu sonun başlangıcıdır…

101 yıl önce, İnsanlık tarihin en büyük siper savaşı başlarken 19. Tümen ve Anafartalar Grup Komutanı komutanı Mustafa Kemal yiğit Mehmetçiğe süngü taktırıp; “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.” Emrinde saklıdır ülkenin geleceği. 
 
Çanakkale’de yaklaşık 250.000 şehit verildi, vatan toprağı verilmedi.
 
Emperyalist ülkeler Çanakkale’yi geçemediler.
 
Ve Çanakkale Mustafa Kemal’in ileride Atatürk olacağı işaretinin tescillendiği yer olarak tarihe işlendi…

Albay Mustafa Kemal Conkbayırı’nda 10 Ağustos 1915 günü öğleden sonra 04.30′da taarruz emri verdikten kısa bir süre sonra harekâtı tepe üzerinden izlerken bir şarapnel parçası gelir göğsünün sağ tarafına isabet eder.
 
Mustafa Kemal parçalanan cep saati sayesinde kurtulur. 
 
O sayede Ülke kurtulur…
 
Dört mermer top güllesidirbu ülkenin tarihini yeniden yazan bu milletin kaderini tayin eden an…
 
Toplama birleşik emperyalist güçler daha fazla zayiat vererek, bozguna uğrayıp arkalarına bakmadan kaçıp, çekip gittiler. Çanakkale yakın dünya tarihinin en önemli savaşlarından biri olarak tarihe geçti.
 
 Çanakkale Emperyalist Avrupa’nın İstanbul’a ulaşma sevdasını geçici olarak önledi
 
“Çanakkale geçilmez” ana başlığında tarihe şanlı bir destan sayfası eklendi.

Birleşik emperyalist güç birliği donanmaları “Denizlere hâkim olan dünyaya hakim olur”, düşüncesiyle 3 Kasım 1914 yılında Çanakkale boğazı açıklarına demirlediler. Kıyasıya Deniz savaşı 18 Mart 1915’e kadar sürdü.
 
Emperyal egemen güçler emellerine denizden ulaşamayacaklarını anlayınca Kara Savaşı başlatmak için 25 Nisan 1915’te alaca karanlıkta Gelibolu yarımadasına, her milletten her dinden “toplama askerlerini” çıkardılar. 9 Ocak 1916 yılına dek sürecek mesafesi dokuz on metre olan siper savaşları böylece başlamış oldu.  

 “Karşılıklı siperler arasında mesafemiz 8 metre. Yani ölüm kesin. Birinci siper dekiler hiç kurtulmamacasına hepsi düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine giriyor. Fakat ne imrenilecek bir soğukkanlılık biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakika sonra öleceğini biliyor, en ufak bir duraksama bie göstermiyor. Sarsılmak yok. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, hayrete ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Savaşı’nı kazanan, bu yüksek ruhtur…” 

Kahraman Vatan evladı, Kadını erkeği, kızı kızanı siperlerde yan yana işgal kuvvetleri ile çarpıştılar.
 
Sonu zafer olan bir destan yazdılar…

“18 Mart Çanakkale Zaferi” altı yüz yıllık zenginliğin hapsedildiği fakir Anadolu’ya;

“ Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir.”Diyen Büyük Kurtarıcıyı armağan etti.
 
Ve Emperyalist paylaşımcıların İzmir’de denize dökülmesiyle biten Kutsal savaşın, habercisidir “18 Mart Çanakkale zaferi”…
 
Sonun başlangıcıdır…

Çanakkale savaş sırasında ve sonrasında dünyada eşi benzeri olmayan barış, hoşgörü ve uygarlık mesajı veren destanlaşan kutsal bir direniştir…

Mustafa Kemal’in; ”Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanının toprağındasınız Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarımızı dindiriniz! Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır” sözü asla unutulmamalıdır.

Her 18 Mart geldiğinde siperlerde ve barikatlarda verilen o altın yürekli direniş mutlaka hatırlanmalıdır;  O 18 Mart küllerinden doğacak bir devleti muştulamış ve muştu gerçeğe dönüşmüştür.

“Çanakkale Savaşı kutsallaşan bir özgürlük direnişidir. Ülkeyi ve ülke insanlarını bağımsızlığa taşıyacak adımların ilkidir. Bu onurlu zaferin 18 Mart’ın 101. yılı kutlu olsun!

Şehit ve gazilerin ruhları şad olsun…”

14 Mart 2016 Pazartesi

ANILAR DEMETİ...













ÖĞÜT, SÖĞÜT VE BOMBA…

ÖĞÜT, SÖĞÜT VE BOMBA…

Cidden ve alenen memlekette ve bölgede siyaseten büyük yanlışlar yapıldığını kanıtlar biçimde başkentin göbeğinde ardı ardına bombalar patlıyor, patlatılıyor. Alakasız yüzlerce canlar yitiyor, canlar yanıyor, canlar yaralanıyor ama hükmi erkân ayni teranede terennümde. Huzur bekçisiyiz, görevimizin başındayız. Güç bende çizgisel mantığıyla saflaşılmış istifa müessesesini aklına getiren, söyleyen, işleten yok. Veya öyle bir korku imparatorluğu yaratılmış ki büyük insanlık üç maymunlaştırılmış.

Son yıllarda bu ayarı bozuk, ayarsız, sayarsız ve anlamsız odaklanılmış savaşların bütün ceremesini hep şu garip halk çekiyor. Sonra ateş düştüğü yeri yakar hikâyesi. Oysa ateş eninde sonunda herkesleri bir bir yakacak. Zaten od ile su dilsiz yağıdır. İstenen de asıl odur. Ancak her şeyi görüp, duyup, bilip yok sayıp katlanmak da bir yere kadar. Pek yakında tırpanlı cellat tüm otağlara uğrar. Uğru kalana yanar, mal sahibi gidene ağlar ama ganimetin rahmeti küçük bir kıvılcıma bakar. Şalter attığında o övülen liderler ve övünülen tüm sistemler bir bir düşer, yıkılır. Öğütlere uymayanlara sövgü başlar. Tarih babanın kara kaplısındaki manzumeler böyle yazar.

İş bu haddeye vardığında kullanılan silindirler çalışmak da zorlanır. Çark işlemez. Sonuçta yaşanan sosyal ve siyasal çöküntü öyle başkanlık maşkanlık martavalıyla da halledilemez. Maşukiyetten meşruiyete asla geçilemez. Bilinçsizce bozulan işler emperyal istilacıların pompaladığı kirli savaşların ipine sarılmayla da asla düzeltilemez.
Devlet ana öyle öğütlüyor sağır kulaklara.

Şöyle öğütleniyor Söğüt’ten kör gözlere, zil dillere;

“Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize katlanmak sana. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak sana. Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana…” düşer.

Ata, baba, ana öğütleri salkım Söğüt tersine yer etmiş nafile akıllara. Gailei zaile tersine dönüyor sanki dünya. Güneş batıdan doğup doğudan batıyor sanki her batında. İşte bu kaotik Katolik ortamda hangi tür masum isyanın penceresinden şöyle bir anlık bakılsa suç ve yasak. Pancar mantar biten patlamalara değinmek ise hepten memnu. Beyfendiler memnun olacaklar diye kapatılsın gerçeklerin üzeri meselesi. Sanki beyfendinin fendi dünyayı yendi.

İnsan olmanın gereği, erdemli ve onurlu duruşun temsili zor artık bu memlekette. Gerçeğe esaslı duruş, akılcı tavır ve tutum büyük günah. Hele yayın yayım, sayım suyum temel yasaklardan. Bombalar patlıyor memleketin dört bir yanında sözde barış gelecek, kökü kazınacak anarşiklerin. On yıllardır hep ayni yalan ayni dalan. Büyüklere binbir gece masalları.

Memleketin bir yerlerinde, koskoca Ortadoğu bölgesinde taş üstüne taş kalmamış, harabe kentler göçebe milletler yaratılmış, dinci yobazlık hortlamış hala ileri demokrasi şablonları. Kim neye niçin kanmış ise artık terör vurmuş her yeri otobüs duraklarını dahi. Canlar kayıp, canlar sönmüş, canlar parçalanmış ancak sözde dahi ve ilahi devlet adamlığı pozları. Yüzlerce binlerce bahaneden ikisi; post ve dost, asparagas ve paspas ikilemlerinde sinsi adımlarla sıyrılmayı beceriyorlar her musibetten.

Maşallah onlara, eyvallah onlara yol veren şunlara bunlara.

Maazallah boş dualarla âmen diyenlere;

“Yükün ağır, işin çetin, gücün kula bağlı, Allah yardımcın olsun. Beyliğin mübarek olsun. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişlerde düşünce, fikir ve dualarla biz vaat edilenin önünü açmalıyız, tıkanıklığı temizlemeliyiz…”

Bu gün aşkla muhabbetle göbekten bağlanılmış beyler ve paşalar kutsala dokunan bu duaları da kendilerine çevirmişler. İçini boşaltmışlar. Veya Söğüt’ten öğütlenen ata yadigarı bu direktiflere sırtlarını dönmüşler. Başları dönmüş ve meydanın boşluğunda çelebileşip mızrakları çuvallara saklamışlar, minarelere kılıf uydurmuşlar. Ve resmen çuvallamışlar ama gören, duyan, işiten yok diller lal. Millette heybeden bin bir dua, haybeden niyaz neredeyse çift kanatlı birer kara melek olup uçacak bu bey paşa fanileri.

Nedense bu şeytan üçgenine hapsolundukça kutsala varan öğütlere kulak asılmaz hiç. Hiçleşmek yolunda eften püften, kıldan tüyden şapşallaşmalarla, ahlaki değerlerden ödün verilerek mertebelenilir, mevkilenilir. Mertlikten uzak bu mertebelenme Yüce Yaratıcı’dan da uzaklaşmaktır aslında. O yoğunlukta erki merki bilemezler, göremezler, hissedemezler.

Ezler mezler ama böyle meyil etmeler de mehil sağlamaz Beyim;

“Güçlü, kuvvetli ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârlarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı ve iradene sahip olasın. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez, yense bile boğazında kalır. Bilgizsiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirince her zaman duy varlığını. Toplumu yönetende diri tutanda bu irfandır…”

Bunların irfanları bir tufan olmuş bomba bomba yağıyor milletin üstüne, üzerine. Hemen her yerde; yasal toplu gösterilerde, meydanlarda, mitinglerde, toplanma bölgelerinde, köylerde, kasabalarda, kentlerde, metropolislerde, otobüs duraklarında, caddelerde, havada karada denizde, ölüm yağıyor yeryüzüne, masum insanlara. Her fırsatta huzur getirmeye sözlenen kınayıcılar, zulüm olmuş esiyorlar memleket semalarında. Kıyımlara dur diyecek yok. Kalmadılar, yarı yolda kaldılar. Sınırlardan içeri söz meclisten dışarı koyunlar koyun koyuna sokulmuşlar patlatılan bombaların parça tesirlerinden sakınıyorlar. Sanki milleti bulur da onlara ulaşmaz bu illet.

Şimdi hangi sabır sebat, hangi öfke nöbet, suç ve ceza durduracak bu patlamaları. Kimlerin yüreklerini patlatacak bu kaos ve kimlere fayda sağlayacak bu taviz belli aslında. Bu günün hesap cetveliyle sağır kulaklara, kör gözlere, lal dillere dayanmış, şıpsevdi yanaşmalara dayaşkalanmış bu saltanat biraz daha gider. Zar zor gider ama illaki gün olup devran döner ve o dönencede kim gider kim kalır şimdiden bellidir.

Ellidir, enlidir, bellidir ama Allah bilir…