28 Nisan 2016 Perşembe

1 MAYIS GAYRİMEŞRULAŞTIRILDIKÇA…

1 MAYIS GAYRİMEŞRULAŞTIRILDIKÇA…

Şu 1 Mayıs denilen emek günü, bir günlük işçi bayramı, dünyada bir tek neden şu garip ülkede neredeyse tüm iktidarlarınca gayrimeşrulaştırılır. Olanca meşruluğuna karşın meydanlar emekçilere kapatılır, meşruluğun önüne güvenlik güçlerinin barikatları dikilir ve anında gayrimeşrulaştırılır. Neden?

1 Mayıs gayrimeşrulaştırıldıkça, gayrimeşrulaştırılmaya çalışıldıkça ülke nasıl yönetiliyor bir bakmak gerek…

Yüzyıl başlarında yıkılan tüm imparatorluklarda veya en eski imparatorluklarından bu güne, diktatörlüklerden cumhuriyetlere hak aranmasına ve halkların arayışlarına tedbir, hakların ve halkların yönetimi,  kılıçların gölgesinde olmuştur. Kılıç kalkan yetmeyince de hakların gaspı ve halkların yönetimi yaygınlaştırılmış cehalet ve şiddet, faşizm ve dinsel ayrıştırmalarla kolaylaştırılmıştır. Kısa zamanda maskeler düşmüş demokrasi havarisi kesilip de Demoklesin kılıcını elinde tutanlar bando mızıkadan bile korkar hale gelmiştir.

Özellikle geri kalmış geride bıraktırılmış şu garip ülkede yarım asırdır gözlemlenen 1 Mayıs’ın bir türlü meşrulaşamadığıdır. Meşrulaştırılmadığıdır. Toplum yönetim erkinin önünde seyrettikçe veya toplumun çoğunluğunun rahatça güdülenmesini engelleyecek unsurlar belirdikçe fatura hemen 1 Mayısa çıkarılır. Sembol Meydanlar yasaklanır. 1 Mayıs gayrimeşrulaştırılır. Yasak meydanlara çıkanlarla hazır kıta bekleyen emniyet güçlerinin olağan meydan savaşı topluma anında her telden enjekte edilir. İzin çıkmış kıytırık meydanlara ve salonlara sıkışmış davul zurnalı halaylara kimse bakmaz, ilgilenmez. Aslolan kargaşadır. Bu durum her dejenere devirde hep aynidir. Ayni benzer manzara cereyan eder. Seçilmiş veya atanmış çapsız yöneticiler de çıkar gördünüz mü vatan hainlerinin yaptıklarını diye caka satar, hava atar. Sessiz çoğunluk ise bu aile fotoğrafına kanar. İçin için kanar.

1 Mayıs gayrimeşrulaştırıldıkça, gayrimeşrulaştırılmaya çalışıldıkça sessiz çoğunluk hangi enstrümanlarla nasıl ve nereye yönlendiriliyor bir bakmak gerek…

Kitle iletişim araçlarının bir kısmı diğer göstergelerde olduğu gibi 1 Mayıs olayında da hoşnutsuzluğu meşrulaştırma ve 1 Mayısı gayrimeşrulaştırma, değersizleştirme görevi üstlenir. Para basar kameralar. Ne pahasına olduğu belli ama belli belirsiz mevcut iktidarı ve siyasal yapıyı her olumsuzlukları ve yaptıkları ile masumlaştırırlar. Yönetsel yapının kullanmaktan çekinmediği her eşitsiz güç hegemonyasını meşrulaştırma yarışına tutuşurlar. Suçlu onlara göre bellidir, kendilerine belletilendir.

Bu gözdelik ve gündelik kapma yarışında kapitalizmin çıkmazlarını, emperyal istilacıları, endüstriyel ekonomik darboğazı, emeğe zulmü ve vahşi kapitalizmin acımasız sömürüsünü unutturmaya yönelik programlar harfiyen kurgulanır. Alternatiflerin yok gösterilmesi ve karalanması girişimleri mesnetsiz çeşitlendirilir. İşçiden emekten yana her tavırlılık iktidara bariz ve galiz saldırı anlamında toplumun belleğine kazınır. Her yandaş ve yanaşma tavrı ondalık ve odalık aşamasında ödüllendirilir. Bu ödül bolluğunda ödü kopar sessiz çoğunluğun bir günlük de olsa içinden geleni haykıramaz. Zaten istenen de budur.

Ancak bir gerçek vardır elli yıldır gözlerden kaçar. 1 Mayıs tüm dünya ülkelerinde bahar tadında kutlana gelen bir bayramdır. Dünyanın neredeyse tamamında 1 Mayısın özü mözü emilmiştir. Göze hoş bir gün olarak yerleşmiştir bütün gözlere. O kadar. Ama şu fakir ülkede her iktidar erki 1 Mayısları kendilerine karşıtlık görür. Veya uygun gördüğü işlevsellik derecesinde sınırlar. Kısıtlar. Sınırlamakla kısıtlamakla kalmazlar alternatiflerin üretkenliğini, rasyonel bilgi yüklemelerini de yok etme ve sindirme mekanizmalarını kurarlar. Kurulan mekanizmaları her türlü baskı yöntemleriyle de başarılı kılmaya çalışırlar.

Şu 1 Mayıs denilen emek günü, şu bir günlük herkese batan işçi bayramı neden bir tek şu ülkede gayrimeşrulaştırılır. Sembol meydanlar emekçilere kapatılır, nedeni bellidir aslında. En özgürlükçü geçinenler de dâhil hepsi şu ülkeyi hakkıyla yönetemedikleri an ilk iş olarak 1 Mayıslar yasaklanır. 1 Mayıslar meydanlara yasaklanır. Meydanlar işçilere, bayramcılara.

1 Mayıs gayrimeşrulaştırıldıkça, gayrimeşrulaştırılmaya çalışıldıkça tek günlük haykıran sessiz çoğunluk nasıl bir hayata mahkûm edilmiş ve hakkınca yönetiliyor mu bir bakmak gerek…

Birileri için işlerine öyle geldiğinden kuru gürültü görülen, diğerleri için istek, arzu, talep, hak hukuk, adalet, doğruluk dürüstlük, bayram seyran… görülebilir. O halde yapılması gereken birilerinin her masum başkaldırı eylemliliğinin iktidarlarca niçin yıkıcı gürültü kuru gürültü olarak görüldüğünün de irdelenmesidir.

Elli yıldır hep ayni meşhur martaval, hep engellenir şu meşru karnaval...

1 Mayıs tüm acıları birkaç saatliğine unutmak, gülmek, eğlenmek, coşmak ve sorunları en barışçıl biçimde haykırmak üzerine kurumlanmış bir bayramdır oysa. Yine de gayrimeşrulaştırılır. Böyle gittikçe örgütlü gelecek bir türlü gelmeyecek şu yoksul ülkeye. Büyük değişim bir türlü yaşanmayacak ilelebet. Görüntü şimdilik bu.

Örgütlülük amaç, bağlam ve ilkelilik açısından netliği ortaya koyar. Yani örgütlü toplumlar kendi amaçları ve ilkeleri dışında asla kullanılamazlar ve kendilerini kullandırtmazlar. İşte iktidarları kaygılandıran asıl mesele budur. Elli yıldır iktidarların, iktidar yanaşmalarının ve yavşamışlarının da derdi budur. Şu garip ülke insanına hak ettiği insanca yaşayacağı büyük değişimi yaşatmamak. Engelledikçe engellemek ve engelledikçe nemalanmak.

1 Mayıs iktidar tarafından meşru zeminden kaydırılmaya çalışıldıkça, gayrimeşrulaştırıldıkça, gayrimeşrulaştırılmaya çalışıldıkça yatıp kalkıp doğrusu budur demek yerine hiç değil ise bir kereliğine sormak gerek;

Koca yılda tek günlük haykıran şu sessiz çoğunluk hak ve adalet temelinde yönetiliyor mu, yönetilmiyor mu? Ülke kalkınıyor mu, batıyor mu? Bir bakmak gerek…

27 Nisan 2016 Çarşamba

İNCİ İNCİNMİŞLİĞİ VE LAİKLİK...

İNCİ İNCİNMİŞLİĞİ VE LAİKLİK...

Yıllardır inci koltuklardan sarf ile nice incinmişlikler var. İnceldiği yerden kopsun tarzında olduk olmadık yerde, yerli yersiz zamanlarda nice indirmelere, bindirmelere indirgenirse politika incinilir elbet. Ya politikacılar. İnciler dizmenin nice örneği var ama bu kez biraz değil acayip ayıp kaçtı. Büyük ayıp kaçtı Büyük Meclis’in vekâleti elinde tutanınca tutturulan yaygara.

Ülkede her türden, dinden mezhepten özgürlüklerin sabit kalmış tek güvencesine de dil uzatıldı. Yakında mutlak el de uzatılır. Elden de gitti gider.

Bu yüzden gargaraya getirilemeyecek kadar samimi ve sahici bir itiraftı tepeden dökülen. Böyle okumak gerek iki cümlecik sanılan saltanat aşkının derinliğini.

Oradan buradan çalımlarla “Yeni anayasada laiklik tarifi olmamalıdır. Dindar bir anayasa yapmalıyız…” buyurganlığı ile kabardı, kabaracak, kabarmalı siyaset. Bu yalan dolan siyasetinin içine din karışmışsa da karışsın, aldırmalı gönüller…

Geri çekilir, özür dilenir ile geçiştirilemez kadar yoğun anlamlar yüklü kararan öfke yüklü bulutlara.

Nasıl kabarmasın dalgalar?

Denizlere döküldü aksular…

Ya sabır…

 “Ol deriz olur” mealinden, adı konmamış “biz yaparız olur” tarifler misaline devrilen bu makama da yazık. Sorgusuz sualsiz ilahiden sayılıp verilen imkâna da. Dini muhafazarlıktan meclis buyruğuyla ormanyaya markalanışın ilk adımına da. Yazık.

Bu kez “ Biz Ol deriz olur” diyen kutsal İnci de incindi. İncinmiştir…

İncinsin ayrıca…

Vermeden almak mahsusatına aykırı biçimde sık sık din ve kutsal değerlere bulaşan iktidar ruhsatına sığınmalar da kurtarmaz zevatı. Kurtarmasın da. Doğru gösterge bu deyip inanmakla ters incilerden inci dermek kula zarar, millete zarar görülsün artık.

Akıllara zarar. Bu akıllara zarar ayıklanış ta ilk ve tek hatıralardan biri olarak kalır akıllarda. O kadar. Ama karşılığı tek kelimediri; İncindik…

Kutsalında “ Biz Ol deriz olur” diyen İnci de incindi. İncinmiştir…

İncinsin o da…

Din istismarında, dini istismarda Allah’ına kadar kamplaşmanın en yüksek rakımlı makamlarına kadar ulaşmasının delili bu zat.Ucuz kahramanlıklaveya kurbanlık mahlûkat hesabıyla kimlere yönelik olduğu apaçık açıklamalarla yepyeni bir kutuplaşmanın içine atmıştır tarafları. Atsın bakalım işkembeyi kübradan. Bu sarhoşlukta bir yere kadar.

Başarı sarhoşluğu insan eti tadına varmış uzun adımlı obez bir yaratıktır. Yer yer asla doymaz. Midesi doysa da gözü doymaz. Sonsuza dek görevlendirilmiş, gülmeyen inciten, ağız dolusu hayranlıklarla kükreyen, rahat rahat çift yönlü kılıcını da kullanabilen bir mahlûktur başarı sarhoşlaşması. Bu doymazlık ve açlıkla ilelebet incinir dünya.

En kutsalın katında “ Biz Ol deriz olur” diyen İnci de incindi. İncinmiştir…

İncinsin de…

Bu incinmenin vebali günahı sensizliği koltuklara mıhlayıp, sessizliğe inciler derenlerindir. Derkenar olsa da dermek tüm incinmelere açık kapıdır, bilmek gerek. İncinir, incilinir hepten. Dinden çıkılır maazallah.

Sanılmasın ki gün gelir unutulur. Unutulmaz. Koltuğun altında inci inci dizili kâğıtlar tomarında toplanır tüm incinmişlikler. Tamamında incilere inci derlemesi densizlikler kayıtlıdır. Zaten kul unutsa Yaratan unutmaz.

Allah vermesin, en kutsalın katında “ Biz Ol deriz olur” diyen İnci de incindi. İncinmiştir…

Ya incinmiş ise?

Derdin bir gün olsun ruhuma okunsun olmayınca, ben varmadan el varmasın olunca, helal haram karışsın olsun varsın olunca, hak hukuk bir yana herkesten çok yol alsın olunca elbet en ummadık anda şiraze kayar. Ve alınır elbet birileri.
 
Sevgi ve eser bırakmak sezgisiyle yola başlayan iddia sahipleri yoldan çıkınca her yol mubah olur elbette onlara. Onları esefle karşılamak da farz olur tüm incinmişlere. Evine dönenlere dönemeyenlere de.

Allah biliyor ki, en kutsalın katında “ Biz Ol deriz olur” diyen İnci de incindi. İncinmiştir…

25 Nisan 2016 Pazartesi

GÜN AĞARMADAN GEL

GÜN AĞARMADAN GEL

Ağaran saçlarını
gündönümünü gördüğünde ağlayan gül
güldüğünde bülbül
göndere eşitle
gümüş sırma.
Usulünce uzat maviye bulutlara…
Kısırlaşan döngüleri de
dağıt denizlere okyanuslara.
Güz güneşine ekle gücenmişliklerini
kurtul kusurlu düşlerden
sıra dağlara dal.
Kurut gözyaşlarını
düş yollara.
Gün ağarmadan gel.
Estiğinde kara yel
düş yollara
adını unuttuğum caddelere
çıkmaz sokaklara
dal.
Umutla.
Geç kuşatılmışların kavşağından
hayata dönüş sapağını da geç.
Gecikme.
Yavşaklara aldırmadan
sapma hiç dümdüz ilerle
Kurtarılmışların kıyısından sıyrıl
sıtkı sıyrılmışlardan kop
gel adını unutana.
Adres soran mermi gibi
Işkın gibi zıpkın gibi
tek parça.
Adın gün ağartan olsun…
Ağarmış saçlarında güz güneşi sarhoşluğu
Agora meyhanesinde şerefe dursun yıldızlar
İçsin dostluğu yalnız yoldaşlar.
İçelim kışkırtmadan neyi
açalım akşam serinliğinde yar kokulu meyi.
Gün ağarmadan gel.
Gel ve
kaç yıl kalacaksan kal
avunmaz gönlüne aldırmadan.
Hatırlı konuğumsun…
Hatıralı hatırlım
tuğralım.
Aldırmasın gönül başın öne eğilmesin…
Hayatı kapatıp tam uyuyacakken
sende ben
ekranımda sen
ayıldım.
Yollara düştüğün ilk halinle göründün
ey yolcu bırakmam bende seni
sen kal…
Düşmüştüm yollara yıllar evvel bir gün
ağarmadan daha gün
kayboldum…
Adını unuttuğum
tozu dumana kat ara
beni bende.
Altın tozunu yutmadın ise dal hayallere.
Haller hal
hayaller bal…
Değişim sürecine kapılınca balatlar
kapı dışarı serinlik
üşütme.
Sen sen ol
dünya da değişmezleri
değiştirmeyen ol.
Öylece kal...
Ve gel değişmeyene en dik
bir o kadar da yumuşak
coğrafyadan.
Adını unutmuş olsam da
Gün ağartan olsun adın.
Adın andım.

Olsun…
Erkeğim.
Kadınım.

Gün ağarmadan gel…

24 Nisan 2016 Pazar

TEHCİR, YÜZ YILLIK İDDİA…

TEHCİR, YÜZ YILLIK İDDİA…

İttihatçılar ülkeyi iyi yönetemiyordu. Yönetemeyince Anadolu’ya sıkışan İmparatorluk dört bir yandan içeriden ve dışarıdan kuşatıldı. Bu başıbozuklukta iddiacılar da çoğunlukta oldukları bölgelerde at oynatmaya başladılar. İşte bu yüzyıllık soykırım iddiası İmparatorluğun Balkanlardan çıkarılışı sonrası, dünya savaşı, her elden her telden ayaklanmalar, her türden isyanlar, her dinden, dilden, renkten özgürleşme talebi ve millileşme arzusu sürecinde iyice zorlandığı, kurumsuz ve kuralsız boğuştuğu çöküş dönemine ve en zayıf günlerine denk düşer. Veya düşürülmüştür.

Bunca olumsuzluklara rağmen zamanın kamuoyu hükümetin tehcir kararına karşıdır. Ancak o sıcak günlerde tehcir hakkında hiçbir şey açıkça yayınlanamıyordu. Yayınlatılmıyordu.

Gerçekler acıdır, yürek acıtır. Şimdi iddiacıların lobileri güçlü ve iddialar da ortada. Yüzyıldır şu fakir memleket, imparatorluğun yıkılışı öncesi çıkış yolu arayan İttihatçılarla, fırsat girdabına kapılan iddiacıları karşı karşıya getiren tehcir meselesiyle uğraşıyor hala. Ve yüz yıllık bilgisizlik ile sorulan, sorulmayan veya açıkça sorulması gereken tüm sorulara verilecek tek cevapta odaklanıyor iddia; soykırım…

Soykırım kabul edilir veya edilmez ama Anadolu’nun doğusunda eğer böyle bir kırım, acımasız bir kıyım yaşandı veya yaşatıldıysa kim ne derse desin resmen bir insanlık suçudur, insanlık dramıdır. Ayrıca kimsenin de böylesine yürek acıtan yüz yıllık tarihi gerçekliği inkâr etme, gizleme, yok sayma hakkı yoktur. Adına direkt soykırım denilmese de olayların örgüsü, gelişimi ve sonuçları bu yaşanmışlığı başka kalıplara da sığdıramaz gibi. Hiçbir özel şart ve genel durum geçmişte bu ve benzeri yaşananlara bahane olamaz, olmamalı da.

Tehcire objektif bakmadan, tarafların yüzlerce yıllık ortaklaşa yaşam ortamını ve yüz yıl önceki değişen durumunu karşılıklı değerlendirmeden meseleyi sadece ‘soykırım yapılmıştır veya soykırım yoktur’ ikilemine hapsetmek hangi ırktan olunursa olsun insanlıkla bağdaşmaz, hümanizmayla ilişkilendirilemez.

İmparatorluğu böbürlenerek miras sayanlar ve cumhuriyeti benimseyip miras saymayanlarca sürdürülen boşverdimci hava, yok öyle şey, art niyetli bir iddiadır, boş bir ithamdır çıkışları tehcirin yüzüncü yılında Türkiye’yi soykırım yapmış olma noktasına geriletmiştir.  Zaten soykırım kapsamında dünyanın merakını uyandıran, kime kimlere ne yarar sağlayacağı da alenen belli olan bu tehcir meselesi her güçlü görünen zayıf iktidar dönemlerinde gündeme gelir. Daima getirilir. Yine gelmiştir.

Yüz yıl önce asker devlet adamları ve siyasiler tarihi yapmış, ancak tarihçiler hakkınca yazamamıştır. Hem de yazılı veya yazısız tüm bilgilerin nasıl ve nerede bulunacağı belli iken.  Hep ham bilginin durduk yerde gelip kişileri ve olayları nasıl ve nerede bulacağı beklenmiştir. Böylece dönemi tam anlatamayan beklentilerin çok uzağında ürünler verebilmişlerdir.

Bugün ortalık soykırım diyerek çalkalandırılırken yazılı kayıtlara ulaşılabilirlik ve arşivlere giriş kısıtlı kalmış, konuya dâhil devletlerin arşivleri de yerli ve yabancı tarihçilerce gereğince irdelenememiştir. Hal böyle olunca egemen güçlerce her fırsatta hala canlı tutulan bu tarihsel gerçek gereğince irdelenmeden ne önyargılı yaklaşımlarla ele alınmıştır.

Bu yüz yıllık iddia ne yoktur denilerek yok olur, ne de aydın bilgiçliğiyle var denilmesiyle hallolur…

Bu günden yarına ilgisizlik ve bilgisizlik zamanın öznel ve nesnel şartları da gözetilerek bir an evvel giderilmelidir. Eğer bu cahillik bitmezse iddiacıların iddiaları doğrultusunda oluşan ilgi veya bilgi kirliliği ile dünya, hatta dünyanın en minyatür devletlerine kadar hemen herkes “ Türkiye 1915 ile 1923 arasında soykırım gerçekleştirmiş ve iddiacıların kökeninden 1,5 milyon insan soykırıma kurban gitmiştir…”  savına inanır, inanmasa da metnini imzalar.

Ayrıca İmparatorluğun o döneme ait bilgi, belge ve bulgu yoksulluğundan kaynaklanan, bilinenin azlığı, bilinmeyenlerin çokluğu iddiacılar tarafından yüz yıldır delil karartma olarak lanse edilmiştir. Bu tehcire ilişkin tarihsel şüpheleri de artırmıştır. Yüz yıldır mesele bir türlü net biçimde aydınlığa kavuşturulamamıştır. Ve vakayı en baştan reddetme ve tarihsel sapmalara sığınmalarla geçiştirmeye çalışmak ise o dönemi iyice zan altında bırakmıştır.

Artık reddi mirasla da bu iddiadan kurtulmak mümkün değildir…

Yani ne yüzyılın ilk soykırımı iddiasında bulunmakla ne de Türkiye Cumhuriyeti bu olaydan sorumlu tutulamaz, imparatorluk dönemiydi şeklinde davranmakla da çözülemez, tehcir. Sorunu doğru okumak şarttır. Yanlış okumalar çoğaldıkça isyanlar tehcirin değil, tehcir isyanların sonucudur ikilemi doğar ve bu olgu daha uzun yıllar tarafların çok başını ağrıtır.

Yüz yıllarca birlikte yaşayanlar yüz yıl önce sıcak savaş ortamında karşılıklı kin, intikam ve düşmanlık yaratılarak tehcir edenler ve tehcir edilenler safında yok yere vahşice kapıştırılmışlardır. Tehcirde çoluk çocuklu kafilelere saldırılar olmadığını, iddiacıların zarar görmediğini, insanlık dışı davranışlara maruz kalmadıklarını, ölmediklerini, sakat kalmadıklarını, öksüz kalıp devşirilmediklerini kimseler ne söyleyebilir ne de savunabilir. Yaşanan acılar, kıyım ve kırım sistemli midir, değil midir işte orası muammadır. Ancak çarpışmalar ve metazori tehcir sırasında iddiacıların milyon civarında kayıp verdiği tarihsel gerçektir. Bu kayıplar tarih düzleminde soykırıma bağlanır veya bağlanamayabilir bilinmez ama yok tehcirdi yok soykırımdı kavgası ilelebet sürer.

Elbette bu talihsiz konu tarihsel boyutta gereğince işlenemez, enikonu irdelenemez ise bünyesinde yanıtı zor yığınla soruyu barındırır. Bu sebepten yüz yıldır da bir sorun yumağı haline gelir, getirilir, getirilmiştir. Soykırıma uğradığını iddia edenlerin imparatorluk ile bir yurt kavgası mevcut değildir. Eğer yurtları zorla, istila ve işgal ile veya belli belirsiz savaşlar ile alınmış ise tarihte mutlaka yeri olmalıdır. Ama tarihte böyle bir durum tespiti yoktur. Eğer gerçekten öyleyse dünyada her insanın bir diğerine, bir devletin başka devletlere, devletlerin himayesindeki halklarına bir diyet borcunun doğabileceği de asla unutulmamalıdır.

Ayrıca iddiacı kökenli tarihçilerin bile Doğu Anadolu Bölgesinin soykırım iddiacılarının gerçek anayurdu olup olmadığı hakkında fikir birliği yoktur. İddiacı kökenlilerin birbiriyle çelişen onlarca görüşü mevcuttur. En başta Nuh’a, Nuh’un gemisi efsanelerine dayandırılan bilimdışı görüşlerin yanı sıra tarihte Urartulara, Trakfriglere, Güney Kafkasya’ya, Turana kadar dayandırılan bir ırksal çeşni vardır iddiacıların tarihlerinde. Tarihsel tutarsızlıklar bir yana İddiacıların İsa’dan önce altı yüzlerden on dokuzuncu yüzyıla ülkesiz ve devletsiz, çeşitli egemenlikler altında yaşamışlıkları ise bir gerçektir.

Yüz yıl önceki işgal ve istila iddialarından soykırım iddialarına kadar bu topraklarda yaşamış iddiacılar, Türklerin Anadolu’ya girişlerinden sonra on sekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadar baskı, zulüm ve şiddet görmemişlerdir. Eğer gerçek böyle değilse niçin ve neden tarihte benzer iddiacı sorunlardan söz edildiği hiç görülmemiştir.

İmparatorluk 1856 Islahat Fermanı ile başlayan, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, Ayastefanos Anlaşması ve Berlin Konferansı ile sonlanan bir süreçten önce iddiacıları hiç sorun görmemiştir. İmparatorluk veya Türkler iddia edildiği üzere, birden 1890’lardan sonra iddiacıları katletmeye başlamışlar ve soykırıma girişmişlerdir.

Başka bir deyişle tarih aleyhine ve tersine işletilirken bu soykırıma yakalanmıştır İmparatorluk.

Memleket içten dışa kaynarken 1914 kışı öncesinde seferberlik ilan edilir. Tebaadan yirmi ila kırk arası tüm erkekler silâhaltına alınır. Sonra yaş baremi on sekiz ila elli olur. İddiacılar 1915 Martında Anadolu’da isyan girişimlerini çoğaltırlar. Zamanıyla iddiacı kökenden mebusların ve patriğin dahi can yakan bu gelişmelere dur diyemeyişi ve bir şeyler yapamayışları da başka bir acı gerçektir.  Durum giderek ağırlaşınca İttihatçılar operasyona başlar. Tehcire uzanacak yol açılır. İstanbul’da iddiacı liderler Rusya ile yakın ilişkileri var savı ve hükümete darbe yapacakları kaygısı veya bahanesi ile toptan göz hapsine alınırlar. Böylece ileride dehşet verici sonuçlara gebe çözüme yönelir ittihatçılar. İddiacıların siyasi oluşumları, partileri, örgütleri ve dernekleri kapatılır. 24 Nisan da iki yüzün üzerinde iddiacı imparatorluk aleyhine faaliyetler yapmak suçundan tutuklanır. İşte uzun yıllardır katliam günü diye anılan gün aslında o gündür.  Veya hakikaten o gün müdür değil midir ayıklanması, kayıtlanması gerekir. İki günde bu sayı iki bini aşar. İddiacıların nesli Ayaş ve Çankırı’ya sürülürler.

Buraya kadar tarihi dönemin karışıklığı itibariyle ve devlet hiyerarşisi gereği normal karşılanabilir türden yaptırımlardır şeklinde bir görüş hâkim olabilir.

Ancak nisan ortasında iddiacıların isyanıyla Van vilayeti Ruslara geçince düğmeye basılır. Doğu ve Güneydoğu da altı vilayeti iddiacılardan temizleme operasyonu başlar. Operasyonun adı tehcirdir. Yasa yoktur ama geçici bir kanunla başlatılır zoraki göç. Yani 27 Mayıs 1915 tarihi kırılma noktasıdır. Bu tarihte Tehcir Kanunu’nun çıkarılması ve iddiacıların güneydeki topraklara sürülmesi yüz yıldır sürdürülen soykırım iddialarının başlangıcıdır.

Tehcir cezai bir işlem olarak mı, yoksa gizli başka bir nedenle mi uygulanmıştır hala belirsizdir. Ama şehirleri tehcirle iddiacılardan arındırma işi kısa zamanda bölgeyi tamamen iddiacılardan temizleme ve kurtulma politikasına dönüşür. Resmen kıyım ve kırım yaşanır, yaşatılır. Bu arada tehcire karşı olanlar, metezori göçe muhalifler veya mezalimi onaylamayanlar anında gözden düşürülür. Yüksek sesle itiraz etmeleri önlenir. Ve karşılıklı kıyımla, kırımlarla, artan nefret ile şekillenen tehcir bu günlere miras kalır. Ülke tarihine de böylece kara bir leke sürülmüş olur.

İddiacı klanların her 24 Nisan gününü katliam yıldönümü olarak anmalarının ardında yatanın neler olduğunu ve neyi ifade ettiğini, şu garip ülkede Türkiyeli, Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Gürcü, Çerkez, Rum, Müslüman, Hıristiyan, Musevi… kimse açıkça bilmez. Soykırımla örtüşen bu yaşanmışlıkların aslında Tanrısı da yoktur, dini imanı da. Net ifadeyle her zamanki gibi çıplak tanıklıkların uydurma dönemlere ve uydu dönmelere direnemeyişinin piramidi tersine döndürmesidir meselenin özü.  Hâlbuki bariz iddialara aldırmamak, kayıp giden, yiten, portrelerin ardından sadece bakmak yerine tarihten yaprakları tek tek sorgulamak ve ince ayrıntılara kafa yormak gerekirdi. Yapılmamıştır.

Yani bugün soykırımın yüzyıl önceki tehcire tescillenmişliği, tercihler sorgulanarak ispatlanamayacağı gibi,  kıyımlar dayanaksız savlarıyla da izah edilemez. Çünkü iddiaların, ispat ve izahı hangi kanıtlara ve emarelere dayandığı tarihle sabittir. O tarih de birlikte yazılmıştır.

İttihatçılar imparatorluğu iyi yönetemiyordu…

Dağılan İmparatorluk 1 Kasım 1914 yılında Almanya ile ittifak edip Birinci Dünya Savaşı’na girince bu durum tebaalarca kaçırılamayacak bir fırsat olarak algılandı. Başta şimdinin soykırım iddiacılarının ataları yüzyıllardan sonra ivedilikle hedef büyüttüler. İddiacı ayaklanmalarının ve isyan faaliyetlerinin İmparatorluğun tehcir kararına karşı meşru müdafaa olarak tanıtımının ne derece doğruları yansıttığı veya hiç yansıtmadığı çok önemlidir. Üzerinde özenle durulması gereken bir noktadır bu meşru müdafaa iddiası. Ortada daha bir tehcir dayatması yokken 1915 yılında Tiflis’teki Ermeni Kongresi’nde Taşnak temsilcilerinin silahlanma, ayaklanma, savaşa hazırlanma ve isyan çıkarma üzerine tavır ortaya koyma niyetinde oldukları açıktır.

İddiacıların niyetleri o denli sarih ve sabitken tehcirle boğazlara düğümlenen bu kıyım ve kırım, İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale boğazına demirlemişken, İmparatorluk Galiçya’dan Doğu Anadolu’ya, Kuzeyden Güneye dört bir yanda cephelere dağılmışken, dört koldan iç ve dış saldırılar ve yıkıcı tehlikeler büyüdükçe büyürken olmuştur. Bu atmosferde iddiacıların üstlendikleri rol ve iddiacılara tehcir uygulanma nedenleri çok ciddi araştırılmalıdır. Belli kışkırtmalarla olduğu söylenen bir Müslüman kıyımı ne maksatla devam ettirilmiştir incelenmelidir.

Bin yıllara yayılmış süre gocunmadan birlikte yaşamış insanların, bir anda birbirlerini düşman sayıp acımasızca kırma, birbirlerini boğazlama noktasına gelişleri ve kıyımlara mani olunamayış derinlemesine değerlendirilmedikçe tehcir meselesi asla çözümlenemez.

Aslında iddia, yüz yıl önce yaşananları sadece “soykırımın önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme” ye uydurma çabasıdır. Malum iddiacıların soyuna sopuna yüz yıl evvel yaşatılanlar eğer bu tanımlamaya uyuyorsa, uydurulabilecek yanları mevcutsa ve imparatorluk gerçekten bir insanlık suçu işlemişse Türkiye zaten bu sözleşmeye yıllar öce imza koymuştur. Gereği kolayca yapılır.

Yani 11 Aralık 1951’den beri yürürlükte olan bu sözleşme doğrultusunda uluslararası hukuk bağlamında yapılabilecek birçok girişimler varken, iddiacılar altmış küsur yıl durmuşlar, yüzüncü yılı beklemişlerdir. Keskin lobi hareketleriyle bu yüzyıllık bilgisizliğe bilgi yerine hiç alakası olmayanların ilgilerini katmışlardır. Anadolu’nun belki de birbirine en çok benzeşen halklarından birine tehcir ile reva görülenler ve zoraki göç ettiriliş tarafların yüzyıldır birbirlerine diş bilemelerine nedendir. Yüz yıldır dünya ölçeğinde birbirlerine ağır tahribatlar verdikleri de ortadadır. O kadar.


Tehcir ile uğranılan acılar ve çekilen sıkıntılar aynen Balkanlardan göç gibi ayan beyandır, gerçektir ve ortaktır. İmha, kırım, kıyım, soykırım nasıl anılırsa anılsın ama yüzyıllık tehcir, göz önü perde arkası ile bu güne ve geleceğe miras ayrıntılarıyla tarafsızca ele alınmalı, iddialar ve o karanlık dönem en geniş biçimde sorgulanarak aydınlatılmalıdır...