24 Nisan 2016 Pazar

TEHCİR, YÜZ YILLIK İDDİA…

TEHCİR, YÜZ YILLIK İDDİA…

İttihatçılar ülkeyi iyi yönetemiyordu. Yönetemeyince Anadolu’ya sıkışan İmparatorluk dört bir yandan içeriden ve dışarıdan kuşatıldı. Bu başıbozuklukta iddiacılar da çoğunlukta oldukları bölgelerde at oynatmaya başladılar. İşte bu yüzyıllık soykırım iddiası İmparatorluğun Balkanlardan çıkarılışı sonrası, dünya savaşı, her elden her telden ayaklanmalar, her türden isyanlar, her dinden, dilden, renkten özgürleşme talebi ve millileşme arzusu sürecinde iyice zorlandığı, kurumsuz ve kuralsız boğuştuğu çöküş dönemine ve en zayıf günlerine denk düşer. Veya düşürülmüştür.

Bunca olumsuzluklara rağmen zamanın kamuoyu hükümetin tehcir kararına karşıdır. Ancak o sıcak günlerde tehcir hakkında hiçbir şey açıkça yayınlanamıyordu. Yayınlatılmıyordu.

Gerçekler acıdır, yürek acıtır. Şimdi iddiacıların lobileri güçlü ve iddialar da ortada. Yüzyıldır şu fakir memleket, imparatorluğun yıkılışı öncesi çıkış yolu arayan İttihatçılarla, fırsat girdabına kapılan iddiacıları karşı karşıya getiren tehcir meselesiyle uğraşıyor hala. Ve yüz yıllık bilgisizlik ile sorulan, sorulmayan veya açıkça sorulması gereken tüm sorulara verilecek tek cevapta odaklanıyor iddia; soykırım…

Soykırım kabul edilir veya edilmez ama Anadolu’nun doğusunda eğer böyle bir kırım, acımasız bir kıyım yaşandı veya yaşatıldıysa kim ne derse desin resmen bir insanlık suçudur, insanlık dramıdır. Ayrıca kimsenin de böylesine yürek acıtan yüz yıllık tarihi gerçekliği inkâr etme, gizleme, yok sayma hakkı yoktur. Adına direkt soykırım denilmese de olayların örgüsü, gelişimi ve sonuçları bu yaşanmışlığı başka kalıplara da sığdıramaz gibi. Hiçbir özel şart ve genel durum geçmişte bu ve benzeri yaşananlara bahane olamaz, olmamalı da.

Tehcire objektif bakmadan, tarafların yüzlerce yıllık ortaklaşa yaşam ortamını ve yüz yıl önceki değişen durumunu karşılıklı değerlendirmeden meseleyi sadece ‘soykırım yapılmıştır veya soykırım yoktur’ ikilemine hapsetmek hangi ırktan olunursa olsun insanlıkla bağdaşmaz, hümanizmayla ilişkilendirilemez.

İmparatorluğu böbürlenerek miras sayanlar ve cumhuriyeti benimseyip miras saymayanlarca sürdürülen boşverdimci hava, yok öyle şey, art niyetli bir iddiadır, boş bir ithamdır çıkışları tehcirin yüzüncü yılında Türkiye’yi soykırım yapmış olma noktasına geriletmiştir.  Zaten soykırım kapsamında dünyanın merakını uyandıran, kime kimlere ne yarar sağlayacağı da alenen belli olan bu tehcir meselesi her güçlü görünen zayıf iktidar dönemlerinde gündeme gelir. Daima getirilir. Yine gelmiştir.

Yüz yıl önce asker devlet adamları ve siyasiler tarihi yapmış, ancak tarihçiler hakkınca yazamamıştır. Hem de yazılı veya yazısız tüm bilgilerin nasıl ve nerede bulunacağı belli iken.  Hep ham bilginin durduk yerde gelip kişileri ve olayları nasıl ve nerede bulacağı beklenmiştir. Böylece dönemi tam anlatamayan beklentilerin çok uzağında ürünler verebilmişlerdir.

Bugün ortalık soykırım diyerek çalkalandırılırken yazılı kayıtlara ulaşılabilirlik ve arşivlere giriş kısıtlı kalmış, konuya dâhil devletlerin arşivleri de yerli ve yabancı tarihçilerce gereğince irdelenememiştir. Hal böyle olunca egemen güçlerce her fırsatta hala canlı tutulan bu tarihsel gerçek gereğince irdelenmeden ne önyargılı yaklaşımlarla ele alınmıştır.

Bu yüz yıllık iddia ne yoktur denilerek yok olur, ne de aydın bilgiçliğiyle var denilmesiyle hallolur…

Bu günden yarına ilgisizlik ve bilgisizlik zamanın öznel ve nesnel şartları da gözetilerek bir an evvel giderilmelidir. Eğer bu cahillik bitmezse iddiacıların iddiaları doğrultusunda oluşan ilgi veya bilgi kirliliği ile dünya, hatta dünyanın en minyatür devletlerine kadar hemen herkes “ Türkiye 1915 ile 1923 arasında soykırım gerçekleştirmiş ve iddiacıların kökeninden 1,5 milyon insan soykırıma kurban gitmiştir…”  savına inanır, inanmasa da metnini imzalar.

Ayrıca İmparatorluğun o döneme ait bilgi, belge ve bulgu yoksulluğundan kaynaklanan, bilinenin azlığı, bilinmeyenlerin çokluğu iddiacılar tarafından yüz yıldır delil karartma olarak lanse edilmiştir. Bu tehcire ilişkin tarihsel şüpheleri de artırmıştır. Yüz yıldır mesele bir türlü net biçimde aydınlığa kavuşturulamamıştır. Ve vakayı en baştan reddetme ve tarihsel sapmalara sığınmalarla geçiştirmeye çalışmak ise o dönemi iyice zan altında bırakmıştır.

Artık reddi mirasla da bu iddiadan kurtulmak mümkün değildir…

Yani ne yüzyılın ilk soykırımı iddiasında bulunmakla ne de Türkiye Cumhuriyeti bu olaydan sorumlu tutulamaz, imparatorluk dönemiydi şeklinde davranmakla da çözülemez, tehcir. Sorunu doğru okumak şarttır. Yanlış okumalar çoğaldıkça isyanlar tehcirin değil, tehcir isyanların sonucudur ikilemi doğar ve bu olgu daha uzun yıllar tarafların çok başını ağrıtır.

Yüz yıllarca birlikte yaşayanlar yüz yıl önce sıcak savaş ortamında karşılıklı kin, intikam ve düşmanlık yaratılarak tehcir edenler ve tehcir edilenler safında yok yere vahşice kapıştırılmışlardır. Tehcirde çoluk çocuklu kafilelere saldırılar olmadığını, iddiacıların zarar görmediğini, insanlık dışı davranışlara maruz kalmadıklarını, ölmediklerini, sakat kalmadıklarını, öksüz kalıp devşirilmediklerini kimseler ne söyleyebilir ne de savunabilir. Yaşanan acılar, kıyım ve kırım sistemli midir, değil midir işte orası muammadır. Ancak çarpışmalar ve metazori tehcir sırasında iddiacıların milyon civarında kayıp verdiği tarihsel gerçektir. Bu kayıplar tarih düzleminde soykırıma bağlanır veya bağlanamayabilir bilinmez ama yok tehcirdi yok soykırımdı kavgası ilelebet sürer.

Elbette bu talihsiz konu tarihsel boyutta gereğince işlenemez, enikonu irdelenemez ise bünyesinde yanıtı zor yığınla soruyu barındırır. Bu sebepten yüz yıldır da bir sorun yumağı haline gelir, getirilir, getirilmiştir. Soykırıma uğradığını iddia edenlerin imparatorluk ile bir yurt kavgası mevcut değildir. Eğer yurtları zorla, istila ve işgal ile veya belli belirsiz savaşlar ile alınmış ise tarihte mutlaka yeri olmalıdır. Ama tarihte böyle bir durum tespiti yoktur. Eğer gerçekten öyleyse dünyada her insanın bir diğerine, bir devletin başka devletlere, devletlerin himayesindeki halklarına bir diyet borcunun doğabileceği de asla unutulmamalıdır.

Ayrıca iddiacı kökenli tarihçilerin bile Doğu Anadolu Bölgesinin soykırım iddiacılarının gerçek anayurdu olup olmadığı hakkında fikir birliği yoktur. İddiacı kökenlilerin birbiriyle çelişen onlarca görüşü mevcuttur. En başta Nuh’a, Nuh’un gemisi efsanelerine dayandırılan bilimdışı görüşlerin yanı sıra tarihte Urartulara, Trakfriglere, Güney Kafkasya’ya, Turana kadar dayandırılan bir ırksal çeşni vardır iddiacıların tarihlerinde. Tarihsel tutarsızlıklar bir yana İddiacıların İsa’dan önce altı yüzlerden on dokuzuncu yüzyıla ülkesiz ve devletsiz, çeşitli egemenlikler altında yaşamışlıkları ise bir gerçektir.

Yüz yıl önceki işgal ve istila iddialarından soykırım iddialarına kadar bu topraklarda yaşamış iddiacılar, Türklerin Anadolu’ya girişlerinden sonra on sekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadar baskı, zulüm ve şiddet görmemişlerdir. Eğer gerçek böyle değilse niçin ve neden tarihte benzer iddiacı sorunlardan söz edildiği hiç görülmemiştir.

İmparatorluk 1856 Islahat Fermanı ile başlayan, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, Ayastefanos Anlaşması ve Berlin Konferansı ile sonlanan bir süreçten önce iddiacıları hiç sorun görmemiştir. İmparatorluk veya Türkler iddia edildiği üzere, birden 1890’lardan sonra iddiacıları katletmeye başlamışlar ve soykırıma girişmişlerdir.

Başka bir deyişle tarih aleyhine ve tersine işletilirken bu soykırıma yakalanmıştır İmparatorluk.

Memleket içten dışa kaynarken 1914 kışı öncesinde seferberlik ilan edilir. Tebaadan yirmi ila kırk arası tüm erkekler silâhaltına alınır. Sonra yaş baremi on sekiz ila elli olur. İddiacılar 1915 Martında Anadolu’da isyan girişimlerini çoğaltırlar. Zamanıyla iddiacı kökenden mebusların ve patriğin dahi can yakan bu gelişmelere dur diyemeyişi ve bir şeyler yapamayışları da başka bir acı gerçektir.  Durum giderek ağırlaşınca İttihatçılar operasyona başlar. Tehcire uzanacak yol açılır. İstanbul’da iddiacı liderler Rusya ile yakın ilişkileri var savı ve hükümete darbe yapacakları kaygısı veya bahanesi ile toptan göz hapsine alınırlar. Böylece ileride dehşet verici sonuçlara gebe çözüme yönelir ittihatçılar. İddiacıların siyasi oluşumları, partileri, örgütleri ve dernekleri kapatılır. 24 Nisan da iki yüzün üzerinde iddiacı imparatorluk aleyhine faaliyetler yapmak suçundan tutuklanır. İşte uzun yıllardır katliam günü diye anılan gün aslında o gündür.  Veya hakikaten o gün müdür değil midir ayıklanması, kayıtlanması gerekir. İki günde bu sayı iki bini aşar. İddiacıların nesli Ayaş ve Çankırı’ya sürülürler.

Buraya kadar tarihi dönemin karışıklığı itibariyle ve devlet hiyerarşisi gereği normal karşılanabilir türden yaptırımlardır şeklinde bir görüş hâkim olabilir.

Ancak nisan ortasında iddiacıların isyanıyla Van vilayeti Ruslara geçince düğmeye basılır. Doğu ve Güneydoğu da altı vilayeti iddiacılardan temizleme operasyonu başlar. Operasyonun adı tehcirdir. Yasa yoktur ama geçici bir kanunla başlatılır zoraki göç. Yani 27 Mayıs 1915 tarihi kırılma noktasıdır. Bu tarihte Tehcir Kanunu’nun çıkarılması ve iddiacıların güneydeki topraklara sürülmesi yüz yıldır sürdürülen soykırım iddialarının başlangıcıdır.

Tehcir cezai bir işlem olarak mı, yoksa gizli başka bir nedenle mi uygulanmıştır hala belirsizdir. Ama şehirleri tehcirle iddiacılardan arındırma işi kısa zamanda bölgeyi tamamen iddiacılardan temizleme ve kurtulma politikasına dönüşür. Resmen kıyım ve kırım yaşanır, yaşatılır. Bu arada tehcire karşı olanlar, metezori göçe muhalifler veya mezalimi onaylamayanlar anında gözden düşürülür. Yüksek sesle itiraz etmeleri önlenir. Ve karşılıklı kıyımla, kırımlarla, artan nefret ile şekillenen tehcir bu günlere miras kalır. Ülke tarihine de böylece kara bir leke sürülmüş olur.

İddiacı klanların her 24 Nisan gününü katliam yıldönümü olarak anmalarının ardında yatanın neler olduğunu ve neyi ifade ettiğini, şu garip ülkede Türkiyeli, Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Gürcü, Çerkez, Rum, Müslüman, Hıristiyan, Musevi… kimse açıkça bilmez. Soykırımla örtüşen bu yaşanmışlıkların aslında Tanrısı da yoktur, dini imanı da. Net ifadeyle her zamanki gibi çıplak tanıklıkların uydurma dönemlere ve uydu dönmelere direnemeyişinin piramidi tersine döndürmesidir meselenin özü.  Hâlbuki bariz iddialara aldırmamak, kayıp giden, yiten, portrelerin ardından sadece bakmak yerine tarihten yaprakları tek tek sorgulamak ve ince ayrıntılara kafa yormak gerekirdi. Yapılmamıştır.

Yani bugün soykırımın yüzyıl önceki tehcire tescillenmişliği, tercihler sorgulanarak ispatlanamayacağı gibi,  kıyımlar dayanaksız savlarıyla da izah edilemez. Çünkü iddiaların, ispat ve izahı hangi kanıtlara ve emarelere dayandığı tarihle sabittir. O tarih de birlikte yazılmıştır.

İttihatçılar imparatorluğu iyi yönetemiyordu…

Dağılan İmparatorluk 1 Kasım 1914 yılında Almanya ile ittifak edip Birinci Dünya Savaşı’na girince bu durum tebaalarca kaçırılamayacak bir fırsat olarak algılandı. Başta şimdinin soykırım iddiacılarının ataları yüzyıllardan sonra ivedilikle hedef büyüttüler. İddiacı ayaklanmalarının ve isyan faaliyetlerinin İmparatorluğun tehcir kararına karşı meşru müdafaa olarak tanıtımının ne derece doğruları yansıttığı veya hiç yansıtmadığı çok önemlidir. Üzerinde özenle durulması gereken bir noktadır bu meşru müdafaa iddiası. Ortada daha bir tehcir dayatması yokken 1915 yılında Tiflis’teki Ermeni Kongresi’nde Taşnak temsilcilerinin silahlanma, ayaklanma, savaşa hazırlanma ve isyan çıkarma üzerine tavır ortaya koyma niyetinde oldukları açıktır.

İddiacıların niyetleri o denli sarih ve sabitken tehcirle boğazlara düğümlenen bu kıyım ve kırım, İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale boğazına demirlemişken, İmparatorluk Galiçya’dan Doğu Anadolu’ya, Kuzeyden Güneye dört bir yanda cephelere dağılmışken, dört koldan iç ve dış saldırılar ve yıkıcı tehlikeler büyüdükçe büyürken olmuştur. Bu atmosferde iddiacıların üstlendikleri rol ve iddiacılara tehcir uygulanma nedenleri çok ciddi araştırılmalıdır. Belli kışkırtmalarla olduğu söylenen bir Müslüman kıyımı ne maksatla devam ettirilmiştir incelenmelidir.

Bin yıllara yayılmış süre gocunmadan birlikte yaşamış insanların, bir anda birbirlerini düşman sayıp acımasızca kırma, birbirlerini boğazlama noktasına gelişleri ve kıyımlara mani olunamayış derinlemesine değerlendirilmedikçe tehcir meselesi asla çözümlenemez.

Aslında iddia, yüz yıl önce yaşananları sadece “soykırımın önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme” ye uydurma çabasıdır. Malum iddiacıların soyuna sopuna yüz yıl evvel yaşatılanlar eğer bu tanımlamaya uyuyorsa, uydurulabilecek yanları mevcutsa ve imparatorluk gerçekten bir insanlık suçu işlemişse Türkiye zaten bu sözleşmeye yıllar öce imza koymuştur. Gereği kolayca yapılır.

Yani 11 Aralık 1951’den beri yürürlükte olan bu sözleşme doğrultusunda uluslararası hukuk bağlamında yapılabilecek birçok girişimler varken, iddiacılar altmış küsur yıl durmuşlar, yüzüncü yılı beklemişlerdir. Keskin lobi hareketleriyle bu yüzyıllık bilgisizliğe bilgi yerine hiç alakası olmayanların ilgilerini katmışlardır. Anadolu’nun belki de birbirine en çok benzeşen halklarından birine tehcir ile reva görülenler ve zoraki göç ettiriliş tarafların yüzyıldır birbirlerine diş bilemelerine nedendir. Yüz yıldır dünya ölçeğinde birbirlerine ağır tahribatlar verdikleri de ortadadır. O kadar.


Tehcir ile uğranılan acılar ve çekilen sıkıntılar aynen Balkanlardan göç gibi ayan beyandır, gerçektir ve ortaktır. İmha, kırım, kıyım, soykırım nasıl anılırsa anılsın ama yüzyıllık tehcir, göz önü perde arkası ile bu güne ve geleceğe miras ayrıntılarıyla tarafsızca ele alınmalı, iddialar ve o karanlık dönem en geniş biçimde sorgulanarak aydınlatılmalıdır...

Hiç yorum yok: