29 Ocak 2020 Çarşamba

ocak-son


DEPREM SİYASETİ

Depremle iç içe bir memleket olma hali, haliyle siyasetçi olgunluğunu, olgunlaşmasını da getirir. Deprem siyaseti doygunlaşmasını da götürür. Getirir mi, götürür mü ayrıcalığı ise başlı başına yapısal bozukluk meselesidir.

Bir başka mesele sanki millet daha yeni ayrımına vardı, deprem memleketi olunduğunun.  Meğer deprem memleketiymişiz havası hâkim dört bir yanda. Öyleyse siyasetçiler, millet devlet bağlamında deprem gerçeğinden, siyasi kazanç sağlama hevesinde olmayacak. Süreci ve krize iyi yönetecek, sabırsız ve çaresizlikten tehditkâr unsurların, sesini kesme eğiliminde olmayacak. Yani hazırdan, kullanılır seviyede güvenoyu peşinde koşmayacak.

Ancak yapılan resmen bu biçim deprem siyaseti…

Gerçekten, bu denli deprem gerçeği ile yüz yüze yaşayan memleketin, mutlaka gerçekçi deprem siyaseti olmalı. Deprem politikaları olmalı. Deprem Bakanı olmalı. Deprem danışmanları olmalı. Deprem kurumları olmalı. Deprem okulları olmalı. Tüm okullarda deprem dersi olmalı. Hepsinde deprem haritası olmalı. Bu haritalar hakkı ile doğru okunmalı…

Gerçekte, depremle iç içe yaşayan millet ise siyasal tercihini, diğer tercih nedenleri bir yana, deprem politikası gözeterek yapmalı. Din kitap tüccarlığına göre değil. Liboş mezhepçi rant çizgisinde koşmalara göre değil. Deprem siyasetini vaaz ve vaatler üzerine kurmuşlara değil. Millet deprem gerçeğine çağa uygun ve çağ ilerisi bakanlara, rantabl çözüm odaklı projeksiyon tutanlara yetki vermeli. İktidar erkini onlara sunmalı.

Bu seçme ve seçilme meselesini, depreme çok odaklı çözüm yolunda gidenlerle halletmeli. Eğer gitmezse, bu millet daha çok sunak bunak masalı dinler. Kötü resitaller ile karşılaşır. Duvardaki aynı resme takılır. Takılı kalır.

Artık gerçekten memlekete deprem siyaseti şart. Coğrafya belli, manzara üç aşağı beş yukarı aynı. Hava hiç iç açıcı değil. Kaçılmaz gerçek deprem. Ve deprem gerçeğiyle beraber on yıllardır yaşananlar, asla kaçınılmaz bir son değil. Asla kader değil, fıtrat değil, kısmet değil. Bu sadece önleyemedikleri her acıya, kutsallık var eden erklerin yalanı. Erksiz siyasilerin yanıltması. Lafta olağanüstü güçler ile donanmışlığın, depremde dona kalması. Muhabetten ve mabetlerden çıkmayanların da milletten uzaklaşması…

Onun için de ömrünce siyaset yapanlar, hep aynı çizgide kalan ve gerileyen siyasetçi. Topu ayni siyasi çarkın, çar naçarları. Tek yapılan, deprem vurmuş bölgelere kortej çıkartması. Göstermelik dert dinleme operasyonları. Zorunlu gözyaşı. Çadır, çorba, çorap…

Milletin başına on yıllarca çorap örenler, aslında siyaset kazanındaki bu vurdumduymazlar. Kabileci siyaset hipnozculuğu yapanlar. Mistik tertipçiler. ve edep dışı mucize beklentisiyle sürüklenenler. Üst başlık adı, siyaset.

Yarından önce bugünden tezi, milletin beklentilerini önemseyecek, akademik tez kıvamında bir deprem siyaseti şekillendirilmelidir. Memleket siyaseti, başta muhalefet sonra mevcut iktidar depremi değil, depremin vereceği ağır hasarı önlemeye dönük politikalar öngörmelidir. Deprem politikası ortaklaşa geliştirilmelidir. Her çözüm devlette süreklilik esasıyla birlikte önerilmelidir.

Yok, iktidar yanaşmıyor, birliktelik sağlanamıyor ise, özellikle ve öncelikle, memleketin muhalefet cephesi deprem siyaseti bayrağını göndere çekmelidir. Milleti yanına çekmelidir. Öyle deprem sonrası yüzkitabı siyasetine çanak tutan yaklaşımlarla değil. Bunlar anında aforoz edilmelidir.

Ve güncelden başlayarak, mevcut durum kentler, gök kuleler, köprüler, yollar, tüneller ve muhteşem kanal, hepsi bilim aklıyla yeniden ele alınmalıdır. İrdelenmelidir. Yani depremsiz günü geçmeyen ve geçmeyecek memleket hali, haliyle ciddi deprem siyaseti gerektirir. Depremci siyasetçiler gerektirir.

Üst yönetime de, ortak akılla belirlenecek deprem siyaseti çerçevesinde, bilim aklıyla görev yapacak deprem bakanı, deprem danışmanları gerekir.

Gerçekten, bu memlekete gerçekçi deprem siyaseti hemen şimdi şart. Yarın çok geç…

DEPREM DERDİ                                            

Memleket haritası kıpkırmızı…

Depremle şaka olmaz. Savsama tavsama olmaz. Olursa bir an gelir, belini kırar göçertir. Çünkü doğa kendine oynanan oyunların hesabını, mutlaka sorar. Zehrini kusar. Gelecek kararır…

O yüzden acilen bir şeyler yapmak lazım. Aklın yolu bir. Ama partizanlık vuruyor aklı. Depremden önce de sonra da. Deprem de garipleri. Bin türlü dert ile boğuşan ama baş edemeyen memlekete bir dertte deprem.
                                                                                                                                      
Vatandaşa yalan olmaz. Atılsa da uzun süre tutmaz. Gün gelir gerçek ayan beyan ortaya çıkar. Toplama alanları vatandaşı toplayamaz. Toplananların tamamı nereye birilerine dert olur. Çünkü dört bir yanda deprem haberleri.

Her beş on yılda bir, böyle bir furya vurur geçer. Sonra unutulur. Bu kez unutulacak gibi değil. Kıyı köşe fay hattı bir memleket, bu memleket. Memleket haritasındaki kıpkırmızıları yok sayarak, eski moda önlemler ve tutucu siyasetle deprem derdinden kurtulmak hayalcilik. An gelir o hayaller yıkılır.

Sembolik görüntülerle memlekete yansıtılan istikrarı, istatistiki bilgiler götürür. Etki ve yetki sahipleri memleketin sahibi havasında olsa da, her şey hava civa kalır. Her şeyden güç devşirme ve kamuoyu yaratma işi ise dibe vurur. Memleket oligarşisi haritanın kırmızılığını bildiği halde, hala göz boyama peşinde. Derdi halletme derdinde değil.

Deprem beşiği bir memlekette bu kıpkırmızı haritayı hakkınca okumak gerek. Yoksa tüm kurulu değerler, alabora olur. Sistem yıkılır. İktidar erki kaybedilir. Ütopya biter. Onun için depremle şaka olmaz, vatandaşa yalan olmaz…

Beton ve çelik çağını, yerin yedi kilometre altındaki huzursuzluk saniye farkıyla her şeyi bitirir. Tarihe gömer. Geriye soğuk bir anı olarak, tarihi tekrarlar kalır. O nedenle her depremde bir şeyleri görmek lazım.
Öyle ki;  Laleler ve deprem derdi, dinler ve inançlar zedelenmesi, iktidar ve itibar kaybı, görkem ve kader, hikmet ve keder, dert ve akıbet, toplama ve bol keseden dağıtma, devlet malı ve baba malıymışçasına, toplanma ve korku… İkilemler çoğaltılabilir.

Elbette bu ikilemler, işleme tabi tutulmalı. Ancak dert edilmesi gereken tek şey var, memleketin deprem haritası kıpkırmızı…

Diğer dertleri anmayı ve anlamayı da unutmadan, kodu kırmızı-kod acil uyarınca deprem derdine odaklanmalı memleket. Zaman bilimsel tabir ve ivedi tedbir zamanı. Zamanı da boşa geçirmenin faturası çok ağır. Çünkü memleket haritası güne özgü bir kırmızılık arz etmiyor. Deprem bir yeri vuracak, haritası yarın orada ak olacak değil. Kırmızı aynı kırmızı dert aynı dert.

O halde bir an evvel çıplak uyarıları, kışkırtıcı ve saptırıcı görmekten kaçınmak gerekir. Sonra toplanan ve toplanma yerleri hesabını da hakkınca vermek gerekir. Daha sonra da hesaplı kitaplı kırmızı memleket haritası üzerine akılla gitmek gerekir.

Çünkü bu memleketin deprem derdi, en büyük dert…


Formun Üstü
HESAP DÖNEMİ

En ağır eleştirilerin, kitlesel tepkilerin politik bir güce dönüşmediği, politik yöntemlerin çalıştırılmadığı tek zaman aralığıdır, doğal afetler dönemi. O yüzden fazla korkmamak gerekir. Zaten iktidara dönük hâkim algı, kolay kolay kırılmaz. Muhalefet ne yapsa bu dönemlerde başkaca hakim algı kurulmaz. Çünkü afet kırılması sonrası kurulma dönemleridir…

Kuruluşta her kuruşun hesabı millete verildikçe, değişim dönüşüm kısa zamanda gerçekleştirilir. İş oluruna varır. İşte o yüzden, rasyonel soru ve sorgulamaya açılan kovuşturmalar gereksizdir. Ayrıca canı yanan, canan da tanımaz. Uzun ömürlü ortaklıklarda ise eleştiri de olur tepki de…

Her defasında yapılanlar gibi, öyle provokatif yaklaşımlarla önlenemez bir saflaşmadır bu yaşanan. Ayrıca doğrudur da. Haklıdır da. Yılların tepkisiz ortaklığı ve bu ortaklığa mecburiyet, ciddi bir sallantıda yerle bir olur. Bunu kabullenmek gerekir. Çünkü yaşanan travma, enerjiyi hapseder. Özgürleşen enerji, kitlesel tepkiye dönüşmese de bilgi isteme talepleri artar.

Hele ki, on yıllardır artan afet riskine bağlı ve kalıcı hale getirilen tüm salmaların akıbeti merak edilir. Doğaldır da. Mevcut şüpheler, başka salmalar ve tabansız saldırmalar ile aklanamaz. Yani böylesi felaketler dönemi her zaman, geçmişten geleceğe hesap dönemidir. Hesap hülasası ortaya koyulur, yaygara biter.

Koyulmadıkça, çeşit türlü yaptırımlarla, dayatmalarla, toplumdan eylemsel esneklik beklenemez. Bu genel irade karşıtlığı olarak da gösterilemez. Görülemez. Ortada kronik bir durum ve klinik bir vaka varsa eğer, hesabını da gerektirir. Hesap verilmesini de güncelleştirir. Bir genel anlayış ve haklılık doğmuşken, eleştiri ve tepkilere müdahale sistematiği uygulamak, daha çok fay hatları kırar. Bu linç kültürü ile yeni bir his ve bilinç oluşacağını beklemek ise hayalcilik olur.

Olur, çünkü dönem o dönem değildir. Felaket dönemidir. Ortam dengesiz ve uyumsuzdur. Yaşam zaafa uğramış, hayatlar kaybedilmiştir. Hakikatlerin üstünü örtme çabası işte bu anlarda tutmaz. İtaatkâr referanslar ve reveranslar ile eleştirilerin ve tepkilerin önü de alınamaz. Eğer alınmak isteniyorsa, vicdanı ölçülerde beklenen cevapların verilmesi şarttır. Verilmediği takdirde depremler diyarı şu bahtsız memlekette, maddi manevi kesintisiz krizler sürer gider. Eleştirmeler ve tepkiler artar, yoğun sorgulama başlar.

Doğal afet dönemleri, insani duyarlığın tavan yaptığı dönemlerdir. Bu duygu kırılmasını siyasal bir eğilime bağlamak ve denklemek sadece politik bunalımı artırır. Ve her şey mauna endekslenir…

Eleştiri ve tepkiler, tutkuyla tapınma pozuna bürünmüşlere belki dokunabilir. Ancak asıl dokunaklı olan, önlem alınsın diye toplananların bir fanteziye kurban gidip gitmediğinin araştırılmasıdır. Bu kaynağın kullanım sorumlusu da merkezi otoritedir.

Şimdi salt makyaja dönük yatırımlarla geciktirilen sürecin, bilimdışı temsilin ve sabit işlevselliğin tartışmaya açılmasını, merkezi otoriteye sorumsuzluk olarak göstermek yanlış olur.

Eğer bu hesap döneminde, iktidar susturucu mantık istikameti koyarsa, eleştiriler ve tepkiler kaçınılmaz biçimde politik bir güce dönüşür. Ve kendi politik yöntemlerini de arar bulur.

İlahi adaletten kaçılmaz…

YER SARSILDI…

Yer, sırf şu zengin memlekete özgü ölümcül derecede sarsıldı. Anında iktidarın kalıtsal hastalığı nüksetti. Etkili yetkili makamlarca doğal afete bakış,  yine din odaklı ilkelere bağlandı. Doğal afet olgusu da zedelendi. Fay hattındaki kırılmaya yakıştırmalardan, kalpler kırıldı. Canlar kaybedildi. …

Yer altında sıkışan enerji üzerine boş yeltenmeler, kalıplaşmış ilgisizliği de açığa çıkardı. On yılların hatırı sayılır birikimi, siyasal kargaşaya harcandığından, haklı çatışma ve ucuz siyaset birbirine girdi. Bildik yöntemler hayata geçti. Bilim dışılığın bu denli özgür ve özerk yapılandırıldığı dönem, bir daha gelmez.

Sanki kötülüğün tam köküne inilmiş, gündelik akıllar karantinaya alınmış gibi…

Bir kez daha ölümcül düzeyde yer sarsıldı. Elde değil ki savunusuyla, Elaziz acizliği, memlekete özgü çürük bina tanıklığı, gözler önüne serildi. Çöküş yaşandı. İzdiham ve ölümler gerçekleşti.

Bu atmosferde iktidarın hata ve ayıbını yüze vurmak ise suç soruşturma sebebi sayıldı. Ama sömürü cenderesindeki, kitlesel enerji boşalması otoriteyi tanımaz. Benim diyenin ölçülü tavrı ve terbiyesi bozulur. Çünkü doğa felaketi kurgusu, akıl köprülerini yıkar. Diğer yandan inanılmaz boyutta yinelenen şokların, dine ayete, bulunamayınca hadislere bağlanması da başka bir çıkmaz. Yani her doğal hadise hadislere uyarlanınca veya hadisler yer sarsıntısına ayarlanınca, bu ve benzer çetrefilli açılımlar kabahati bastırmaz.

Bu kabahat bastırma pozisyonu yetmeyince, mesele donuk enkaz manzaraları, üfürükten kahraman figürleri, şehit edebiyatı ve fetbaz fetvalara bağlanır. Bu oldubitti de yetmez. Çünkü son günlerdeki bu akıl hacimsizlikleri, kurum ve kuruluşlara hepten güven kaybını getirdi.

Ve beklendiği biçimde yer sarsıldı. Zıttına zatlık anında, kaderin cilvesi pozuna yapıştı. Kader çıkmazı bir kez daha yaşandı. Oysa maruz kalınan felaketler, zirve performansının açıkça dip yaptığı görüntüsünü yansıttı. Bilinen dip dalgasına önlem almayış, maziye kapanıp, geleceğe odaklanmayış yargısıyla doldu akıllar. Yer sarsıntısının merkez üssü bilindiği, bilimsel uyarılar peş peşe yapıldığı halde, gözleme dayalı analizlerin yok sayıldığı netleşti.

Bu kez doğal doğa olayları gölgesinde, başka merkezlere kaydırıldı dikkatler. Bedava dua bedeviliği ile prim yapmaya çalışıldı. Bedel ödenmeye çalışıldı. Ödenmezliği bilindiği halde tutturulan hep ayni aymazlık…
                                                                                               
Doğanın bağrında sefahat ile sefalet, felaket ile fedakârlık buluşmasının bedeli çok ağır olur. Blokçu mantıkla bu günler geçilemez. Çünkü bilinç düzeyli çözümlerden kaçış daha ağır, hazin öyküleri yaratır. El mi yaman bey mi görülür.

Tabiatın kanunlarına aldırmayıp, doğal dengesi bozuldukça, kanal sanal diretildikçe, sarsıntı çok daha şiddetli ve çok daha yakından hissedilir…

Dirayetli dinci kültür her şeyi yuttu, uyuttu ama yer sarsıldı, sosyal hayat durdu. Siyasi hayat renksizleşti. Rekabetçi kamplaşma dayanışmayı önceledi. Yaygın yıkım hissiyatıyla, kargaşa bir süreliğine ertelendi. Doğal afet olgusu yüzünden yüzleşilen atmosfer, sosyal patlama seviyesindeki yoksulluğu gözler önüne serdi.

Bu saatten sonra havaya suni değerler üzerinden kaynaşma pompalansa da yetmez. Çünkü yer sarsıldı, hâkimler sınıfı sınıfta kaldı…

YER GÖK BETON…

Yer gök, çürük beton…

Kurulu köylerin, kasabaların ve kentlerin modernize edildiği izlenimi verilse de, kıyı köşe, tepeden en dibe çürük olduğu bir gerçek. Ve bir kez daha kanıtlandı bu gerçek. Onca debdebe bir depremle çöküverdi…
Umudunu ve geleceğini betona bağlamış bir iktidarın, huzur ve güvenlik ölçüsü beton yapı stoğu bir anda çözülüverdi. Devasa yatırımlarla övünme şapa oturdu. Ve bu yer sarsıntısı öğütülmeye çare, toplanan kaynakların da kuru gürültüye gittiğini gösterdi. Deniz bitti.

Artık hangi ambalaja sığar bu sağırlık zaman gösterecek. Ancak depremin gösterdiği batmış ve sürdürülemez bir ekonomi gerçeği. Su yüzüne çıkan yıllardır olası deprem afatına yedek akçelik etsin diye toplananların, başka politik programlarla sarf edildiği durumu. Durum yok, tekerlek dönsün diye kullanıldığı iddiası. Bu sav öyle baştan savma izahlarla geçiştirilemez. salt koltuk kurtarma çabasına dönük çürütülemez. O tavır da, beton gibi çürük. 

Vadi sulak, dere yatak, çepeçevre fay hattı, yer gök çürük beton…

Sağır sultan bile duyar bu acı gerçeği. Fizandaki de bilir. Tablo belli. Olay vahim. Kâinatın kuruluşundan beri dünya sallantıda. Ancak aynı ruhsal reaksiyon. Dinsel inanç sapması. Bilim düşmanlığı. Ve göz göre göre facia. Üstelik iyilik hep kendinden,  kötülük başkalarından menkul hesapsızlığı. İç-dış hesaplaşma. Ayıklamalar abartılı hurafe tuzağında, afyon etkisi. Ve akla zarar, el aman, aziz deprem deneyimlerinin yaşamın içine girmesi. Travmayı teolojik armağan babında içselleştirme gayretleri.

Oysa mevzu gayet açık, ucuz politika neticesinde, yer gök beton. betona çağ atlatılmış. Tek bir eleman azizleştirilmesiyle…

Bu beton seviciliği, fay hatları ile kuşatılmış bu coğrafyada, daha çok kıyıma zemin hazırlar…

Kapsamlı bir devlet politikası geliştirilmedikçe, deprem konisi gittikçe genişliyorken, daha beter haller ile karşılaşmalar sıradanlaşır. Acı kapıda biter. Ve şu yer gök beton aşkı ve betonla milli tarih yazma hevesi bir zelzeleyle çamur çorağa belenir. Bütün maddi bağlantılar, ucuz illiyet bağları ile şekillendirildikçe ve bu depremden yine ders çıkarılamazsa, işin sonu makro düzeyde bir yıkıma kadar varır.

İnanmak ve kabullenmek zor ama milyonlar moloz yığınlarının altında kalır. Bu sefer yeter gider, diyecek vakit bile bulunamaz. Herkes kaybeder. Çünkü kazananı olmayan bir felakettir bu deprem duyarsızlığı.

Yer gök, bu betona tapıcılar yüzünden, çürük beton keyfekederleri yüzünden moloz yığını olmaya aday. Enkaza dönük bir hava esmekte. Dünya coğrafyasının, en güzel bölgeleri muğlak idari model yüzünden gelecek kaygısı içinde. Kentlerin inşası, bilim yerine hikmet hükümdarlığıyla tekelden bitiriliyor. Ve bir deprem vuruyor, acı gerçekler ortaya dökülüyor.

Kof debdebe, deprem artçılarıyla bile yıkılacak konforda. Köyler, kasabalar, kentler yerle bir. Elbette deprem büyük felaket, kısmen kıyamet ve bir an meselesi. İşte onun için aşırı özen gerek, acil önlem gerek, kentlerde yenilenme gerek, yerinde veya kentsel dönüşüm gerek…

Yoksa yer gök zaten çürük beton. Kırıcı bir deprem vurduğunda, ortalık moloz yığını ve enkaz. Acı son mevta torbası. Öncesinde sonrasında dualar da yetmez.

Bilim şart…

KİTAP KOKUSU…

Adam olmanın, devrimci ve ilerici olmanın, kurtarıcı olmanın, özgün ve özgür hatiplerden olmanın, yoludur kitap. Kitap yolculuğuna özgüdür erdem. Olmaktır. Pişmektir. En iyi yol göstericidir kitap kokusu. Ayrıca apayrı bir kokusu vardır kitabın. Kemale erince kitabı yazılan. Kitabını yazdıran.  Kitap Kokusu…

Öyle ki, oluşumu itibariyle, aşırı hesaplı zamanlarda bile kahve ve puro ile eşdeğer bir kokudur kitabın ki. Karma. Pahalı. Reformist üniforma ile antikonformist sivil kıyafet arası çağlardan kalmadır aroması. İbadet eder gibi okumanın ve hürmet edercesine koklamanın yaygın kıvamıdır aklı yücelten.
                                                                                                           
Bu koku, karakter ve karizma arasında adamlaşmak, yani büyük adam olmak kokusudur. Korkmadan konuşmak. Güvenilir ve yanıltmaz olmak. Ranayı kelimelerle anlatmanın bir yolu olmalı elbette ama bu herkese has değil. Atılımcı ruh gerek. Ruh ve beden bütünlüğü ile var olmak. Ve gönülden istemek gerek. Tümü kitabın kokusunu alma ile orantılıdır. Hissetme ile. Sonra vazgeçilmez bir irade ve tutku gerekir. Tutku ötesi…

Her an o koku, Kitap Kokusu. Birilerinde kitap korkusu, düşünceyi örgütleyenlerde ise Kitap kokusu. Muhteşem dayanışma veya fevkalade çatışma…

Yüzyıllardır birbirine karışan korkunun kokusu.  Kokunun korkusuzluğu. Korku büyük. Korkulan yaratıcı yöntemlerle bir hedef doğrultusunda vazgeçilmez olanlar. Büyük adamlar…

Büyük adam sayılma ölçütü de kitaptır. Büyük adamın okuduğu ve yazdığı kitaplardır ölçü. Açık bir deyişle, insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağıdır. Okuyan ile okumayan bir olur mu babında. Mesele kitabın kokusunu duymaktır yakından. Mesela dil bilmek de önemlidir. Bir lisan bir insan ayrıcalığıyla. Orijinalinden okumak, bir başka macera. Veya gerçeklik. Gerçeğin ta kendisi.

En kapsamlı bilginin kaynağı, kitap kokusunu almaktır. Daha derinlemesine düşünmenin ve düşlemenin de öncüsü. Araştırmacı kimliği oluşturan da odur. Ayrıca o kokudur  gündelik hayata mütevazilik katan.  Bilgi tasarımcısı, seçkin kimlik, olgun insan özelliği kazandıran.

Hele kenar notu düşerek okuyanlar o kokuyu daha iyi bilir. Çünkü o koku bilgi avcısınadır…

Kitapları merak ötesi tarayanlar da onlardır. Onlar, abidevi bir anıt olarak yaklaşırlar kitaba. Önce sayfaları şöyle bir karıştırırlar. Sanki her sayfası başka koku, bir başka türlü kokar. Yani kitap kültürünün, kendiliğinden gelişen eylemselliğidir önce burunla okuma. Sonra akıl ile dil ile cahille mesafeyi açma mücadelesi.

Kitap terbiyesiyle ilk sayfadan başlamak, çok renkli okuyucu kavrayışıdır. Sergilenen Kitap Kokusuna tapınmadır. Çağdaş model dünyalar kurmaya gönüllülerin hissettiği kokudur o. İsyana temel, ideolojik ve akademik beslenmedir. İşte o kokuyu salan, ruh koçlarıdır kitaplar. Ve korku İmparatorluğundan korkmamayı öğütlerler. Adam olana hiç korku hissettirmezler. Çünkü Kitap Kokusu enteresan biçimde, soğukkanlılık taşır efsanelerden.

Kitap kokusu, Soluktur.  Nefestir Uyarıcıdır. Enfestir...

Itır, bir kelime bir makale ile başlar. Her şey teklik, çokluk derdinden. Ve insan tek kişik hücresinden çıkar. Kendi kültürü içinde, mesleği dışında okudukça okur. Zekâ ve dil ustalığını kokladıkça da adamlaşır. Bir batında yaşamın akışı değişir. Makaleler kitap olur. İşte o değişim kitap kokuludur. Adam olana altın çağlar yaşatır. Olmayanlara yolun sonunu.
                                                                                                                                                      
Kitap kokusuna açlık, tutkulu bir yolculuktur. Asla düzene tabi olmayan. Koku takip edildiğinde, bir gün mutlaka yolları kesiştiren. Asal prensiplere bağlı, her yol ayrımında bir nebze olsun umut aşılayan.

Yaşamın her evresinde adamlığa sabitlenmiş, derin hissedilen aşkın kokudur,  Kitap Kokusu…









22 Ocak 2020 Çarşamba

ocak-2


NEREDE BU DEVLET?

Yürütme ile yargı, hukuku ve adaleti temsil eder. Devleti…

Yürütmenin bir öncesi seçimdir. Asla temsili tiyatral olmayan, hak ve adalet çerçevesinde yapılanı. Ayrıca seçimleri yürüten bir yüksek kurum ve başı vardır. Emekli oldu. Hem de kendi dönemindeki onca şaibe söylentilerine, asker uğurlama yanıtıyla; ‘en iyi seçim, bizim seçim…

Yargının bağımsızlığı ise bir başka muamma. Baştan bağımlı hale getirilerek bitirilen, tel tel dökülen, iyice pespayeleşen mahkemelerden peş peşe ucube kararlar. Devlete sızmış veya sızdırılmış, sızıntı dinci örgütün tescilli karşıtlarına ceza. Oysa işin özü, mevcut iktidara muhalefete, şimdilik kınama cezası babında bir ikaz. Bir başka skandal ise, darbe girişimcisine verilen müebbeti bozma. Resmen affetme. Diğerinden hemen ardına, tekrardan tutuklaması. Hukuk garabeti.

Resmen adalete güven kaybı…

Nerede bu devlet?

Devlet kayıplarda…

Kayıplarda çünkü dinci elekten geçirilip, elalem boyutunda elektronikleştirildikçe devlet, sevicisi yarıladı, seyircisi de azaldı. Oyunların ana nedeni bu. Mozaik taşlara çarpan tatminsiz dalgalar duyulmaz sanılıyor. Allahtan başkasına eğilmezlerin, arsız düzeni günü gelip yıkacağına korku da bir yandan. Onun için üç otuz paraya satılıyor düşkünlük. Emeksiz adamdan sayılma. Emekli olunca da  küçük bir sahil kasabasında küçük hatıralar, karalama.

Küçük anılar ama devlete vebali büyük...

Dini tezgâhlarda güdük kafalıların uydurmalarıyla, uydulaştırılanların arzuları ve zayıflıkları bunlar. Cahil cühelalarca ileri sürüldükleri netleşen balonu patlak darbecilik de öyle. Hain patlamanın topluma yansımaları, yerli ve milli korkular da. Nice eğerler, değerler peşinde toptan berhava olma. Ve keşkeler. Tüm çırpınış ve çabalar nafile.

Çünkü direkt aykırı ve çaprazlama sorulara verilen yanıtlar, endirekt de olsa dini örgütlülüğün ağa babasına sırnaşır. Terörcü dinciliğin telaşı da yargıçlara sirayet eder. Bu lafta dincilik ve sıkışmış, dibi başı oynar kadılık, edep yahu serzenişlerini bile suçların şahı sayacak düsturda işler. Destur öyle yetiştirilmişlik. Ve bunca zaman dokunulmamış, beslenmiş bir üçlü çete girişimi, çetelesi belli bir karar daha verir,  salınma. Suçluya elini kolunu sallayarak, tavırlanma ve edalanma hakkı…

Devlete büyük vebal yükleyecek adaletsiz bir karar. Karar bir yana bu üçlü kalkışmaya tayin ise devlet ayıbı…
 
Nerede bu devlet?  Nerede bu millet…

Resmen limansızlık işte. Hırslı dalgalar ile dalga kıranların kendi üslubunca birbirini eritmesi. Malen ve manen eğitilmenin sonu. Kırık dökük dinci  hayallerin batışı, mağara kapılarına dev kayaların tesadüfi denklenmesi. Uğrulara uyduruk manzaralar. Manzara beğenilmeyince başka uğraklar.

Soru şu,  siz Allah bilir misiniz? Yanıtı?

Seçimli seçimsiz, asıl yürütülen unutmak veya unutturmak çizgisi. üstü çizilen, ortak akıl. Ortak aklın kullanılma süresini geciktirme, iktidar kaybını bir süre daha erteleme. Emekli veya emeksiz…

Ancak gün geçtikçe yerel akımlar genleşiyor. Tüm eksik gedikler ortada. Gereksiz tapınmalar açıkta. Jimnastik ehlinden sayılma güncellemesi, halis genleri de bozdu. Moral değerler çöktü. Sessiz sarhoşluk ayılma aşamasında. Oynaklığın ulaştığı ciddi boyut, belirsiz kavgalar ve savaşa savrulmalarda. Bin bir gizem ve temkinsizlik. Alınan tek tedbir makamsızlaşmamak.

Üst makamdan; …“ Onların öyle kalpleri vardır ki anlamazlar. Öyle gözleri vardır ki göremezler. Öyle kulakları vardır ki işitemezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha şaşkındırlar. İşte bunlar hep o gafillerdir.”… Tamam da nereye kadar?
 
Nerede bu devlet? Nerede bu millet?
                                                                                                                             

TROȚKİ
Yoldaş Vladimir'in ardından, Sovyetlerin ikinci adamıydı Trotski. Kızıl Ordu’yu kuran başkomutandı. Marksist teorisyendi. Trotski, ‘İhanete uğrayan Devrim’in öncülerindendi. Vladimir'in ölümünün ardından Stalin ile giriştiği iktidar kavgasını kaybetti. Politbüro’dan çıkarıldı. Almatı’ya sürgüne gönderildi. Sürgün kesmedi. Yasadışı Sovyet Partisi kurmak ve karşı devrimci suçlamalarıyla Sovyetlerden kovuldu…

Dünyada kimse misafir edecek cesaret gösteremedi. Türkiye Cumhuriyeti hariç. Ömrünün dört beş yılını İstanbul, Büyükada'da geçirdi. İstanbul’dayken Sovyet vatandaşlığından çıkarıldı. Burayı sevdi. Boş durmadı kitaplar ve anılarını yazdı. Öyle ki; ‘Rus Devrim Tarihi’ni ve ‘Sürekli Devrimi’ en iyi bilen teorisyenlerden olduğunu dünya âleme gösterdi.

Lev Trotski, ailesinden bireylerin tek tek katline rağmen, mücadele azmi ve disiplininden hiç kopmadı. Direndi. Ruh dünyasında çalkantılar yaşarken yine de büyük eserler vermeye devam etti. İstanbul'da politik bir göçmen olarak çok ayrıcalıklı günler yaşadı.

İlyiç vapurundan, 1929 yılında Leon Sedov kimliği ile Büyükdere açıklarından çıktığı İstanbul’da, Türk devrimi ile de ilgilendi; “Türkiye'nin İçişleri hakkında söz söylemem. Ancak Türk İhtilalini takdir edenlerdenim. Hatta Türk İhtilali’ne yardım ettim. Bunu Muhterem Reisiniz bilir…”

İstanbul'da evi yandı. Veya yakıldı. Yanında taşıdığı kayıtları, belgeleri ve fotoğraflarından bir bölümü kül oldu. Ada’dan Moda’ya İstanbul'u yaşadı. Zorunluluktan 1933 yılında pek sevdiği İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı.

Kendisine gösterilen konukseverliği hiç unutmadı; “Sonraki yorumlarımda Türkleri o kadar övdüm ki, bana Türkofil dediler. Türk dostluğunu daha sonra Türklerin Ulusal Savaşı’nda da gösterdim… Türkiye'nin bağımsızlık Savaşı'nı çok büyük ilgiyle izledim. Sonuçtan kıvanç duydum. Bağımsızlığınızı bu uğurdaki savaşı büyük önderiniz yönetimine borçlusunuz. Atatürk'ün büyüklüğü artık dünyaca kanıtlanmıştır. Öyle bir gerçek ki burada yinelenmesinden ben de tat duyuyorum. Türk-Sovyet ilişkileri içtenliklidir ve böyle kalacaktır…”

Trotski İstanbul'dan Fransa'ya geçti. İki yılın ardından Norveç'e gitti ki orada da iki yıl yaşadı. Ve sondurak Meksika. Politik eylemsizlik şartıyla Meksiko kentinin banliyösü Coyoacan’da, resaam Frida’nın misafiri oldu. Ömrünün bir bölümünü de orada geçirdi. Mavi Ev’de yaşadı.

İhanete Uğrayan Devrimi; “Muhalefet partilerinin yasaklanması, ardından hiziplerin yasağını getirdi. hiziplerin yasaklanması, yanlışsız liderlerden başka türlü düşünmenin yasaklanması ile sonuçlandı. Partinin polis marifeti ile monolitikleşmesi, her türlü iffetsizlik ve bozukluğun kaynağı haline geldi. Bu bürokratik dokunulmazlığa yol açtı…” açılan yolları çok güzel özetledi…
Trotski, Sovyet Devrimi'nin liderlerinden idi. Lenin’in halefiydi. Eylemciydi. Devrimciydi,  teorisyendi. Düşün adamıydı. Troçkizm’in kurucusuydu.
Bir gün kendisinin suikaste uğrayabileceğinin ve Dördüncü Enternasyonal’in engellenmeye çalışıldığının farkındaydı. Ama kaygıları dikkate alınmadı. Sonu da bu aşırı güvenden, başının arkasına bir buz baltası darbesi ile geldi…  
Onun tasfiyesi sonsuza dek tartışılacak. Ama onu tasfiye edenlerin tasfiyesi asla tartışılmayacak…


SOLUK BİR ANI

Çok değil otuz yıl önce sosyalist partiler dünyanın yarısını yönetiyordu. Dünya nüfusunun yarısı da sosyalistti denilemez belki ama yönetim sosyalistlerindi. Dünyanın geri kalanında ise en güçlü iktidar alternatifiydiler. İşte zaman böyle bir şey. Her şeyi bir anda tersine çevirebilir…
Soluk bir anıdır, tüm saygın insanların karalanması ve kurdukları sistemin tüm yüceliğine rağmen yıkılışı…
Söylenecek çok şey var aslında. Devrimin beşiği 68 yıldan sonra devrildi. Sosyalizm değerleri bir bir yitirildi. Sosyalist önderlerin heykelleri kaidelerinden söküldü. Yerlerde sürüklendi, çiğnendi. Soluk bir anı olarak kaldı her biri.
Ancak vicdanlardan koparılamadı hiçbiri…
Dünyadakilerin ortak bağları koptu…
Tüm zamanların en büyük insanlarından olan sosyalistler, çok değil otuz yıl önce kabaca dışlandı. Dünyanın kabına sığmaz devrimler dönemi ve sosyalist rejimler dönemi sona erdi.
On yıllardır kalıcı etkisi de silinmeye çalışılıyor.
Sosyalizm yıkılınca, devrim mücadelesi de bırakıldı. Mücadeleye gerekçe olacak hiçbir şey kalmadı. Gericiler devrimci oldu. İlerici sayıldı. Dünya siyasetinde dayatılan tek tek merkezli sistem istisnasız kabul edildi. Sonuçları se ortada. Soğuk savaşın yerine sıcak savaş aldı. Geniş coğrafyalar kan gölü.
Oysa çok değil, otuz yıl önce sosyalizm ütopyası egemendi dünyaya. Karşı kutuplu ve birbirini dengeleyen yönetsel bir sistematik söz konusuydu. Zaman elbette efsane üçlüyü silemeyecek tarihten. Sosyalizmin dünyanın yarısında iktidara taşınmış olmasını da.
Çünkü onlar “ kan ve demir çağı” için yaratılmış öncülerdi...
Onların kurguladığı sistem soluk bir anı olarak, geleceği de süsleyecek…
Süsleyecek, örgütleyecek ve insanlığın bu sistemle neler başardığı görülecek, anlatılacak daima. Ve nihayetinde soluk anılar solmayacak ve yeniden sosyalizme dönüş mutlaka gerçekleşecek.
Çünkü otuz yıldan beri yaşanan ve yaşatılan trajediler, tarihe ani dönüş hakkını teslim edecek tekrardan…
Zaman işte her şeyin ilacı. En imkânsız görülen bir anda siyasal çevre ve çehre değişebilir. Soluk anılarda kalan fotoğraflar, hep öyle olduğunu kanıtlamıştır.
Evet, gecikmeler olabilir ama devrim sonunda gerçekleşir. Yeter ki insanlık umut dolu ve dingin bir geleceği arzu etsin. Yolunu yeniden kendisi çizmek istesin.
Yani otuz yıldan beri sosyalist rejimin bittiği bir dünyada, ideolojisiz yönetimlerin etkisinde kalan insanlık, aklı başına devşirip, kendi tarihini kendi belirleyebilir. Bu tarih yeniden Sosyalizm ile yazılabilir.
Hep başkalarının yazdığı tarihi yaşamaktan ise hiç değil ise kendi tarihini yaşar…
VLADİMİR
Simbirsk’de, erken yaşlarda ölmüş sekiz kardeşin üçüncüsü olarak doğar Wladimir. Volga kıyılarında, Ulyanosk…
Soyu Rus ve Kalmuktur. Babası yahudi bir tüccarın kızı ile evlenir. Böylece soy ağacına İsveçlilik ve Almanlık ta karışır. Yani Wladimir’in damarlarında ulus ve din çeşitliliği, kültürel zenginlik ve farklı dini gelenekler dolaşır. Aileden soyludur, İlyiç Ulyanov.
Mutlu günlerin sonu, babasının ölümü ve Wladimir’den 4 yaş büyük abisi Aleksandır’ın, Çar’a suikast girişiminden dolayı idam edilmesi ile gelir. Üniversiteden uzaklaştırılır. Ve sürgün hayatı başlar.
Wladimir dışarıdan sınavlara girip hukuk diplomasını alır. Saint Petersburg'a yerleşmesinden sonra işçi sınıfı ile ilişkisi başlar. Devamında 2 yıl boyunca sol felsefeye yakınlaşır. Marksist olur. Tutuklanır. Bir yıldan fazla hapis yatar. Sibirya’ya 3 yıllığına sürgün edilir. Sonra sürgün yeri değiştirilir. Ufa'ya gider ve orada Nadejda ile evlenir.
Sürgünde çeviriler yapar. Uzun makaleler yazar. Bildiriler hazırlar. Broşürler düzenler. Sürgün sonrası ise devrimci hayatı başlar. Wladimir, yeni hayatına geçişle beraber Lenin adıyla imza atmaya başlar.
O imza ile Rusya'nın yazgısı değişir, dünyanın kurulu dengesi altüst olur. Yeni bir dünya kurulur…
Çarlık Rusya’sı değişen topluma, reformlar üretemez. Durağan bir idare söz konusudur. Kaynamaya çare olamaz. Sadece kilise değişim rüzgârını görür. Buhran başlar. Devrimci ruh gelişir.
Wladimir, başarısız devrim macerası sonrası 9 yıla yakın Avrupa'da ve Rusya'ya daha yakın yerlerde, uzun bir göçebelik yaşar. Bu zor yıllar siyasal açıdan iradesini güçlendirir. Her şey pahasına Devrim inancı gelişmeye başlar.
Bu inanç öyle bir noktaya evrilir ki; “ ya devrim, ikinci ve muzaffer bir Paris komünü ile sonuçlanacaktır, ya da bizler savaşın ve tepkinin altında ezileceğiz…” önünde durulmaz.
Ve bütün iktidar Sovyetlere, sloganları ile bolşevik devrim gerçekleştirilir…
Barış, toprak ve ekmek vaadi iktidarı getirmiştir. Wladimir, sürgünlerde geçen 20 yıl, azınlıkta kalmış bir parti ile Rusya'yı derinden etkilemiştir. İşte bu etki Wladimir’i iktidara taşıdı.
İktidarda ancak 4 yıl kalır Wladimir. Dünyaya Leninizm’i miras bırakır…
Dünyada gerçekleşen sosyalist devrimlerin ve emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelelerinin de öncüsüdür Wladimir.
Wladimir, Ekim devrimi ile hükümet başkanı olduğundan, ölümüne dek devrimin ihanete uğramaması için çaba sarf eder. Her zaman parti tek çözüm, parti duruma el koymalı der. İhaneti affetmez.
Ancak ölüm döşeğinde bile ihanete uğrar. Wladimir 21 Ocak 1924 tarihinde son nefesini, Marks'ın son temsilcisi, Parti'nin önderi ve SSCB kurucusu olarak verir…
Otuz yıl öncesine dek sürer SSCB. Anılarda soluk bir anı olarak kaldıysa eğer, o soluk anıların da mimarıdır Wladimir.

KAPLAN, “MAZLUMLAR SESİNİ BİZLER DUYURABİLİRİZ...”

Mustafa Kaplan, Dünya gündeminde pek dillendirilmeyen, “ Çinlilerin işgali altındaki Doğu Türkistan ve Hong Kong’taki zulüm ve asimilasyona Esenler ölçeğinde tepki gösterilmeli, Esdef öncülük etmeli…” dedi ve bir makale yayımladı…

Kaplan devamla; “Çin’in egemen olduğu iki ülkede, Doğu Türkistan ve Hong Kong’ta istenmeyen yönetim anlayışları hâkim. İlkinde, iflah olmaz bir duyarsızlığın gölgesinde zulüm ve asimile, diğerinde halkın haklı tepkileri var. Hong Konglular dev gösteriler yapıyor. Çinlilerin işgali altındaki Doğu Türkistan’da iki Uygurlunun yan yana gelmesi yasak.

Mazlumlar ses çıkartamıyorsa bu gerçeği bizler duyurabiliriz. Esenler ölçeğinde ise hemen öncülük yapılmalı ve bu aşamaları gerçekleştirebilecek bir istişare kurulu ivedi olarak oluşturulmalıdır.

Bu çerçevede, Esenler İlçemizin tek federasyonu olan, Esenler Dernekler Federasyonumuza çok görev düşmektedir…” dedi.
Kaplan makalesinde; “ Birincisi Sincan Uygur Özerk bölge Doğu Türkistan, özerkliğini kaybetmiş, Çin’in asimetrik işkencelerinin ve esareti altında yaşıyor soydaşlarımız ve dindaşlarımız.
Diğeri, Dünya ekonomisinde büyük bir yere sahip, Doğu’nun incisi Hong Kong, yarı özerk bir yönetim olsa da 1997’den beri Çin’in egemenliği ve nüfusu altında ve aylardır haklı protesto yürüyüşlerine sahne.
Duyarlı olmak; duymak, karşılık vermek, tepkisiz kalamamak, anlamındadır. Olayları ve gelişmeleri yakından takip ederek hislenmek, reaksiyon göstermektir.
Maalesef, siyasi çıkarlar uğruna görmezlikten gelinerek insanlığın bittiği bir yer Doğu Türkistan. Bir millet yok edilmek istenmekte ve bugüne kadar 35 milyon Uygur Türkü öldürülmüş. Bilgi ve teknoloji çağında, Uygurlular evlerinden alınarak, ailelerinden koparılarak, özel olarak yapılmış büyük devasa binaların içine konularak sözde eğitim kamplarında esir tutularak zorla asimile edilerek toplama kamplarında, ateizm öğretisi ve Çinlileştirilme adına insanların beyinleri yıkanmaktadır. Karşı gelenlere büyük ve akla gelmeyecek işkenceler uygulanmaktadır.
Bebekler zorla annelerinin karnından çıkarttırılarak öldürüyorlar, kadınlar kısırlaştırılıyor. Kendi dinlerini, tarihlerini öğrenme hakları yok…
Sözde eğitim kamplarından mezun olanlar (Çinlileştiklerini söyleyenler) ancak iş sahibi olabiliyor, hayatlarını devam ettirebiliyorlar.
Seyahat ve haberleşme hakları yok…

Genç kızlar zorla, Doğu Türkistan’dan, vatanlarından koparılarak Çinin iç eyaletlerine ucuz işçi olarak çalışma kamplarına gönderilerek adeta sürgünde bir yaşama tabi tutuluyorlar.
Kendi dilleri ile konuşmak yasak…

Hiçbir ibadete izin verilmemekte, dini kitap bulundurulması suç olarak kabul edilmekte… Tüm Uygurlular, potansiyel suçlu ve terörist muamelesi görmekteler. Hiçbir Uygurlunun yaşam garantisi yok ve hepsi düşman olarak algılanıyor. Yıllardır katliam, zulüm, asimilasyon, baskı, işkence yaşanıyor Doğu Türkistan’da.
Bu insanlık dışı işgal uygulamalar altındaki Doğu Türkistan’da Uygurluların, toplantı ve gösteri yürüyüş haklarından söz etmek dahi mümkün değil.
Hal böyle iken Hong Kong’da durum, yolun sonunu görmek acısından önem arz etmekte. Hong Konglu yolun sonundaki karanlığı bir diğer ifade ile Doğu Türkistan’ı görüyor, ona göre vaziyet alıyor ve her hafta sokaklardan dünya gündemine haklı sesleri yankılanıyor.
Protestoların gerekçesi ise en ufak hak arayışına hazmedemeyen Pekin yönetim anlayışına karşı ortak tepki göstermek. Yerel halk, herhangi bir suça karışan Hong Kongluların, Hong Kong’da yargılanmasına izin vermeyen, buna karşın bu zanlıların Çin’e iadesini içeren yasa tasarısını geri çekilmesini istiyordu.
Hong Kong’a hâkim Çin zihniyeti 2 ay devam eden karşı gösterilere dayanamadı ve yasa tasarısını geri çekmek zorunda kaldı, 2014’de seçim yasasını değiştirmek istediklerinde de aynı şekilde protesto gösterileri başlamış ve yapılmak istenen değişiklik yapılamamıştı. Daha önce de göstericiler Pekin’in 2017 yılında Hong Kong yönetimine seçilecek başkan adaylarını belirlemesine karşı çıkmıştı.
Devamlı olarak Hong Kong’u, sosyal deney olarak kullanan Çin sosyalizm yönetimi istediklerinde başarılı olamıyorlar. Hong Kong artık bu gerçeği gördüğü için yasa tasarıları geri çekilse dahi gösteriler devam ediyor. Biliyorlar ki; Çinliler geri adım atmayacaklar. Çin’in egemenliğinde özgür bir Hong Kong istemiyorlar. Buranın da Çinlileşmesi gerektiğini düşünüyorlar.
Kısaca, Çin- Pekin rejimi, aynı ırktan oluşan yani Çinlilerin yaşadığı Hong Kong’u, Doğu Türkistan’a dönüştürmek istemektedir. Hong Kong’un Çinlileşmediğini varsayıyorlar. Halk hareketleri özelliklede gösteri ve yürüyüşlerdeki protestolar olmasa, Hong Kong, Hong Kong olmayacak. Doğu Türkistan olacak. Ama nüfusun çoğu Çinli olduğundan, statüsünün de tek devlet iki idare özelliğinden dolayı Hong Kong, önümüzdeki yıllarda da dünya gündeminden düşmeyecek...”  yazdı.
DİNDE KIRILMA
Dinde kırılmayı getiren Kerbela'ya, en makul ve en özel analiz yapılsa da en dikkati çeken nokta, insanlık tarihinde ve dinler tarihinde en keskin dönüm noktası olduğudur.  Kerbela tarihin seyrini değiştiremedi belki ama dinin seyrini değiştirdi. Din ikiye bölündü. Ve bu kırılma noktası birçok ırkı ve medeniyeti yüzlerce yıl derinden etkiledi…
Özellikle de Türkleri. Türkler binlerce yıl tek tanrılı, çok tanrılı yaşamış, kendi kültürel birikimlerine ve törelerine uygun dinleri seçmiş, kabul etmiştir. Zaman içinde çeşitli dinlere mensupken, kök tengrici, Şamanist, animist, manist, doğa tanrıcı, Zerdüşt, Budist, Musevi, Hristiyan… olmayı bıraktılar. Kerbela sonrası doğup devam eden ve iki cephede gelişen, iki din anlayışından birine geçtiler. Öncesi de vardır ama özellikle 12. yüzyıldan itibaren ya Alevileştiler veya Emevileştirildiler. 
Her coğrafyada devlet olarak her yükselen, ilk iş diğerini ezdi. Yüzyıllar boyu akla mantığa sığmaz biçimde siyasallaşan ‘bir dinin iki kolu’ olarak hep ayrışıldı. Ve din, devlet siyasetine dönüştü…
İktidar otoritesi veya kutsal değerler arasında sıkışan din bağımlıları, tarihin dönüm noktalarında mutlaka buluştular. Kırım savaşlarına dönüşen bu buluşmalarda, devlet gücünü elinde tutanlar, devletin bekası deyip ezip, geçti. Kerbela merkezli, karşılıklı sürgünler ve toplu kıyımlar sürdü, gitti.
Oysa Kerbela bilinen sona bile bile sürükleniştir. Karşılaşılacak tehlike ve vahşet en baştan belliydi. Hüseyin de farkındaydı. Aklında dinde reform, devlette devrimden başka hiçbir şey yoktu. Bu doğrultuda tarihe mesaj düşmek istiyordu. Canıyla kanıyla da olsa, cesaretle. Onun için hiçbir güce boyun eğmedi, hiç bir güç kullanmaya da kalkışmadı.
Hüseyin biat etmedi. Hunharca katledileceğini bilmesine karşın, Medine tutsaklığına dönmedi. Hak bildiğinden geri kalmadı. Dik durdu. Özgürlüğü yeğledi. Sembol oldu, ölmedi…
Yolunda, yürüyüşünde tek amaç vardı, dinin yozlaşmasına tarihi çözümleme getirmek. Ata’dan emanet dinsel birikimin son öncüsü olmak. Gerçeği ortaya çıkarmak. Gerçek dinin tekrarını sağlamak. Geleceğin bilincinde derin ve silinmez izler bırakmak.
O yüzden Kerbela, Ata’sının getirdiği dini, son kez sonuna dek sahiplenme yeriydi. Eylemse eylem, ölümse ölüm. Ata’sının izinde, ortodoks Arap tutuculuğuna bir başkaldırıydı. Dinin ilerici pratiğine uygun değerleri savunmaktı. Dinin savaşla kurulamayacağını, kurulsa da din birikiminin kurtarılamayacağının tescillenmesiydi.
Öyle ki, 72'ye binlerin düştüğü, kısır ve çorak bir arazide acımasız bir kuşatmaydı. Kuşatma kırılamadı. On muharrem de din kırıldı. Kutsal davet bitti. Kutsal soykırım yaşandı. Trajediler üzerine din kurmak, kurtuluş umudunu ertelemekti. Ruhsal ve nesnel yok oluştu. Ve Kerbela tarihe böyle kazındı.
İnsanlık tarihinde eşi benzeri ender görülecek, denksiz dengesiz, merhametsiz kuralsız bir çarpışmaydı yaşanan. Vicdanı körlerle, kalp gözüyle görenlerin sağ bırakmamacasına, sağ kalmamacısına mücadelesiydi.
Öncesinde ve sonrasında çıkar ve makam arsızlarının azgınlaştığı, dinden ve insanlıktan çıktığı ne ilk ne de son kapışma olacaktır Kerbela. Ancak olmuş veya olacaklar içinde en acımasızıdır Kerbela. En dinsizidir…

KABİLELER ARİSTOKRASİSİ…

Kabileler aristokrasisi öncülüğünde, zor bi hal çağı yakalamış bir memleketi geriye döndürüp yok etmek, memlekette ilerletilmiş suni propagandalar ile demokrasi hesaplaşması yapmak, yakında o beğenilmeyen Demokrasiyi de çok aratır…

Emperyalizmin bölgesel köleleştirme savaşlarına destek ve ortak olmak, sadece tanrısal değerlere sarılan, bu kabileler aristokrasisi ile mümkündür. Belki de o nedenle yıllardır vazgeçilmez gösterilen, daimi adres belletilen eşrafın kazanması sağlanıyor. Her telden bunca yanlışa, yanılgıya ve başarısızlığa karşın, hala sürdürülen toplumsal desteğin başka bir açıklaması olamaz.

On yıllardır kalkınma hamleleri deyip durup, sınıfta kalmanın sorumluluğu da bu kabileler aristokrasisinindir. Çünkü her türlü aristokrasi asimile edilerek, demokrasiden vazgeçme noktasına getirilen memlekette kaçınılmaz son bu olur. İktidarda tutulanlarla hesaplaşma geciktirildikçe de, daha çok şeyler elden uçup gider. Ve çağ bir daha zor yakalanır.

Diğer yandan büyük bir coğrafyaya yayılan kabileler demokrasisine dahi tahammül edilemeyip, açılan savaşlara ve çıkarılan kargaşaya birlik olmanın, kabileler aristokrasisine dönüş projelerine destek olmanın da bir bedeli olur. Hesaplar gün gelir tutmaz. Projeler çöker. Ödeme vadesi kısalır. İşte çaresiz kalmak da, çağdışı kalmak da bu yüzdendir.

Öyle bir duruma getirildi ki memleket, öyle bir duruma getirildi ki coğrafya, öylesine kötü durumlara yol açacak haritalar ve çizgiler çizildi ki, işler artık kabileler aristokrasisi ile düzelmez halde…

Yine de memleketin bir kesimi, koltuğu kutsayan örtülü bir anlayışta hala ısrarcı. Gerçeğin söylenmesi potansiyel muhaliflik ve kabileler aristokrasisine hakaret. On yıllarca tehlikeli fikir ve öğütlerle, örgütlü hale getirilen, kabile aristokrasinin partidaşları her şey pahasına sistem savunucusu. Elitist yaklaşımlı, inanç militanlığı havasında gözler hiçbir şey görmüyor. Çağdışı sınanmalara heves hala üst seviyede.

Memlekette hal böyle olunca aşırı karakteristik, kabileler aristokrasisi bölgesel yandaşları ile umursamadan iş tutuyor. Ortak çıkarlara uyan uymayan ayrımıyla da, kendi yarattıkları kanalda ilerliyorlar. Bu kanal öyle bir kanal ki, gizlenen dünyaya ilişkin ipuçlarını bir bir veriyor. Ama akılcı olmaktan çok uzak bir birikime takiyecilikle izler takip edilmiyor.

Temelsiz birikimleri çağa uydurmaya çalışan bir niyet, hala sorgulamasız kabul ediliyor. Ve hayat kalitesi de günden güne bozuluyor…

Bozulma her yerde. Bozukluk karşılaştırmalı ve çok renkli yorumlarla sürdürülüyor. Sonuçta çağın ötesine geçme hevesindeki bir memleketin hevesi hepten kırılıyor…
Bu kaygan zeminde, kabileler aristokrasisinin dünyanın sonunu getirecek hamleleri de ne yazık ki hiç kaygı uyandırmıyor. Hep haklı kılınıyor. Memleket ne halde hiç önemsenmeden, hamle üstüne hamle geliyor.
İşte bu kabileler aristokrasisinden bunalan memlekete, acilen tam demokrasi gerek…

BRAİLA; İBRAHİM PAŞANIN ŞEHRİ…

Braila, Romanya’nın bir kenti. Geçmişi eski Roma’ya kadar dayansa da, aslında bir Türk kenti olarak kabul ediliyor. Tuna Nehri’nin kıyısına kurulmuş bir kent Braila. Adını İbrahim Paşa’dan almış olduğu görüşü de hâkim. Hangi İbrahim Paşa’dan bilinmiyor. Genel söylenti böyle. Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma düşünceyle, İbrahim Paşa’nın şehri diye anılıyor. Yaygın kullanılan bir adı da, İbrail. Eski yeni birçok haritada İbrail olarak geçiyor.
Almanya Donauesching’en kentinde doğan Donau-Tuna Nehri, Avusturya, Macaristan, Slovakya, Hırvatistan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan ve Ukrayna’yı geçerek Karadeniz’e dökülüyor.

Dokuz ülkeden geçen Tuna Nehri, kıyı boyuna yayılan kentleriyle, koskoca bir coğrafya oluşturuyor. Romanya sınırları içinde Dunarea adını alıyor Tuna…

Osmanlı’nın Avrupa’ya açılma döneminde, yol üzeri en önemli bölge Dobruca. Tuna Nehri Karadeniz’e yaklaşırken, Silistre’den sonra kuzeye doğru dönüşüyle oluşmuş, dirsek şeklinde bir ara bölge Dobruca. Tuna deltasındaki kasaba ve kentlerden, Tuna’nın karşı kıyısındaki İbrail ile Kalas kentlerine dek yayılıyor.

İşte “Aşağı Dobruca ve Yukarı Dobruca’’ denilen bu bölgeler, Romanya’da Türk yerleşim birimleri. Bu yol üzerinde birçok kent ve kasaba var. Türkçe adı olan ve Türkün yaşadığı. Tıpkı Köstence, Tulça, Mecidiye, Maçin, Galats (Kalas) gibi.


İbrail, Dobruca adıyla sözü edilen bu coğrafyanın 'Aşağı Dobruca' bölgesinde. Aşağı Tuna üzerinde ve birçok ticaret yolunun kavşağında, hububat diyarı. Bağlantı ve ticaret kenti. Yaklaşık üç yüz elli yıl Osmanlı idaresinde kaldıktan sonra, Edirne Antlaşması ile 1829 yılında Eflak Prensliği’ne devredilmiş önemli bir Tuna nehri liman kenti...

Yıllar içinde, kentin Türk varlıkları, tarihi zenginlikleri bir şekilde yok edilmiş. Merkezinde kiliseye çevrilmiş bir camii var. Korunamamış, camii özelliği kalmamış. Braila’da az sayıda 'Rumen Türkü' aile yaşıyor. Bunların kökeni ya Kırım tatarı veya Doğu Karadenizli…

Ancak Braila’da varlığını devam ettiren, bir 'Türk şehitliği' mevcut. Romanya`daki üç Türk şehitliğinden biri Braila’da. Birinci Dünya Savaşı’nda, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’na destek için Osmanlı’nın Galiçya Cephesi’ne, Romanya Cephesi‘ne ve Makedonya Cephesi‘ne gönderdiği üç kolordudan Karpatlar’da düşenler için kurulmuş bir şehitlik bu…

Bu şehitliğe şimdi yalnızca Türkler ve birinci dereceden Türk yakınları defnediliyor. Korumasını ve bakımını Rumen türkü bir aile yapıyor. Şehitlikte milli-dini günler ve bayramlarda, Köstence müftülüğüne bağlı 'Maçin' beldesinden görevlendirilen,  'Rumen Türkü'   hoca dini vecibelerin yerine getirilmesine yardımcı oluyor.

Braila, kent merkezi etrafını ve yol boyuna dizilmiş irili ufaklı köylerin çevrelediği bir yerleşim yapısına sahip. Yaklaşık beş yüz bin nüfus kente ve yan yana dağılan köylerde yaşam sürüyor. Köyleri bildik ve tanıdık, sanki Trakya köyleri…

İbrail, Osmanlı’dan bu yana değerli bir liman kenti olma özelliklerini koruyarak, 1881-1947 yılları arasında Romanya Krallığı’nın bir kenti, sonrasında ise 42 yıl Romanya Sosyalist Cumhuriyeti’nin bir kenti olarak gelişimi sürdürmüştür...
          
“ 1989’da Sosyalist sistemin yıkılışından sonra Braila’da da kurulu fabrikalar, kombinalar, seralar, küçük üretim çiftlikleri, tarım ve tekstil kooperatifleri tamamen satılmış, el değiştirmiş veya içleri boşaltılmış. Hurda fiyatına gitmiş her şey. Sadece dış karkasları duran hayaletimsi varlıklara dönüşmüş, geçmişin istihdam ve istihsal kapalı alanları. AB’ye girdikten sonra ise üretim hepten geri kalmış-bıraktırılmış. Tüketim toplumuna yönleniş özendirilmiş.
Anadolu’da her kent, her kasaba ve köy nasıl ki sizi minareler ile karşılıyorsa, Braila’da fabrika bacaları ile karşılıyor. Ancak tütmeyen yakın gelecekte yıkılacak fabrika bacalarıyla…
Belki de bin yıllık hububat diyarı olma özelliğinden, kendine yeten tarım toplumu olmaktan da gün güne uzaklaşılıyor. Geleceğin organik tarım alanları olacak denli bakir ovalar, topraklar ya yabancılara satılmış ya da ekilmiyor. Boş atıl yeni sahiplerini bekliyor. Braila tarımı ne yazık ki yarınlarda pek de iç açıcı görünmüyor.
Küresel ısınma, mevsim dışı yağmurlar, zamansız ve yoğun süren kar, don, başta Tuna nehri ve diğer nehirlerin mevsimine göre kuraklığı veya taşması, özellikle mısır, buğday ve ayçiçeği ekili alanların sular altında kalması ve kavrulması diğer sorunlar. Tarlalardaki ürün ya çürüyor veya yanıyor. Hikâye hiç de yabancı değil…”
Braila’nın önemli yabancı yatırımcıları arasında Türkler de var. Öncelikli iş alanları tekstil-konfeksiyon sektörü. Sosyalist dönemde kooperatifler yoluyla gelişen ve sonrasında ihracata yönelik konfeksiyon fabrikalaşması yaşamış kentin yatırımcıları genellikle Türk. Yetişmiş kalifiye personel varlığı, ucuz iş gücü ve sektörün eski ve yerleşik olması nedeniyle Türk yatırımcılar burayı seçmişler. Kriz nedeniyle küçülme yaşasalar da en önemli tekstil yatırımcıları yine de Türkler. Ayrıca birçok alanda iç dış ticaret yapan Türk vatandaşları da mevcut Braila'da.

Bu büyüklü küçüklü firmalara sahip Türkler, Braila merkezli yirmi kilometre uzaklıktaki Galats şehrini de kapsayan ‘Aşağı Dobruca’da 550 yıllık Tuna boyu geleneğini sürdürüyorlar…
GÖZDEN DÜŞME GÜNLERİ…

Bölgede olanları göz görüyor, kulak işitiyor. Gözden düşme günleri çok yakın…

Tarihte yığınla örnekleri var. Düşmem diyenler de yanlışa düşerler. Günü gelir en gözdeler de gözden düşer. Unutulurlar. Düşerler ve unutulurlar ama artıları, artıkları, akıllardan zor paklanır. Eksiler de. Çünkü eksik yapılanlar, yürekleri yakmış ise bir kere ebediyen anılır. İlk çıplak uyarıda, ekseriyetle hemen akla takılır hepsi…

Bölgesel manada öyle itibar kayıpları yaşandı ki son yıllarda, yüz yıl sonra bile anımsanacak gibi. İadeyi itibar zor.  Örneğin öğütlere uymayıp, bölgesel kara deliklere girilmesi. Övünmek nafile, çünkü girip çıkılsa da ak çıkmak zor. Baştan kara ve yürekleri karartan hamleleri unutmak daha da zor. Komşuların başına gelenlere müdahil olmayı ve olanları, türbinlere oynamak da kurtarmaz. Unutulmaz.

Herkes unutsa yerinden mülkünden edilen, mülteci milyonlar hiç unutmaz…

Çünkü bölgede artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… 

Ve her yapılan yakın çekim, tarih sayfalarındaki yerini aldı…

Yerli yersiz, uzakta yakında ihtişamlı zenginlik var zannıyla, haklı haksız düşünmeden, zehir zemberek dille, coğrafyalara dalanlar, sonunda elbette o coğrafyalara borçlu kalırlar. Çünkü ‘Yüksekten düşmek kadar korkutucudur, göçükler altında kalmak. Boğulmak kadar ürkütücüdür, ateş içinde yanmak.’ Yangının tarafları, ezberden buyrukçuluk ve buyruk zevatçılığı da anımsanacak her an. Ve bir bedeli olacak muhakkak. Ödenir mi, ödenir. Ödetirler mutlaka.

Şimdi bölgede işler tersine dönünce, hep aynı masala inanmışlıkla yeniymiş gibi yine ayni masallar anlatılıyor. Cümle âlem her şeyin farkında. Nice pahalı inançların içine saklanmış, iç savaşlar yaşanıyor dört bir yanda. Gerilim beyine açılan tüm pencereleri kapatmış. Akılcı davranmak söz konusu değil. Emperyal işleyiş çarkı çekirdeğinden çeperine bozuyor.

Bölgede işte bu bozulmayla insani değerlere aldırmadan yakıp, yıkıp, kahredenler tarihin hafızasına kazınır. Sembol olunan günler es geçilip, yarına en mahrem perdeler aralanır.  Maskeler düşer ve yalnızlık gelir başa. Mateme dönüşür, maceraperest hevesler.

Çünkü on yıllardır toprağa düşen, düşürülen can, canlara değen acı, kıvrandıran sancı gelir sorumlularını bulur. Makam ve mevkiden düşmek başa gelebilir. Pek incitmez bu düşme.  Asıl incitecek olan milletin gözünden düşmektir.

Göz görüyor, kulak işitiyor, işte o gözden düşme günleri de yakın…

Düşmeye gör, düşenlerin artık kendini temize çıkarması bir o kadar zor. Bölgede fire çok. Manzara eskisinden kötü. Sorumlu baş siyasi aktörlerin bile baş edemeyeceği boyutta korku imparatorluğu yayılmış etrafa. Korku dağları bekliyor.

İşte hiçbir makam ve mevki, bölgeyi bu hal ve olmaz biçimlere getirdikten sonra düşmekten asla kurtulamaz. En gereksizlerin efsaneleştiği dünya gün olur yıkılır. Fes düşer kel görünür. Akla kara belirir.

Sınırsız yetkiler, parazit ‘turp’ gibi kısıtlanır…

Milletin gözünden düşme günleri de yakın. Süreç delikanlılığın pimi nasıl çekilir bir güzel yansıtacak yarınlara. Göz görüyor, kulak işitiyor…

MİLLİ TARİH

Coğrafyaları hâkimiyetine alarak veya hâkimiyete girerek, yağmalayıp parçalama düzeneği tarihi oluşturmuştur. Tarihte karşılıklı ilişkiler ve iletişim ise milliliği güncellemiştir...

Milli coğrafyalara özgü milli tarih, karanlıkta kalan yanları daha da karartır. Birçok tarihsel vakayı yok sayar. Yani milli tarih bir tarihsizleştirme operasyonunun kayda geçirilmesidir. Millilik öylesine vahim hataları, muammaları kayıt içine çekerek resmi tarihi oluşturur ki hiç karşı çıkılmaz. Resmi tarih kendi sahasında özgürleşen, ideolojik bir tutumdur. Resmi ideoloji doğrultusunda hiç olmadık bir milli tarih yazma ve yazdırma gayesidir. Belki de istenilen budur.

Gaye gizli saklı kalmış tarihsel olaylar üzerinden, beka ve varlık modeli yaratmaktır. Her türlü tarihsel ifadeyi beka ve varlık sorunu yaparak millilik oluşturmaktır. Çünkü milli tarih, tarihsel bilinç düzeyini kısıtlayarak, milliyetçi ideolojilerin devamını sağlayan bir kronoloji ileri sürer. Türdeşlikler yaratarak, homojenliği yok eder. Kayıt altına alınmayanlarla, insanların birçok şeyi unutmasını önceler. Kuşaktan kuşağa aktarımların da önünü keser.

Baskı, baskın, göç ve sürgünlerle millileşen coğrafyalar, dini ve siyasi ortamda milli tarihlerini yaratmıştır. Milli tarih kültürel kökler üzerine kurulmuştur. İlliyet bağlarını milliyete dönüştüren bir kapsamda, devlet denilen organizmaya kavuşulmuştur. Ve tarih boyu devlete hizmet eder bir çizgi izlenmiştir.

İşte bu ve benzer nedenlerle milli coğrafya bir yandan ortaklığı temsil ederken, bir yandan da ortak yurt algısını asimilasyonlara tabi tutarak zedelemiştir. Düşmanlıklar yaratılmış,  bilimsel gerçekliği yıkan kimlik tanımlamaları ile yeni yapılar güçlendirilmiştir. Ve milli coğrafya üzerinde gerçekçi milli tarih oluşturma çabası cezalandırılmıştır. Yani milli tarih daima siyasi ideolojilerin gölgesinde kalmıştır.

Böylece yeterince genişliği ve derinliği olmayan, mikro milli düzeyinde bir resmi tarih yaratılmıştır…

Bu tarihin de inanılması ve kabullenilmesi zorunlu bir kara kitap anlayışı vardır. Oysa harmanlanan, coğrafyanın kara kutusu özelliğini taşıyan, doğru ve doğrultucu bir tarih değildir. İşte o yüzden devamlı geçmişte yaşayan ve geçmişe özlem duyan kuşaklarla gelecek kararır, karartılır.

Bu çağ karanlığında sahte vakayinamelerin etkisiyle millilik, tarihin derinliğinde kalan istilaları ve işgalleri makul gören bir seviyeye çekilir. Milli tarih ise coğrafyaları fethedenleri kendine göre dizayn eder.

Sonuç itibariyle milli tarih, milliyetçi resmi tarih aslında coğrafyaları bir bir tarihsizleştirme ve değiştirme operasyonudur. Benden ve bizden önce ve de sonrası diye milli tarih yaratma çabasıdır.

Bu günlerde sürdürülen çaba da budur…













MİNYATÜR MİLLİYETÇİLİK

Millet ve iktidar arasındaki ince çizgidir milliyetçilik. Çok basit temellidir. Vazgeçilmez temel Millet ve memleket çıkarlarını üstün tutmadır. Ulusçuluk tutkusudur…

Tutkunun özü ulusların kendi kültürel değerlerini, ulusal çıkarlarını ve tam bağımsızlığını üstün tutma,  çizilen sınırlarını koruma ve varlığını sürdürme inancıdır. Milliyetçilik başka türden değerler, bölgesel ve uluslararası plan ve projeler üzerinde fazla durmaz. Öylesi milliyetçilik, minyatür milliyetçiliktir…

Bu gelişen minyatür milliyetçilik anlayışı, militer yapılar ve abartılı çokuluslu ilişkilerden beslendikçe, devlet, varoluş ve kuruluş ilkelerine sıkı sıkıya bağlı görüntüsü verir. Yalancı bağlılık neticesinde genel idare çağdan uzaklaşır. Çaptan düşer. Başka yerlere savrulur. Dinciliğe sarılır.

Böylece idare ve ahlak zedelenir. Otorite bozgunu yaşanır. Bu arada varlık ve vatan kargaşasına itilen sade vatandaşlar ise vatanseverlik potasından uzaklaşır. Milletin en azından yarısı yaratılan yeni imaja tapar. Aslında milliyetçiliğin minyatürleşmesi ve dini motiflerden esinlenmesi, resmen çoğunluk dostken, sınır içi ve sınır dışı düşmanları artırır. Düşmanlık sağlanınca lafta bu yeni modern milliyetçiliğin içi dini ögelerle doldurulur. Böylece minyatür milliyetçilik gereği, milliyetçi temelde birlik ve vatan düzleminde dirlik, düşmanda birlik denklemine bağlanır.

Yani din ve mezhepsel düşmanlıklarla bezenmiş bu tip minyatür milliyetçilik, dış düşmanlar ve yerli işbirlikçilerin işine gelen milliyetçiliktir…

Milliyetçiliğin içi dini otorite ve abartılı dinci hurafeler ile boşaltılınca, millet vatan ve vatanseverlik merkezine oturtulan milliyetçiliğe karşı kışkırtılır. Ulusalcılığa karşı saldırganlaştırılır. Mütemadiyen akınlarla milli ince çizgi kırılır…

Sıradan, basit saygısızlıklarla tam bağımsızlığı öğütleyen ve örgütleyen milliyetçilik dışlanır. Emperyal hülyalarla her yer bizim veya vaktiyle bizimdi mikro milliyetçiliğine tapılır.

Bu tapınma neticesinde militarist destekli, abartılı dini çelişkilerden beslenen mikro milliyetçilik hayata geçirilir. Hak yerini buldu misali iç dış düşmanlar test edilir. Yeni düşmanlıklar tesis edilir. Millet ile iktidar arasındaki en ince ve keskin bağ olan milliyetçilik özünden koparıldığından, herkesle doğrudan hesaplaşma milliyetçilik farz edilir.

Yani bu minyatür milliyetçilik, iç dış tehditlere aldırmadan, iç destek bulmuş dış düşmanlar yok sayılarak, ucuz sebepler göstererek, lüzum dâhilinde safsatasıyla sıcak savaş moduna girer. Bu emperyal milliyetçiliğe dönüşme isteğiyle, bin yıllık temel birikim görmezden gelinir. Devleti, milleti, vatanı, Cumhuriyeti sevmek, korumak ve kollamak olan ulusal duyarlık başka bir çizgiye hapsedilir. Her türlü ciddi tehlikelere karşı, malı canı pahasına karşı duruş, çok geride kalmış ve gereksiz kitlesel arzular dozuna indirgenir.

Yaratıcı milli değerler, minyatür milliyetçiliğe asla uymadığından, uydurulamadığından her fırsatta paragöz piyonlarca karalanır…

Bu her eve lazım minyatür milliyetçilik, bilince saplanan yalanlarla, zihne uygulanan dini plan ve beşgen programlarla kitleleri yakın geçmişinden koparır. Bu kopuşla egemen gücün istediği noktaya gelinir. Toplum yerli milli derken, hepten erozyona uğrar.

Yani dini bağlantısı güçlendirilmiş minyatür milliyetçiliğe dönüş ve bu milliyetçiliğin yaygın biçimde kabullenilmesi modern dünyadan kopuştur. Kopuşu hızlandırır. Milli şuur, din ve mezhep birliği ilkesine dayanır. Oysa din bazlı milliyetçilik, değişik etnisiteden dindarları bile asla milletleştiremez. Mezhepler ise sadece yalnızlaştırır ve ayrıştırır.

Ülkeden ülkeye bulaşan ümmet politikasının batışı da bu yüzdendir. Egemen dünyanın palazlandırdığı dinsel tabanlı minyatür milliyetçiliğin, memleketleri, bölgeyi ve dünyayı getirdiği durum ortada.

Peki, nasıl bir milliyetçilik, hangi ince çizgide millet ve iktidar bütünlüğü. İşte geleceğin meselesi makro düzeyde budur…