NEREDE BU DEVLET?
Yürütme ile yargı, hukuku ve adaleti temsil eder. Devleti…
Yürütmenin bir öncesi seçimdir. Asla temsili tiyatral olmayan, hak ve adalet çerçevesinde yapılanı. Ayrıca seçimleri yürüten bir yüksek kurum ve başı vardır. Emekli oldu. Hem de kendi dönemindeki onca şaibe söylentilerine, asker uğurlama yanıtıyla; ‘en iyi seçim, bizim seçim…
Yargının bağımsızlığı ise bir başka muamma. Baştan bağımlı hale getirilerek bitirilen, tel tel dökülen, iyice pespayeleşen mahkemelerden peş peşe ucube kararlar. Devlete sızmış veya sızdırılmış, sızıntı dinci örgütün tescilli karşıtlarına ceza. Oysa işin özü, mevcut iktidara muhalefete, şimdilik kınama cezası babında bir ikaz. Bir başka skandal ise, darbe girişimcisine verilen müebbeti bozma. Resmen affetme. Diğerinden hemen ardına, tekrardan tutuklaması. Hukuk garabeti.
Resmen adalete güven kaybı…
Nerede bu devlet?
Devlet kayıplarda…
Kayıplarda çünkü dinci elekten geçirilip, elalem boyutunda elektronikleştirildikçe devlet, sevicisi yarıladı, seyircisi de azaldı. Oyunların ana nedeni bu. Mozaik taşlara çarpan tatminsiz dalgalar duyulmaz sanılıyor. Allahtan başkasına eğilmezlerin, arsız düzeni günü gelip yıkacağına korku da bir yandan. Onun için üç otuz paraya satılıyor düşkünlük. Emeksiz adamdan sayılma. Emekli olunca da küçük bir sahil kasabasında küçük hatıralar, karalama.
Küçük anılar ama devlete vebali büyük...
Dini tezgâhlarda güdük kafalıların uydurmalarıyla, uydulaştırılanların arzuları ve zayıflıkları bunlar. Cahil cühelalarca ileri sürüldükleri netleşen balonu patlak darbecilik de öyle. Hain patlamanın topluma yansımaları, yerli ve milli korkular da. Nice eğerler, değerler peşinde toptan berhava olma. Ve keşkeler. Tüm çırpınış ve çabalar nafile.
Çünkü direkt aykırı ve çaprazlama sorulara verilen yanıtlar, endirekt de olsa dini örgütlülüğün ağa babasına sırnaşır. Terörcü dinciliğin telaşı da yargıçlara sirayet eder. Bu lafta dincilik ve sıkışmış, dibi başı oynar kadılık, edep yahu serzenişlerini bile suçların şahı sayacak düsturda işler. Destur öyle yetiştirilmişlik. Ve bunca zaman dokunulmamış, beslenmiş bir üçlü çete girişimi, çetelesi belli bir karar daha verir, salınma. Suçluya elini kolunu sallayarak, tavırlanma ve edalanma hakkı…
Devlete büyük vebal yükleyecek adaletsiz bir karar. Karar bir yana bu üçlü kalkışmaya tayin ise devlet ayıbı…
Nerede bu devlet? Nerede bu millet…
Resmen limansızlık işte. Hırslı dalgalar ile dalga kıranların kendi üslubunca birbirini eritmesi. Malen ve manen eğitilmenin sonu. Kırık dökük dinci hayallerin batışı, mağara kapılarına dev kayaların tesadüfi denklenmesi. Uğrulara uyduruk manzaralar. Manzara beğenilmeyince başka uğraklar.
Soru şu, siz Allah bilir misiniz? Yanıtı?
Seçimli seçimsiz, asıl yürütülen unutmak veya unutturmak çizgisi. üstü çizilen, ortak akıl. Ortak aklın kullanılma süresini geciktirme, iktidar kaybını bir süre daha erteleme. Emekli veya emeksiz…
Ancak gün geçtikçe yerel akımlar genleşiyor. Tüm eksik gedikler ortada. Gereksiz tapınmalar açıkta. Jimnastik ehlinden sayılma güncellemesi, halis genleri de bozdu. Moral değerler çöktü. Sessiz sarhoşluk ayılma aşamasında. Oynaklığın ulaştığı ciddi boyut, belirsiz kavgalar ve savaşa savrulmalarda. Bin bir gizem ve temkinsizlik. Alınan tek tedbir makamsızlaşmamak.
Üst makamdan; …“ Onların öyle kalpleri vardır ki anlamazlar. Öyle gözleri vardır ki göremezler. Öyle kulakları vardır ki işitemezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha şaşkındırlar. İşte bunlar hep o gafillerdir.”… Tamam da nereye kadar?
Nerede bu devlet? Nerede bu millet?
Yürütme ile yargı, hukuku ve adaleti temsil eder. Devleti…
Yürütmenin bir öncesi seçimdir. Asla temsili tiyatral olmayan, hak ve adalet çerçevesinde yapılanı. Ayrıca seçimleri yürüten bir yüksek kurum ve başı vardır. Emekli oldu. Hem de kendi dönemindeki onca şaibe söylentilerine, asker uğurlama yanıtıyla; ‘en iyi seçim, bizim seçim…
Yargının bağımsızlığı ise bir başka muamma. Baştan bağımlı hale getirilerek bitirilen, tel tel dökülen, iyice pespayeleşen mahkemelerden peş peşe ucube kararlar. Devlete sızmış veya sızdırılmış, sızıntı dinci örgütün tescilli karşıtlarına ceza. Oysa işin özü, mevcut iktidara muhalefete, şimdilik kınama cezası babında bir ikaz. Bir başka skandal ise, darbe girişimcisine verilen müebbeti bozma. Resmen affetme. Diğerinden hemen ardına, tekrardan tutuklaması. Hukuk garabeti.
Resmen adalete güven kaybı…
Nerede bu devlet?
Devlet kayıplarda…
Kayıplarda çünkü dinci elekten geçirilip, elalem boyutunda elektronikleştirildikçe devlet, sevicisi yarıladı, seyircisi de azaldı. Oyunların ana nedeni bu. Mozaik taşlara çarpan tatminsiz dalgalar duyulmaz sanılıyor. Allahtan başkasına eğilmezlerin, arsız düzeni günü gelip yıkacağına korku da bir yandan. Onun için üç otuz paraya satılıyor düşkünlük. Emeksiz adamdan sayılma. Emekli olunca da küçük bir sahil kasabasında küçük hatıralar, karalama.
Küçük anılar ama devlete vebali büyük...
Dini tezgâhlarda güdük kafalıların uydurmalarıyla, uydulaştırılanların arzuları ve zayıflıkları bunlar. Cahil cühelalarca ileri sürüldükleri netleşen balonu patlak darbecilik de öyle. Hain patlamanın topluma yansımaları, yerli ve milli korkular da. Nice eğerler, değerler peşinde toptan berhava olma. Ve keşkeler. Tüm çırpınış ve çabalar nafile.
Çünkü direkt aykırı ve çaprazlama sorulara verilen yanıtlar, endirekt de olsa dini örgütlülüğün ağa babasına sırnaşır. Terörcü dinciliğin telaşı da yargıçlara sirayet eder. Bu lafta dincilik ve sıkışmış, dibi başı oynar kadılık, edep yahu serzenişlerini bile suçların şahı sayacak düsturda işler. Destur öyle yetiştirilmişlik. Ve bunca zaman dokunulmamış, beslenmiş bir üçlü çete girişimi, çetelesi belli bir karar daha verir, salınma. Suçluya elini kolunu sallayarak, tavırlanma ve edalanma hakkı…
Devlete büyük vebal yükleyecek adaletsiz bir karar. Karar bir yana bu üçlü kalkışmaya tayin ise devlet ayıbı…
Nerede bu devlet? Nerede bu millet…
Resmen limansızlık işte. Hırslı dalgalar ile dalga kıranların kendi üslubunca birbirini eritmesi. Malen ve manen eğitilmenin sonu. Kırık dökük dinci hayallerin batışı, mağara kapılarına dev kayaların tesadüfi denklenmesi. Uğrulara uyduruk manzaralar. Manzara beğenilmeyince başka uğraklar.
Soru şu, siz Allah bilir misiniz? Yanıtı?
Seçimli seçimsiz, asıl yürütülen unutmak veya unutturmak çizgisi. üstü çizilen, ortak akıl. Ortak aklın kullanılma süresini geciktirme, iktidar kaybını bir süre daha erteleme. Emekli veya emeksiz…
Ancak gün geçtikçe yerel akımlar genleşiyor. Tüm eksik gedikler ortada. Gereksiz tapınmalar açıkta. Jimnastik ehlinden sayılma güncellemesi, halis genleri de bozdu. Moral değerler çöktü. Sessiz sarhoşluk ayılma aşamasında. Oynaklığın ulaştığı ciddi boyut, belirsiz kavgalar ve savaşa savrulmalarda. Bin bir gizem ve temkinsizlik. Alınan tek tedbir makamsızlaşmamak.
Üst makamdan; …“ Onların öyle kalpleri vardır ki anlamazlar. Öyle gözleri vardır ki göremezler. Öyle kulakları vardır ki işitemezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha şaşkındırlar. İşte bunlar hep o gafillerdir.”… Tamam da nereye kadar?
Nerede bu devlet? Nerede bu millet?
TROȚKİ
Yoldaş Vladimir'in ardından, Sovyetlerin
ikinci adamıydı Trotski. Kızıl Ordu’yu kuran başkomutandı. Marksist teorisyendi.
Trotski, ‘İhanete uğrayan Devrim’in öncülerindendi. Vladimir'in ölümünün
ardından Stalin ile giriştiği iktidar kavgasını kaybetti. Politbüro’dan
çıkarıldı. Almatı’ya sürgüne gönderildi. Sürgün kesmedi. Yasadışı Sovyet
Partisi kurmak ve karşı devrimci suçlamalarıyla Sovyetlerden kovuldu…
Dünyada kimse misafir edecek cesaret
gösteremedi. Türkiye Cumhuriyeti hariç. Ömrünün dört beş yılını İstanbul,
Büyükada'da geçirdi. İstanbul’dayken Sovyet vatandaşlığından çıkarıldı. Burayı
sevdi. Boş durmadı kitaplar ve anılarını yazdı. Öyle ki; ‘Rus Devrim Tarihi’ni
ve ‘Sürekli Devrimi’ en iyi bilen teorisyenlerden olduğunu dünya âleme gösterdi.
Lev Trotski, ailesinden bireylerin tek
tek katline rağmen, mücadele azmi ve disiplininden hiç kopmadı. Direndi. Ruh
dünyasında çalkantılar yaşarken yine de büyük eserler vermeye devam etti.
İstanbul'da politik bir göçmen olarak çok ayrıcalıklı günler yaşadı.
İlyiç vapurundan, 1929 yılında Leon Sedov
kimliği ile Büyükdere açıklarından çıktığı İstanbul’da, Türk devrimi ile de
ilgilendi; “Türkiye'nin İçişleri hakkında söz söylemem. Ancak Türk İhtilalini
takdir edenlerdenim. Hatta Türk İhtilali’ne yardım ettim. Bunu Muhterem Reisiniz
bilir…”
İstanbul'da evi yandı. Veya yakıldı. Yanında
taşıdığı kayıtları, belgeleri ve fotoğraflarından bir bölümü kül oldu. Ada’dan Moda’ya
İstanbul'u yaşadı. Zorunluluktan 1933 yılında pek sevdiği İstanbul’dan ayrılmak
zorunda kaldı.
Kendisine gösterilen konukseverliği hiç
unutmadı; “Sonraki yorumlarımda Türkleri o kadar övdüm ki, bana Türkofil
dediler. Türk dostluğunu daha sonra Türklerin Ulusal Savaşı’nda da gösterdim…
Türkiye'nin bağımsızlık Savaşı'nı çok büyük ilgiyle izledim. Sonuçtan kıvanç
duydum. Bağımsızlığınızı bu uğurdaki savaşı büyük önderiniz yönetimine
borçlusunuz. Atatürk'ün büyüklüğü artık dünyaca kanıtlanmıştır. Öyle bir gerçek
ki burada yinelenmesinden ben de tat duyuyorum. Türk-Sovyet ilişkileri
içtenliklidir ve böyle kalacaktır…”
Trotski İstanbul'dan Fransa'ya geçti. İki
yılın ardından Norveç'e gitti ki orada da iki yıl yaşadı. Ve sondurak Meksika. Politik
eylemsizlik şartıyla Meksiko kentinin banliyösü Coyoacan’da, resaam Frida’nın
misafiri oldu. Ömrünün bir bölümünü de orada geçirdi. Mavi Ev’de yaşadı.
İhanete Uğrayan Devrimi; “Muhalefet partilerinin
yasaklanması, ardından hiziplerin yasağını getirdi. hiziplerin yasaklanması,
yanlışsız liderlerden başka türlü düşünmenin yasaklanması ile sonuçlandı.
Partinin polis marifeti ile monolitikleşmesi, her türlü iffetsizlik ve
bozukluğun kaynağı haline geldi. Bu bürokratik dokunulmazlığa yol açtı…” açılan
yolları çok güzel özetledi…
Trotski, Sovyet Devrimi'nin liderlerinden idi.
Lenin’in halefiydi. Eylemciydi. Devrimciydi,
teorisyendi. Düşün adamıydı. Troçkizm’in kurucusuydu.
Bir gün kendisinin suikaste uğrayabileceğinin ve
Dördüncü Enternasyonal’in engellenmeye çalışıldığının farkındaydı. Ama
kaygıları dikkate alınmadı. Sonu da bu aşırı güvenden, başının arkasına bir buz
baltası darbesi ile geldi…
Onun tasfiyesi sonsuza dek tartışılacak. Ama onu tasfiye
edenlerin tasfiyesi asla tartışılmayacak…
SOLUK BİR ANI
Çok değil otuz yıl önce sosyalist partiler dünyanın yarısını
yönetiyordu. Dünya nüfusunun yarısı da sosyalistti denilemez belki ama yönetim
sosyalistlerindi. Dünyanın geri kalanında ise en güçlü iktidar
alternatifiydiler. İşte zaman böyle bir şey. Her şeyi bir anda tersine çevirebilir…
Soluk bir anıdır, tüm saygın insanların karalanması ve
kurdukları sistemin tüm yüceliğine rağmen yıkılışı…
Söylenecek çok şey var aslında. Devrimin beşiği 68 yıldan
sonra devrildi. Sosyalizm değerleri bir bir yitirildi. Sosyalist önderlerin
heykelleri kaidelerinden söküldü. Yerlerde sürüklendi, çiğnendi. Soluk bir anı
olarak kaldı her biri.
Ancak vicdanlardan koparılamadı hiçbiri…
Dünyadakilerin ortak bağları koptu…
Tüm zamanların en büyük insanlarından olan sosyalistler, çok
değil otuz yıl önce kabaca dışlandı. Dünyanın kabına sığmaz devrimler dönemi ve
sosyalist rejimler dönemi sona erdi.
On yıllardır kalıcı etkisi de silinmeye çalışılıyor.
Sosyalizm yıkılınca, devrim mücadelesi de bırakıldı.
Mücadeleye gerekçe olacak hiçbir şey kalmadı. Gericiler devrimci oldu. İlerici
sayıldı. Dünya siyasetinde dayatılan tek tek merkezli sistem istisnasız kabul
edildi. Sonuçları se ortada. Soğuk savaşın yerine sıcak savaş aldı. Geniş
coğrafyalar kan gölü.
Oysa çok değil, otuz yıl önce sosyalizm ütopyası egemendi
dünyaya. Karşı kutuplu ve birbirini dengeleyen yönetsel bir sistematik söz
konusuydu. Zaman elbette efsane üçlüyü silemeyecek tarihten. Sosyalizmin
dünyanın yarısında iktidara taşınmış olmasını da.
Çünkü onlar “ kan ve demir çağı” için yaratılmış
öncülerdi...
Onların kurguladığı sistem soluk bir anı olarak, geleceği de
süsleyecek…
Süsleyecek, örgütleyecek ve insanlığın bu sistemle neler
başardığı görülecek, anlatılacak daima. Ve nihayetinde soluk anılar solmayacak
ve yeniden sosyalizme dönüş mutlaka gerçekleşecek.
Çünkü otuz yıldan beri yaşanan ve yaşatılan trajediler,
tarihe ani dönüş hakkını teslim edecek tekrardan…
Zaman işte her şeyin ilacı. En imkânsız görülen bir anda
siyasal çevre ve çehre değişebilir. Soluk anılarda kalan fotoğraflar, hep öyle
olduğunu kanıtlamıştır.
Evet, gecikmeler olabilir ama devrim sonunda gerçekleşir.
Yeter ki insanlık umut dolu ve dingin bir geleceği arzu etsin. Yolunu yeniden
kendisi çizmek istesin.
Yani otuz yıldan beri sosyalist rejimin bittiği bir dünyada,
ideolojisiz yönetimlerin etkisinde kalan insanlık, aklı başına devşirip, kendi
tarihini kendi belirleyebilir. Bu tarih yeniden Sosyalizm ile yazılabilir.
Hep başkalarının yazdığı tarihi yaşamaktan ise hiç değil ise
kendi tarihini yaşar…
VLADİMİR
Simbirsk’de, erken yaşlarda ölmüş sekiz kardeşin üçüncüsü
olarak doğar Wladimir. Volga kıyılarında, Ulyanosk…
Soyu Rus ve Kalmuktur. Babası yahudi bir tüccarın kızı ile
evlenir. Böylece soy ağacına İsveçlilik ve Almanlık ta karışır. Yani
Wladimir’in damarlarında ulus ve din çeşitliliği, kültürel zenginlik ve farklı
dini gelenekler dolaşır. Aileden soyludur, İlyiç Ulyanov.
Mutlu günlerin sonu, babasının ölümü ve Wladimir’den 4 yaş
büyük abisi Aleksandır’ın, Çar’a suikast girişiminden dolayı idam edilmesi ile
gelir. Üniversiteden uzaklaştırılır. Ve sürgün hayatı başlar.
Wladimir dışarıdan sınavlara girip hukuk diplomasını alır.
Saint Petersburg'a yerleşmesinden sonra işçi sınıfı ile ilişkisi başlar.
Devamında 2 yıl boyunca sol felsefeye yakınlaşır. Marksist olur. Tutuklanır.
Bir yıldan fazla hapis yatar. Sibirya’ya 3 yıllığına sürgün edilir. Sonra
sürgün yeri değiştirilir. Ufa'ya gider ve orada Nadejda ile evlenir.
Sürgünde çeviriler yapar. Uzun makaleler yazar. Bildiriler
hazırlar. Broşürler düzenler. Sürgün sonrası ise devrimci hayatı başlar.
Wladimir, yeni hayatına geçişle beraber Lenin adıyla imza atmaya başlar.
O imza ile Rusya'nın yazgısı değişir, dünyanın kurulu
dengesi altüst olur. Yeni bir dünya kurulur…
Çarlık Rusya’sı değişen topluma, reformlar üretemez. Durağan
bir idare söz konusudur. Kaynamaya çare olamaz. Sadece kilise değişim rüzgârını
görür. Buhran başlar. Devrimci ruh gelişir.
Wladimir, başarısız devrim macerası sonrası 9 yıla yakın
Avrupa'da ve Rusya'ya daha yakın yerlerde, uzun bir göçebelik yaşar. Bu zor
yıllar siyasal açıdan iradesini güçlendirir. Her şey pahasına Devrim inancı
gelişmeye başlar.
Bu inanç öyle bir noktaya evrilir ki; “ ya devrim, ikinci ve
muzaffer bir Paris komünü ile sonuçlanacaktır, ya da bizler savaşın ve tepkinin
altında ezileceğiz…” önünde durulmaz.
Ve bütün iktidar Sovyetlere, sloganları ile bolşevik devrim
gerçekleştirilir…
Barış, toprak ve ekmek vaadi iktidarı getirmiştir. Wladimir,
sürgünlerde geçen 20 yıl, azınlıkta kalmış bir parti ile Rusya'yı derinden
etkilemiştir. İşte bu etki Wladimir’i iktidara taşıdı.
İktidarda ancak 4 yıl kalır Wladimir. Dünyaya Leninizm’i
miras bırakır…
Dünyada gerçekleşen sosyalist devrimlerin ve emperyalizme
karşı bağımsızlık mücadelelerinin de öncüsüdür Wladimir.
Wladimir, Ekim devrimi ile hükümet başkanı olduğundan,
ölümüne dek devrimin ihanete uğramaması için çaba sarf eder. Her zaman parti
tek çözüm, parti duruma el koymalı der. İhaneti affetmez.
Ancak ölüm döşeğinde bile ihanete uğrar. Wladimir 21 Ocak
1924 tarihinde son nefesini, Marks'ın son temsilcisi, Parti'nin önderi ve SSCB
kurucusu olarak verir…
Otuz yıl öncesine dek sürer SSCB. Anılarda soluk bir anı
olarak kaldıysa eğer, o soluk anıların da mimarıdır Wladimir.
KAPLAN, “MAZLUMLAR SESİNİ BİZLER DUYURABİLİRİZ...”
Mustafa Kaplan, Dünya gündeminde pek dillendirilmeyen, “
Çinlilerin işgali altındaki Doğu Türkistan ve Hong Kong’taki zulüm ve
asimilasyona Esenler ölçeğinde tepki gösterilmeli, Esdef öncülük etmeli…” dedi
ve bir makale yayımladı…
Kaplan devamla; “Çin’in egemen olduğu iki ülkede, Doğu
Türkistan ve Hong Kong’ta istenmeyen yönetim anlayışları hâkim. İlkinde, iflah
olmaz bir duyarsızlığın gölgesinde zulüm ve asimile, diğerinde halkın haklı
tepkileri var. Hong Konglular dev gösteriler yapıyor. Çinlilerin işgali
altındaki Doğu Türkistan’da iki Uygurlunun yan yana gelmesi yasak.
Mazlumlar ses çıkartamıyorsa bu gerçeği bizler
duyurabiliriz. Esenler ölçeğinde ise hemen öncülük yapılmalı ve bu aşamaları
gerçekleştirebilecek bir istişare kurulu ivedi olarak oluşturulmalıdır.
Bu çerçevede, Esenler İlçemizin tek federasyonu olan,
Esenler Dernekler Federasyonumuza çok görev düşmektedir…” dedi.
Kaplan makalesinde; “ Birincisi Sincan Uygur Özerk bölge
Doğu Türkistan, özerkliğini kaybetmiş, Çin’in asimetrik işkencelerinin ve
esareti altında yaşıyor soydaşlarımız ve dindaşlarımız.
Diğeri, Dünya ekonomisinde büyük bir yere sahip, Doğu’nun
incisi Hong Kong, yarı özerk bir yönetim olsa da 1997’den beri Çin’in egemenliği
ve nüfusu altında ve aylardır haklı protesto yürüyüşlerine sahne.
Duyarlı olmak; duymak, karşılık vermek, tepkisiz kalamamak,
anlamındadır. Olayları ve gelişmeleri yakından takip ederek hislenmek,
reaksiyon göstermektir.
Maalesef, siyasi çıkarlar uğruna görmezlikten gelinerek
insanlığın bittiği bir yer Doğu Türkistan. Bir millet yok edilmek istenmekte ve
bugüne kadar 35 milyon Uygur Türkü öldürülmüş. Bilgi ve teknoloji çağında,
Uygurlular evlerinden alınarak, ailelerinden koparılarak, özel olarak yapılmış
büyük devasa binaların içine konularak sözde eğitim kamplarında esir tutularak
zorla asimile edilerek toplama kamplarında, ateizm öğretisi ve Çinlileştirilme
adına insanların beyinleri yıkanmaktadır. Karşı gelenlere büyük ve akla
gelmeyecek işkenceler uygulanmaktadır.
Bebekler zorla annelerinin karnından çıkarttırılarak
öldürüyorlar, kadınlar kısırlaştırılıyor. Kendi dinlerini, tarihlerini öğrenme
hakları yok…
Sözde eğitim kamplarından mezun olanlar (Çinlileştiklerini
söyleyenler) ancak iş sahibi olabiliyor, hayatlarını devam ettirebiliyorlar.
Seyahat ve haberleşme hakları yok…
Genç kızlar zorla, Doğu Türkistan’dan, vatanlarından
koparılarak Çinin iç eyaletlerine ucuz işçi olarak çalışma kamplarına
gönderilerek adeta sürgünde bir yaşama tabi tutuluyorlar.
Kendi dilleri ile konuşmak yasak…
Hiçbir ibadete izin verilmemekte, dini kitap bulundurulması
suç olarak kabul edilmekte… Tüm Uygurlular, potansiyel suçlu ve terörist
muamelesi görmekteler. Hiçbir Uygurlunun yaşam garantisi yok ve hepsi düşman
olarak algılanıyor. Yıllardır katliam, zulüm, asimilasyon, baskı, işkence
yaşanıyor Doğu Türkistan’da.
Bu insanlık dışı işgal uygulamalar altındaki Doğu
Türkistan’da Uygurluların, toplantı ve gösteri yürüyüş haklarından söz etmek
dahi mümkün değil.
Hal böyle iken Hong Kong’da durum, yolun sonunu görmek
acısından önem arz etmekte. Hong Konglu yolun sonundaki karanlığı bir diğer
ifade ile Doğu Türkistan’ı görüyor, ona göre vaziyet alıyor ve her hafta
sokaklardan dünya gündemine haklı sesleri yankılanıyor.
Protestoların gerekçesi ise en ufak hak arayışına
hazmedemeyen Pekin yönetim anlayışına karşı ortak tepki göstermek. Yerel halk,
herhangi bir suça karışan Hong Kongluların, Hong Kong’da yargılanmasına izin
vermeyen, buna karşın bu zanlıların Çin’e iadesini içeren yasa tasarısını geri
çekilmesini istiyordu.
Hong Kong’a hâkim Çin zihniyeti 2 ay devam eden karşı
gösterilere dayanamadı ve yasa tasarısını geri çekmek zorunda kaldı, 2014’de
seçim yasasını değiştirmek istediklerinde de aynı şekilde protesto gösterileri
başlamış ve yapılmak istenen değişiklik yapılamamıştı. Daha önce de
göstericiler Pekin’in 2017 yılında Hong Kong yönetimine seçilecek başkan
adaylarını belirlemesine karşı çıkmıştı.
Devamlı olarak Hong Kong’u, sosyal deney olarak kullanan Çin
sosyalizm yönetimi istediklerinde başarılı olamıyorlar. Hong Kong artık bu
gerçeği gördüğü için yasa tasarıları geri çekilse dahi gösteriler devam ediyor.
Biliyorlar ki; Çinliler geri adım atmayacaklar. Çin’in egemenliğinde özgür bir
Hong Kong istemiyorlar. Buranın da Çinlileşmesi gerektiğini düşünüyorlar.
Kısaca, Çin- Pekin rejimi, aynı ırktan oluşan yani
Çinlilerin yaşadığı Hong Kong’u, Doğu Türkistan’a dönüştürmek istemektedir.
Hong Kong’un Çinlileşmediğini varsayıyorlar. Halk hareketleri özelliklede
gösteri ve yürüyüşlerdeki protestolar olmasa, Hong Kong, Hong Kong olmayacak.
Doğu Türkistan olacak. Ama nüfusun çoğu Çinli olduğundan, statüsünün de tek
devlet iki idare özelliğinden dolayı Hong Kong, önümüzdeki yıllarda da dünya
gündeminden düşmeyecek...” yazdı.
DİNDE KIRILMA
Dinde kırılmayı getiren Kerbela'ya, en makul ve en özel
analiz yapılsa da en dikkati çeken nokta, insanlık tarihinde ve dinler
tarihinde en keskin dönüm noktası olduğudur.
Kerbela tarihin seyrini değiştiremedi belki ama dinin seyrini değiştirdi.
Din ikiye bölündü. Ve bu kırılma noktası birçok ırkı ve medeniyeti yüzlerce yıl
derinden etkiledi…
Özellikle de Türkleri. Türkler binlerce yıl tek tanrılı, çok
tanrılı yaşamış, kendi kültürel birikimlerine ve törelerine uygun dinleri
seçmiş, kabul etmiştir. Zaman içinde çeşitli dinlere mensupken, kök tengrici,
Şamanist, animist, manist, doğa tanrıcı, Zerdüşt, Budist, Musevi, Hristiyan…
olmayı bıraktılar. Kerbela sonrası doğup devam eden ve iki cephede gelişen, iki
din anlayışından birine geçtiler. Öncesi de vardır ama özellikle 12. yüzyıldan
itibaren ya Alevileştiler veya Emevileştirildiler.
Her coğrafyada devlet olarak her yükselen, ilk iş diğerini
ezdi. Yüzyıllar boyu akla mantığa sığmaz biçimde siyasallaşan ‘bir dinin iki
kolu’ olarak hep ayrışıldı. Ve din, devlet siyasetine dönüştü…
İktidar otoritesi veya kutsal değerler arasında sıkışan din
bağımlıları, tarihin dönüm noktalarında mutlaka buluştular. Kırım savaşlarına
dönüşen bu buluşmalarda, devlet gücünü elinde tutanlar, devletin bekası deyip
ezip, geçti. Kerbela merkezli, karşılıklı sürgünler ve toplu kıyımlar sürdü,
gitti.
Oysa Kerbela bilinen sona bile bile sürükleniştir.
Karşılaşılacak tehlike ve vahşet en baştan belliydi. Hüseyin de farkındaydı.
Aklında dinde reform, devlette devrimden başka hiçbir şey yoktu. Bu doğrultuda
tarihe mesaj düşmek istiyordu. Canıyla kanıyla da olsa, cesaretle. Onun için
hiçbir güce boyun eğmedi, hiç bir güç kullanmaya da kalkışmadı.
Hüseyin biat etmedi. Hunharca katledileceğini bilmesine
karşın, Medine tutsaklığına dönmedi. Hak bildiğinden geri kalmadı. Dik durdu.
Özgürlüğü yeğledi. Sembol oldu, ölmedi…
Yolunda, yürüyüşünde tek amaç vardı, dinin yozlaşmasına
tarihi çözümleme getirmek. Ata’dan emanet dinsel birikimin son öncüsü olmak.
Gerçeği ortaya çıkarmak. Gerçek dinin tekrarını sağlamak. Geleceğin bilincinde
derin ve silinmez izler bırakmak.
O yüzden Kerbela, Ata’sının getirdiği dini, son kez sonuna
dek sahiplenme yeriydi. Eylemse eylem, ölümse ölüm. Ata’sının izinde, ortodoks
Arap tutuculuğuna bir başkaldırıydı. Dinin ilerici pratiğine uygun değerleri
savunmaktı. Dinin savaşla kurulamayacağını, kurulsa da din birikiminin
kurtarılamayacağının tescillenmesiydi.
Öyle ki, 72'ye binlerin düştüğü, kısır ve çorak bir arazide
acımasız bir kuşatmaydı. Kuşatma kırılamadı. On muharrem de din kırıldı. Kutsal
davet bitti. Kutsal soykırım yaşandı. Trajediler üzerine din kurmak, kurtuluş
umudunu ertelemekti. Ruhsal ve nesnel yok oluştu. Ve Kerbela tarihe böyle
kazındı.
İnsanlık tarihinde eşi benzeri ender görülecek, denksiz dengesiz,
merhametsiz kuralsız bir çarpışmaydı yaşanan. Vicdanı körlerle, kalp gözüyle
görenlerin sağ bırakmamacasına, sağ kalmamacısına mücadelesiydi.
Öncesinde ve sonrasında çıkar ve makam arsızlarının
azgınlaştığı, dinden ve insanlıktan çıktığı ne ilk ne de son kapışma olacaktır
Kerbela. Ancak olmuş veya olacaklar içinde en acımasızıdır Kerbela. En
dinsizidir…
KABİLELER ARİSTOKRASİSİ…
Kabileler aristokrasisi öncülüğünde, zor bi hal çağı
yakalamış bir memleketi geriye döndürüp yok etmek, memlekette ilerletilmiş suni
propagandalar ile demokrasi hesaplaşması yapmak, yakında o beğenilmeyen
Demokrasiyi de çok aratır…
Emperyalizmin bölgesel köleleştirme savaşlarına destek ve
ortak olmak, sadece tanrısal değerlere sarılan, bu kabileler aristokrasisi ile
mümkündür. Belki de o nedenle yıllardır vazgeçilmez gösterilen, daimi adres
belletilen eşrafın kazanması sağlanıyor. Her telden bunca yanlışa, yanılgıya ve
başarısızlığa karşın, hala sürdürülen toplumsal desteğin başka bir açıklaması
olamaz.
On yıllardır kalkınma hamleleri deyip durup, sınıfta
kalmanın sorumluluğu da bu kabileler aristokrasisinindir. Çünkü her türlü
aristokrasi asimile edilerek, demokrasiden vazgeçme noktasına getirilen
memlekette kaçınılmaz son bu olur. İktidarda tutulanlarla hesaplaşma geciktirildikçe
de, daha çok şeyler elden uçup gider. Ve çağ bir daha zor yakalanır.
Diğer yandan büyük bir coğrafyaya yayılan kabileler
demokrasisine dahi tahammül edilemeyip, açılan savaşlara ve çıkarılan kargaşaya
birlik olmanın, kabileler aristokrasisine dönüş projelerine destek olmanın da
bir bedeli olur. Hesaplar gün gelir tutmaz. Projeler çöker. Ödeme vadesi
kısalır. İşte çaresiz kalmak da, çağdışı kalmak da bu yüzdendir.
Öyle bir duruma getirildi ki memleket, öyle bir duruma
getirildi ki coğrafya, öylesine kötü durumlara yol açacak haritalar ve çizgiler
çizildi ki, işler artık kabileler aristokrasisi ile düzelmez halde…
Yine de memleketin bir kesimi, koltuğu kutsayan örtülü bir
anlayışta hala ısrarcı. Gerçeğin söylenmesi potansiyel muhaliflik ve kabileler
aristokrasisine hakaret. On yıllarca tehlikeli fikir ve öğütlerle, örgütlü hale
getirilen, kabile aristokrasinin partidaşları her şey pahasına sistem
savunucusu. Elitist yaklaşımlı, inanç militanlığı havasında gözler hiçbir şey
görmüyor. Çağdışı sınanmalara heves hala üst seviyede.
Memlekette hal böyle olunca aşırı karakteristik, kabileler
aristokrasisi bölgesel yandaşları ile umursamadan iş tutuyor. Ortak çıkarlara
uyan uymayan ayrımıyla da, kendi yarattıkları kanalda ilerliyorlar. Bu kanal
öyle bir kanal ki, gizlenen dünyaya ilişkin ipuçlarını bir bir veriyor. Ama
akılcı olmaktan çok uzak bir birikime takiyecilikle izler takip edilmiyor.
Temelsiz birikimleri çağa uydurmaya çalışan bir niyet, hala
sorgulamasız kabul ediliyor. Ve hayat kalitesi de günden güne bozuluyor…
Bozulma her yerde. Bozukluk karşılaştırmalı ve çok renkli
yorumlarla sürdürülüyor. Sonuçta çağın ötesine geçme hevesindeki bir memleketin
hevesi hepten kırılıyor…
Bu kaygan zeminde, kabileler aristokrasisinin dünyanın
sonunu getirecek hamleleri de ne yazık ki hiç kaygı uyandırmıyor. Hep haklı
kılınıyor. Memleket ne halde hiç önemsenmeden, hamle üstüne hamle geliyor.
İşte bu kabileler aristokrasisinden bunalan memlekete,
acilen tam demokrasi gerek…
BRAİLA; İBRAHİM PAŞANIN ŞEHRİ…
Braila, Romanya’nın bir kenti. Geçmişi eski Roma’ya kadar
dayansa da, aslında bir Türk kenti olarak kabul ediliyor. Tuna Nehri’nin
kıyısına kurulmuş bir kent Braila. Adını İbrahim Paşa’dan almış olduğu görüşü
de hâkim. Hangi İbrahim Paşa’dan bilinmiyor. Genel söylenti böyle. Osmanlı
İmparatorluğu döneminden kalma düşünceyle, İbrahim Paşa’nın şehri diye
anılıyor. Yaygın kullanılan bir adı da, İbrail. Eski yeni birçok haritada
İbrail olarak geçiyor.
Almanya Donauesching’en kentinde doğan Donau-Tuna Nehri,
Avusturya, Macaristan, Slovakya, Hırvatistan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan
ve Ukrayna’yı geçerek Karadeniz’e dökülüyor.
Dokuz ülkeden geçen Tuna Nehri, kıyı boyuna yayılan
kentleriyle, koskoca bir coğrafya oluşturuyor. Romanya sınırları içinde Dunarea
adını alıyor Tuna…
Osmanlı’nın Avrupa’ya açılma döneminde, yol üzeri en önemli
bölge Dobruca. Tuna Nehri Karadeniz’e yaklaşırken, Silistre’den sonra kuzeye
doğru dönüşüyle oluşmuş, dirsek şeklinde bir ara bölge Dobruca. Tuna
deltasındaki kasaba ve kentlerden, Tuna’nın karşı kıyısındaki İbrail ile Kalas
kentlerine dek yayılıyor.
İşte “Aşağı Dobruca ve Yukarı Dobruca’’ denilen bu bölgeler,
Romanya’da Türk yerleşim birimleri. Bu yol üzerinde birçok kent ve kasaba var.
Türkçe adı olan ve Türkün yaşadığı. Tıpkı Köstence, Tulça, Mecidiye, Maçin,
Galats (Kalas) gibi.
İbrail, Dobruca adıyla sözü edilen bu coğrafyanın 'Aşağı
Dobruca' bölgesinde. Aşağı Tuna üzerinde ve birçok ticaret yolunun kavşağında,
hububat diyarı. Bağlantı ve ticaret kenti. Yaklaşık üç yüz elli yıl Osmanlı
idaresinde kaldıktan sonra, Edirne Antlaşması ile 1829 yılında Eflak
Prensliği’ne devredilmiş önemli bir Tuna nehri liman kenti...
Yıllar içinde, kentin Türk varlıkları, tarihi zenginlikleri
bir şekilde yok edilmiş. Merkezinde kiliseye çevrilmiş bir camii var.
Korunamamış, camii özelliği kalmamış. Braila’da az sayıda 'Rumen Türkü' aile
yaşıyor. Bunların kökeni ya Kırım tatarı veya Doğu Karadenizli…
Ancak Braila’da varlığını devam ettiren, bir 'Türk
şehitliği' mevcut. Romanya`daki üç Türk şehitliğinden biri Braila’da. Birinci
Dünya Savaşı’nda, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’na destek için
Osmanlı’nın Galiçya Cephesi’ne, Romanya Cephesi‘ne ve Makedonya Cephesi‘ne
gönderdiği üç kolordudan Karpatlar’da düşenler için kurulmuş bir şehitlik bu…
Bu şehitliğe şimdi yalnızca Türkler ve birinci dereceden
Türk yakınları defnediliyor. Korumasını ve bakımını Rumen türkü bir aile
yapıyor. Şehitlikte milli-dini günler ve bayramlarda, Köstence müftülüğüne
bağlı 'Maçin' beldesinden görevlendirilen,
'Rumen Türkü' hoca dini
vecibelerin yerine getirilmesine yardımcı oluyor.
Braila, kent merkezi etrafını ve yol boyuna dizilmiş irili
ufaklı köylerin çevrelediği bir yerleşim yapısına sahip. Yaklaşık beş yüz bin
nüfus kente ve yan yana dağılan köylerde yaşam sürüyor. Köyleri bildik ve
tanıdık, sanki Trakya köyleri…
İbrail, Osmanlı’dan bu yana değerli bir liman kenti olma
özelliklerini koruyarak, 1881-1947 yılları arasında Romanya Krallığı’nın bir
kenti, sonrasında ise 42 yıl Romanya Sosyalist Cumhuriyeti’nin bir kenti olarak
gelişimi sürdürmüştür...
“ 1989’da Sosyalist sistemin yıkılışından sonra Braila’da da
kurulu fabrikalar, kombinalar, seralar, küçük üretim çiftlikleri, tarım ve
tekstil kooperatifleri tamamen satılmış, el değiştirmiş veya içleri
boşaltılmış. Hurda fiyatına gitmiş her şey. Sadece dış karkasları duran
hayaletimsi varlıklara dönüşmüş, geçmişin istihdam ve istihsal kapalı alanları.
AB’ye girdikten sonra ise üretim hepten geri kalmış-bıraktırılmış. Tüketim
toplumuna yönleniş özendirilmiş.
Anadolu’da her kent, her kasaba ve köy nasıl ki sizi
minareler ile karşılıyorsa, Braila’da fabrika bacaları ile karşılıyor. Ancak
tütmeyen yakın gelecekte yıkılacak fabrika bacalarıyla…
Belki de bin yıllık hububat diyarı olma özelliğinden,
kendine yeten tarım toplumu olmaktan da gün güne uzaklaşılıyor. Geleceğin
organik tarım alanları olacak denli bakir ovalar, topraklar ya yabancılara satılmış
ya da ekilmiyor. Boş atıl yeni sahiplerini bekliyor. Braila tarımı ne yazık ki
yarınlarda pek de iç açıcı görünmüyor.
Küresel ısınma, mevsim dışı yağmurlar, zamansız ve yoğun
süren kar, don, başta Tuna nehri ve diğer nehirlerin mevsimine göre kuraklığı
veya taşması, özellikle mısır, buğday ve ayçiçeği ekili alanların sular altında
kalması ve kavrulması diğer sorunlar. Tarlalardaki ürün ya çürüyor veya
yanıyor. Hikâye hiç de yabancı değil…”
Braila’nın önemli yabancı yatırımcıları arasında Türkler de
var. Öncelikli iş alanları tekstil-konfeksiyon sektörü. Sosyalist dönemde
kooperatifler yoluyla gelişen ve sonrasında ihracata yönelik konfeksiyon
fabrikalaşması yaşamış kentin yatırımcıları genellikle Türk. Yetişmiş kalifiye
personel varlığı, ucuz iş gücü ve sektörün eski ve yerleşik olması nedeniyle
Türk yatırımcılar burayı seçmişler. Kriz nedeniyle küçülme yaşasalar da en
önemli tekstil yatırımcıları yine de Türkler. Ayrıca birçok alanda iç dış
ticaret yapan Türk vatandaşları da mevcut Braila'da.
Bu büyüklü küçüklü firmalara sahip Türkler, Braila merkezli
yirmi kilometre uzaklıktaki Galats şehrini de kapsayan ‘Aşağı Dobruca’da 550
yıllık Tuna boyu geleneğini sürdürüyorlar…
GÖZDEN DÜŞME GÜNLERİ…
Bölgede olanları göz görüyor, kulak işitiyor. Gözden düşme
günleri çok yakın…
Tarihte yığınla örnekleri var. Düşmem diyenler de yanlışa
düşerler. Günü gelir en gözdeler de gözden düşer. Unutulurlar. Düşerler ve
unutulurlar ama artıları, artıkları, akıllardan zor paklanır. Eksiler de. Çünkü
eksik yapılanlar, yürekleri yakmış ise bir kere ebediyen anılır. İlk çıplak
uyarıda, ekseriyetle hemen akla takılır hepsi…
Bölgesel manada öyle itibar kayıpları yaşandı ki son
yıllarda, yüz yıl sonra bile anımsanacak gibi. İadeyi itibar zor. Örneğin öğütlere uymayıp, bölgesel kara
deliklere girilmesi. Övünmek nafile, çünkü girip çıkılsa da ak çıkmak zor.
Baştan kara ve yürekleri karartan hamleleri unutmak daha da zor. Komşuların
başına gelenlere müdahil olmayı ve olanları, türbinlere oynamak da kurtarmaz.
Unutulmaz.
Herkes unutsa yerinden mülkünden edilen, mülteci milyonlar
hiç unutmaz…
Çünkü bölgede artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…
Ve her yapılan yakın çekim, tarih sayfalarındaki yerini
aldı…
Yerli yersiz, uzakta yakında ihtişamlı zenginlik var
zannıyla, haklı haksız düşünmeden, zehir zemberek dille, coğrafyalara dalanlar,
sonunda elbette o coğrafyalara borçlu kalırlar. Çünkü ‘Yüksekten düşmek kadar
korkutucudur, göçükler altında kalmak. Boğulmak kadar ürkütücüdür, ateş içinde
yanmak.’ Yangının tarafları, ezberden buyrukçuluk ve buyruk zevatçılığı da
anımsanacak her an. Ve bir bedeli olacak muhakkak. Ödenir mi, ödenir. Ödetirler
mutlaka.
Şimdi bölgede işler tersine dönünce, hep aynı masala
inanmışlıkla yeniymiş gibi yine ayni masallar anlatılıyor. Cümle âlem her şeyin
farkında. Nice pahalı inançların içine saklanmış, iç savaşlar yaşanıyor dört
bir yanda. Gerilim beyine açılan tüm pencereleri kapatmış. Akılcı davranmak söz
konusu değil. Emperyal işleyiş çarkı çekirdeğinden çeperine bozuyor.
Bölgede işte bu bozulmayla insani değerlere aldırmadan
yakıp, yıkıp, kahredenler tarihin hafızasına kazınır. Sembol olunan günler es
geçilip, yarına en mahrem perdeler aralanır.
Maskeler düşer ve yalnızlık gelir başa. Mateme dönüşür, maceraperest
hevesler.
Çünkü on yıllardır toprağa düşen, düşürülen can, canlara
değen acı, kıvrandıran sancı gelir sorumlularını bulur. Makam ve mevkiden
düşmek başa gelebilir. Pek incitmez bu düşme.
Asıl incitecek olan milletin gözünden düşmektir.
Göz görüyor, kulak işitiyor, işte o gözden düşme günleri de
yakın…
Düşmeye gör, düşenlerin artık kendini temize çıkarması bir o
kadar zor. Bölgede fire çok. Manzara eskisinden kötü. Sorumlu baş siyasi
aktörlerin bile baş edemeyeceği boyutta korku imparatorluğu yayılmış etrafa.
Korku dağları bekliyor.
İşte hiçbir makam ve mevki, bölgeyi bu hal ve olmaz
biçimlere getirdikten sonra düşmekten asla kurtulamaz. En gereksizlerin
efsaneleştiği dünya gün olur yıkılır. Fes düşer kel görünür. Akla kara belirir.
Sınırsız yetkiler, parazit ‘turp’ gibi kısıtlanır…
Milletin gözünden düşme günleri de yakın. Süreç
delikanlılığın pimi nasıl çekilir bir güzel yansıtacak yarınlara. Göz görüyor,
kulak işitiyor…
MİLLİ TARİH
Coğrafyaları hâkimiyetine alarak veya hâkimiyete girerek,
yağmalayıp parçalama düzeneği tarihi oluşturmuştur. Tarihte karşılıklı
ilişkiler ve iletişim ise milliliği güncellemiştir...
Milli coğrafyalara özgü milli tarih, karanlıkta kalan
yanları daha da karartır. Birçok tarihsel vakayı yok sayar. Yani milli tarih
bir tarihsizleştirme operasyonunun kayda geçirilmesidir. Millilik öylesine
vahim hataları, muammaları kayıt içine çekerek resmi tarihi oluşturur ki hiç
karşı çıkılmaz. Resmi tarih kendi sahasında özgürleşen, ideolojik bir tutumdur.
Resmi ideoloji doğrultusunda hiç olmadık bir milli tarih yazma ve yazdırma
gayesidir. Belki de istenilen budur.
Gaye gizli saklı kalmış tarihsel olaylar üzerinden, beka ve
varlık modeli yaratmaktır. Her türlü tarihsel ifadeyi beka ve varlık sorunu
yaparak millilik oluşturmaktır. Çünkü milli tarih, tarihsel bilinç düzeyini
kısıtlayarak, milliyetçi ideolojilerin devamını sağlayan bir kronoloji ileri
sürer. Türdeşlikler yaratarak, homojenliği yok eder. Kayıt altına
alınmayanlarla, insanların birçok şeyi unutmasını önceler. Kuşaktan kuşağa
aktarımların da önünü keser.
Baskı, baskın, göç ve sürgünlerle millileşen coğrafyalar,
dini ve siyasi ortamda milli tarihlerini yaratmıştır. Milli tarih kültürel
kökler üzerine kurulmuştur. İlliyet bağlarını milliyete dönüştüren bir
kapsamda, devlet denilen organizmaya kavuşulmuştur. Ve tarih boyu devlete
hizmet eder bir çizgi izlenmiştir.
İşte bu ve benzer nedenlerle milli coğrafya bir yandan
ortaklığı temsil ederken, bir yandan da ortak yurt algısını asimilasyonlara
tabi tutarak zedelemiştir. Düşmanlıklar yaratılmış, bilimsel gerçekliği yıkan kimlik
tanımlamaları ile yeni yapılar güçlendirilmiştir. Ve milli coğrafya üzerinde
gerçekçi milli tarih oluşturma çabası cezalandırılmıştır. Yani milli tarih
daima siyasi ideolojilerin gölgesinde kalmıştır.
Böylece yeterince genişliği ve derinliği olmayan, mikro
milli düzeyinde bir resmi tarih yaratılmıştır…
Bu tarihin de inanılması ve kabullenilmesi zorunlu bir kara
kitap anlayışı vardır. Oysa harmanlanan, coğrafyanın kara kutusu özelliğini
taşıyan, doğru ve doğrultucu bir tarih değildir. İşte o yüzden devamlı geçmişte
yaşayan ve geçmişe özlem duyan kuşaklarla gelecek kararır, karartılır.
Bu çağ karanlığında sahte vakayinamelerin etkisiyle
millilik, tarihin derinliğinde kalan istilaları ve işgalleri makul gören bir
seviyeye çekilir. Milli tarih ise coğrafyaları fethedenleri kendine göre dizayn
eder.
Sonuç itibariyle milli tarih, milliyetçi resmi tarih aslında
coğrafyaları bir bir tarihsizleştirme ve değiştirme operasyonudur. Benden ve
bizden önce ve de sonrası diye milli tarih yaratma çabasıdır.
Bu günlerde sürdürülen çaba da budur…
MİNYATÜR MİLLİYETÇİLİK
Millet ve iktidar arasındaki ince çizgidir milliyetçilik.
Çok basit temellidir. Vazgeçilmez temel Millet ve memleket çıkarlarını üstün
tutmadır. Ulusçuluk tutkusudur…
Tutkunun özü ulusların kendi kültürel değerlerini, ulusal
çıkarlarını ve tam bağımsızlığını üstün tutma,
çizilen sınırlarını koruma ve varlığını sürdürme inancıdır.
Milliyetçilik başka türden değerler, bölgesel ve uluslararası plan ve projeler
üzerinde fazla durmaz. Öylesi milliyetçilik, minyatür milliyetçiliktir…
Bu gelişen minyatür milliyetçilik anlayışı, militer yapılar
ve abartılı çokuluslu ilişkilerden beslendikçe, devlet, varoluş ve kuruluş
ilkelerine sıkı sıkıya bağlı görüntüsü verir. Yalancı bağlılık neticesinde
genel idare çağdan uzaklaşır. Çaptan düşer. Başka yerlere savrulur. Dinciliğe
sarılır.
Böylece idare ve ahlak zedelenir. Otorite bozgunu yaşanır. Bu
arada varlık ve vatan kargaşasına itilen sade vatandaşlar ise vatanseverlik
potasından uzaklaşır. Milletin en azından yarısı yaratılan yeni imaja tapar.
Aslında milliyetçiliğin minyatürleşmesi ve dini motiflerden esinlenmesi, resmen
çoğunluk dostken, sınır içi ve sınır dışı düşmanları artırır. Düşmanlık
sağlanınca lafta bu yeni modern milliyetçiliğin içi dini ögelerle doldurulur.
Böylece minyatür milliyetçilik gereği, milliyetçi temelde birlik ve vatan
düzleminde dirlik, düşmanda birlik denklemine bağlanır.
Yani din ve mezhepsel düşmanlıklarla bezenmiş bu tip
minyatür milliyetçilik, dış düşmanlar ve yerli işbirlikçilerin işine gelen
milliyetçiliktir…
Milliyetçiliğin içi dini otorite ve abartılı dinci hurafeler
ile boşaltılınca, millet vatan ve vatanseverlik merkezine oturtulan
milliyetçiliğe karşı kışkırtılır. Ulusalcılığa karşı saldırganlaştırılır.
Mütemadiyen akınlarla milli ince çizgi kırılır…
Sıradan, basit saygısızlıklarla tam bağımsızlığı öğütleyen
ve örgütleyen milliyetçilik dışlanır. Emperyal hülyalarla her yer bizim veya
vaktiyle bizimdi mikro milliyetçiliğine tapılır.
Bu tapınma neticesinde militarist destekli, abartılı dini
çelişkilerden beslenen mikro milliyetçilik hayata geçirilir. Hak yerini buldu
misali iç dış düşmanlar test edilir. Yeni düşmanlıklar tesis edilir. Millet ile
iktidar arasındaki en ince ve keskin bağ olan milliyetçilik özünden
koparıldığından, herkesle doğrudan hesaplaşma milliyetçilik farz edilir.
Yani bu minyatür milliyetçilik, iç dış tehditlere
aldırmadan, iç destek bulmuş dış düşmanlar yok sayılarak, ucuz sebepler
göstererek, lüzum dâhilinde safsatasıyla sıcak savaş moduna girer. Bu emperyal
milliyetçiliğe dönüşme isteğiyle, bin yıllık temel birikim görmezden gelinir.
Devleti, milleti, vatanı, Cumhuriyeti sevmek, korumak ve kollamak olan ulusal
duyarlık başka bir çizgiye hapsedilir. Her türlü ciddi tehlikelere karşı, malı
canı pahasına karşı duruş, çok geride kalmış ve gereksiz kitlesel arzular
dozuna indirgenir.
Yaratıcı milli değerler, minyatür milliyetçiliğe asla
uymadığından, uydurulamadığından her fırsatta paragöz piyonlarca karalanır…
Bu her eve lazım minyatür milliyetçilik, bilince saplanan
yalanlarla, zihne uygulanan dini plan ve beşgen programlarla kitleleri yakın
geçmişinden koparır. Bu kopuşla egemen gücün istediği noktaya gelinir. Toplum
yerli milli derken, hepten erozyona uğrar.
Yani dini bağlantısı güçlendirilmiş minyatür milliyetçiliğe
dönüş ve bu milliyetçiliğin yaygın biçimde kabullenilmesi modern dünyadan
kopuştur. Kopuşu hızlandırır. Milli şuur, din ve mezhep birliği ilkesine
dayanır. Oysa din bazlı milliyetçilik, değişik etnisiteden dindarları bile asla
milletleştiremez. Mezhepler ise sadece yalnızlaştırır ve ayrıştırır.
Ülkeden ülkeye bulaşan ümmet politikasının batışı da bu
yüzdendir. Egemen dünyanın palazlandırdığı dinsel tabanlı minyatür
milliyetçiliğin, memleketleri, bölgeyi ve dünyayı getirdiği durum ortada.
Peki, nasıl bir milliyetçilik, hangi ince çizgide millet ve
iktidar bütünlüğü. İşte geleceğin meselesi makro düzeyde budur…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder