27 Ocak 2019 Pazar

ÜTÜLEN BAYDAN, KRİTİK KARAR…


ÜTÜLEN BAYDAN, KRİTİK KARAR…

Şu dünya harikası metropolün en merkezindeki en fakir ilçeyi, siyasi basiretsizlik göstererek ütülüp, partidaşlarını boynu bükük bırakan Bay’dan ‘kritik karar’ beklentisi gün geçtikçe artacak. Doğalı da bu zaten. Öyle kahveci, çorbacı, goygoycu ağzından arsızca, ‘sözde filan, filancı’ yakıştırması, yönlendirmesi yaptırarak ‘kritik karar’ vermekten kıvırmak yok. Bu kararmış yüzler öyle kolay kolay aklanmaz. Bu tarihi yok oluşun hesabı bir şekilde verilecek, verilmedikçe de sorulacak, sorgulanacak…

Sorgusuz sualsiz beklenen ‘kritik karar’ alınmalı çünkü öyle veya böyle sıcak siyasetin dışına itilişin elbette bir sorumlusu olacak. Kim ütülmüşse, kim yerel siyaseti bir türlü derleyip toparlayamamışsa, aklı sıra geleceği karanlık görüp beş yılda bir zar zor girilen yarışı kim terk etmiş ise halka ve Halk Partililere hesabını vermeli.  Bu batışa kim sebepse, yıllarca yetkili ve etkili makamlarda konuşlanıp hiçbir şey yapmadan kim seyrettiyse; suçlu davranış psikolojisiyle orada burada ahkâm kesmeye hiç hakları yok. Şimdi karar zamanı.

Üstelik can yeleği yerine cesaret kuşanıp, ilçe çapında ütülen ile tayfası yan gelip yatarken, onların yerine yasal siyasi gündem oluşturanlara, sorumsuzca artan ve değişen yapay gündemlere aldırmadan, can alıcı sorunlara çözüm ve çözüm yolları öngören ve önerenlere sitemde bulunmaya, asla ve hiç hakları yok.

Ayrıca herkes haddini hududunu bilecek. Hem suçlu hem güçlü ruh halinde ucuz saldırılarla gündem değiştirmek günleri geçti gitti. O şekil yapay suçlamalar ve disiplin kurullarını yedeğe alarak sözde aklanışlar eskidendi. Artık en ağır eleştirilere bile göğüs gerilecek. Yönetim makamları öyle dokunulmaz farz edilen veya kendini üstün görme konumunda kenara çekilip gidişatı izleme makamları değil. Eğer en makul ve yerden göğe haklı kritiklere bile artık dayanılamıyorsa ‘kritik karar’ günü gelip çatmış demektir.

Kritik karar; İstifadır. İstifa tek taraflı bir irade beyanıdır. Ve de acı gerçeği kabullenmektir. Nerde o yürek verilmez ama verilirse o kararın kritiği de yapılır; kabul veya red edilir. Kabul edilir…

Her şey bir kenara bütün siyasal örgütler içinde en köklüsü, yüz yıl sonra değiştirilen modelin hala en önemlisi ve en güçlüsü olan ve hepsinden çok öne çıkarılması gereken bir marka ve imaja sahip parti yerelde ütüldüyse, ütülen ve ülküdaşları sayesinde onarılamaz denli yara aldıysa, kentin göbeğinde sıfır çektirildiyse, kritik bir yola sürüklendiyse, elbette kritiği yapılır.

Daha çok yapılacak. Her gün yapılacak. Hele seçimlerden sonra…

Şimdi en itinalı kritiklere bile alınmak, darılmak, kızmak yerine, mağduru oynayarak doğru kritiklere aklı sıra kritik yetiştirmek yerine, oturup özeleştiri yapsalar, yani asıl sorumlular otokritik yapsa görecekler ki ‘kritik karar’ aşamasına çoktan gelinmiş. Gelmişler…

O halde yereli ütülüp, yerel politikacılarını boynu bükük bırakan Bay’dan ve çember içi blokçulardan ‘kritik karar’ vermesini beklemek en doğal durum. Hiç kimse bu gerçeği kahveci, çorbacı, goygoycu ağzıyla ve arsızca ‘sözde falan filancı’ nitelemeleri yaparak veya yaptırarak menzil dışına çıkaramaz.

Ayrıca bu kritik kararı almanın ve bilenlere bilmeyenlere ilanının, zikredilmesinin ve tıkanan sürece böyle katkı sağlanmasının, istifaya dönük ağırlık koyulmasının ‘Halkın Partisi’ mensubu olmanın, düzenin değil ‘Değişimin Partisi’ nitelemesi yapabilmenin ve demokratik sol bir kimliği içselleştirişin gereği olduğunu da anımsatmakta yarar var.

Kurumsal duruşu her sıkıştığında hiçe sayan ‘sözde yönetici’lerin; yer kapladıkları kurumsal yapının tarihsel geleneğini ve temelini oluşturan altı umde ile beraber sosyalist enternasyonale bağlılığını bilmediklerinden olsa gerek, faşist darbelerle bile yok olmamış, yok edilememiş hukuksal varlığını sıfırın da altına çekip ütülmenin, kritik karar almayı kaçınılmazlaştırdığını da öğrenmesi gerek.

Elbette birilerini rahatsız etse de bu dibe vuruşun defaatle kritiği yapılacak, ta ki ‘kritik karar’ alınana dek. Çünkü bu ütülmeyle, kurumsal yapının yerelde etkin ve saygın konumu zedelenmiş, Bay ve şürekâsına süratle güven kaybedilmiştir. Hala şapka çıkarılıp, şükran sunulacak değil ya…

Bundan sonra kurumsal dinamiği eski konumuna ve yüz yıllık saygınlığına yeniden kavuşturmak şarttır. Bu şartı hayata geçirmek ise kahrolası ütülmeye davetiye çıkaranların, partidaşlarını resmen sivil darbe kesintisine uğratanların harcı değildir. Devlette, toplumda ve siyasette devrim misyonu yüklenmekten korkanların haddi değildir. Emek önceliğini tanımayan, el altından feodalizmden beslenen, dinci ve mezhepçi kıskacın kısırlığında yönetimlere gelmeyi, siyaset yapmak sananların kalemi değildir.

Bir kalemde; yerel siyasetçilerin yerel parlementoya girmek için beklediği beş yılı on yıla çıkaranlar, anayasal hak olan seçme ve seçilme hakkının ellerinden alınmasına rıza gösterenler, kararan yüzlerini aklamak babında yırtık damdan düşer gibi boş yere sağa sola yazılmasın. Havalanmasın. Ana muhalefet düzeyinde bir örgütsel dinamiği kimin, kimlerin arkasına taktıklarını bir muhakeme etsinler sonra da külahlarının altına sinsinler. Öyle afaki kinlenmesinler. Karafaki garazlanmasınlar, gazlanmasınlar.  Kindarlık da bir yere kadar. Dindarlık da. Konu başka yerlere gider hepten zararlı çıkarlar.

Öfkeyle kalkan zararla oturur. Yıllardır oturdukları koltuklardan kalkıp kendi çapsızlıklarına kızsınlar ve ‘Kritik Karar’ beklentisini yerine getirsinler, yeter...

Bu gün bu hayal kırıklığını yaratanların; doğru yönetim platformları kurmak için, yüz yıllık ekolun temsilcileri ve bu köklü okulun öğrencileri olma fırsatını kendilerine sunanlara veryansın etme hakları asla yoktur. Yaparlarsa da çok ayıp kaçar.

O yüzden verilen tarihi fırsatı gereğince kullanamayan, ilkesizlik içeren icatları ve icraatları ile yerel siyaset ufkunu karartanlardan beklenen; o kritik kararı acilen vermeleridir.

Kritik karar; İstifadır. İstifa tek taraflı bir irade beyanıdır…

26 Ocak 2019 Cumartesi

ÜTEBAY ÜTÜLDÜ, ESENLER ÜZÜLDÜ...

ÜTEBAY ÜTÜLDÜ, ESENLER ÜZÜLDÜ...
Bay Ütebay, seçime ramak kala İl ve Genel Merkez düzeyinde Esenler'i ütüldü. Ütülen bay olarak ilçe tarihine geçti. Yıllar yılı arabesk hizipçilikle jilet gibi ütülenen beyinlerin, tüm ciddi uyarılara aldırmaz tavrı işte bu acı sonu getirdi. Ve Ütebay'ın dümeninde olduğu parti maalesef Esenler'de bay çekti. İyi oldu demeye hangi yürek dayanır. Esenler resmen üzüldü...
Kötünün kötüsü oldu elbette. Yani ta belde günlerinden başlayan, daha sonra ilçe olalı beri tüm seçimlere giren, ya kazanan ya da ana muhalefet çıkan 'Köklü Çınar' bu yerel seçimde oy pusulasında yok. Gönül arzuluyor ki altı umdeli amblem yanlışlıkla da olsa pusulada yer alsın. Yer alsın da Ütebay ve ülküdaş destekçileri bütünleşen Esenler'i görsün.
Aksi halde, Ütebayın hiç karşı koymadığı, gözlerimi kaparım vazifemi yaparım düz mantığıyla anında kabullendiği bu gerici hamle sıfır çeker. Birilerince iyi niyetli farz edilen girişim dibe vurur...
Dip yapar çünkü yıllar boyu her şeye rağmen, en zor şartlarda bile yiğitçe direnilen siyasi aidiyetin bedeli bu olmamalıydı. Oldu. On yılların emeği bir kalemde silinmemeliydi. Silindi. Bu siyasetik muammanın sonuçlarına bugün ve yarınlarda dahli olanların topu katlanmak zorunda. Başta Ütebay olmak üzere. Çünkü siyasi despotizmin en uç noktası herkesi resmen figüran yerine koydu. Ve Ütebay da çevrilen filmi sessizce izledi.
İki dönemdir yürüttüğü görev süresince belli başlı ve tutarlı ikazları hiçe sayarak, bildiğini okuyan Ütebay senaryoyu iyi okuyamadı. Okuryazarlık sıfır. İpi bir kere daha göğüslediği son düzlükte rakibinin delegasyona bir buçuk saatlik dil dökmesine karşılık, verdiği apartma şiirli cevabı çeyrek saati bulmadı. Daha o gün sınıfta kalmıştı ya neyse. Eğrisi doğrusu birlendi ve şu garip ilçede Yüz yıllık Çınar'ın canına okundu. Ütebay ütüldü, duyarlı örgüt üzüldü. O sesini çıkarmadı. Safkanileri de sessiz kaldı.
Bu yönetsel aritmetikle erinmekte olunduğu gerçeğini her fırsatta dile getirenler, yerden göğe haklı çıktı. Demek ki hasbelkader yüksek rakımda siyaset yapmaya yeltenmekle olmuyormuş. Olgunlaşılamadığı açıkça görüldü.
Bir başka görüntü ise Ütebay ve avanesi zatların bugünden itibaren ilçe kamuoyunda tüm özelliklerini, verilen yetki ve ayrıcalıklarını toptan kaybettiklerinin tescillenmesidir. Kazanımlar sadece kağıt ve mazbata üzerindedir. Gönüllerde bitmişlerdir. Aidiyet duygusundan zerre ödün vermeyen muhalifler değil bizzat Ütebay ve havarileri kaybetmiştir. Bu kaybın, bu işin diyetini bizzat onların ödemesi lazımdır. Ama öyle cesur yürek taşımadıkları için boyun eğip, secde ederek her zamanki gibi etrafta suçları yıkacak birilerini araştırmaya kapılanırlar.
Ancak kapı kulluğunu, iki dönemdir ben bilirimci tavır ve sadece gidişatı izleme tertipli siyasetin resmen sos vermişliğini masaya yatırmazlar. Masada kendisine emanet Esenler'i ütülürler ve hala kafa ütülemeye devam ederler.
Olmadı bay Ütebay. Bu son duruma kayıtsızlık hiç yakışmadı. Hiç bir bahane zatınıza tevdi edilen görevi yapamamış olduğunuzu saklayamaz. Ütebay artık düşmüştür, düşkündür...
Bu fakir ilçenin sol donanımlı insanlarına martın sonu kara kış yaşatmaya zerre hakkınız yok. Olmamalıydı. Zatınızı yüklü taviz verdiğiniz tabansızlık yanıltmış olabilir. Ama akla koyulan yüreğe düşen aidiyet beceriksizliği yüzünden böylesine trajikomik bir seçim öncesi yaşanmamalıydı. Yaşattınız.
Sağaltılamaz bir aymazlık içinde olduğunuzdan öyle veya böyle azarladığınız, sık aralıklarla azarlanan insanlar sayesinde hep var olabileceğinizi düşündünüz. Yalnızlaştınız. Lafta sizden yana, yakınlarınızca tezgaha düşürüldünüz. Kızgın gözleriniz sağı solu, öteyi beriyi, hemen hiç kimseyi görmedi. O yüzden ilçeyi günlerce sonu baştan belli uçuk kaçık, kaçak transfer girişimleriyle oyaladınız. Partinin tarihsel gerçeklerini bile unuttunuz. Çok iyi iş yapıyormuşçasına kendi partidaşlarınıza bile hırsla yağıp gürlediniz.
Ve an geldi, bu afra, tafra ve kasta meyilli davadanlıklar ve tüm foyalar bugün açığa düştü. Fors düştü. Yersiz çıkışlar, yoz dayılanmalar ayağa düştü. Şimdi tüm bu düşmeler, ilçe genelinde, siyasetin yerelinde basiretsizlikten kurtuluşun da bir nevi reçetesi sayılmalı.
Sayın Ütebay şimdi kalkıp bu ayıplanır cinsten yenilgiyi sanal alemde, sosyal, siyasal ve hukuksal platformlarda dolaşarak hafifletmeye çalışır. Ama hafifletemez. Çünkü örgütüne danışmadan, tabanına sormadan, ölçüp tartmadan bir başına gidip Esenler'i ütülüp gelmiştir. Ama ne gam Bay Ütebay Esenler'de ikamet etmiyor. Basar gider. Kurtulur.
Esenler ve Esenlerli ise gamlı yasın gönlüne düşmüşlüğü ile baş başa kalır. Sağ kulvardan yarışa zorlanır. Ama bu aşı tutar mı? İlk etapta tutmaz...

OCAK YAZILAR


ESENLER, SAĞ SELAMET...


Solun evrensel değerlerini gözetmeyip, şuurdan gerçek siyaset çıkarılınca durum elbette bu olur. Parti olarak resmen yok sayılmak...


Böylece siyasetteki gerçek adresler de yol yordam şaşırır. Şimdi şaşırdığı gibi. Siyaset sahiciliğini de yitirir. Yavanlaşır. Biter...


Şu Garip ilçede sol adına maalesef yıllardır gevrek tutum ve gevşek siyaset temelinde nice günler heba edildi. Yapıcı eleştirilere bile hiç aldırmadan, kısırlaştırılan ve eylemsizleştirilen güdümlü işgüzarlık siyaset sayıldı. Ada ve nama siyasette hep ısrarcı olundu. Nihai sonuç 'Esenler Sağ selamet...' İlçe toptan sağa teslim edildi...


Bu müşterek mutabakat aslında alternatif olmayı beceremeyen, kolektivizmi defterinden çıkaran solun temsilcilerini bir nevi cezalandırdı. Belki de kendi içinden aday bile çıkaramayan, ithal aday peşinde koşturanları bir nebze mükafatlandırdı. Kurtardı. Şimdi ne yapalım Genel Merkez böyle buyurdu, tarzında kaçamak söylemler geliştirilebilir. Ama bu nasıl bir sınıfta kalmaktır, bu nasıl bir ilçe yöneticiliği ve başkanlığıdır er geç mutlaka tartışılır. Eğer bu son gelişme de yönetsel yapının hiçbir dahli yoksa veya fikri dahi sorulmamış ise hepten kötü. Yani iki yönden bakılsa da iyi bunun neresinde. Eğer sorulduysa ortak müşterek bu kararsa tek bir söz kalıyor geriye; yazık.


Siyaset kurnazlığında bunca maharet, siyaset kurgusunu da gettolaştırır. Sağcılaşmayı da seçenekler. İşte yıllardır bu unutuldu. Gelinen sonuç ortada.


Şimdi sade üyeler tarafından, bu büsbütün gerçek dışı durum ve bedavaya yarış pek önemsenmez. Üyeler Genel Merkez kararıdır der geçer. Ve yerel seçimlerde gereğini yapar. Ancak ilçe yönetimi, ilçe başkanı, il ve kurultay delegeleri ile mevcut yapıyı destekleyenler bu işten kurtulamaz. Bu kahredici sonuçtan bizzat sorumludurlar. Gereğini de yapmalıdırlar. En makul tavır da istifadır.


Parapolitik rüzgar esti ve apolet siyasetinin Esenler soluna layık gördüğü bu oldu. Ancak yerli yersiz apolet takanların hedef kitleye borcu vardır. Çünkü şu fakir ilçede birlik yaşanacak yerde ayrışmalar doğabilir. Yerelde ve genelde yıllarca kazanamayacağını bile bile kazanmak doğrultusunda emek verenler yok sayıldılar. Bu yok sayılmaya karşın, yüzeysel tercih ve derinsel duyarlık bakalım sağa nasıl kilitlenecek.


Sağ gösterip sol vuranlar belki bu dayatmacı yarışı ve detaylarını önemsemeyebilirler. Ancak asla katalizör görevi görmeyecekler bu siyaset biçimine ve biçilen elbiseye nasıl bir yanıt verir orası muamma. Bu sıradanlaştırma elbette bir iç çatışmayı şimdiden kemikleştirir. Zaten dayanışma ruhu ziyan edildiğinden örgütsel dinamik anında başı boş kalacaktır.


Varsayımlarla düşünüldüğünde bile durum vahimdir. Olur ya seçim kazanılabilir belki. Kazanılsa da bu kazanım dışarlıklı bir yöntem kazanımı olacaktır. Kazanımın kaybedişten bir farkı kalmayacaktır. Ayrıca eskisiyle fark bulmak da zorlaşacaktır. Beklenildiği üzere sağdan sola siyaset bir siyaset konforu da sunulmayacaktır.


Bu karar yapay programlı çalışmaları, politik açmazın güncellenmesini de bertaraf edemeyecektir. Düzenleme, belirleme ve yürütme öngörüleri hepten can sıkacaktır. Aslında birbirinden hiç farkı olmayanların müşterek kazanmışlığına davetiye çıkarılmış olacaktır.


Her halükarda yüksek siyaset, millet yararını düşünerek, hedefe ulaşmak için bu yolu tercih etmiş olabilir. Böyle olsa da değişik katmanların top yekun desteğini nasıl alabileceklerini de muhakkak düşünmüş olmaları gerekir. Aksi halde bu siyasi prodüksiyona imza atanlar ve rıza gösterenler oluşacak reaksiyonlara da katlanmalıdırlar.


Şimdilik ilk reaksiyon; Esenler sağ selamet, Sağa teslim edildi reaksiyonudur. Soru solcular bu işin neresinde sorusudur...

24 OCAK...

Bilimum 24 Ocaklarda çok şey yaşatıldı bu garip memlekete. Ocaklar söndürüldü. Bu güne kaydı düşülen; kendiliğinden ölenler, acımasızca katledilenler, canına kıyılanlar ve asortik ekonomik tedbirler...

Hele de alel acele hazırlanan 24 ocak ekonomik kararları peşine tetiklenen bir faşist darbe. Resmen yıkımın başlangıcı...

24 Ocak, dardaki küresel sermayenin memleket ekonomisine seksenler ve sonrası için dayattığı vahşi kapitalizmin mihenk taşı ve aşılamaz faşizm duvarının ilk harcı. 24 ocak, gözüaç doyumsuz emperyal talanın ve pentagonvari askeri darbenin ekonomik ve hukuksal alt yapısının bir tık öncesi.

Faşist diktaya, siyasilerin ve teknokratların aymazca geçit vermesi...

Gizli amaç; zorla yutturulan acı reçete '24 Ocak Kararları'ndan itibaren kırk yıl zarfında inceden inceye bu günlerin hazırlanması. Açıkça memleketin işgali. Buraya gelişin müsebbiplerinde günah çok, suç ağır...

Hem de öyle bir ekonomik işgal ki can dayanmaz. 24 Ocak peşine, gerçekleştirilen 12 Eylül faşist darbesinden sonra yıllar yılı değişik ama zihniyeti aynı iktidarlarca tarım ve sanayi üretimi geriletildi. Memleketin doğusunda ve güney doğusunda terör hortlatıldı. Hayvancılık yok edildi. Planlı ekonomi ve karma üretim yerine dış borçla finanse edilen ekonomi yerleştirildi. Tüketim ekonomisi yeğlendi. Memleket ve memleket insanı yüklü ve derin borç batağına saplandı. Sıfır tasarruf neticesinde kamu iktisadi teşekkülleri özelleştirme başlığında soyguna uğratıldı. Göz yumuldu. Memleket kazanımları peşisıra yerli işbirlikçiler ve yabancılara peşkeş çekildi. Memleket karşılanamaz zarara uğratıldı.

Yetmezmiş gibi yeraltı yer üstü kaynakları yağmalatıldı. Taşeron sistemi palazlandırıldı.
Sendikalar sarı sendikalara döndürüldü.
Köklü siyasi partilerin demokratik yapıları zedelendi. Demokratik kitle örgütleri ve meslek örgütlenmeleri işlevsizleştirildi. Yüz binlerce kişi gözaltına alındı. On binlercesi işkenceden geçirildi. İdam edildi. Böylece aktif ve dirençli muhalefet tırpanlandı. Zaman ve mekan sistematik programlar dahilinde gerici ve dini odaklara bırakıldı.

Ve kırk yılda memleketin tüm kurum ve kuruluşları alt üst edildi. Memleket içinden çıkamaz girdaplara sürüklendi.

Tüm bunların üstüne şimdi gel de 24 Ocakları sev, sevebilirsen...

YEREL’DE YENİLENİŞ VAKTİ…

Yerelde; belediye başta olmak üzere, muhalefet-iktidar, tüm kurum ve kuruluşları ile toptan bir yenileniş vakti geldi. Geldi de geçiyor…

Geneli de öyle, yenileniş vakti ama zamanı var...

Bu koca memlekette yerelde; İktidar yanlıları ve Belediye Başkanı hoşnutları on yıldır “Büyükşehir çalışıyor, belediye çalışıyor, çehre değişiyor, hayat değişecek, hiç kesintisiz hizmet alıyoruz, almaya devam” dedikçe ve oy üstüne oy verdikçe pusula şaştı. Kimilerine göre de şaşmadı. Ama toplu şaşkınlık arasında şu fakir belde de bile iki faaliyet dönemi hızla geride kaldı. Çıraklık, kalfalık geçti, ustalık anı üçe yasladı. Beşe de katlar bu gidişle. Bunca yıl amaçlanan misyon, vizyon ve kalite ise maalesef gerçekçi biçimde halka yansıtılamadı.

Ancak profesyonel tavır, payandalı performans ve sistematik stratejik planlar doğrultusunda iş her seferinde olacağına vardı. Baş baştan bağlandı.

Ve bu bölgede kader asla değişmez yargısı beyinlere iyice yerleşti. Yerleştirildi...

Şimdi muhalefetinden bağımsızına, tüm adaylaşmalara dikkatle bakıldığında peşin hüküm sanılmasın ama gelecek dönemde de bir kez daha mevcut belediye reisinin monoloğu dinlenecek görüntüsü hakim. Zaten birleşemeden, baştan savma ve aceleye çekilmiş başkan adaylaşmaları ile bu filmin gösterimi yediden yetmişe daha çok devam eder. Değişmez. Bunca kargaşaya rağmen bırakın sonuç almayı kıpırdanma yok vitrinde.

Öyle içeriği bomboş aleyhte ve lehte konuşmalarla halka dayatılan disiplinler bir çırpıda değiştirilemez. İktidar, birbirine muhalefet eder seviyeye çekilmiş bir mecliste yıllarca at oynatmış. Ciddi manada bir muhalefet eksikliği işine gelmiş. Neredeyse kendi kendine muhalefet etmiş. Baştan aşağı benmerkezci eğilim ağır bir hastalık biçiminde her kademeye nüfuz etmiş. İçsel çatışmalar artarak sevgiye alerjiyi doğurmuş. Bu ortamda gel de değiştir, kolayca değişmez elbet.

Diğer yandan yenileşme vakti gelmiş neyime havasında ahali. Toptan al gülüm ver gülümcülüğü egemen. Ayrıca dostlar alışverişte görsün siyaseti ve belediye memnuniyetsizliği de artık prim yapmıyor. Kaç trilyonluk borçtan, kaç trilyonluk bütçe deliğinden, kaç trilyonluk faiz ödemeye mahkum edilişten kime ne. Çoğunluk bi haber zaten. Aslolan ise açıktan açığa parti kayırmacılığı. Bu günler de böyle geçer, marttan itibaren umutlanmalar güme gitti, gider...

Sonra yanlışların üzerinde pek durulmaz. Eski tas eski hemam. Çam fidanı dikilir, incir ağacı sökülür, sokaklar süpürülür. Ve sosyolojik-felsefik amfi-tiyatral ders vermeler devam eder. İş çığırından çıktıkça çıkar.

Koca bir beş yıl daha ahlar vahlar arasında geçer gider...

Başarısızlıkta yine başa dönülür. Parmakla gösterilen belediye yatırımları orada burada konuşulur. Atılan imzalar tartışılır. Yerel perspektifte dünden daha güzel oldu, yarın da olacak edebiyatı yapılır. Daha proje aşamasına gelmemiş renkli fotoğraflı karton tablolara sığınılır. Yerelde belediyeciliğin geldiği uç nokta böyle gösterilir. Resmedilir. Üst bakış açısının felsefi temelleri çatışma tezahürüne eklenir. Ve şehrin idrakı, inşası, ihra ve teberrüzü ilkesel ve eylemsel manada kurumlaşır.

Çoğunluk onlarda ne ola ki ayrımına girmeden, hiç kafa yormadan her şeyi yine kabullenir...

Bu depolitik ve deformatik düzende belediyecilik on yıllardır işlediği gibi; bir istirhamımız var sayın bakanım, emrin olur sayın başkan minval üzere işler. Sürer. İşte yerel ve genel durum böyle göründüğünden iktidar erki eskisi gibi hiç değişmeden devam eder; Demek ki bu yol doğru, iyi yoldayız! kanaati baskılayarak.

Yerelden genele toptan yenileniş vakti geldi de geçiyor vesselam. Ama şimdilik hisseden yok…

VAR YOK...

Süper maraton başlayalı beri var yok, var var derken meşin top bu hafta sonu hepten patladı. Zengin konaklarında merdiven tırabzanından kayan afacan çocuk misali işin gücün tüm heyecanı çıplak zemine çakıldı. Hazıra dağ dayanmaz hesabı ile tutulan çeteleye bir kara çentik daha atıldı. Ve dağ fare doğurdu...

Filmin ikinci yarısında fikstürün ilk derbisinde kurguya çare var görülürken, yeşil çimenler tam bir bataklığa dönüştü. İlanı reklamı yarım ağızlarda mahsur kaldı. Mahsusçular mahallinde varın imali yamuldu. Huzursuzca günebakanlar ateşten gömleği ister istemez sırtlarına geçirdiler ama nafile. Fiyasko fiskoslandı. Acı gerçek itiş, kakış, tarak ve üç direk arası ortaya çıktı. Var edilen bu facia gücünü kimlerden aldı veya kimlere teslim etti alenen tescillendi.

On yıllarını memlekette topun gelişmesine adayanlar, toptancı misyon gereği auta çıktılar. Çıkarıldılar...

Velveleyle var görüş seçeneği, dar görüş geleneğinin değişmez dayatmasına kurban edildi. Çita düştü. Bu var mar alevlendirmesiyle top oyununu önceden beğendirip, sonra kalkındırmak hayali de acımasızca toprağa gömüldü. Gayretkeş açılımın boş olduğu, boşa çıkarıldığı cümle aleme beyan edildi.

Topta şeffaflık, toptan kalite, artistik dağıtılan puanlar eşliğinde vardan darlığa, oradan yok oluşa doğru endekslendi. Eşitsiz güç taslayanlar var yok arasında aniden duvara tosladı. Verimlilik düştü. Liyakat mükafat olarak sportif yemin içeriğine gizlendi.

Var, varı vara yoğa varı öven burnu Kaf Dağı'ndaları da mahcup etti. Var denilen Adalet mekanizması, bizzat var sayesinde atalet enkazında dönüştü...

Vara mahkumsunuz yoksulluğu da toptan hezimete uğradı. Varsıl değişim sırtta kambur, file de yük oldu. Haybeden koltuk makam edinenler edi ile büdüyü oynadı. Oynadıkça delikanlıca yapılan mücadelelerden vazgeçilecek günlerin eşiğine gelindi. Hayret, gayret hiçe sayıldı.

Tüm başa gelenlerin geleceklerin defaatle anlatılmışlığı da yok değil, var. Varken katı realiteyi anlamazdan gelenler yüzünden bu süslü tablo şekillendirildi.

Dokunulmazlığın uyuşmazlığı ilk sıraya sıçradı. Ama haki çekirge bir sıçrar iki sıçrar. Hakikat belirince, hele de lider hatırına katlanılan sistemin ve her şeyin bozulduğu var güncellemesiyle desteklenince zihniyetlerde bozuldu. Bozulur.

Bu bozuk düzen değişir mi değişir. Ve bu var olan gidişatın daha fazla devam edemeyeceği de yakın zamanda ayan beyan görülür...

Görülür çünkü vardan en görkemli görüntülerle toptancılığın pazarlanması, yakında toptan biter. Çimden çimenden var edilen zemin betonlanır.

Bu bet ortamda; Kale düşer, orta yuvarlak ketumlaşır, aralarında iki ileri bir geri paslaşır. İleri uç ise sağı solu merkezi hiç fark etmez topu da göremez.

Hele ki meşin top patlayınca var yok, ne varsa tribünlerden yeşil çimenlere bir güzel yayılır.

İşte o yaygarayla başlayan atmosferde var mantığı yokları oynamaya başlar. Başladı bile...

İŞGAL...

İşgal bu coğrafyanın değişmez kaderidir. Dünyada güvenli bölgeler kalmayınca başlatılır. Ve konjonktür gereği birileri işgaller vasıtasıyla kendini güvende hisseder. Bölge insanlarını da yanına alan görüntüde kazanır. Ama güven kalmaz...

Güvensizlik baş gösterince toprak bütünlüğü yok edilir. Bin türlü politikalarla işgal süreci devam eder. Kuşatma çekiç güç gölgesinde daha başka bölgelere kayar. Egemen güçler envai çeşit oyunlarla tampon bölgeler oluşturur. Tamponlar komşularına tehdit olur, çaresiz insanları yağdırır.

Temel uzlaşı tümden biter. Güvenli bölge paralel meridyen hesabına göre her zaman bataklığın tam göbeği olur. İşgalin adresi olur. Ateş önce oraya düşer. Sonra kara koridorlar açılır ve işgal ilerler. Ve bop, top derken, tank palet desteğiyle kontrol altına alınmayan toprak kalmaz.

Bu çağda bu paylaşıma acı bir çığlık duyulur ama inanılmaz. Önemsenmez; 'Ülkelerimiz işgal ediliyor...' Böyle öngörenlerin feveranı azınlıkta kalır. Duymazdan gelinir. Ülkeler tek tek alınana kadar da sinsi işgal sürer.

Bunun için bölgede daima sorun olması istenir. Olur. Bu kimsenin çıkarına değildir diyenlere aldırılmaz. Proje resmen kitle imhasıdır düşünülmez. Toptan dünyayı yok etme üzerine kurulu bir sistemdir, benimsenir. Ve yabancı güçler direnişe karşı her fırsatta ittifak oluşturur. İşbirlikçilerini ileri sürer.

Tarihin her döneminde bu çarpık oluşum bu topraklardan başlar yarın başka yerlere sıçrar. Ve oturup oyunun dışında kalamaz hiç kimse. İstese de direnemez. Değişim denir adına gerileyişin. Kabullenilir. Çağcıl düşünemez. Böylece tutsaklık genişler.

Koca coğrafyada özgürlük politikaları konuşulmaz. Anlaşmazlıklar giderilmez. Ortak paydada hiç buluşulamaz. Gidişat sorgulanamaz. Bile bile damlar yıkılır, idamlar geri gelir, adamlar adamsılaşır. Ademin yüzü hiç gülmez.

Sonra sıra size gelir. Anında bütün dostluklar biter. Dostlara güven kalmaz. En yakınlar başa bela olur. Savunma sistemleri felç edilir. Ekonomi dondurulur. Sıkı arkadaşlıklar bir kalemde düşman kardeşliğe dönüşür. Sonun başlangıcı bedelsiz satışla gelir.

Gelir ama büyük bedeller ödenir. Siz biz kalmaz. Gün gelir öyle mahşeri bir gün olur ki; 'akılların işgali toprakların işgalini de' getirir. Herkese nefret ve herkes kandırmacalara bulaşır. Yıkımın eşiğine gelinir. Uzaktan yakına tek düşünce ortaklaşır; oh olsun...

Başa gelmez denilse de gelenlere 'Oh olsun' denir ama kontrol içten dışa zayıflar. Dıştan içe merkezi istihbaratlı etkileşim artar. Milli duyarlıklar zayıflar. Dostlar, dostluklar kaybolur. Ve düşmana sertlikte biter, alenen yumuşanır.

Gerçeklerin farkına varıldığında ise işgal çoktan başlamıştır. Başlasın. Bu milletin değişmez kaderidir; 'işgale karşı koymak'.

Ve her hal ve şartta cesaretle karşı koyar...
BUHRAN VE SAVAŞ YILLARI
Dünyayı ekonomik açıdan resmen batıran ve dünyanın savaşa yönlenmesine neden olan '1929 Büyük Buhran' öncesi ve sonrasına bakmadan şu fakir memleketin siyasal ve ekonomik tarihi doğru yazılamaz. Ama ciddi veriler doğrultusunda dönemlere objektif bakılmalıdır. En ince nüanslar dahi doğru değerlendirilmelidir. Aksi tutumla sadece taban tutan seviyede siyaset yapılmış olur. O kadar...
Yeni kurulmuş devletin buhran yılındaki bütçesi 224 milyon liraydı. Uygulanan bir dizi önleme karşın bütçe 1933 yılında 205 milyon liraya, ihracat ise 155 milyon liradan 96 milyon liraya kadar geriledi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk Lirası doların üzerinde işlem görmüşken 1929 yılında 1.95 seviyesine "büyük kriz"de 2,12'ye yükseldi. Bu ani yükselişten sonra 1929'dan 1935'e kadar dolar yeniden düşüş gösterdi. Hatta 1935'te 1,25'e kadar geriledi. Savaş sonrasına kadar bu seviye korundu ve Dolar 1,31 lirada sabitlendi.
Yine bilinen ilk fiyat listesi ve en kapsamlısı 1930’dan bu günlere erişmiştir. ATB tespitleriyle biçimlenen bu listeye göre 1930 yılında; "1 kilo koyun eti 50 kuruş, 1 kilo dana eti 32 kuruş, beyaz peynir 47 kuruş, kaşar peyniri 91 kuruş, tereyağı 116 kuruş, kahve 90 kuruş, bulgur 18 kuruş, fasulye 13 kuruş, mercimek ve nohut 9 kuruş, zeytinyağı 43 kuruş, zeytin 23.5 kuruş, sabun 33.5 kuruş, pirinç 27.5 kuru, makarna 24 kuruş, tuz ve bir adet ekmek 8 kuruş, 1 kg. kömür 2.5 kuruş... " fiyata satılıyordu.
Tekel Ürünleri ise: "Kulüp Rakısı 140 kuruş, Altınbaş Rakısı 210 kuruş, Yeni Rakı 105 kuruş, Kanyak 140 kuruş, Votka 126 kuruş, Marmara Şarabı 50 kuruş..." fiyata idi.
Ayrıca Buhranla birlikte ekonomide devletçilik ilkesi uygulanmaya başladığında 1929 yılı milli hasılasında sanayi kesiminin payı % 9,9’du. Bu pay 1933 yılından itibaren % 18,3’e çıktı.
İşte salt bu oran göz önüne alınsa bile Büyük Buhran ve 2. Dünya Savaşı'na rağmen bu dönem şu fakir memleket için açıkça yeniden sanayileşme dönemidir. Memleketi idare edenlerin ekonomik buhrandan ve savaştan devletin ekonomiye müdahalesi ile çıkılabileceği öngörüsünün doğruluğu, tuttuğu ve haklılığın tescilidir.
Ancak İkinci Dünya Savaşı paylaşımında kenarda kalmasına karşın memleket içte ekonomik hasara uğramadı değil. Bu hasarı gidermek için Halk Partisi iktidarı on beş yıl belli seviyede tuttuğu doları hemen savaş sonrası 1946'da %100 artışla 2,80 liraya devalüe etti..
Kuruluştan 1946'ya yapılan her şey bir anda unutularak bu dolar artışına başka suni nedenler de eklenerek ilk genel seçimlerde fatura CHP'ye kesildi. Ve ilk seçim 1950'de Demokrat Parti iktidarı aldı..
Memleket için kimilerine göre kötü, birilerine göre iyi gelen dönüm noktası işte bu oldu. Yeni dünya düzeninde DP tercihini Amerika'dan yana kullandı. Sınır ötesine Uzak Asya'ya asker gönderdi. Marshall yardımı başta yığınla sözde yardımı kabul etti. Elbette karşılıksız olmayan bu yardımlarla dışa bağımlılık arttı. Memleket popülist politikalar ve enflasyonla yönetilmeye başladı. DP iktidarı biriken sorunlar yüzünden 1958'de %321 oranında devalüasyonla doları 2,80 liradan 9,00 liraya yükseltti.
Ve bu devalüasyon sonun başlangıcı oldu...
Büyük Buhran ve Dünya savaşı dönemlerinden, faizleri yükseltmeden, dövizi Merkez Bankası’nın çabaları ile sabit tutarak, işsizliği artırmadan, her yıl geçmişten kalan dış borcu ödeyerek, Tam Bağımsız kalarak, Savaşa girmeden, borç batağına düşmeden, şartlar gereği ekonomik küçülme göstererek ama sanayisi büyüyerek çıkan memleket bir on yılda dağıldı.
İşte o dağınıklık hala devam ediyor. Şu garip memleket nedense hala buhran ve konu komşu savaşlarından beslenen bir rolü benimsiyor.


13 Ocak 2019 Pazar

BÜYÜK BUHRAN TÜRKİYE’Sİ…

BÜYÜK BUHRAN TÜRKİYE’Sİ…
 
Dünyayı kasıp kavuran ‘Büyük Buhran’ tam doksan yıl önce tüm insanlığı vurdu. Belki de insanlık tarihinin yaşadığı en geniş çaplı ekonomik krizdi. Yükselen kapitalizm bir anda dip yapmıştı. Buhran on yıl devam etti ve İkinci Dünya Savaşı’nı tetikleyerek yeni bir emperyalist paylaşım sonrasında duruldu…
 
1929 yılında patlayan Büyük Buhran’ın ilk belirtileri,  ABD’de 1928’den itibaren inşaat, gayrimenkul sektörünün duraklaması ve gerilemesidir. Buna koşut sanayi yatırımları da kademeli biçimde azalır. Belirsizliğe ve alenen çöküşe açık bir konjonktüre rağmen, borsa bir süre daha yükselişini sürdürür. Buna aldanan veya aldatılan orta tabaka elindeki avucundakini batışa geçen şirketlerin hisse senetlerine yatırır. Ancak borsanın Boğa trendi 1929’da biter. Hisseler mucizevi şekilde değer kaybeder. Kara Perşembe, 1929 sonuna doğru patlar. Niyork Borsası’nda panik başlar. Aşırı bel bağlanan borsa 24 Ekim’de çöker. Birkaç hafta içinde binlerce şirket batar. Her gün yerden mantar gibi biten bankalar batar. On milyonlarca insan işsiz kalır. İnsanlar açlığa mahkûm olur. Zorunlu ihtiyaçlar trampa ile karşılanır. Kriz, büyük ekonomik buhrana dönüşür.
 
1920’li yılların “bırakınız yapsınlar, bırakınız gitsinler, bırakınız geçsinler” bağlamındaki ekonomi politikası da böylece dip yapmış olur…
 
Büyük Buhran kısa sürede ekonomisi ABD’ye göbekten bağlı ülkeler başta olmak üzere zincirleme bir reaksiyonla Güney Amerika ve Avrupa’ya da sıçrar. Özellikle Avrupa'yı kasıp kavurur. Avrupa’nın sanayileşmiş ülkelerinde faşist liderleri ve faşist partileri iktidara taşır. Yaklaşık on yıl dünyanın dört bir yanında kendisini en ağır biçimde hissettiren Buhran, sözde çaktırmadan İkinci Dünya Savaşı’na da zemin hazırlar.
 
1929 Büyük Buhran’ı çok geçmeden Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış Türkiye’yi de yakalar. Hele de bir önceki yıldan itibaren Duyun-u Umumiye’den devrolan dış borçların ödenmesine başlanması ve bu borçların genel bütçe harcamalarının beşte birini oluşturması etkiyi artırır. Allahtan o yıllarda Türkiye’ye yabancı sermaye girişi düşük olduğundan etkilenme dış ticaret seviyesinde kalır. Buhran, Liranın değerinin düşmesi ve ihraç mallarında fiyatların düşmesi ile kendini gösterir. Türkiye ekonomisi ve ihracatının büyük oranda tarıma dayalı olduğundan başta devlet hazinesi ve diğer kesimler gelir kaybına uğrar.
 
Taze devlet olmaya aldırmadan Buhran’ın sınırlardan içeri girmesiyle birlikte yeni ekonomik önlemler uygulamaya koyulur. Sarsıcı etki hafifletilmeye çalışılır. Merkez Bankası’nın kurulmasıyla kur, faiz ve kambiyoya denetim getirilir. İzmir İktisat Kongresi’nde belirlenen liberal politikalardan uzaklaşılır. Devletçilik ağır basar. Milli burjuvazi oluşmadığından veya milli sermaye yetersizliği yüzünden Kamu İktisadi Teşebbüsleri yoluyla sanayileşmeye hız verilir. Dış ticaret tarımsal ürün ihracatı ile sanayi maddeleri ithalatına dayalı bir seyir izler. Tarıma bağlı ekonomiden sanayi ve üretim ekonomisine geçiş sağlanır. Böylece köyden kente göç de başlar.
 
Büyük Buhran’dan itibaren beş yıl boyunca ekonomiye doğrudan müdahale edilir. Girişimcilik ve girişimleri işletme devletin ekonomi politikası olur. Yine bu dönemde devletin özel sermaye birikimi için müdahaleleri de görülür. Küçük orta ölçekli imalat işletmelerindeki iflaslar ve özel sektörün sanayileşmede beklentilerin altında kalması devleti eksik alanlarda performans göstermeye iter. Böylece uygulanan katı devletçi modelle ödemeler dengesi açısından pek de parasal kriz yaşamadan İkinci Dünya Savaşı sonuna dek idare edilir. Ayakta kalınır. Hem de diplomatik hamlelerle savaşa girmeden. Savaş da atlatılır ve 1946’ya çıkılır.
 
İşte memlekette ne olduysa 1946’daki o ruh değişimiyle olur. Büyük Buhran’dan sonraki doksan yılın, yaklaşık yetmiş yılına da öyle veya böyle işte o ruh hükmeder. Ve büyük sermayeye göbekten bağlı hale gelinir. Ve milletin bahtına sık aralıklarla hep buhran günleri düşer.
 
Görünürde Dünyayı kasıp kavuran bir ‘Büyük Buhran’ olmasa da, şu garip ülke yine Büyük Buhranlar Türkiye’si kıvamında bir yerel seçime gidiyor. Asıl buhran ise seçim sonrasında…

12 Ocak 2019 Cumartesi

örfi mörfi


ÖRFİ MÖRFİ KANUNLAR...

Şu fakir millet oldum olası örfi, örfi idare kanunları ile yönetildi. Yönetildikçe yönetildi ve sihirli şapkadan bu günler çıktı. İdarei maslahat son yıllarda ise alenen mörfi kanunlar düzeyinde seyrediyor. Yine de onlar revaçta ve yürürlükte...

Zaten hayatta asla başa gelmez ve karşılaşılmaz denilenler birbir gerçekleşince bundan başkası da başa gelmez. Başka çare de kalmaz. Kalmadı. Hiza kayar. Kaydı. Sonra bu kaygan zeminde illaki ilan edilecek pratik çözümler seferberliği de hiçbir işe yaramaz. Yarasa da düzelme çok uzun yıllar alır. Çünkü nedensiz gerekçesiz ne zaman bir şeylerden vazgeçilir, yerine hemen vazgeçilenden daha beteri gelir. Getirilir. Maharetli millet. En çetin şartlar, eza, ceza, cefa geri döner. Döndükçe de kanıksanır. Bir Garip millet.

İşler hepten ters gittikçe göz göre göre sanki öncesinde mükemmeldi veya bundan ötesi cennet denilerek ters giden işlere azami hız verilir. Tepe taklak yuvarlanışa tam yol verilir. İşler arapsaçına döndüğünde de görgüsüzce acı acı gülümsenir. Yani arsızca ağlanacak hallere gülünür. Bu arada 'kötü gidişin suçu hep başkalarına yüklenir. Ardı arkasına 'akla suç yüklenecekler geldikçe' tebessümün dozajı ve söylemin şiddeti bir tık artırılır.

Bu tersoluğa kimseler çıkıp da böyle gelmiş böyle gitmez, 'çok denenmiş yol hiçbir yere çıkarmaz' demez. Diyemez. Takdiri ilahi bağlamında tavlanılır, uysal davranılır. Hele ki yakın gelecekte hiç bir şey söylenemeyecek kıvama hazırlanılır.

Biteviye dava denilip durulur ama davalık her konu 'birden çok seçenekle halledilebilecekken, bu seçeneklerden sadece birinin olumsuz sonuca götüreceği veya faciaya davetiye çıkaracağı biline biline kesinlikle o kötü seçenek seçilir' ve durum daha da fecileşir. Yani örfi mörfi derken öyle bir an gelir ki; en akla gelmez dayatmalar peşpeşe sıralanır.

Oysa sıraya girmeden, rakamla sayılmadan, safa durulmadan evvel hataları önleme stratejisi belirlenmelidir. Ve tüm benzer stratejiler ciddi temeller üzerine kurulmalıdır. İlkeler modern bir teknik ve analitik ölçütler içermelidir. Bunlardan vazgeçilirse sonuçta kötü olaylar silsilesi kendi kanunlarını da yaratır. Geleneğe takılanlar güruhu sayesinde bilimsel bir gerçeklik taşımayan olasılıklara bel bağlanır. Olanların, bitenlerin tamamı da ilahi emirmiş gibisine koşulsuz şartsız kabul edilir.

Kabullenme tam tamına yerleşince lokalde totalde tüm 'kesinlik içeren şeyler olumsuz ve negatif düşünme ile biçimlenir ve bu biçimleniş asla değiştirilemez' gerçekliği unutulur. Dosdoğrulara uzayan bir gerçekliğe hizmet ve hizmet talebi asla rağbet görmez.

Böylece 'mümkün görünen kötü koşullar eninde sonunda mutlaka gerçekleşir' özdeyişsel kanunu haklı çıkar. Kısa zamanda kötünün kötüsü gerçekleşir.

İşte o saatten sonra beklentiler olumlu veya olumsuz olsa dahi kötü sonuçlara gebedir. Çünkü hiç yanlışsız anlatımlar bile o ortamda birilerince yanlış anlaşılır. Yalan yanlış anlatılanlar ise her defasında yarıdan az fazla eğilimle doğru farz edilir.

Hal böyle olunca 'kolay yol mayınlıdır' savı yerini bulur. Yollara cehennem taşları döşenir. Ayrıca öngörülen ne olursa olsun salt kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda gerçeğe ulaşmaya çalışmak ve benmerkezci ısrarcılık sonuçta acı gerçeklerle yüzleşmeyi de getirir. Onca perdeler, engeller ve engellemeler yetmez. Zehir zemberek günler gerçeğin öteki yüzünü ayan beyan gösterir.

Oldum olası o yüzleşme dönemlerinde ise bütün terslikler, tüm aksilikler gelip şu fakir milleti bulur. Ve tersliklerin, aksiliklerin suçlusu da hep o olur.

Şimdiye dek rüzgara karşı, yokuş yukarı koşuların bu garip milleti hiç akıllandırmadığı, akıllı saydıklarının da milleti hep aynı yere götürdüğü hep unutulur.

Bu balık hafızalılık denizinde rota hep örfi, örfi idare ve mörfi kanunlarına çıkar. Yollar kurur, yolcular kurutulur. Bütün bu terslikleri ve aksilikleri yaşayıp da makul görenlere ise artık gerçekleri göstermek neredeyse imkansızlaşır. Çünkü onlar görmezler, duymazlar ve söylemezler. Ve dahi hiç düşünmezler.

İşte bu düşüncesiz düş ortamında kendinden emin olmayanlar en ikna edici konuşanlardır. Ve kendine güvenmeyenlere acayip inandırıcı olurlar. Ve bu tezgahta inançlar çatallaştırılır. Bardağın boş ve dolu tarafı ikileminde suya hasretlik artar. Suya yazı yazanlar azarlanır ve azaltılır. Boşa inananlar çoğaltılır.

Akan zamana aklı yetenler öyle böyle derken, örfi mörfi idareyi yazgılaştıranlar ise akılda son kalanları sonlandırır.

Böylelikle 'ilerde kanunda kalmaz düzen de' resimleşir, resmileşir...
ON OCAK...

Her şeye rağmen On Ocak, On Ocak çalışan gazeteciler günü. Çalışanına çalışamayanına kutlu olsun...

Nice ocaklar söndü bu uğurda. Bu yolda, bu yolculukta. Ama bu gün hayata gazeteci olarak devamın en zor dönemi yaşanıyor. Gazetecilik adına zor günler. En zor. Yerelde başka, genelde bambaşka zorluk. Yerelde gazeteciyseniz eğer başka bir işi lokomotif yapmak gerek geçime. Genelde ise asla geçimsizlik çıkarmamak gerek...

Aslında gazeteci kalmanın tek yolu gazeteciliği yok sayan ve silikleştiren sisteme, sistemli karşı koyabilmekten geçer. Öyle kimin kayığına binerse onun küreğini çekenlerin gazeteciliği bir yere kadar. Sınır geçildi, duvar açıldı mı ortada zaten gazetecilik filan kalmaz. İş başka yerlere kayar.

Gazeteci, mazeteci olunca bildiğini, düşündüğünü ve gördüklerini açıkça yazmaktan da kaçınır. Magazinel sansasyon peşinde, sistemin izni ölçüsünde farklı bir görev icra eder. Oysa yaşam insana bazen bilinen, duyulan ve görünenlerin aslında doğru değil yanlış, yanlışların da doğru olduğunu yaşatır. İşte bu yüzden gazeteci bu karanlık girdaba düşmemelidir. Çünkü ileride hesabını veremez.

Eğer dik olmak, dürüst kalmak için bir bedel ödenecekse, çekinmeden ödenmelidir. Ancak yiğitlik bir yana yiğitlik gösterisinde bulunmak da artık çok zor. Şartlar güç, yaptırımlar ağır. Yani yapma süreci süründürüyor. Gazetecilik yapma boyutunda bir durum egemen. Egemenleşmiş.

Hele evrensel ilkeler doğrultusunda özgür ve çağdaş bir dünya için, o dünyanın kurulması için kalem oynatmak gerçekten yürek işi. Onurlu duruş ve kalemi kılıçtan keskin gazetecilik erbaplığı ise çok eskilerde kaldı. Şimdi gazetecilik korku tünellerine hapis. Bu tutsaklık vicdan ve adaletten uzaklaşmanın ve gerçek hayattan kopmanın da birebir göstergesi.

Görünürde kamuoyunun bilgilenmesi ve aydınlatılması için her türlü şart ve durumda mesai harcandığı söz konusuysa da artık sözün bittiği yerde gazetecilik. Yılın her günü on ocak olsa nafile. Gazetecilik resmen ocak tüttürmez bir meslek oldu. Oluyor. Yani bu mesleğin korkusuzca idamesi şimdilik ufukta görünmüyor.

Elbette gazete şart, gazeteci şart. Böyle söyleniyor ama şartlar günden güne zorlaşıyor. Zorlaştırılıyor. Anlamak mümkün değil. Ayrıca çalışılabilir ortamlar da daralıyor. Yetkiler ve yetkinlik de kısıtlanıyor.

Hal böyle olunca, görseli göstermiyor. Yazılısı da yazmıyor…

Gazeteciliğin fıtratında varsa da her hâlükârda söylenene aşırı dikkat, yazılana on dikkat gerekiyor. Dikkat eksikliğinde olanların ocakları sönme aşamasına geliyor. O zaman da kalemşörlük modası yaygınlaşıyor. Tek seslilik prim yapıyor. Dayatılıyor. Çok seslilik tarihe karışıyor.

Yine de bir On Ocağı daha gökyüzüne bakarak görebilmek ve erişmek güzel. Büyük mutluluk. Hayata umutla bakabilmek için, umut var göstermek ve yazabilmek için yaşamak şart. Yaşasın gazetecilik, gazeteciler.

Çünkü gazeteci kalemi ile her şeye rağmen başta haber alma hürriyeti sonra tüm hakların teminatıdır. Takipçisidir. Taleplisidir…

Ve her On Ocak'ta duygu ve temenni bağlamında bol keseden dağıtılan ancak yerelde ve genelde tüm gazetecilerden esirgenenler bir gün o yöneticilerin karşısına dikilir.

Duyurulur…

6 Ocak 2019 Pazar

DİBİ DELİK FERİBOT…

DİBİ DELİK FERİBOT…
 
Dalgalı denizde feribot yüzdürmek, dünya âlem her türlü felaketi görüp yaşayıp ta fukara avuntusuyla ‘bu kadardan bir şey olmaz, kabaran sular bize dokunmaz’ ucuz kahramanlığı ile haybeye cesaretlenmektir. Feribot bu. Demir ve çelikten. Koca deryada tek başına veya denizde kıyıya çok yakın mesafede olsa da su almaya başladıysa eğer yan yatar. Küpeşteye vuran sert dalgalar su almayı hızlandırır. Feribot su küpü gibi olunca tahliyeye başlanır. Ama zaman yetmez. Feribotta suyun yarım metreye ulaşmasıyla feribot kısa zamanda batar…
 
Bu batış sürecinde eğer Kaptanın ki her kaptan neden ise bile bile bunu yapar, benzer şeyler söyler; “Hiç endişeye mahal yok, bu feribot dünyanın en dayanıklı feribotu, en güçlüsü bu, küçük bir mesele şimdi halledilir…” bu tatlı sözlere kanılırsa durum an ve an büyük faciaya dönüşür. Kurtuluş olmaz. Son çare fayda etmez.
 
Kaptanın sözlerini sahici sananlar feribotu asla terketmezler. Ve su tahliye çalışmalarını sinema filmi izlercesine izleye izleye feribotla birlikte sulara gömülürler. En iyi yüzme bilenler bile. Feribotun gittikçe daha fazla su aldığını ve yan yatmanın durdurulamadığını bilegöre son ana dek koyunkuzu izlerler. İzleyicilerin oranı arttıkça hiçbir uyarıya kulak verilmez. Hiçbir öneri duyulmaz. Bir sendrom vurur akılları. Durdurur. Eylemsizleştirir.
 
Bu öyle bir sendromdur ki yakalananlar; Modern deniz seyahatleri tarihinin asla unutulmaması gereken olağanüstü ve büyük facialarını hiç akla getirmezler. Küçük anonslarla geçici olarak psikolojik rahatlarlar, çelikten tabut kamaralara hapsolurlar. Adeta mutlu sona hazırlanırlar. Yani ölüme.
 
Bu arada feribottaki delik genişler. Başka çatlaklar ve yeni delikler oluşur. Su oranı artar. Suya yağ karışır. Yağcılık çoğalır. Yoğunlaşmaya feribotun dibi, en iç dibi, bordası, güvertesi, enine ve boyuna perdeleri, üst yapılarını takviyeleyen paneller, profil eksenleri dik doğrultuda direnemez. İskele sancak, kıç baş, rüzgâr üstü haddinden fazla suyla dolar. Totalde su miktarının artmasıyla birlikte tahliye işlemi gittikçe zorlaşır. Mukavemet azalır. Feribotun yüzebileceği oranda sığ sularda olunmasına, deniz dibi ile temas yakınlığına rağmen kurtuluş için karaya oturma dahi gerçekleştirilemez. Bir kere yan yatılmaya görülsün feribot batar yiter.
 
O feribot ki dünyanın en çetin, en tehlikeli yoğun akıntılı ve görüş mesafesi oldukça kıt derin sularından geçip gelmiştir. Tam da kara göründüğünde su almaya başlar. Feribot sendromu tüm mürettebatı ve o yolun yolcusu ahaliyi etkisine alır. Kimse mantıklı bir açıklama duymak istemez. Duysa da aldırmaz. Davranış şekilleri protipleşir. Resmi ünvana yeterlilik istenmez. Kaptana aşırı güvenilir. Ama durum gittikçe ağırlaşır ve öyle bir hal alır ki sonuçta; Denizde acayip fırtına vardı, sanki bir tufandı. Çok talihsiz batmalar atlattık. Alışkınız ama bu en beteriydi. Sağ olsunlar bu kez de kurtulduk. Sağız. Minnettarız. Zordaydık ama asla umutsuz değildik…” diyenler karaya çıkamayabilir.
 
Oysa deniz dibi taramacıları ve kaptanıderya seviyesine erişmişler çok iyi bilirler. En derin mavi sular, özellikle de mavi ile karayı birbirine bağlayan boğazların dipleri irili ufaklı taka, bot, feribot, gemi, şilep mezarlığıdır. Her biri de insana yağlı latadan, demirden çelikten mezardır.
 
Çünkü feribotun dibi delikse, bir şekilde delinmiş ise feribot su alır. Feribotun su aldığını bile bile görüntüdeki lüks ve şatafata kapılanlar ve kapılananlar tüm seyir cihazlarını reddederler. İmdat içeren ses dalgaları ve dip derinliği ölçümlerini alayla karşılarlar. Yüzeye mesafeyi ve feribotun yan yatış hızını hesaplayanları düşman ilan edenler. Batışa reçete yazanları kurtarıcı sayarlar.
 
Sonuç olarak feribotun su almaya başlayıp yan yatmaya geçtiğini ve batışa yakınlaştığını bilenler ve hissedenler botlar satın alarak feribotu terk ederler. Onlar için başka feribotlar da vardır, parasıyla olduktan sonra başka limanlar da.
 
Ancak asıl batış ayni feribotun yolcusu fakir fukara içindir. Sendroma tutulanlar ve sendroma uyaranlar feribotu asla terk etmezler, koyun koyuna batarlar…