23 Mart 2019 Cumartesi

MART-UYANIŞ


İSTANBUL ARAPSAÇI…

İstanbul bilerek ve isteyerek iki ittifaklı bir yerel seçime kanatlandırıldı. Yapılan istatistiksel değerlendirmeler ve incelemeler gösteriyor ki bu yerel seçimde İstanbul arapsaçı…

Otuz biri akşamı İstanbul ilçe ilçe öyle bir yerel seçim sonuçları ile karşılaşabilir ki her iki cephede kale sayılanlar bile düşebilir. Her ittifak için ayrıca bıçak sırtı ilçeler var. Yani bu kez işler göründüğü gibi kolay olmayabilir. Siyasette denir ki; ‘meydanlar dolu ise durum iyidir, balkonlar dolu ise durum daha iyidir, çatılar dolu ise kazandın demektir’. Ama böyle bir enstantene yok. Seçmen pusuya yatmış bekliyor izlenimi var. Demek ki mevcut iktidarın alabildiğine faydalandığı ve yandaşlarına paylaştırdığı siyaset akarı durmaya yakın konumda. Ki bir türlü alışılagelmiş şekilde psikolojik üstünlük kuramıyor.

İşte böylesine sonu açık bir yerel seçime gidilirken iktidar cephesinden bakıldığında; ilçelerden Arnavutköy, Bağcılar, Beykoz, Çekmeköy, Esenler, Fatih, Gaziosmanpaşa, Güngören, Kağıthane, Pendik, Sultanbeyli, Sultangazi ve Ümraniye mevcut iktidardan yana kesin bir görüntü veriyor. Ancak bu ilçelerin oy sayısı ve oy oranları muhalefete bariz fark açıyor.

Muhalefet cephesinde ise Adalar, Ataşehir, Bakırköy, Beşiktaş, Beylikdüzü, Büyükçekmece, Çatalca, Kadıköy, Kartal, Küçükçekmece, Maltepe, Sarıyer, Silivri, Şişli ve Üsküdar’da kesine yakın bir kazanım durumu söz konusu. Başka bir deyişle mevcut genel iktidar bu ilçelerde kan kaybetmeye devam ediyor. Algı yaratıcı ısmarlama anketler dışında dillerden bu gerçeklik dökülüyor. Yani on beşe yakın ilçe muhalefetin gözüküyor. Ancak bu kazanımlar açılan farkı kapatamaz oranda.

Diğer yandan Avcılar, Bahçelievler, Bahçeşehir, Bayrampaşa, Beyoğlu, Esenyurt, Eyüp, Sancaktepe, Şile, Tuzla, Zeytinburnu ilçeleri ise ortada. Yani bu ilçelerde mevcut iktidar ve muhalefet kafa kafaya durumda. Bu ilçelerde seçimi birkaç sokaktan gelecek oy veya söz meclisten dışarı sandığa gidecek devşirme arap oylar bile belirleyebilir. Yani makas o kadar dar. İstatistiki verilere göre bu on bir ilçede gerçekten seçim işleri arap saçına dönmüş durumda. Oy potansiyeli göz önüne alındığında Büyükşehir’i de belirleyecek ilçeler işte bu ilçeler.

Yani Büyükşehir’e Başkanı buralarda kazanılan ilçe Belediye Başkanlıklarının sayısı ne olursa olsun değil, bu ilçelerden gelecek oylarla açılan veya kapanan oy farkı belirleyecek. Her iki cephede alınan belediyeler ve kazanılan oylar ile doğan fark, iktidar veya muhalefet lehine bu eşit giden ilçelerde ya kapanacak ya da artacak. Ancak her halükarda son ana kadar gelgitler yaşanabilir. Öyle ki belki de uzun yıllardan sonra oluşan iki ittifak arasında kazanırken kaybeden, kaybederken kazanan bir yerel seçim yaşanabilir.

Gerçi sandıktır sonucu tam kestirilemez ama yavaş yavaş değişen veya katileşen eğilimlere göre tahmin edilen oylar ve yüzdeler pek değişmeyecek görünüyor.

Açıkçası büyük yarışın en fazla bir, bir buçuk puan önde tamamlandığı bir seçime gidiliyor. Eğer son hafta tarihsel bir algoritma yaratılmaz ise şimdilik durum bu...

Sonuç olarak gidişi etkileyecek toptancı bir tavır olmayacağı varsayımından hareketle hafta başı Büyükşehir Belediye Başkanı’nın kim olacağını kamuoyuna sunmak da kolaylaşacak…

ESENLER CEPHESİNDE DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK…

Memleket seçim önü ve sonrasıyla iki cepheli bir yerel seçime kilitlendi. Bu kilitlenme kapsamında yapılan tüm istatistiksel değerlendirmeler ve incelemeler de gösteriyor ki Esenler cephesinde fazla değişen bir şey olmayacak. Yani Esenler’deki siyasi partilerin ama az ama çok verdikleri emek sandıklara istedikleri oranda yine yansımayacak. Sandıktan çıkacak muhtemel oylar ve yüzdelere göre hiçbir parti kazanamamış görünecek ve mevcut yerel iktidar seçimi önde tamamlayacak. Sonuç itibariyle tüm partiler iktidarı muhalefeti birlikte mevcut Belediye Başkanı’na çalışmış olacak...

Mevcut belediye başkanının kazandığı iki seçimin oy yüzdeleri gösteriyor ki; Esenler’de kilit parti SP. Ta 2009 yerel seçimlerinde, Belediye Başkanlığı’nda AKP %47.5, SP 18.1, CHP 13.7, MHP 9.7, DTP 6.5, BBP 2.1, DSP 1.3 oy oranlarına ulaşmışlar. Sonraki 2014 yerel seçimlerinde ise AKP %62.3, CHP %15, SP %7.6, MHP %6.7, HDP %6.5 oranlarında kalmış. Yani bir önceki seçimin Esenler’deki kaybedeni % 10 oranla SP. Eğer SP bu kez olağan tabanına söz geçirip, doğal oylarına sahip çıkabilirse İktidar partisi kazansa da ciddi oranda oy kaybetmiş olacak.

Peki, bu mümkün mü? Görünen genel geçer-yüzer oyların bir kısmı bu kez iktidar partisinden kopabilir. Ayrıca yüzdesi belirsiz Bağımsız aday fonksiyonu da var. Ancak iktidarda yıpratıcı bir tesir yaratmayacağı aşikar.

Arada diğer seçimler yapıldı ama istatistiksel olarak baz alınması gereken oranlar bunlar. Ancak seçimler ittifaklar arasında gidip gelen bir formata çekildiğinden tüm bu oranlar da yanıltıcı olur. Bu yerel seçimler açıkça başkanlık seçimine döndürüldü. O nedenle tüm matematiksel öngörüler Cumhurbaşkanlığı seçimi oranlarına endekslenerek yapılmalı. Toptancı bakılmalı.

Hal böyle olunca Esenler’de iktidar partisi ve muhalefet açısından çarpıcı bir sonuç ortaya çıkmayabilir. Bunca yerel ve devlet imkânlarının seferberliği de düşünüldüğünde muhalefet açısından bir gelişme, ilerleme ve değişme uzak olasılık. Seçimin aritmetiği kısaca muhalefet oyunu korur, iktidar partisinde ufaktan yüzdesel bir gerileme söz konusu olur bandında. O kadar. Yani iktidar iki üç puanlık bir kayıp ile aradan sıyrılır.

Diğer yandan geçmiş seçimlerde sandığı çare görmeyen veya oy vermeye gitmeyen 40-50 bin ve 6-7 bin iptal edilebilir oyu da oranlama yaparken düşünmek gerek. Sonuç olarak beş yılda bir gelen şans bu kez de iktidar partisinin yanında. Birçok ilçede oy kaybı yaşayacak ve kaybedecek görüntüsüne karşın Esenler alışkanlıklarına devam eder. Kamplaşma ve kutuplaşma dolayısıyla bir denge kurar ve Cumhurbaşkanı’na sevgisini ispata yönelebilir.

Ayrıca hiçbir siyasi partinin Esenler’de çıkış yapamadığı ve zirveyi yakalayamayacağı saha çalışmalarından da belli. İktidar ve muhalefet sadece günü kurtarma, mevcut koltuklarını kurtarma peşinde.

Son tahlilde; Esenler’de 296.833 seçmen gözüküyor. Seçime katılım ve geçersiz oylar dikkate alındığında seçim yuvarlak rakamla 240 ila 250 bin geçerli oy çerçevesinde gerçekleşecek gibi. Bu oyun % 63,56 ila % 65.56 arasındaki oranı ki ikincisi daha makulü yazarsınız iktidar partisine, çarpar böler çıkarırsınız oyu belli olur. Kalanıyla da muhalefet belediye meclisi üyesi çıkarabilir mi işte o hesabı yaparsınız. Asıl hesap zaten bu. Hepten tulum mu çıkar yoksa muhalefet çıkarırsa kaç tane olur onun peşine düşersiniz. Maalesef yıllarca yapılan, adı da siyaset olan durum bu. Kimse seçim kazanma derdinde değil. Böylesi bir dert olmayınca da mevcut Başkan üçüncü kez o koltuğa güle oynaya oturur.

Sözün özü bu kez yine Esenler cephesinde fazla değişen bir şey olmayacak görünüyor. Şimdiden hayırlı olsun…
UMUDA YOL...

Yaklaşık on gün sonra, mart sonu yerel seçimler yapılıyor. Yani bu seçimlerde bahar ve karakış arasına hepten sıkışan seçmen yaşamsal baskının ağır çıkmazında sandığa gidecek. Fazlasıyla gerilimli, gitgeli bol bir süreç daha sona erecek. Ve millet dağarcığa işlenenler doğrultusunda Umuda Yol arayacak. Yani umut yolculuğu için son on gün...

Ama baştan beri bir acayip atmosfer yaratıldı. Günlerdir politik küçültme ve kritik abartı girişimleriyle yerel seçim, yerel seçim olmaktan çıkarıldı.

Başka havaya büründürülen bir fonda, fondiplenmeye ramak kalmış memleket ve millet bu seçimde ya genel iktidar tarafından formatlanışının gereğini yapacak. Ya da genel iktidardan kurtulamasa da sendeletmek adına alternarifsel çıkar yol arayacak...

Durum ve sunum bu. Seçime özet bu. Sonuç on gün sonra...

Bir yanda otuz yıla yakın kim yönetmişse yönetmiş formunda yakın geçmiş unutturulmaya çalışılıyor. Bir yanda bariz ama yok sayılanlar zor bir hal millete anımsatılıyor. Öyle ki akla gelmez safsatalara sığınarak çarpık düzenin devamına dönük sistematik kodlamaya karşı, karşı çıkamayanlar bile kırılmadan probaganda süreci işletiliyor.

Ayrıca taraflarda mevcut oyların korunması çabası da üst düzeyde. O nedenledir ki günlerce manasız, kirli ve kinci gayretler tüm karakter zayıflıklarını bir bir açığa çıkardı. Açığı kapalısı boşuna veya değil ona millet karar verecek. Zaten her biri güçlü göründükleri yörelere göre anakent için silme tepeleme oy yükleme peşinde. Yani açık gizli politik toptancılık yapılıyor.

Bu ciddi yarışı sinir ve sihir dayanmaz ölçülerde fukaralığa sürüklenenler görmezden geliyor. Böylece kendileri de görmezden geliniyor. Yani boş verdimci bir zihniyet palazlandırılıyor. Bu günlerden sonra belki de sırf bu yüzden iş yine olacağına varacak.

Varı yoğu bu seçim ertesi akla kara iyice belli olacak. Ve her seçimde olduğu gibi sisteme sitemler anında başlayacak. Seçim kaygısıyla oyalananlar ve ertelenenler, ne varsa geçimi on ikiden vuracak. Tablo ne olursa olsun değişmeyen işte bu acı gerçek.

Sonrasında şimdi gerçek ötesi davrananlar, aksi bilinç, acı gerçek ve türlü ilenç üçgeninde bir beş yıl daha çile dolduracak.

O yüzden seçim ertesi güncellemeyi şimdiden yapmak en karlısı ve en doğrusu. Zaten hemen seçim ertesinde ben demiştim, ben söylemiştim suskunlarının dili beter çözülür. Tam bir yıl evvelki gibi hayallerin ve beklentilerin kiminle gerçek, kime gerçek veya kimlere hayal olduğu için bir beş yıl daha harcanır. Bu seçim ertesinde de kimlere hüzünlü sabahlar, kimlere mutlu sabahlar doğacak görülür. Geçmiş olsun ve Teşekkürler Türkiye bağlamında şu monoton seçim maratonu nihayete erer.

Er ya da geç tam on gün sonra 31 Mart belediyeleri dağıtır. Dağıtır dağıtmasına da dağılım seçim ertesi irdelendiğinde yanlışıyla doğrusuyla havanda su dövmeyi getirir. Ve her zamanki gibi bir şeyleri geçiştirir. Memleketten seçim manzaraları eşliğinde kimyası ve coğrafyası kaymış bölgeler masaya yatırılır. Sonuç yine sıfır olur. Hepsi o kadar. O kadarla kalır...

Oysa tüm analizlerin ve istatistiklerin hemen seçim önü yapılması ve tutulması gerekir. Öyle kıyı köşe saklanarak parti ve seçim dizayn edenler rakamlarla açığa düşürülmelidir. Bu yapılmadıkça sabahın köründe sandıklara koşmanın da hiç bir faydası olmaz. Çünkü herkes sonuçlara kazananlar cephesinden bakar. Kazanışın neferlerinden olduğunu kanıtlamaya çalışır. Kaybeden arasan bulunmaz. Bulsan olmaz.

O nedenle Seçim metreyi yarından ötesi yok işletmek gerekir. Keskin bir viraj ve dönüm noktası sayılmaması gereken bu seçimi yıkılmaz görünen krallık penceresinden ve yıkabilecekler penceresinden tahlil etmek gerekir.

Yoksa herşey eski tas eski hamam devam eder. İleride ise deva kalmaz, umuda yol bulunmaz...
FORMATLANMA...

İlerleyen yaşla birlikte fors düşünce, geçmişi aklama gayesi ağır basar. Bu yaşamsal baskıyla tek formata evrilenler de çoğalır. İşte bu çılgın çoğalma dolayısıyla çarpık düzen asla değişmez. Değiştirilemez. Değişme olasılığı her zaman varsa da şimdilik zor...

İşte bu değişmeyen düzende sözü geçerlik ve saygınlık maalesef gösteriş ile bireysel formu korumak maksatlı jimnastik çerçevesine hapsolur. Fora edilmesi gereken ne varsa gözardı edilir. İnadına bir takım safsatalara bürünülür. Bu sonsuz arzu, sınırsız istek ve aşırı tutkunun esaretindelik yarınları da resmeder. Ve mevcut tabloya pastel renk olmak işten zannedilir.

Yani sözün kısası bu formatlanma neticesinde paspal ve paspas düzeyinde bir dünya yaratılır, resmen doormatlanılır...

Bu son yılların formatlama ve formatlanma işgüzarlığı doorlanma aşamasına geldiğinde ise önce hiçbir şey değişmez görünür. Sonra anlaşılmaksızın çok şey kaybedildiği anlaşılır. Hep geriye düşülür. Fon müziği eşliğinde şanlı geçmişe gömülünür. Bu kafayı kuma gömme adabından tüm artı değerler uçar gider. Tıpkı eksi büyüme angajmanlığı gibi.

Böylece en baştakinden en aşağıya, karada denizde, dağa taşa çekilen üç veya dört köşeli forsların nişan özelliği de hedef tahtasına döner. Bu karanlık döngüde itibar düşer. Sarmal sardıkça sarar ve forsalık başlar.

Ayni zamanda eksik formülü daima büyük yanlışlara sürükleyen bu format, çağdaş ölçülerdeki formasyonu da tersine etkiler. İzler birbirine karışır. İzmlerin bittiği algısı ve yargısı yaygınlaştırılır. Etki tepki derken bugünkü teşekkül cereyan eder. En olmazlar gerçekleşir.

Bunca gerilimli gelgit ortamında zamanelikten olsa gerek teşekkür ve şükran temelinde, bol kepçe nasiplenilen nizama boyun eğme yediden yetmişe artar. Ve zamanla soyut ve somut rejimleri, insan doğasına uymaz hile ve dolapları, dağarcığın kabul edemeyeceği anaforları sıradan görmek modalaşır.

Format gereği açıkça tepkisizleşilir. Alenen duyarsızlaşılır...

İlerleyen zamanla birlikte özlü sözlü atılan format uyarınca tabii ki her şey tabi sayılır. Yolun sonu görünür ama pohpohlama vazifeden sayılır. Sancılı sisteme yamanılır.

Bu sistemsel kodlama ile bilinene değil bilinmeze tasniflenme afra tafra kabilinde meziyet görüldüğünden bozuk düzene mezelik bir yere kadar prim yapar...

Elbette bu foretik cilalanma, kapalı oy açık tasnif sürecini de yakından etkiler. Bir bakıma değişmez durumla baş başa kalınır. Ama her statükoda bile bir değişim vardır; ama değişim yönünde değil, asla ve zorla değiştirilemez yönünde gerileyiş.

Gerileyiş alabildiğine seyreder. Çünkü bir kere giyilen forma zor çıkarılır. Öyle ki hangi formda ve üslup da aktarımlar olursa olsun kulaklar tıkanır. Skor üzerinden haklılık payandasına park edilir.

Yani asıl mesele fark yaratacak formatların peşine düşmek yerine ilerleyen yaşın tazyikiyle farklılığı öldüren formaliteleri hayata geçirmektir. Beyni asla ve hiç düşünmeyecek formika yüzeye çevirmektir.

Hayatı zorlaştıran beter kısır döngüye şartlı refleks göstermeyip, kapalı oy açık tasnif fırsatı yakalanan her seferde şartlı destek ise bu formika aklın ürünüdür. Ancak bu inat kutsal değişmezleri de zedeler.

Öyle ki bu manasız formatlanma yüzünden hayat boyu uğraşılarak gidileceği öngörülen ve kalpten arzulanan o muhteşem vahaya ışınlanmak da güme gidebilir...
FONDİP...

Elde, masada ne kaldıysa yarından itibaren tehlikede. Bundan böyle fon üzerindeki varlıklar katar katar satışa çıkarılabilir. Her an. Zaten yasası da bu işi kolaylaştıracak biçimde yeniden düzenlendi. Başta THY, TT, Borsa İst, Botaş, Çay, Halkbank Ziraat, PTT, Eti Maden olmak üzere fonda para eder ne varsa minnet ve şükran ruhu ile yerli olmaktan kurtulabilir. Yakında yabancılara geçebilir...

Geçebilir çünkü Sermaye Piyasası Kurulu'ndan 'yatırım fonlarına ilişkin esaslar tebliği'nde değişiklikler yapılmasına ilişkin tebliğ daha dün resmi gazetede yayınlandı. Bazı maddelere fıkralar eklendi, bazı bentlere yenilikler getirildi. Bu tebliğ yayımı tarihinde yürürlüğe girer denildi 5. maddesinde. Madde 6'da ise bu tebliğ hükümlerini SPK yürütür dendi.

Peki nedir bu hükümler madde 1'de 2013'te yatırım fonlarına ilişkin esaslar tebliğinin 15 maddesinin 6. Fıkrası değiştirildi; "Kurucu ve/veya yönetici tarafından katılma paylarının fon adına alımı satımı esastır. Kurucu fonun katılma paylarını kendi portföyüne dahil edebilir ve katılma paylarının satışına başlanmasından evvel kurucu ve/veya yönetici tarafından fona avans tahsis edilebilir."

Yine 2013'teki tebliğin17. maddesinin 1. fıkrasının d bendi de değiştirildi; "TCMB, Hazine ve Maliye Bakanlığı ipotek finansmanı kuruluşları ve Türkiye Varlık Fonu tarafından ihraç edilen para ve Sermaye Piyasası araçları için bu fıkrada yer alan sınırlamalar uygulanmaz. Ancak bu bent kapsamında tek bir varlığa yapılan yatırım fon toplam değerinin %35'ini aşamaz."

Görünen Varlık Fonu teminat gösterilerek borçlanma yerine mevzuat satışa endeksli yeniden düzenlendi. Yani Varlık Fonu resmen yatırım fonlarına ait esaslar tebliği kapsamına alındı. Bu gidişle memleketin kalan en değerli varlıkları ya ihaleli ya ihalesiz bir anda el değiştirebilir. Satış % 35 kapsamında ise kimsenin ruhu duymaz.

İşte bu durum, alındıysa ne oldu denemez denli vahim bir durum. Ayrıca sona yakın olunduğu söylentisi de yaygın. Yaygınlaşıyor.

Bir yanda ise bu özel durum 'varlık fonu sıfırlama muafiyeti' şeklinde telaffuz ediliyor. Ediliyor ama Türkiye Varlık Fonu'nun satışındaki sınır bu tebliğ ile kaldırılmış oldu. Yani Varlık Fonu resmen satışa açıldı. Pek yakında sınırsız satışlar memleket gündemine düşebilir.

Ayrıca Varlık Fonu'nun paravan olarak kurulduğu da gün yüzüne çıkmış oldu. Ve sıcak satışlara bir adım kaldı.

Tek çatıda toplanmış büyük, önemli ve en değerli tüm kuruluşlar için tehlike çanları çalmaya başladı. Ekonominin iyice dibe vurduğu aşikar şu günlerde ve sonrasında tek lokmalık veya fondip satışlar kapıda.

Bu tek lokmalık veya fondiplik acı durumu görmek ve seçim geçim dönemlerinde ona göre davranmak lazım.

Yoksa herşey için çok geç olacak gibi...
KÜÇÜLTME SİYASETİ...

Beş yıl önceden hiçbir farkı yok. Yine küçülme siyaseti. Uzun yıllar doğruya ve güzele değişen bir siyaset dünyası artık yakalanamayacak gibi. Yukarıdan aşağıya hep kirli, kinli ve kinci gayretler. Ganimetmişçesine paylaşılan karakter zayıflıkları ve zaaflar...

Evvel emirde etrafa hayâ ve terbiye cakası atılırken, silme tepeleme ideolojisizlik. Azar. Siyasi hava böylesine mükemmel ve mükemmeliyetçi dozda giderse beş yıla kalmaz bir erken seçim arefesinde tek kelimesi değiştirilmeyecek makale şimdiden hazır…

Nitekim öyle olacak. Devlet eliyle tez elden yeni seçim alevlendirilecek. Çünkü beş yıl önceki durum bugün aynen tekrar ediliyor. Balkon konuşmalarıyla da düzeltilemeyecek havada politik toptancılık…

Kimin olduğu hiç önemli değil. Miting miting hep ayni fütursuz hava. Salmalanan korku imparatorluğu. Habire hapis dayatması. Bağırtı çağırtı. Bitmeyen yersiz kavga ve kuru gürültü. Hırs ve öfke. Sihir ve sinir bozucu kavramlara sürüklenme. Hepsi ucuz rey avcılığı.

Beş yıl evvel fukaralık biter, ele göze kuvvet gelir diye reyler bigüzel basıldı. Ama yine ayni atmosfer. Yine göze çomak battı, toprak çoraklaştı ve en bariz saptamaların ötesinde memleketin her karışına musibet musallat oldu.

Habis uru, oynak kuru, obursu talanı, kuyruklu yalanı görmezden gelerek gaza gelenler, acayip vurdumduymazlığın tesirine girenler, yine baş rolde. Zikri, fikri, hakikati ve felaketi birbirine karıştıranlar yine işbaşında...

Ve bu boşverdimsel zihniyetli, zorlu işlerden sıyrılma mantıksızlığı yine görünüşe ve şöhrete aldanacak gibi. Basiret ve feraset yine bağlanacak sanki. Böylece iş yine olacağına varacak...

Sonuç itibariyle görünen köy kılavuz gerektirmez, seçim ertesi bir beş yıl daha zırıl zırıl sızlanmalarla boşa harcanacak. Gün gelecek ağdalı şükranlar unutulacak. Yerine gırla gider ve hızla sitemler sallanacak. Asla pişmanlık hissiyle bağdaşmayan kelepir laflara sığınılacak. Tamuya yakınlaşma perçinlenecek. Yani her seçim öncesi ve sonrası bu biçim. Cümlesi cümlesine, cemi cümlesi birbirine benzer.

Öyle eşsiz ve denksiz kurgular birbiriyle yarıştığından akıl sıçratan vaatler, arsız maharetler, yığma yağcılık, süflü lümpenlik ve fahiş yeminler, tasdik mührüne yön tayin edecek. Her yerde veya hiçbir yerde ayni tafra ayni yafta. Seçim geçim derken sonuç budur aslında…

Nice yıldır seçim buyruğu buyurgan, kamu savurgan, özgür dünya yalan, yönetenler zorlan oldukça, seçmen kuyruğu usülden, tanzim kuyruğu varlıktan uzayınca seçimler de ucuzlar. Her ucuz seçim diğer seçimleri beklemeyi, sandığa koyulmayı getirir. Oysa gerek yok bol bol seçime gitmeye...

Çünkü işin aslı başka. Başa gelebilecekleri hissedebilmektir seçmek. Başa gelecekleri seçmek değil. Her seçimde yerelde genelde bu ikisi birbirine karıştırıldığından beş yıl öncesi de ayni beş yıl sonrası da. Bir beş yıl sonrası da şimdiden besbelli...

Yıllar yılı kapkara bir karanlığın çöküşüne rağmen yabancı bir memlekette yaşıyormuşçasına, her şeye yabancılaşarak karart ve kurtul kibriyle, aklı yele, idealleri sele, reyleri teslimiyete harcamak alışkanlığı devam ettiği sürece beş yılı da bir on yılı da...

Yani tek kelimeyle sustuk kaldık, sus pus olduk susturulduk günleri çok yakın. Pek yakında. Zaten bilince yasak, bilinene ambargo, ilence suç uygulaması da var. Günah sevap da birbirine karışmış. Başka ne olsun.

Bu seçim öncesinde öyle bezdik, böyle usandık, beter yorulduk ki dillendirmek de güç. Ertesini düşünmek de güç. Onca fazla atmasyondan hafızalarda, gönüllerde kızgınlıklar, kırgınlıklar kalır.

Birileri ve bir şeyler yine kala kalır. O kadar...

10 Mart 2019 Pazar

TEK DİNE KARŞI…


TEK DİNE KARŞI…

Mitolojik çağlardan bugüne dünya, dinlerle ve Tanrılarla dopdoludur. İç içedir. Yani dinsel ve bilimsel akımlar birbirine paralel olarak gelişerek kendi tavırlarını yaratmışlardır.  Bu etkileşim çerçevesinde Tanrılar da kendi dinlerini. Bu yüzden özgür düşünce ile dinler arasında nitelikli bir çekişme yaşansa da ebedi savaş olmamıştır. Daha çok dinler arası savaşlar dünya tarihini meşgul etmiştir. Çünkü dinler özgür düşüncenin bir nevi fonksiyonel ürünüdür. Bir şekliyle özgür düşünce de Tanrının ta kendisidir…

Tanrı dinlerin tümünde veya dinlerin tüm tanrıları ilahsal varsayımlar üzerine tanrılaşmıştır. Ayrıca Tanrı odaklı tüm dinler şarkılar, danslar, toplu ayinler, bireysel İnziva ve birbirine benzer eylemlerden beslenir. Bu karşılıklı adanmışlığın sonucunda Tanrı kullarına ölümsüzlüğü armağan eder. Sonsuz kurtuluşu önerir.

Ancak dinlerin tamamında dünyasal ölüm sonrası devamlılığı disipline eden bir irade söz konusudur. Dünyada ise bitmek bilmez tutkular ve asla önlenemez kaprislerin önünün alınması amaçlanır. Böylesi bir dini şekilleniş aslında insan ile tanrısal güçler arasındaki ilişkiyi de düzenler. İşte bu emrolunan intizam din ile bağ kurulmasına ve din kurgulamasına temel oluştur.

Zaten her dinin temelinde bir dinsizlik olgusu ve korkusu yatar. Yani tüm dinler kendi Tanrıları dışındaki tüm tanrıları veya Tanrı sayılanları yok sayarak gelişir. Her din dinsizlik varsayımı üzerinden meşakkatli bir yol izler. Ancak her dinin rotası aynıdır. Dinler daima diğer dinlerden ve tanrılarından üstün olma ve en doğrusu sayılma rizikosunu hafifletir. Çok boyutlu yaşamların varlığı noktasında risk alma durumunu da azaltma maksatlı önermeler içerir.

Her biri özünde dini propagandalar ile genellikle kendi dışındakileri Tanrılı dinsizler ilan eder. Aynı Tanrı merkezli değişik dinlerde bile durum neredeyse böyledir. Kesintisiz inanç ve iman kaynağı budur. Her din en başta böyle kurulur. Sonra zaman içinde diğerleriyle benzeşir. Yani din ve inanç özgürlüğü hep ben merkezli bir gelişim icra eder. Bu icraatı adiyye yüzünden maalesef inanç özgürlüğünün gelişmesi ve yeryüzüne yerleşmesi için gereken dinsel birliktelik hiç önemsenmez. O nedenle de çok tanrılı veya Tek tanrılı tüm dinlerde ayrılık ve kapışma üzerine dinsel pratikler uygulanır.

Tarihte de görüleceği üzere dinsel zulmün ve hoşgörüsüzlüğün yerleşmesine teoriye uydurulan bu uydurma dinsel pratikler neden olur. Bir nebze olsun Tanrı ve Tanrıların din ve dinlerinin birbirine benzer yanları öne çıkarılmaz. O’na iman edilmez.

İcmalde kısır çatışmalar ile palazlanan ve imansızlık çıkmazına kapı aralayan insani yaratılar nedeniyle Tanrı ve din birliği bir türlü kurulamaz. Böylece tüm dinler ve Tanrıları bilimsel ilerleme ve felsefenin gelişimi karşısında radikal ortodoks bir yapıya evrilir. Gerçekçi dine rağbet azalır. Ruhbanları da durumları kendi bildiğince kurtarmaya girişirler.

Bu çapsız girişimler de her yeni fırsatta Tanrının dinlere, dinlerin de Tanrılarına tamamen karşıt sözde dini hükümler içeren zaafı bol bir dinsel disiplini din haline getirir. Tek dine karşılık da bu nedenle doğar…

BU 8 MART UNUTULMAZ...


BU 8 MART UNUTULMAZ...

Bu '8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü' de el birliği ile memleketin unutulmazları, unutulmayacakları hanesine yazıldı. Yazık. Yani ilkelce tutum ve barbarca tavır, kadına şiddet şeklinde resmi makamlarca memleket tarihine yaftalandı. Laf ola beri gele usulen kadın öven ve ustalıkla kadın döven bir zihniyete tutsak memleket hali açıkça ortaya çıktı. Anlamak mümkün değil, her şeye herkese müdahale ve şimdi kadına da...

Teoride 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü pratikte gece gündüz gün yüzü göstermeme girişimleri. Bu neyin kafasıysa artık kadın yok, kadın soyut. Bu öyle bir küresel boyut ki kadının özgürlüğe can katmasından korku hat safhada. Hangi aklın ürünü ise Devlet kadına barikat kurdu. Gaz sıktı. Yürüyen kadın durduruldu.

Açıkçası sosyal düzenekte erkek burjuvadır, kadın proleteryadır. Devlet erkek egemendir. Bu gerçek bir kez daha tarihe nakşedildi...

Biber gazlı müdahale parfüm kokularına karıştı. Yaşasın erkek egemen iradesi ve saltanatı tarzını gösterdi. Bir bu kalmıştı yapılmadık o da yapıldı. Topyekun tarihe geçildi. Yabancı haber ajansları bir bir dünyaya geçti manzarayı. Masum ve mağrur erkek kisvesi dünyaca tescillendi.

Bu vaka da gösterdi ki ağanın dediği olur. Ancak hayatın akışına yön vermek için hala Emek harcayan kadınların bu zorbalığı hiç hak etmediği kesin. Ama kati olan bir şey var, iktidar erkinde kafa tek bir şeye çalışıyor. Kadın çalışmaz. Sadece yönetenlere akraba olanlar devlette bal kaymak işbaşı yapar. Gerisi çocuk yapar, kader der analık eder, dizini kırar evinde oturur.

Oysa Emekçi kadınlar tohum eker, toprağı beller yeşertir. Üretir. İtaat etmesi istenir etmez. Devinimsizlik dayatılır devrimci kesilir. Gündüz gece doğru bildiğine yürür. Hak arar haksızlığa kazan kaldırır. Bağnazlığa, aşağılanmaya, zorbalığa direnir. Ürettiyse yöneten olmayı hak ettiğini yüksek sesle haykırır. Mücadele çıtasını yükseltir.

Tüm bunlar elbette iktidarlar için tahammül edilemez şeylerdir. Ama hep unutulur; Kadın emektir. Sevgidir. Cesarettir ve kavgadır. Kadın yıkılamaz güçtür. Hafife alınmaya gelmez. Ruhundaki savaşçı felsefe bir anda tüm katmanları etkiler.

Ayrıca kadın bir memleketin ayakta kalmasında, kurtuluşunda, kuruluşunda ve devamlılığında en aktif etkendir...

Tarihle sabit bu gerçeğe kör bilinçle yaklaşanlar ise yeni bir skandal yarattılar. Dillere pelesenk beka sorunu anında kadınlar oldu. Gözler kadın yürüyüşüne çevrildi.

Ve engellemelere, zulme, kıyıma, baskılara karşı kararlılıkla varım, ben hayatım, hak ettiğimi de alırım dediği için hoyratça gazlandılar...

Kadının toplumsal hayattaki rolünden dem vuranlar, kadınlar birlik olursa vay halimize endişesiyle, resmen kadına karşı saf tuttular.

Birden tarlada bahçede, atölyede fabrikada, ofiste otağda ve dahi evde alın teri döktükleri görmezden gelindi. Üzerlerine biber gazı boca edildi. Birliktelik dokusu bir kez daha tek taraflı bozuldu...

Daha nice neden var ama bu yeter noktası. O yüzden bu '8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü' asla unutulmayacak...
KADIN DÜNYASI

Belki de insanlık tarihinde birliktelik dokusu bu denli bozulmamıştır. Kadın ve erkek bağlamında ise durum bunca feci hale gelmemiştir. Kadın aleyhine bu kadar kölelik tohumu saçılmamıştır...

Bugün erkek egemen toplum boyunduruğunda sıkışmış, zehir zıkkım bir dünyayı yaşıyor kadın. Asla esnemez, iyice kemikleşen normlarda yaşamaya mahkum ediliyor. Kurban ediliyor. Tarihsel ezilmişliğin çok üzerinde ezik bir serüvene yolculandırılıyor. Başkaldırı sıfır.

Gerçekte emperyalizmin kucağında debelenen postmodern bir dünyada kadın olmak zor. Hele ekonomi ile beraber moral değerler de çökmüş ise. Ahlaksal yıkım söz konusuysa. Ve her istediğine erişmenin muhafazakar bir sistemde havarileşme ile olacağı dayatılmış sa.

Maalesef radikal tutuculuğun gölgesinde silik yaşamların devamı söz konusu...

Değil mi ki; egemen sermaye palazlandırdığı sistemlerde ilk kadını, kadınlara rağmen metalaştırır. Bir kulpu bulunup her şey din kisvesinde erozyona uğratılarak eşitsizlik içgüdüsü beyinlere işlenir. Bu normalleştirilir. Kadın hakları tırpanlanarak eşitsizlik kadının aklına yerleştirilir. Sonuç kimlik zaafı. Erkeğe dayalı çıkarcı yaşam modeli. Estetik yoksunu muhafızlara emanet pasiflik.

Peki bu maya tuttu mu? Maya tuttu ki kadın kendi özgürlüğünü engeller formatta yenileniyor. Yeniliyor. Yenilir yutulur olmayan bir bozguna hiç direnmiyor.

Zaten hedeflenen yaşam bambaşka bir aykırılığa sancılı bir geçiş. O süreci yaşıyor, yine de bana mısın demiyor. Yani köleci cariyeci sistem meyvelerini topluyor. Kadın boyun eğiyor...

Sömürüsüz bir dünya için devlet mekanizması ile keskin mücadele yürütülen dönemlerde geride kalınca mülkiyeti tekelleştiren bir kadın dünyası oluştu. Mülkiyetsiz kadın ortamında zalim erkek hakimiyeti yaratıldı. Kadına da cinsel odaklı bir kayboluş. Tetiklenen işte bu.

Elbette erkeğe bu denli sınırsız iktidar kudreti tanıyan evrensel pratiğin oluşmasında kadınlara hepten masum denemez. Çünkü hamurunun ateş ve toprakla yoğurulmuş olduğunu unutarak, ruhunu yanıltarak dinsel tasvirli imgesel düşler diyarına mahkumiyete hiç karşı koymuyor. Kadına şiddet ve baskının makul görüldüğü sözde modern toplumların dinci ve yasakçı zihniyetine gönüllü olunuyor.

Teorik açıdan bile eşitlenme mümkün görünmezken pratikte hiç olma, daima geri plan kalmaya rıza gösteriliyor. Hep dinsel rivayet ve fetvalara endeksli model kadına bürünülüyor. Analık makamı dışında iş göremez bir konuma sürüklenmeye karşı koyulmuyor. İşte sorun burada başlıyor.

Oysa kosmos ve kozmosu var ettiğine inanılan büyük güç dünya egemenliğini kadınlara bahşetmiştir. Yani kadın insansıdan bu yana insanın en prestijlisi olarak evrimlenmiştir. Ama ne yazık ki bin yıllar içinde kadına sunulan bu kutsiyet hep reddedilmiştir.

Sonuç itibariyle binlerce yıldır kadın için yaşam koşulları iyice ağırlaşmıştır. Kademeli gerileyiş dinlerin kurumsallaşması ve iktidar erkinin dincileşmesiyle daha katı, ketum ve baskıcı tavrı öne çıkarmıştır. Zulüm kendiliğinden artmıştır.

Zaten her devlet ve dinleri, inanç formatına uygun kendine özgü ve sadece kendine ait olacak kadın tiplerini yaratmıştır. İşte bu yarım yamalak yaratı ortodoks yaklaşımlarla hiyerarşinin devamında da roller üstlenmiştir. Hem de kendi özgürlüklerini hiçe sayarak.

İşte kadın dünyasında değişmesi gereken budur. Çünkü kadın ayni kaldıkça çarpık ve güdük sistemin değişmesini beklemek hayal olur. O da ayni kalır...
TEK DİNE KARŞITLIK KAPUSU...

Mitolojik çağlardan bu yana Tanrı tek dine karşı olduğunu defaatle insanlara dikte etmiştir. Buna karşılık insanlar kendi din bilimcilerini yaratarak ruhbanların hakimiyetinde değişik dinler icat etmiştir. Farklı kapılar aralamıştır...

Dinler tarihi uzun yıllar boyu aynı sürece yığılmıştır. Aynı bölgelere hapsolmuştur. Her şeyi bilen gören duyan tanrısal güç oralarda insani değerler düzleminde hataya düşmüş veya düşürülmüştür. Yani dünya ve insanları bu yüzden tamamlanmamış dinlere uymaya mahkum edilmiştir. Bütün natamam dinlerin değişmez kuralı ise Tanrının hissettiklerinin asla karşı çıkılamaz ve kıyaslanamaz doğrular olduğunun kayıtsız şartsız kabullenilişidir. Tüm dinlerde temel şart budur. Bu sınırsız saygı ve sorgulamasız sayma dinler özelinde makbul ve dine kabul formülüdür.

Formüldeki ufak değişikliklerden doğan şaşkınlıklar ise otorite ve dogma çatışmasını tetiklemiştir. Bedeli ağır bu kargaşa dönemlerinde de dağılan tüm parçaları yine Tanrı bir araya toplamıştır. Yani hep bir yenisine yeni bir dine mecbur kılınmıştır. Mecbur kılmıştır.

Diğer bir deyişle dine ve dinsel dogmalara karşı direniş bir açıdan Tanrı'ya körü körüne bağlılığı da reddediştir. Belki Tanrı'nın istediği de tamamen budur. Veya insanların Tanrı odaklı banal düşünceye aldanmaması dinlerin asıl gayesidir. O yüzden peşpeşe her defasında evrensel ilkelerin gerçekliğinin kabullenilmesi ve yaşam gereği kılınmasına dönük birbirini tamamlayan ve destekleyen dinler varolmuştur. Var edilmiştir.

İnanç bazında tüm bu sunuşların Tanrısal olduğunu kabul etmek Tanrı'nın tek dine bağlı kalmayacağının veya tek dinin Tanrısı olmadığının tasdik edilmesi demektir. Tanrı huzurunda veya Tanrı katında bilinen veya bilinmeyen tüm dinler aslında vicdan özgürlüğü ile ilintilidir. Evrende var olan ve doğabilecek din ve inançlar yani evrenin tüm dinleri Tanrı'nın tek bir dinle yetinmediğini açıkça onaylar. Veya Tanrının tüm dinlerin tek Tanrısı olduğunu.

Ancak bu dünya saltanat gerçeğini her fırsatta evirip çevirdiğinden kurulan bütün din anlayışları kendi hegemonyasını kurmak ve yerleştirmek üzerine kurumsallaşmıştır. Bu açık Tanrı emri olmayan harici çaba yüzünden insanlar doğruyu bir türlü görememişlerdir.

Bu gözü karalılık yeryüzündeki Tanrısal iradenin zayıflamasını getirir. Güç insanların eline geçer. Öyle ki beliren dinsel yılgınlık din tanımazlığa ve tanrı tanımazlığa kadar varan bir özgürleşmeyi haklı çıkarır. Yani inanç özgürlüğüne engellemeler ve çıkarcı taktikler yersiz takdirler Tanrı inancını da zedeler. Din bağını da koparır.

İşte bu nedenle belki de Tanrı'nın öngördüğü dinsel barışa veya dinlerarası hoşgörüye kaba karşıtlık tekilliğe ulaştırmaz. Çoğulcu yanılgılara zemin hazırlar.

Unutulmamalı ki ilkel çağlardan bu çağa dinsiz devlet, Tanrısız insan kavmi hiç var olmamıştır. Mutlaka bir şekilde Tanrı'ya ulaşma yolları aranmış ve bulunmuştur. İnsandaki bu pusulasız yol bulamaz hali Tanrıyı ve Tanrı da defalarca dinleri güncellemiştir. Böylece Tanrı tüm dinlerde kutsal, güven verici, yol tayinci rolüne soyunmuştur.

Ancak Dinler tarihi bilimsel veriler ışığından uzakta, tarihsel kanıtlar içermeden yazıldığından pusula her defasında şaşmıştır. Tanrı'nın kendini tekilleştirme hakkına ve tekniğine bir şekilde hep karışılmıştır. Bu üstünkörü karışmalar ve karmaşadan çıkar yaratmalar da temelsiz dayatmaları getirmiştir. İç kapılar yanlışa açılmıştır. Ve bu açmaz dinlere tam karşıtlığı doğurmuştur.

Bu arada tüm dinlerin bir ve tek Tanrısı olduğu taraflarca hep unutulmuştur...
FİGÜR AN...

Figür başka figüran başka. Öyle bir an geldi çattı ki tüm figürler artık katıksız figüran...

Fi tarihinden beri hatırlı bir figür koleksiyoncusudur hayat. Alır satar. Bu razılık düzeninde figürlerin en modern halleri bile binbirçeşit formlarda geriler bazen. Çoğu kez gümler. İşte o zaman gürler yaratıcılık. Sözler çarpıcı yeniliklerle dökülür dillerden. Figürler ve kalıplar yeniden şekillenir. Yani fikirler kaçağında en ileri teknoloji ile ulaşılan basma kalıplıktır figüranlık. İşte o gerçekleşir.

Figür ise klasik ve karakteristik bir duruşun şıklığıdır. Değerlidir. Evet bugün şıklık diyerek sunulan herşey ise asla vazgeçilmemesi gereken değerlerden hiç adına kopuştur.

Aslında estetik ve gelenek çatışması ile şekillenebilecek fikirler bu tip anlarda fiyasko sonuçlara denkleniyor maalesef. Figürler arenadan çekilince figüranlar sayesinde kemikleşiyor evrenin tahtları. Bu arada saflık ve erdemlilik de kayboluyor. Yani figüranlar en kıymetli diye gösterilerek geri dönüşüm gerçekleştiriliyor. Kağıttan modeller prim yapıyor. Yaptırılıyor. Altın ve ziynet ile örtüşen kıyaslanamaz güzellikler bir anda çirkinleşiyor. Çirkinleştiriliyor.

Oysa gelişim, bedeli ödenerek alınamaz. Bir kere kaybedildi mi bir daha geri alınamaz, satın alınamaz. Ama asla alınmaz, satılmaz boyuttaki kimlikler de binbir dalavere bozuluyor.

Ayrıca savunulan alternatifsizlik bahanesiyle evrensellikten uzaklaşmak uzun yıllar ilerlemeye de ket vuruyor. Ömürler bitiyor. Hayatın en mükemmel ve köklü özellikleri ile dahi yol bulamaz figüranlar başrol kesiliyor. Nesiller boyu kurtarmak ve yok etmek üzerine şekillendirilen figürler figüranlaşıp birbirleriyle çatışmaya başlıyor. Çatıştırılıyor.

Zaten figür dizayncıları asil ve nesil olmaya yakın karakterleri güncel kuruntularla boğarlar. Bağlarlar. Ayrıca sıradışıları bile sıradan hale dönüştürürler. Öylesi bir ruh halini figürlere yansıtmak ise mücevher tasarımı gibi incelik ister.

İşte o incelik, figürü figür kapsamından çıkaran öylesine bir yalnızlıktır. Yanlıştır. Geçici yaldız ile kaplanan bir parlaklıktır. Görsel açıdan göz doldursa da o figüranlar hiçbir zaman yıldızlarla boy ölçüşemezler. Sıcak enerji geçişi sağlayamazlar. Sadece binbir emek üretilen enerjiyi boş yere harcarlar. Yine de orjinal halleri ile günlük yaşamın belirleyicisi olurlar. Mistik ve modern bir yüzleşmenin en yüzlerinden olmayı da huzurdan sayarlar.

Figürler dururken buyurucuların hayata yön vermesine de daima figüranlar sebep olur. Neredeyse fan kulüplerine dönüşen keskin sirke küpüne zarar bir ruh yapısıyla koleksiyona parça olurlar. Zaten istenen de budur.

Bu gerçek ötesi odaklanışın otağında ise hayat doğumdan ölüme gerileyen formdaki figürleri modern hayatın dışına iter. Ve bu edilgen hal lafta olan ne varsa bir bir gerçekleşmesini sağlar.

İşte o vakit figür başka figüran başka demek de çare olmaz...

3 Mart 2019 Pazar

MARCO P…

MARCO P…

Bu günler gerçekten dert günleri. Dertler ağır. Resmen ‘anlat derdini Marko Paşa’ya’ zamanı. Ama Marko Paşa ile Marco Polo’yu da karıştırmamak lazım. Zaten aralarında yüzlerce yıl var. Ayrıca Doğudan Batıya derde deva olacak biri yok. O yüzden biz Polo ile devam edeceğiz. Marko Paşa sonra…

Şu günlere Polo, çağın markası olarak anımsansa da Doğu medeniyetini Avrupa ile buluşturan ilk gezgindir Marko Polo. Marco’nun ömrünce bitmeyen serüveni 17 yaşında başlar. Öyle ki herkesin sıradanlığı yaşadığı ve paha biçilmez bir hayat sürdüğüne inandığı kısır bir dönemin ürünüdür. O günde böyledir bu günde. Değişen çok şey yok hala. Hala bir medeniyetler çatışması ve kargaşa.

Çağlar boyu 13. yüzyıldan artan nice uçsuz bucaksız yalınlığı taşır Marco. Gözlemlerini raporlar, desteler ve yayımlar. Usanmadan 13 yıl Asya topraklarında dolaşır. Seyahatnamesi meraklı insanlara özellikle Avrupa'ya ışık tutar. Kısmen ve resmen büyük keşiflerin de önünü açar. Ve Avrupa 14. yüzyıl başlarından itibaren dünyayı keşfe çıkar. Yani ilk kılavuz Marco’dur.

Marco Polo en ince detaylarla gezip gördüğü yerleri, doğal yaşamı ve gelenekleri tarihe not düşer. Tutulan o notlar sayesinde dünyanın akışı bir anda değişir. Avrupa doğuya öykünerek köklü değişimlere sahne olur. Gelişir. Bir anda zaman akıp ihtiyaçlar artınca ve yollar kesişince yine yeni maceralar başlar. Deniz ötesi, Okyanus arkası arşınlanır, karanlık sularda zenginlik aranır. Güç kudret devşirilir.
 
Elbette tüm gerçekleri en iyi dönemin yaşayanları bilir ama geride yüzlerce yıl öncesinin bu günü şaşkınlaştıran notları, mektupları ve çizgi romansı notları kalır. Marco, bir marka olur gezginler tarihinde. Karakterleri tüm gerçekliğiyle tarihe not düşmesi ve yansıtması marka değerini yükselten başlıca öğedir. Elbette hayal mahsulü saptamalara da rastlanabilir anılarında. Ancak araziye dağılan medeniyet kırıntılarını dört bir yana özellikle Avrupa’ya taşıyan bir öncüdür. Ölene dek yolun başka yollarla kesiştiği noktalara dek uzanır. Ve derin izler bırakır tarihe.
 
Abartısız Asya ile Avrupa'yı bütünleştirir. Kapkara çağları, felakete sürüklenen durumları not eder. Notları politikalardan, patikalardan, tek şerit yollardan saklı vadilerden geçer. Yol bulur. Neredeyse bilinmeyen görünmeyen ne varsa bilmez görmezlere gösterir. Hem de tam 700 yıl önce.
 
Yani arkeolojik ve sosyolojik değer taşıyan ne varsa Avrupa'ya taşır. Bu bilgiler sayesinde yeni icatların, fetihlerin yolu açılır. Marko'nun yolunu izler tüm kâşifler. Hepsi Marco Polo’nun seyahatlerini okuyarak ‘Gördüklerinin sadece yarısını söyleyebilen’ Marko’nun dünyasını araştırırlar. Başka dünyalar ararlar.
 
Gerçekten modern coğrafya biliminin öncülerinden sayılan Marko'nun an ve ana tuttuğu kayıtları olmasa doğu medeniyetine ait hesaplar bunca gerçekçi olmazdı.
 
O yüzden Ortadoğu başta çalkalanan Doğu’yu anlayabilmek için, dertlere çare için Marko Paşa’lar aramaktan ise Marko Polo’yu yeniden tahlil etmek şart…

ZİYARET

ZİYARET

Galoş dünyasına geçişin kapısıdır bazen
yaşanmış ya da yaşanmamış yılların hatırınadır
o kaçınılmaz ziyaretler…
Nahoş duygularda açılır gizli geçitler.
Başlar dünden yarına aralıklı geçişler.
Akıl duvarında artçı depremler.
Sanki hiç yaşanmamış olmasının dilendiği türden her şey.
Dizilir boğaza saklanır hıçkırıklar.
Ansızın bir gün ayağına galoşlar geçireceksin
ve ak giysili birileri bu son ziyaretiniz diyecek.
Son görüşmeniz…
Son suyu belki de sendendir…
Islak pamuğu yavaşça dudaklarına sür…
Çekinceli uzatacaksın başını
kahır renkli kapıdan içeri.
İçin yanacak.
Dışın yağacak.
İster istemez ağlayacaksın…
Dörtnala kaçıp gitmek var şimdi diyecek iç sesin
düşüncelerinde taylar koşturacak.
Bir bakıp usulca arkanı döneceksin.
Dayanamayacaksın kendini tutsan da.
Gördüm seni gördüm seni nidası düşecek peşine
gölgeni kovalayacak…
Uzun bacakların uzun koridoru zor dönecek.
Taşıyamayacak ikimizi…
Anıların köprüsü kırılacak tam karşıyakayı adımlayacakken
düşeceğiz mavi derinliğe
ikimiz bir...
Ve bırakacaksın beni serinliğe.
Bırak elbet bırak…
Kangren olmuş yaralar çöreklenmiş bedenime
yüreğimin ana yolları kapanmış
arastalar tıkanmış…
Ve tahta perdeli bir bahçe düşecek aklına
ve ardında debdebeli bir istasyon
istasyonda bir bank.
Diğerlerinde bakır tenli oturanlar.
Toyluğun en verimli çağında iki insan
artık paramız nereye yeterse
nereye kadarsa yolculuk havası.
Hiç çıkılamamışından beter ve iki ürkek yolcu…
Hayatın son deminde daha demincekmiş gibi bulanık anılar…
Pahalıya patlar anlar
açan kızıl karanfiller mevsiminde.
Uçan raylarda kızarmış günesin şavkı
aşkı arayan iki şarklı masalı.
Şarkılar çok sesli şerbetli.
Olduğu yerde kalışlar kapısıdır bazen aşk.
Yaşanmaz hiç gönülden daima yaşamaya korkulur.
İlk ve son diye başlar yankısı sonra unutulur.
Hiç unutmadım desem galoşların hatırına yutulur.
Oysa donatmıştım ak karanfillerle yolunu
raylar süslü, hava puslu, faytonlar forslu
eski zamanlardaki gibi kaldırımlar…
Elbet inanmazsın inanma
Her şey için çok geç artık…
İnanma ama gerçek bu…
Gün geceye doğduğunda
inan yolculayacaksın mendilsiz
el sallayacaksın gönülsüz
dalgakırandan içeri yok oluş dünyasına.
Ve buzlu suyla gargara yapacaksın hararetini
yutacaksın akdenizi, karadenizi,
ak başlı sıra dağları
ve baştan kara bahtlıyı.
Küçücük bir delikten bin bir umut sızacak
Hayat ceylan gözü güzelliğinde.
Çekinik öpeceksin o gözlerden.
Şamandıralar çalışmayacak, zincirler kopuk
Ahşap gemi yıkık dökük
Mendirek ortadan iki…
Ve boşalacak özsuyum
Özekıyım anı öncesi son bir bakış.
Ayağına galoşlar geçireceksin…
Telaş yok galoş dünyasına hoş geldin…

ŞUBAT19-SON




UÇAĞI KAÇIRMAK

Uçuk söylemlerinde milli uçak kaçırılınca bir sonu olur. Olmalı. Hiç bitmez görünen iktidarların da. Hangi yol denenirse denensin, sözde milli proje kapsamında ne havalandırılırsa sallansın uçak piste iner. Acı gerçekler orta yere serilir. Buzlanma yoksa hele de akıl tutulması yoksa. Ayrıca kaçıranlar bilir, modern dünyanın en gıcık şeyidir uçağı kaçırmak...

Emir demiri keser derecede pek değerli sözler de vardır. Bazen duyulur, bazen dil sürçer veya ağızdan kaçar. Çünkü akıl hangi akıl olursa olsun hep doğruyu söyler...

Laf budur; " Roketleriniz, uçaklarınız olabilir ama kiler boş ise hepsi boştur..."

Fena lakırdı sayılmaz, boşu dolusu bir yana bu millet Cumhur erkanınca yıllarca hep dolduruldu. Donduruldu demek ki. Yaptık ettik diye hep ayni hizaya çekildi. Son yıllarda milli uçak, insansız jet vesaire üzerinden uçuk hitaplar yapıldı. Ama hesap kitap derken o hitaplar da dibe vurdu. Göklerde süzülüyor denilen hava taşıtları meğer toptan hava basmakmış. Devlet ağzından doğrular döküldü de durum anlaşıldı.

Ayrıca ok yaydan çıkınca kime saplanacağı pek belli olmaz. Doğal şartlar bazen yön ve yörünge değiştirtir. Ve tir tir titreyenler oku yeyince kendine gelir. Ve kendine gelenlerde baklayı ağzından çıkarır.

Aynıyla teslimiyet; "Milli uçağımızı 2023'te hangardan çıkaracağız..."

Lakin milli uçmak öyle pek kolay görünmüyor. Laf ebeliği ile de olacak iş değil demek uçağı kaldırmak. Zor zanaat. Hangardan çıkanı göklerde görmek ise şu necip millete 2026'da nasip olacak. Ne demekse anlayan beri gelsin 2031'de de envantere alınacak...

Yani hangara ne zaman geleceği, hangardan çıkıp çıkmayacağı ve ne şekilde envantere girecek olduğu hep bir muamma. Uçargargara. Resmen akıl uçurtan bir mesele oldu şu milli uçak meselesi.

İyi ki de oldu. Bu sebeple her alanda hedeften şaşıldığının, uzaklaşıldığının da resmen göstergesi oldu milli yerli uçak.

Milletçe her konuya baz tarih 2023'tü. Yıllarca öyle söylenildi duruldu. Şimdi hedef yavaştan 2031'lere kaydırıldı. Yetinilmeyerek 2050'ler anlatılmaya başlandı. Yani hesaplar tutmadı. Yaşayanlar görecek, 2050'lerden sonra belki. Olmaz sa tarih 2071'lere dayandı. Ne talihsiz boy, ne kadersiz millet şu millet; bin yılda bir arpa boyu...

Şatafatla geçen 17 yılın sonunda fakir fukara kuru soğana muhtaç edildi. Hedef sapması ahaliyi patates soğan kuyruğuna sokmak oldu. Fakir fukara tamam da, memleketin dolar milyarderleri bile kategoriden düştüler. Uçaklar boşa havalandı boşa indi. Milli uçak havalandı denildi daha parça püskül montajlanmak üzere hangara bile çekilmemiş. Ah Ankara ah...

Bu arada "İstikbal göklerdedir..." sözünü kim ne zaman söylemiştir bakmak lazım. Ek olarak ilk yerli uçağın İstanbul'dan Ankara seferine 75 yıl önce havalanmış olduğunu da hatırlamak gerek. Kıssadan hisse tam 75 yıl gerideyiz. Geriledik. Gerildik...

Demek ki öyle hava atmakla olmuyor uçak uçurmak. Her seçim döneminde memleketin dört bir yanına yerli uçak kaldırdık demekle de olmuyor. Sadece oylar havalandırılıyor o kadar. Sonra proje hangar. Hangara çekiliyor tüm angaryalar. Ve diğer seçimler dört gözle bekleniyor.

Aslında tarife besbelli ama her seferinde millet milli yerli derken uçağı kaçırıyor...
İNCE ARMAN...

İnceden inceye hepten fukaralığa bağlanmışken ana yollar o ince, narin ve güzel adam gece yolculuğuna çıktı. Varını yoğunu derledi yeryüzüne saçtı. Yetinmedi, vakit tamam dedi ışık şehrine göç eyledi. Anında eyvanlarda ay taçlandı. Ablasıya da nazlı yarin harı kaldı...

Gerçek ötesi ustaydı. Öyle her işte olmayandı. Olduğunda da elmas gibi parlayandı. Uzunca zaman radif gözlerde saklı bir damlaydı. Damlalar göl oldu, devasa döküldü. Erdemli yalazlarla yolculandı. Geride yalımı çok, ılım ışık bir iz bıraktı. Sol yanımızı ince ince dağladı...

Öyle bir kutup yıldızıydı ki; ar denizinde yakamoz olur her bahar. Cemrelerde yeniden toprağa tohum, hamura maya. Oğuldur, eştir, eniştedir, en babadır. Kuşkusuz sürgün verir ilk fırsatta dağ tepe. Tutkuyla doğar her mevsimde. Asla ölmez. Pamuk yumuşağı ovalarda hararetle turlar her hasat zamanı. Sektirmez avcı olur her av zamanı. Ve film şeritlerine o büyüleyici sıcaklığını katar oynamadan.

Utku nutku tutuşturan ince hesaplardan şahlar şahı alacaklıdır. Kazanç saymaz alır mutlaka muhtaçlara dağıtır. Hiç durmadan kader çıkmazında karşılaştıklarını da elinden tutar kurtarır. Özlemle kucaklar. Yani sonsuza dek ışığa döner yüzünü.
Uzanır uzun boyuyla en uzaklara. Yakın çekim yakalar hayatı. Yakınlaştırır.

Yaktığı gemilerin kadife kaplı seyir defterine ışığı boca eder. Hüznü hazneler. Yürekler ısıtır. Çünkü gözü kara hayat yolculuğunun fırtınaları durultan en delikanlısı, en yakışıklısıdır.

Duru mavi göğe uzayan merdivenleri de en korkusuz çıkan odur. Gün olur tek hamle güneşi kopartır kozmozdan. Sevdaya tapar dünyanın emrine sunar. Karşılık beklemeden.

Sunaklara yüz sürmez. Çünkü o akrebin yolculuğunu da en iyi bilendir. Değersizleşen hayatın imgelerine, simgelerine aldırmaz. Yoldaşını resmeder kare kare. Kozalar. O kadar.

Ve fukara mısralar dökülür yalnızlığa. Çünkü yılgınlığı götüren gölgeler oyununda hayatın akışından derleyip efil efil deneyimleri dengeleyendir o. Filmlere doğmak ve en üst perdeden yorumlamaktır kaderi. Kederi. O yüzden doğruyu bilendir.

Ve bir gün derlenir, toparlanır ve gider. Gitti de. Film şeritlerinden birer birer silinenlere ismini cismini ekledi...

Demek ki buraya kadarmış. O kartal süzülüşünü aydınlatmaya bir çift söz, anlatmaya bir çift göz ve anmaya bir şair yüreği ister. Onlardan bizde ne gezer..

İnceden fakire arka çıkan şairin sol eli gibiydi. Tutulması, tadılması ve yaklaşılması yakıcı bir seyirdi. Seyrettikçe dayanılmazdı. Tam şahsına nevi. Filmin son sahnesinde sol yanımıza ince bir sızı hançerledi. Sonsuzluğa koptu. Kopuşu bile herdem ayakta kalmaya vesile bir şahlanıştı.

İnce Arman su yeşili gözlerde şifrelenen bir şiirdi. Son fasılda Şair şiirinden ayrıldı. Acı katmerlendi. Buharlaşan esintilerle dağıldı manzumeler. Fotoğrafın arka yüzünde ise biten yolculuklar. Şiirin seyrini de filme yansıttı, şaire gönderilmemiş mektuplar yazdı.

Okumak lazım şimdi ve sonra yine ay kızıla çalınca. Ve başlayınca bir başka yiğidin gidişi. Sahne de söylenen incelikli anılar senfonisi ve ayrılığın manifestosu vurunca akıl duvarına. Durmak lazım. Güneşli bataklıklar bile fesleğen kokar o zaman. Yolculuk ovalara. Dağlara. Perdeye yansıyan yaprak yaprak savrulmanın çekimsiz filmi nice yıllara. Bambaşka diyarlara.

Uzun bir geceye tüten bir avuç gökyüzünde ince tasarımlı, dingin, rötuşsuz, kurgusuz bir senaryonun son sayfası yazıldı. Ve o ince, narin ve güzel adamın ruhu toz oldu. Tozları beni seni anlatır. Bizi. Kim nereye kadar diye yaşayan ve asla ve asla yanlış yoldan gitmeyen bir gönül adamını. Görülmesi gereken bir dünyayı göstereni. Ay taçlandıranını...

Usta, ışıklara yolculuğun filmini çek oralarda. Işık şehrinin. Geldiğimizde hep birlikte izleriz...
KAR DENİZİNDE YÜZMEK...

Deniz, kar istiyor. Yıllar var yürekten özlemiş. Haklı. Haklı ya biz yetişkinlerin penceresiz kaldığımızı nereden bilecek. Bildiği kar denizinde yüzmek istediği. Gök çatının eskidiğini, aktığını düşünmeden. Arap kızların camdan baktığını da. Herkes kendi derdini bilir sadece. Onun mevsim itibariyle tek doğrusu var, kar kış kıyamet bir yana kar denizinde yüzmek. Ancak kar denizinde yüzenler ona bu zevki maalesef yine bırakmayacak...

Deniz, heyecanla doğanın bizim için sonsuz güzellikteki tabloyu bir an evvel çizmesini bekliyor. Hasretle. Her yanın bembeyaz, tertemiz olmasını. Kirliliğin arınmasını...

Bizde düşünmüyor değiliz, belki ince ince bir kar yağar da arsız mikroplar kırılır. Ortalık temizlenir. Beraberce bekliyoruz...

Olur ya en uzun soluklu bekleyişler de bir gün nihayete erer. Bahar öncesi bir temizlik başlar. Dışlanan perspektifler bedeni dondurur belki ama yürekleri yakar.

Ve deniz, ince ince yorumlar yaparak al beyaz dalgalanan göğe methiyeler düzer. Kısa hikayeler yazar. Kara özgü şiirler okur. Düşen kar tanelerini alır bir bir inceler. Kaç köşegeni var diye hesaplar. Altı, yedi, on iki, sonsuza dek sayar. Tutkularını tutam tutam avucunun sıcağında eritir.

Ama bu sıralar akıllarda hep bir can, mal pazarı. Mal canın yongası yangını. Alevler hanelerden içeri. Üstelik umursamazların elinde olmak bahtsızlığı...

Aslında ince ince yağan ve tutan kar da insan ne zaman güzelleşir diye bekler. Düşerken sessiz suskun hicveder. Bazen bembeyaz karanlıkta parlayan anılar iyi gelir insana. Onlardan derler. Ve ürperten soluk ışığın gölgesinde tüm yarımadayı kuşatır şiirsel armoni. Ve sıcak düşler sokağını kristalleştirir sulu sepken.

Deniz işte bunu bekliyor...

Sonra Deniz, kar adam ister. Burnu havuçtan olanını. Attığı yalandan uzayanını. Kömür gözleri hissettiklerini soğuk bakışlarında saklayanı. Daha nice saklı kent talepleri var, kar desenli sunumları güncelleyen.

Ama yağma yok. İnceden de olsa bu şehirde uzun ömürlü olmaz kar. Yağmaz. Yağsa da tutmaz. Hevesi kursakta bırakır, teğet geçer. Ne tuttu ki beklentiler topağından. Hiç. Kar tutacak. Tavlı toprak bunca betona rağmen kara ev sahipliği yapacak.

Çocukluk işte. Deniz, başımıza ince ince, pul pul döküleni gördükçe peşi gelecek sanıyor. Ya da niyeti böyle. Sanmıyor. Gönlü böyle istiyor. Arzuluyor. Dili söylüyor. Kar beyaza sarsın istiyor kollarını. Onun için dört koldan yağsın...

İçinde bin bir dert, berbat sağanağın peşine soluk yüzünü pembeleştirecek kar zerrelerini ev hapsinde bekliyor. Biliyor ki ince ince bir kar yağacak. Yağışı ağır çekim izleyecek. Kar dört bir yanı tutacak. Ve kendini hiç kimseden izin istemeksizin kar pamuk boyuta atacak. Bu en doğal çocuk hakkını alacak. İçindeki ateşi pamuksu tarlaya aktaracak. Kar şerbeti tadacak. Durulacak. Nabzı yükselecek, elleri soğuktan yanacak. Kar denizinde yüzecek. Ve bilgeleşecek.

Anında fırsatını bulup kar çocuklarla birlikte bol kar yağdıracak kar partisi kuracak...

Deniz işte kara dalgalı uslanmaz. Ne hayaller kuruyor boş yere. Karlı şehir üzerine. Üzerine nazlı nazlı dökülsün istiyor gök kubbe. Ama nafile...

Gün gelecek Deniz de bizim gibi dar denizinde boğulmanın ne demek olduğunu öğrenecek. Yaşadıkça daha çok karı görecek. İşte o zaman keşke büyümeseydim, bilmeseydim diyecek. Ve anlayacak kar denizinde yüzmek bambaşka bir hikaye.

Ve yıllar sonra gök maviye, "İnce ince bir kar yağar..." diye yazacak...
MEŞİN YUVARLAĞIN WARI YOĞU...

Meşin yuvarlağın War'ı var ama ne için war bir türlü anlaşılamadı. Rayına da oturtulamadı. War ile bir başka war başladı. Warı yoğu toptan birbirine karıştı...

Fikstürün her haftası War neye yarar. War ile ne değişti; hiçbir şey, elde war sıfır diyenler artıyor.

Artıyor çünkü elin ağzı torba değil ki; Yine buz gibi goller iptal ediliyor, entrika kokan pozisyonlar, kabak gibi kural dışı hareketler görmezden geliniyor. Verilmeyecek goller golden sayılıyor, war ediliyor. Kırmızı kartlar ile sarı kartlar performansı izleyenleri çıldırtıyor. Penaltıların verileni verilmeyeni war ama kritik mi kritik düdükler. Üstelik ofsayt çizgisi bir oradan bir buradan çiziliyor. Yani bazı takımlar göz göre göre çiziliyor.
Tarafkarlıktan birisi kem göze parmak acayip kollanıyor. Kollandıkça da ayaklanıyor. Kanatsız uçuruluyor. Diğer takımlarca o yüzden yakalanamıyor. Böyle diyorlar biraz toptan anlayanlar...

Ekliyorlar peşine de; Diğer takımlar da yanlışların dikalasına ayaklanmıyor. Dimyata giderken eldeki pirinçten olmama hesabıyla ortalık sus pus. Kuzu kuzu bir ordinaryus ligi oynanıyor. İşbilirlerce harmanlanıyor puantaj...

Parantez içi aktarıyorlar sonra; Peki şimdiye dek var mı manipilasyon? War. Oynatıyorlar kare kare varsa da war, yoksa da war. Sahada, masada hakem olanlar maçlara hakkaniyetle hakim olabiliyorlar mı? Yok. Var da mı warın içinde yoksa kaygısı. War olabilir. Saha içinde kul hakkı yeniliyor. Silme tepeleme. Kötü niyet var mı? War sanki, art niyet, denilerek parantez kapatılıyor...

Tırnaklar açılıyor; Sanki ilahi bir emir varmış gibi meşin yuvarlağın warı varken yok, yokken war diyor. Yani tam bir fiyasko. Sessizce söyleniyorlar wara kurban gidenler tırnak arası...

Dişiyle tırnağıyla mücadele edenler; Görüntüde orta ve yan hakemler kendilerine Wara tabi kılmışlar. Bayrak elde, düdük ağızda varsa yoksa Wardan bir haber bekleniyor. Serzenişindeler...

Söylentiler var ayrıca; War önce büyüklere oynadı. Biri kendi hatası da var acayip tökezledi. Diğerleri kadro uyumu ile az biraz direndi. Pek gerilemediler. Şimdi onları da aleyhte lehte bariz hatalarla war dengelemesine aldılar. Bir ona bir buna kayırmacalar yapılıyor. Çaresizliğe çanak tutuluyor. Ligin baştan beri lider vasfına yakıştırılanı ise pek fazla hırpalanmadı. War war ki hep kollandı. Hala daha kollanıyor gibi...

Diğer yandan aşırı güvenceden dem vuruluyor; Taraflara en başta hakem hataları kameraya bağlanınca, war olan yanlışlar ve tarafgir durum ile yanlı tutum düzelecek denildi. Düzeleceği yerde war üzerinden voltaj yükseldi. futbol arenası yangın yerine döndürüldü. Öyle sıkı bir baraj kuruldu ki blok halinde bir yerlere çalışılıyor gibi. Gibisi yok aşikar. War var...

Camialar ve canı yananlar ise; Pozisyon pozisyon bakılıyor yine yanlış kararlara imza atılıyor. Nedense tek taraflı bir war var. Başka bir sistem icat edilene kadar otorite maalesef bu war. İcraata göre düdük çalınır veya çalınmaz ama şimdi inisiyatif ve direktif warın. Warın sonunu siz düşünün. Futbolseverler bu gidişle futbolu protesto edebilir. Warın herkes için eşit bir şekilde yürümediği açık. En azından iddialar bu yönde. Zaten iddaanın oranlarını belirleyen ve oynatan şirketin sahibi de futbolun başı. Dolayısıyla Warın başı.

Başka söze ne hacet deyip kısa kesenler de war; Bu warın öncesi ve sonrası değerlendirildiğinde yeşil sahalardaki mücadeleye resmen çomak sokuluyor. Meşin yuvarlağa ihanet ediliyor. War var da Ar bu işin neresinde diyenler de...

Teknolojiden üst düzey faydalanan, uzman ve eğitimli masa başı war heyetinden şeffaf kararlar bekleyenler de war. Anında görüntü warken tüm ekiplerin lehinde aleyhinde değişik kararlara nasıl warıldığına kuşkuyla bakanlar da.

Hal ve gidiş böyle olunca festival havasında geçecek maçların önüne geçiyor war. Şölen tadındaki futbolun seyirciye hoş vakit geçirtmesi engelleniyor. Bu kompleksli yapının özellikle kendilerine emanet edilen bu hakkı, hizmet kalitesini yükselterek hakkaniyet çerçevesinde dağıtması gerekirken kendilerini belli standartlara oturtmaya çalışıyorlar. Diyenler de var.

Tüm savlananların sonunda aidiyet sorgulamasına waran bir duruma kayıyor war. Oysa kaynaşma ortamı yaratmalıydı. Yoksa meşin yıvarlağın peşinde koşan en prestijli markalar heba olur. Onların yerlerine geçecek başka markalar war mı derseniz war ama tutmaz.

Yani meşin yuvarlağın varı yoğu eski ve köklü markalardır. Diğerleri uzun soluklu olamazlar. Kısa vadede sahalardan silinirler. Dünyada bunun çok örneği war.

Bu gerçek warcılara ve goygoyculara yüksek sesle hatırlatılmalı diyenler de var...