29 Mayıs 2020 Cuma

haziran 1


PANDEMİ VE TURİZM CENNETİ...

Pandemi reel sektörü tam duraksattı. Bacasız sanayi turizmi de. Mevsim öncesi olmasına rağmen belirsizlik hala devam ediyor. O yüzden yaz, deniz, yayla, tarih, kültür, sağlık turizminde, devam eden pandemi ve sonrasına dair akıl ve bilim ölçütlerinde planlama gerekiyor....

Memleketin zengin turizm ve ticaret potansiyeli gerçeğine sığınıp beklemekle olmayacağı açık. Çünkü her yıl elli milyonun üzerinde turisti misafir eden bir sektör söz konusu. Oluruna bırakılırsa kan kaybedilir. Sektör yaklaşık kırk, elli milyar dolarlık bir ekonomik girdiye sahip. Pandemiyi çözmekte gecikilirse para kazanılamaz...

Zaten ilk koronavirüs vakası peşine uygulanmayan karantina yüzünden salgın turizmi de vurdu. Böylece turizmde fırsat yakalama imkanı da kısmen kaybedildi. Oysa özellikle Avrupa'nın salgından aşırı derecede etkilenmesi dış turizmi cazip hale getirmişti. Ancak şimdi şu cennet memleket bu turist akınından arzuladığınca ve yeterince yararlanamayabilir. Gidişata göre komşu Yunanlılar yaz ve deniz turizminde bir adım önde gibi.

Diğer turizm alanlarında memleket dünya ile başabaş. Özellikle sağlık turizminde ise önde. Gerek pandemiyle olumlu bulunan mücadele, akılcı sağlık yatırımları, teşhis ve tedavideki önderlik, geçmiş yılların başarılı performansı bu alandaki avantajı devam ettiriyor gibi.

Bunda gerek aracı firmaların ve gerekse özel üniversite hastanelerinin tanıtımları, tanıtımların uluslararası düzeyde ve çeşitli kanallardan artırılarak yapılması sektörün önünü açacak gibi. Sosyal medya, dijital tanıtım, özel konsept programlar yurtdışı eksenli olduğundan sağlık turizmi mutlaka hareketlenecektir. Yani istenen ivme kısa sürede yakalanabilir.

Tanıtımın yanısıra özellikle otel, butik otel, apartlar vasıtasıyla yeterli konaklama ve diğer lojistik hizmetlerle desteklenen sağlık turizmi pandemi öncesi konumunu korur.

Ayrıca her çeşit bölgesel turizm de teşvik edilmelidir. Çünkü turizmin geliştirilmesi, bölgesel ticaret ve sosyal yaşamı da yakından etkiler. Güçlendirir.

Pandemi sonrası her ülke, her bölge, her sektör için yapyeni bir dönem. Değişen dünyada devletlere ve hükümetlere büyük iş düşüyor. O nedenle turizmde bakanlık düzeyinde çokuluslu koordinasyona ve özel anlaşmalara gereksinim var. Bunun için de başta dünya ile iyi geçinmek şart. Anca barışı önde tutan bir politikayla, resmi özel kurumlarda aranan kriterleri yükselterek hazır hale gelinmesi turizmi canlandırır.

Turizmin lokomotifi görülenler dışında doğa, kış, dağcılık, mağara, termal, din, spor, kongre turizmi gibi çeşitlendirilebilecek her alanda turist çekebilen sistem dizaynı ve güncellemeleri bir an evvel yapılmalıdır. Olanların yanı sıra farklı turizm alternatifleri bulunmalı ve turistlere sunulmalıdır. Her türlü turizmde cazip seçenekleri bulunan memleket olma hali pandemi süreci ve sonrasında hakkıyla değerlendirilmelidir.

Elbette pandemi turizm maliyetlerini de ağırlaştırmıştır. O yüzden artan maliyeti ortaklaşa yüklenebilecek bir ekonomik model de geliştirilmelidir.

İlk başta döviz kuru nedeniyle doğan negatif etki giderilmeli, komşu ülkelerin turistlere sunduğu imkânlar ve fiyat aralığı mutlaka eşitlenmelidir.

Görünen turizm sektörü pandemi ve pandemi sonrası çok zorlanacak. Belki bocalayacak. Ama çıkış yolunu süreç içinde kesinlikle bulacaktır.

Memleketin turizm cenneti olma durumu özverili girişimlerle güçlenerek devam edecektir...
PANDEMİK TARIM, SİSTEMATİK ÜRETİM...

Pandemi vuralı beri 2020 yılı, şu zengin memlekette dünyaya koşut, her sektörel alanda kayıp yıl. Özellikle üretim açısından. Hele tarım da tam panik. Pandemik tarım, sistematik üretim şart ama hasada dönük zemin ve temin şimdilik yok gibi...

Kainat yüzyılın en acı gerçekliğine ev sahipliği yaptı, yapıyor. Evlerden dışarı pandemi, Korona, korunma peşindeyken ekim dikim ayları ne yazık ki geçip gitti. Zamanın tozu atıldı ama tohumlar toprağa atılamadı. Fideler bahçelere, seralara dikilemedi. İlaçlar ve gübreler atılamadı. Sözün özü hasat tehlikede. Yani tarımda çaresizlik diz boyu.

Memlekette resmen tarım sahipsiz, devlet de desteklemiyor havası hakim. Yaklaşık yirmi yıldır mesele havada asılı. Orada burada hava atanlar her seçimde oyları yine ayni yere gömünce, her hasat dönemi topluca ağlanıyor. Sonra diğer hasat bekleniyor. Bu arada organik toprak beslemesi ve yerli tohum güçlendirmesi bile yapılmıyor.
Tarımda kalite giderek bozuluyor. Tüm bunlara pandemi saldırısı da eklenince durum hepten vahim.

Zaten on yıllardır ortaklaşa, birlikte değer üretme, birlikte tüketme dinamiği sığ bir anlayışla, köktenci bir duruşla sürekli sekterlendi...

Oysa tarım sosyal ve kalkınma odaklı sektör. Ekonomik kalkınmanın ince ayarı. Yaşam kaynağı. Kolaycıl kolektivizmin üretici damarı. Bu damarlar yıllar yılı tıkandı. Kanalları açacak ve müstahsili rahatlatacak birlikler ve kooperatifler zaman içinde bitirildi. Ve tarım da bitti.

Pandemiyle birlikte asla tarımsız olmayacağı da ortaya çıktı...

Pandemiyle tarımda değişim ve dönüşüm özgürlüğü, rantabl sistematik üretim aciliyeti aşırı önem kazandı. Pandemik tarımla istihdam yaratma, üretilen ürünleri, doğal kaynakları rantabl kullanma, tarımsal yatırımlar gerçekleştirme ve ekonomiyi sürdürülebilir ve kalkınabilir kılmanın gerçekleştirilebileceği anlaşıldı. Yani yarınların esenliği öncelikle tarıma bağlı. Geç kalınmış olsa da bir yerlerden başlanmalı...

Bu gün dünya işte tam o aşamada. Bitişi ve başlangıcı gördü. Yerküre korona ile çalkalanırken, hızla büyüyen ekonomi olmanın ilk hamlesi tarım. Şu zengin memlekette sosyal ve toplumsal hayat bu atılıma da uygun. Üretilenden nasiplenmek ise herkesin ana gayesi.

Ana gaye daima buydu ancak neden ise fakir bırakılmaya, gerileştirilmeye özen gösterilen şu zengin memlekette tarım hep tırpanlandı. Etkin ve sürdürülebilir tarım sanki özellikle darbelendi. Emperyalistlerce en başta korkulan yarımsal üretim oldu. Bu yüzden memleket büyürken tarım alanları küçüldü, küçültüldü, küçülttürüldü. Mahsuller kotalandı...

Ve bu tarihsel zıtlık Dünya ile entegre olmanın gereği adledildi. Bu yanlış ve yanıltıcı algıyla tarımda dışa bağımlılığın yolları açıldı. Açıktan açığa sömürülme benimsendi…

Küresel sermaye ve emperyal güçler bu kadarla da yetinmeyerek, tarımsal üretimin her aşamasını denetledi ve kontrol etti. Hatta acımasızca tarım üreticilerini resmen batıran alım fiyatları uygulandı. Uygulatıldı. Sözde her yeni adımla tarım için süreç tersine ve dip yapmaya dönük işletildi.

Ancak pandemi pik yapınca tarımda dibe vurmuşluk, akla ilk takılan mesele oldu. Çünkü koronavirüs avuç kadar toprağı olanın aklını başına devşirdi. Ekim dikim prensipleri kurtuluş olarak benimsenmeye başlandı. Açıkçası egemenlerce ‘...gıdayı kontrol eden insanları kontrol eder’ denmesi kimselere dokunmazken, pandemiyle birikimler ve birikmişler bir anda bitince ucu herkese dokundu. Ve tarım çare görülmeye başlandı. Ayrıca çokuluslu sermayenin kendine bile çare olmadığı tescillenince, memlekete kaç yıla mal olduğu belirsiz tarımdan kopuşun hesapları içten içe yapılmaya başlandı.

Bu nedenle şimdiden yarına nicel ve nitel manada tarım seferberliği kaçınılmaz gereklilik. Tarımsal devrim ilk yapılması gereken devrim. Kısmen yaşanıyor zaten.

Taromın temel girdi maliyetlerinin yüksekliği yüzünden şehirlerde veya kırsalda küçük üretim çiftlikleri yoluyla tarımsal üretimin yaygınlaşması şart. Bu tarıma endekali yayılmanın devletçe önü açılmalı ve desteklenmeli.

Diğer yandan yıllar yılı kötülenen ve belleklerden çıkarılmaya zorlanan tarımda kooperatifleşme ve kolektivizmin artık ortak ekonomik yararlar sağlayacağı da gözetilmeli. Dünya anladı, şu zengin memlekete de usulünce anlatma zamanı...

Çünkü yaşanan pandemik travmayla alenen en başa dönüldü. Resmen on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına geri gidildi. O yüzden tarım toplumu oluşun gereği, tarım ülkesi olmanın gereği tüm gerekler bir bir yerine getirilmeli. Yani pandemik tarım, sistematik üretim.

Elbette çare var...
ÇAMUR BANYOSU

Kuzeyin güneyin, doğunun batının farklı yaşam tarzları, farklı yaşam ve yerleşim kabiliyetleri büyük kentlere göçünce elverişsiz koşullarda çamur deryasıyla boğuşan hayatlar oluştu. Rota hayatı geliştirmek ve yırtmak üzerine değişti. Sınıf atlamak. Birçok meşguliyet zaman içinde merkezileşirken çamur belasından kurtulmak epey zaman aldı. Veya anlık kararlarla hayat pahasına öncelendi. Merkezle ücra arasını çamur açtı, asfaltlama kapattı, ölüm tekrardan açtı...

O kapalı dönemlerde çatkapı Azraile bulaşıldı. Çamur banyosu dönemlerden hatıra bu arıza, minyatür yabanilik. Bir türlü yaralı bedenlerden çıkarılamadı. Çamurlu bir kılık, kıytırık kara kıyafet hiç yakışıksız, giyildi çıkarıldı. Yalnızca çamurlaşmanın ve buharlaşmanın şablonu olarak.

Her şey enseye şaplağı yiyene kadardı. Dahası da var, çamur deryasından kurtulanlar bilir o ilahi kurtuluşu da...

Öyle ki çatkapı çamur banyosu peşine, körebe taklidi ve saklambaç oyunu. Misafirlere mızıkçılık. Düdüklü şeytan yalağında yalakalık. Ebelemece. Hayatı hecelemece. Ve çocukça şeytanlıklar...

Misal çamur at izi kalsın misali. Üzerine toprak serpilmiş minyatür şehirlerde çamur deresi. Çamur deryası. Hünkâr beğendi faslı, şark kurnazlığı...

Diğer yanda çatladıkapıda, sahillerden içeri çatık kaşlı Deniz insanları. İdam sehpasına koşar adım mitolojik bedenler. Canavarlarla boğuşma ya giden cengâverler...

Karasabanla sürülmüş bir tarlada yol yordam arama yorgunluğundan, çatkapı belalara açılmak. Çamur çemberi, çamur deryası, çamur banyosu. Çamur, su ve kan. Tek hamlede kaburga kemiğinin kırılması. Kurşun deliğinden fışkıran yalazlı alev ve çamur kokusu.

Çatal dilli kurşun yağmurunda, çamuru delik deşik eden kıpırtılar. Gökyüzü çatlaması. Gök kubbede ateşkes çağrısı. Duyulur duyulmaz, çamur sessizliği. Çam kokusu cam kırılması. Madeni bir dehşet. Dellendiren kızılçam rengi ve ıhlamur kokusu. Çamur banyosuna bando mızıka. Resmen hayata mızıkçılık...

Anı anıları bir, çamura teslim olma ve can teslim etme ikilemi. Çamur deryasında açılan çukurlara kan dolması. Kan tutması. Çamur çıkmazında esrarengiz kuşatma. Dalavere versiyonu. Dört koldan kıskaç. Sonu gelmez tehlikeli oyunların mükâfatı çatkapı misafirlikler.

Misafirlere mızıkçılığın gerçek yüzü yüzsüzlük. meymenetsizlik. Meyillenilen çamur deryasına bulanma. Yüzüne gözüne bulaştırma. Arsızca hainlik. Çamurdan olmanın çırpıntısı. Çarpık çapsızlığa hizmet. Hizmetçilik. Üzerine toprak serilesi şeytanlık...

Çamur haznesinde çamur kalmayınca, şeytanın avukatlığına soyunmak. En değerli hazine sayılan ne varsa iç etmek. Hiç etmek. Kim içerler kim duvara çerçeveler hiç düşünmeden minyatürleşme. Minyatür yataklık, minyatür yabanilik.

İlahi Kurtuluş ta gecikince, tekrar tekrar çamur banyosu...

Okunmalı; Çamur, su ve kan- Halil Kara-Su Yayınları






DOĞAL DÖNGÜ

Şüphesiz doğal döngüde doğa, her şeyin kaynağı. Buyruğunun önüne geçmek imkânsız ve çok zor. İnsan da doğanın bir parçası. İnsanlığın doğaya hâkimiyet kurma güdüsü belli periyotlarda başa olmadık işler açıyor. Savunma sistemlerini felç edecek dozda ve boyutta kırım. Son pandemiyle insanlık cezalandırılma gerçekliğine tutsak...

Doğal döngüde doğa, doğal ve doğaya özgü yollardan etki ve yetki gücüne bilinçsiz başkaldırıları hiç affetmez. Hele doğal dengenin bozulmasını akla gelmedik biçimde ve ölçüde cezalandırır. Bin yıllardır öğrenilemeyen işleyiş böyle. Ayrıca dilsel dinsel ruhsal ve sınıfsal ayrım da yapmaz, onu yapanlarda insanlar...

Kâinatta kontrol edilemez bir refleks gösterir. Kitleler halinde pandemik ölçüde diyalektiğe ters düşüşün, çarpık duruşun ve evrensel bozukluğun farkına varılmasını sağlar. Kısa sürede otokontrol tamamen doğa kurgusunun eline geçer. İşte o saatten sonra sınırları aşan, varoluş düzeneğini sorgulatan günler başlar. Vazgeçilen temel ögeler bir bir anımsanır. Değişik kriter arayışları başlar bambaşka tezgahlara düşülür.

Doğal koşullara sadakatin tekrar güncellenmesi içindir tüm acıtan yaratı. Doğal döngüde doğa, yeniliğin ve gelişimin tek kaynağıdır. Her azıtışın sonunda, her taşın altında kurucu ayarlara geri dönüşün de mimarı. Bu arada doğal döngü kör ve itaatkâr nesli daha çok sallar. Polimci kazanımların hiçbir işe yaramadığını da bir güzel tesciller.

Doğal format reddedildikçe miras körkuyu adaleti ile çarçur edildikçe, emanete hıyanet başlayıp her kutlu değer iç ve hiç edildikçe doğa kanunları işler. İhtiras, vitrin ve vizyon çöküşü sanki bir yerlerden düğmeye basılmışçasına hızlanır. Her şey bir anda tersdüz olur. Tersyüz olur. Düğümler tek tek çözülür.

Bilinçaltı kuruntularla, kurucu ayarlar değiştirildikçe doğa yenilginin ve hezimetin takvimini geriye işletir, yenilenme ve hizaya gelmeyi ileriye düzenler. Umulmadık sonuçlara gebe düzelme düzeltmeyle birlikte küresel selleniş başlar.

Ve kozmozun sınırları içinde hesap kitap günleri insanlığı bekler. Akıbeti belirler...

Modernleşmenin klasik tarihini bile yeniden yazdıracak boyutta değer kaybedilir. Dünyanın oryantal akılla, kaderiymiş denilip geçilemeyecek derecede yıkımlar başlar. Rutine bağlanmış ne varsa doğa kanunlarına çarpar parçalanır. Sonra parçacıklar yeniden belirlenir. Geriye tek amaç kalır doğal şartlara uyum ve doğanın güdümünde hayatta kalma. Şüphesiz doğal döngüde doğa her muhteşem görülen ne varsa güncel öğütücüsü ve hayat aktarım düzeneğidir. Akla karayı ayıran en dürüst ve en radikal mekanizma, çağı döndüren kutlu ve kutsal kükremedir.

İşte o küskün doğal döngüde insanlık, belli süredir benzersiz biçimde eldeki olanaklarla doğaya hükmedilemeyeceğini yaşıyor.

Öğrenilecek gibi görünmüyor ama doğal gerçek on binlerce yıldır bu...



EPİK HİKÂYE, VİRÜS SALTANATI VE BAYRAM…    

Saldırgan virüs saltanatında, yaşanan epik hikâyelerden yeni başlangıçlara geçiş devri. Tarihe geçen bu illet vakadan dolayı bayramlarda ev hapsi. Karantina. Geçici süre, virüs geçene kadar. Vakitli vakitsiz ve art niyetsiz, anakara kıyılarında bayramlarla vedalaşma. Hatta virüs felaketi yüzünden, aklı kurcalayan hatıralara ara. Sonrasında takipli takipsiz yolculuklar…

Devir kalp kırıklığının ötesinde silik maceralardan ibaret mecralara, ibretlik manzaralara ister istemez bulaşma devri. Demek bunlar da gelecekti başa, geldi geçti. Şimdinin hali virüssel azaptan ve gazaptan kurtulma acelesi. Buhranın ritmini biraz yavaşlatma. Düşler rıhtımında virüs batağına düşmeden başka bayramlara yelken açma.

Ama tüm bunlara karşın hala bin yılda bir karşılaşılan epik hikâye, virüs saltanatı ve bayram üçgenindeki bu çok garip manzaraya makam arama derdi. Ne gerekse...

Oysa bütün dengeleri bozan, kötüye işaret gece karanlığına bayramlık işaret fişeği çakılmalı. Çünkü sahili döven hırçın dalgaların, kara bulutların ufku kaplayışına müjde gerek. Ve meraklara meram sunma. Melezi merkezi evrende kapkara bir nokta. Hayat işte o kara lekeden ibaret gözüpekliği. Ve tam ibretlik bir bayram. Bayramlaşamadan evde karantina…

Evde kalıp hayatı toptan değiştirmek için kulaktan kulağa üflenmiş eksik bir hikâye bu; memlekete çoktan yayılmış virüse ve kayboluş uğultusuna dosdoğru karşı çıkış. Derme çatma hayatın içine içine düşen virüssel kargaşa ve kasırgaya direniş. Hayata yeniden başlayış azmi. Evde kalmaktan başka çare yok, bayram da olsa izlenimi…

Deniz kabuklarıyla örülü bir mezara bulaşmaktansa maksadı belli evde bayramın makus talihe katkısı olacağına inanmak. Maksadı aşan biçimde hayattan mezun olmamak ya da hayata çakılmamak için. Evla olan nereye ait olunduğu belirsiz bir yeniyetme kaçamağı yaşamaktan ise bayram karantinasına harfiyen uymak. Virüs insafsızlığına bizzat uğramak, kör talih deyip buruk anılarda hayalet ve adalet arasında cirit oynamaktansa evde bayramlara rıza göstermek. Virüs saltanatını elbirliğiyle yıkmak için saflaşmak. İşte epik hikâyenin özü bu…

Civarı etkileyen ciltler dolgusu saygısızlık ve salt düşüncesizlikten ibaret. İbrasızlık virüs batağında yatıyor zaten. Bu yüzden bayramlarla ataktan kurtulma, gizlice saygınlıkları budama olmamalı. Budalaca sempati yoksulluğunu baş göz üstüne kabulleniş hiç. Erken bastırılması gerekli içgüdünün her yeni başlangıca yeni epik bir hikâye düzmesi belki. Bu ne dümen kırmak ne bayramlaşmamak meselesi. Mesele virüs doğurganlığını kırmak…

Rahatsızlık veren ibretlik bağ kurma veya kuramama ayıbı. Hiçlikten gelme, hiçlikte anlık gerileyiş ve küllerinden diriliş. Virüs döşeli çorak arazide, bitik ve bitkin düşürecek arsız bayram samimiyetlerini de bu yüzden erteleme. İlanlara düşen ibretlik bataklık hikâyelerinin ve kızılcık şerbetini yudumlamanın terki...

Ayıp, kayıp, sayıp ortamında, sisli kaldırımlarda ipsiz sapsız dolaşmaları, aptalca ihtirasları, ibretlik delilikleri virüs tuzağında bırakmak ve sonrasında hangi epik hikâyenin derin bataklığıysa batılan son hamle kurtulmak. Kurtulmak için bayram işte o bayram…

Şimdi küçük detaylara kapılmanın sarhoşluğuyla, devrin derinliğinde güzelden kopuş, loş ışıkta dökme pik korkuluklara asılan giderilemez gerginlik. Eceline susamış epik bir hikâye. Dört bir yanda pik yapan, hikâyeden kahramanlığa soyunan virüsün hikâyesi bitmek üzere. Pandemik bulaşıklığın hiç manası yok.  Manasızca düşüp mermer bir minyatür olma ve minyatürleşme keşkesi olmayan bir durum. Ölüm korkusuna ve davetsiz misafir virüsün hissedilmez kokusuna ille de bir bayram öpücüğü. İbrete şayan arınma işte bu bayram…
                                                                                                              
Hele izinsiz mülklere girişin, içgüdüsel koruma ve korunmadan ibaret insanlıktan çıkışın, ağır şüphe anlarına dalışın nedeni bilinçsiz cüret veya bilinçli kötü niyet. Bu iyi niyetli bayram tutkusu tutsaklığı ve keskin telaşın kesilmesi, virüs saltanatına teslim bayrağını çekmemek. Çile çekmekten ise kör yasakların en ağırını çekmek ve  yasakları çiğnememek özgür bayramlara erişmekle koşut inisiyatif.

Bu yasaklı bayramların altın varaklı kitaplara girebilmesi için olaya doğru bakış, doğru kararlar alma, geleceğe doğru yön verme ve epik hikâyelerin devamını da okumak şart. Özellikle virüs saltanatına son vermek için evde bayram sonrasını iyi okumak.

Ederi hederi, geliri gideri hepsi bu…


                                                                                              



SAĞDUYULU BAYRAM, SOLDUYULU SEYRAN...

Pandemi yüzünden sağcı bir iktidarda, memleketin tastamamı sağduyulu bir bayram geçiriyor. Millet sağduyusal bir eğilimle belki de geçmiş binbeşyüz yılın ve gelecek bin yılların bayramları içinde bir ilki yaşıyor. Evde karantinada bayramseyran…

Bütün alışkanlıklarını, kazanımlarını hap gibi yutan millet, bayram seyran neyime havasında suskun. Yani sağduyusuz bir kabulleniş içinde. Man of Sense bolluğundan suskunluk pik yapmış halde. Ancak milletin sağduyusu, Descartes'ten bu yana akılla, doğru ve yanlışı ayırma, doğru yargılama pratiği olarak anlamlandırılan sağduyudan gittikçe uzaklaşıyor.

Sağduyu hepten sağcılaşarak, sağaltıcı değerleri bile solduran, milleti solculaştıran bir içerik kazanıyor…

Kazanıyor çünkü, memleketin on yıllardır duyup, görüp, yaşanan gerçekliği şu; Milletin çoğunluğu veya zahir ekseriyeti sağcı. Dünya ölçeğinde en sağlıklı bir memleket ve sağ ağırlıklı bir millet. Ama övünülen sağduyusu eksik ve esrik. O yüzden sol duyuya da gereksinim var. Her zorda kalındığında solu yermek yerine hiç değilse, atma, çatma, suçlama kompleksinden kurtulmak için...

Memleketin duyusal ve duygusal sağlaması yapıldığında merkezi suç aslında topluca sağın. Bozbozuk düzenin, aksak gelişimin, geri kalışın, gerici oluşun, yoksul ve yoksun ilerleyişin tek sorumlusu sağcı idareler. Sağ iktidarlar. Ama milletin üçte ikisi sağcı olunca ve sağduyu ilerici ve demokrat düzeyde toplumsallık yansıtmayınca her çıkan kriz ve kaos, her çıkarılan yangın solun üzerine kalıyor. Bırakılıyor. Memleket siyaseti sağa saplanıyor, anında soluna dönüyor. Suç kapatmak, günah gizlemek maksatlı sebepsiz hırslanıyor, hayıflanıyor. Millet zaten en baştan, yüzyıldır bu saldırganlığa razı. Ve alan satan razı piyasası…

Oysa sağduyu, doğru bakış ve ciddi duruş meselesi. Kapsadıklarıyla hep iyi anlamlar içeren bir kavram. Ama onun da içini boşaltan sağcılar. Sağduyu sağcılaştırılarak aidiyet ve mülkiyet hissiyle bezenerek sağla özdeşleştirilmiş. Her sıkıntılı ve çapraşık dönemleri ve teslimiyetçi süreci işletme başvurusu ve mekanizması haline getirilmiş. Zekâ ve kavrama yeteneğini kullanmayan köreltilmiş sağduyu egemenliği kurulmuş...

Sağduyu, planlı programlı argümanlarla resmen gericileştirilmiş. Her türlü haklı ve doğru eylemliliğin önüne barikat, militarist set ve oligarşik güç olarak geçirilmiş. Memlekette çoğunluk sağ olduğundan sağ eğilimlerin emrine göre şekillendirilmiş. Öyle ki memlekette, millete ve memlekete yapılan yanlışların bile doğrulayan önermesi, solun suçlu öngörülmesi bağlamında kullanmış. Yani memleketin sağcı portföyüne çoklu destek hep sağduyu merkezli.

Sağduyu ne yazık ki, büyük yanlışlar ve hatalardan kolayca sıyrılma mekanizması, özellikle din ve mezhep tabanlı sezgi karmaşası, arsız algı projeksiyonu, özgüven ve özgürleşmeyi eksiltme, ezberci ve düşünmeme dürtüsü olmuş.

Elbette sağduyu daima fikir saptırma, hedef kaydırma kanalı kabilinde kullanılınca her devirde kula kulluk operasyonlarına da katkı sunmuş. Hal böyle olunca memleketin sağduyusuna güvenmekte doğal olarak bir güzel zedelenmiş. Çünkü kategorik birikimlenme daima sağdan yana olunca memlekette sağduyu kalıplaşması belirgin hal almış. Yani sağduyu sağa kanalize olup, duyduğuna kanarsa, sorgusuz sualsiz sağa akarsa, sağcıl içselleştirme güncelenir. Bir yere kadar iki gönül bir olunca samanlık seyran olur. En küçük bir yanılma ve aldatma söz konusu olduğunda da şımarıkça ve nefret bazlı karşılıklı suçlamalar pozuna girilir.

İşte bu girizgahta her ne hikmetse hemen hiç dahli olmayan solu yıpratma pozisyonuna geçilir…

Dolayısıyla yekpare sağduyulu düzenekte güçler dengesinin bozulmasının faturası bile sola kesiliyor. İşte on yıllardır hayic ve bariz durum bu. Yani sağduyu denilen öznel ve nesnel çarpıklık şu garip memlekette her zaman sağın namı ve hesabına çalışıyor. Aslı astarı üstün rol becerisi olan ve duyu ötesi keseden harcama pek makbul karşılanıyor. Akla ve bilime asla kulak asmayan amansızlığın tabanı sağduyu olunca da her şekil ve şartta sola saldırma özentisi palazlanıyor.

İşte o yüzden milletin memleketin sağduyusu denilince anında sol düşünmek gerekiyor. Millet toptan sağcı ne der, sağduyu reaksiyonu ne olur hiç düşünmeden dünyaya ve memlekete sol pencereden bakmak gerekir. Milleti solduyuyla tanıştırmak ve sol değerlerle buluşturmak gerekir.

Değil mi ki, milli ve dini bayramların bile sağcılaştırıldığı veya öyle aksettirildiği bir dönemde sağduyu evlerine kapanmış, dürtsen kıpraşmıyor. Öyleyse sağduyu buysa, solduyuyu egemen kılmak gerekiyor. Solun egemenliğini kurmak için, sağduyulaşmamak.

Hiç olmazsa sağduyulu-solduyulu bayramlar için. Millet memleket önyargısız bayramlaşabilmek için...

24 Mayıs 2020 Pazar

VİRÜSSEL BAYRAM FORMATI...


Böylesi bir bayram ilk. Belki de tek. Bu sarmalda ne yazılır ne dilenebilir ki; ‘Bayramlar bayram ola’ demekten başka…
 
Koronavirüs, yaşamın anlamlı ve neşeli yanlarını da çökertti. Zar zor, zor günlerden geçiyor memleket. Milli ve manevi değerler yine de pelerinli bir karanlığın arasından, masum güzellikler sunuyor millete. Nefeslik. Mecburiyetten yüzyılın en vahim vakası sonrasına ertelendi her şey. Bayramlar da. Kutlu olsun…
 
Kutlu olsun, mutlu kalınsın ilelebet. İllet perspektifinde, katı ama gerekli prensiplerle güncellenen bir bayram. Böyle bir bayramı yaşamak da varmış kaderde. Keyfe keder bir bayram yaşanmayacak olsa da yine bayram. Bayram pek kalender olsa da hala kabına sığmazlık veriyor gönüllere. Hem de şu hiçlik atmosferinde. Ateş tarlasında ruhlara saplanan daraltı birkaç günlük olsa da bayram izninde. Şükür…
 
Kuvvetle ihtimal bayram sonrası bambaşka dertler çalacak kapıları. Misli misline savurmaların, hangi kerteye varacağı ise belirsiz. Kallavi yaşam çözümsüzlüğü yine bayram mağdurlarının üzerine yıkacak gibi. Kutlu olsun…
 
Bu tafsiratı affedilmez, tahsilat yığılması diğer bayrama kadar kaderperver açılımlar sunacak gibi insanlığa. Kutlu bayram ağzı ile söylenmesi gerekenlerde; mistik havaya da fesat bulaşmasın temennisi. Temkinli cesaretin telef edilmemesi. Himaye türü harcanmışlıklarla dirlik ve düzenin kaybolmaması. Dillerde devinen manevi değer, milli ruh beyanlarının bayat heveslere bulaştırılmaması. Dilek ve temenni, gelenek ve görenek göreceliğinin de sendelenmemesi. Seneye devresinde virüssüz bayramlara…
 
Koronavirüsün bulaştığı, ışık hızıyla yaygınlaştığı, yaşamın içine yerleştiği şu tehditkâr günlerde tedbirli bayram formatı. Bayramların ihtişamına pek layık görülmese de, yasaklı bayramlar önce insan tasarımlı ve makul taslak. Zaten yıl felaketler yılı. Devlet refleksi bu kez doğru ve kabul düzeyinde.
 
Bu bayram kabul ve ağırlama fakirliği fukaralığı ile geçecek. Ancak koronavirüs illeti bayram edemeyecek. Emanete hıyanet embesilleri hariç bugünlerin emaresi hikâyesi hep hayra yorulacak. On yıllardır hayal kırıklığı yaşayanlara bu bayram virüs bulaşmayacak. Tez antitez bağlamında vaziyet kurtarılacak. Ne mutlu…
 
Mutlu bayramlar dilekleriyle hezeyana ve galeyana birkaç günlük nefes teneffüsü. Müstesna günlerden geçildiğini unutturan teşvikli müzakerelere de es. Esef verici itham ve ithamlara da. Bariz bayram ayarı. Sağlıksız rejim hususiyeti ve mukadderat muştusuna virüssel bayram formatı…
 
Formaliteden de olsa istismar ve istibdada vaziyet alış. İyi ki zorunlu yasak olsa da bayramlar var. Bayramlar Bayram Ola…
 
Ol vakit bu virüs salgını alt edilir. Psikolojik ve fizyolojik travma, tinsel ve tensel mahrumiyet biter. Zihinsel disiplin bambaşka bayramlara bilindik bayramlaşmalara kilitlenir. İlahi gücün takdiri. Çift sütuna manşet. Tarifsiz ve talihsiz mahkumiyet ve hürriyet.
 
Koronavirüs menşeli, hürriyetsiz bayramlar yaşamak da varmış memlekete. Millete, preslenmiş milli-dini bayramlar. Virüs formatı. Bayram formatı. Manevi cendereden kurtuluş yakın. Yarınlarda…
 
Gelecek kutlu ve mutlu günlere özlemle. İyi bayramlar…

19 Mayıs 2020 Salı

mayıs20-4


VİRA VİRAJ-VİRÜS…

Hiç olmadık hiç beklenmedik zamanda dünyayı çarpan virüssel şeyler, hayatı her şeyi ile ele geçirdi. Hayatları silkeledi. Davetsiz misafir yüzünden, dünya son sürat keskin viraja girdi. Bundan sonrasında ya hayat değişecek ya da aşırı hız heveslisi kalın kafalar. Çünkü harika dönemler bitti. Deniz bitti. Oyun bitti. Sanki acayip ürkütücü, boğuk korkutucu günler boşalacak hayatın içine içine…

Haliyle ilk fırsatta hayatları, toplumları, toprakları kontrol eden egemen sermaye, arada geçen bu ölü zamanları diriltmek için yeni varyasyonlar deneyecek. Akla hayale gelmez metotlar deneyimleyecek. Datalar ve katalarla belki de virüse bağlı virajları çoğaltacak. Belki de eriyen sermayeden ötürü, götürü ve gölgeli oyunlar zamanı zuhur edecek.

Sistemle en ufak derdi olmayan virüssel yaşam, yaşamak adına evrim geçirecek. Evrimleşecek. Virajdan viraja savrulan hayatlar, devrimi aklına bile getiremeyecek. Veya getirmeden bir anda devrimleşecek. Belki senaryo böyle değil ama proje budur diyenler artacak. Önce unuttur ve uyut. Peşine usuldan umut serbest piyasa da paralanacak.  

Sonra karşı konulamaz denli baskılar, hem de virajın en düzlüğünde resmen faşizm. Hayatın içine içine zulüm. Açıkça montaj sanayi. Hayatın bir parçası denilip çelik tırpan. Viraj edebiyatı…

Zaten on yıllar boyunca elde ne varsa, neredeyse yok ettiler. Bitirdiler. Kâh habersiz kâh asla izin almadan. Kilitli kapılar ardında. Belki de özel anlaşmalarla. Yöneten ve yönetemeyen hastalığı işte bu. Bulaşmış bir kere virüs…

Bu virüs günlerinden sonra eskiye dönmek çok zor. Gerisin geri giderek viraj geçmek ise uçurumdan aşağı uçma durumu. Kurtulamamak. Tek çare var ileri, tam yol ileri. Şanlı ve şanslı günler adına, hayatın, ele geçirilmiş hayatın, dikine dikine...

Bu virüs-viraj meselesi kime nasıl etki eder, bu dönem sistematiği, bu dönemeç dinamiği kimleri eritir kimleri yaratır yakında anlaşılır. Viraj fobisi, virüs fobisi,  arbitraj lobisi kimi kapar görülür. Zincirli kaçamaklarla kim kaçar, mertçe kim dayanır anında hissedilir. Ve birdenbire kriz üstü krizler patlar. Ve toplumsal spazm. Şeytani dürtülerle, giderek daha da bir karmaşa. Oyun üstüne oyun. Her şey sil baştan…

Testi, teksti, terkibi şiddetli kargaşanın, bitmeyen kavganın yakıcılığında akılcılık. Oysa keskin virajlarda, vites küçültme bile yok. Beklenmedik bir gidişat. Zaten bu virüssel şeyler etkiledi, etkiledi ama pek de etkilemedi arasında bir noktada insanlık. Kalmadı gibi…

Geneli vuran sıkıntı biraz biraz belirdi, seçmece oyunlar içinden bu oyun seçildi. Belki de virüs terfi ettirildi. Telafisi bulunur denildi. Hayatların terbiyesi ve dünyanın yeniden tesisi için, insana uzak ve çok yabancı gelmeyen davetsiz misafirler işleri berbat etti...

Bu tozzerre davetliler veya davetsizlerin eliyle ele geçirildi tüm hayatlar. Şüpheli haller, şükür şükran günleri, silme gelecek günler kör karanlığın içinde. Şimdi zifiri karanlıkta gören gözlükleri takıp, kalın kafaları dağıtıp, olmadık beklenmedik bu virüssel varyeteyi ve perde arkasını iyi gözlemlemek dönemi.

Çünkü hayatlar yakın zamanda tam değişecek. Viraj viraj dünya vira değişecek. Tüm mücadele insanlığa ait ve en uygun olanı seçmek ve kurgulamak olacak. Yani yine kuru gürültüye gitmemek gerek. Bu gereklilik düzeyinde dikkat çekici nokta sergilenenler hala basit. Ve basmakalıp küçük oyunlar. Tepe taban şu aldanma kabiliyetini bırakmak gerek. Veya kabiliyetsizliği. Kabiliyeti kendiliğinden vertigo virajlar ve takip eden virajlar için kullanmak gerek. Virüs bir şekilde halledilse de, bu vira virajlar, kalın kafalılığı kaldırmaz.

Hayatın içine vira viraj-virüs dağılmış. Hala ayni kaf ayni kafa. İvedilikle değişmek gerek…






MEDENİYET TEK DİŞİ KALSA DA…

Medeniyete uzak milletler veya medenileşmeyi gereksiz gören ve öcü sanan devletler, medeni olan millet ve devletlerin ilelebet kölesi olurlar. Hizmetli kalırlar. Ayakları altında ezilirler. Medeniyet, tek dişi kalmış olsa da medeniyettir...
                                                                                        
"Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır."

Tanıdı da. Çünkü medeniyet zıtlıkları birler. Medeniyet nehir havzalarında gelişir, havayı toprağı kuşatır. Gereksizler yüzünden gelişim süreçleri daima inkıtaa ya uğrar. Sık sık meri medeniyetler diğer ulusları kontrole yeltenir. Geri bırakır. Gericileştirir. Ve kararan ortamlarda medeniyet felaket olur yağar.

" Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır."

İlk medeniyetlerden bu yana milletler, kaynaklı kaynaksız istikrarsızlaşma ile boğuşur. İstim üzerinde savaşlarla zenginleşme yolu seçer. Bu seçkin olmayan tavır, doğal olarak yaygınlaşır ve dünya intizamı kaybedilir. Medeniyetten uzaklaşılır. Oysa "Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için yeterlidir." Ama emir ve yetki bunalımları ile dünya cehenneme döner.

İnsanlık medeniyetinin ölçüsünü kaçırdıkça, başka hazineler arayışı ve bulma girişimleri ile yeryüzüne savaşçıl ihtiras yayılır. İstila yayılır. İşgaller başlar. Bu medeniyet kurma ve demokrasi getirme gayesinden çok sömürme hamlesidir. Suyun aktığı topraklarda yaşayan ve yaşatan değerlere, sahip olma gayesidir. İşte o zaman gerçek medeniyet kimdeymiş ortaya çıkar.

" Biz dünya medeniyeti ailesi içinde bulunuyoruz. Medeniyetin bütün icaplarını tatbik edeceğiz." Bu medeniyet tatbiki elbette Sümerlerden bu yana kaydı düşülen, medeniyet kısmından faydalanılmış yöntemlerin tatbikidir. Emperyal kuşatmaların değil. Elbette bu millete bu yakışır. Diğerleri yakışmaz.

Tarımsal devrimin gerçekleştiği andan itibaren, coğrafyaları kuşatan ve gelişen medeniyetin sahiplenilmesidir medenilik. Uygar olmanın gereğidir medeniyete sahip çıkmak. Aksi halde medeniyetleri yok eden, kontrolcü, merkeziyetçi madenci, medeni yanılmanın temsilcisi olunur. İşte bu ayrım hakkıyla yapılmadıkça, medeni ölçülerde ayrıntılar düzenlenmedikçe iş çok farklı istikametlere gider.

Bağımsızlık elden uçar. Çokuluslu sermayenin paratipik bağlısı, tam bağımlısı haline gelinir. Doğu ve batı kıyaslamasında ise para ve tecrit büyük rol oynar. Seçmeler, seçimler güdükleşir. Kirişler kırıldıktan sonra "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış" tasvirlerine sığınılır. Çünkü savaş, kan ve ölüm kuşatır medeniyetleri. Bölme ve parçalama aşamasına gelmiştir egemen dünya. Öncesi ve sonrasında ise savaşçı ama medeni girişimlerle yedi düvel hizaya çekilir…

Saygın ve medeniyet temsilcisi millet olmak, medeniyetler tarihindeki rollere bağlıdır biraz da. Bariz biçimde red ve kabul mekanizması da medenileşme sürecini belirler. Bu coğrafyada dava kutsal davadır, ölene dek sürdürülür…

" Memleket mutlaka modern, medeni ve yeni olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır.”

SÜREKLİ DEVRİM                                            

Saltanata, sultancı merkezi otoriteye ve faşizan disiplinine isyanın ve envaı çeşit düşmanla savaşımın, açık işgallere ve topyekûn istilaya en zor şartlarda karşı koyuşun sürekliliğidir devrim. Devrimcilik. Aşkla ilerlenir devrimci yolda...

" O millet aşkı ki her şeye rağmen içimizde sönmez bir kuvvet, dayanıklılık ve ateş kaynağıdır."

Sistemin devamlılığı ve istikrarı adına hazırlanan zeminde, en çatışmasız yoldur inkılaplar...

"İnkılap, Türk ulusunun son yıllarda, asırlarca geri bırakılmış kurumlarını yıkarak yerlerine, ulusun en yüksek uygarlık düzeyine ilerlemesini sağlayacak yeni kurumlar koymaktır."

Akıl ve bilimle, ritmik biçimde sahneye koyulan ve koordine edilen devrimci direnç doğruyu yaptığı görüldükçe kabullenilir. Devrime giden yoldur bu medeni uzlaşı. Medeniyeti herkese veren ve ulaştıran metottur devrim.

"Medeniyet yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır..."

Her yenilik savaşlardan öte hesaplaşa hesaplaşa güncellenir. Gündeme girer, yerli yerine sabitlenir. Can acıtır bazen. Acıtsa da hesap bilmek çok önemlidir. Devrime inanmak gerekir.

" Bütün dünya bilsin ki benim için bir yandaşlık vardır Cumhuriyet yandaşlığı. Düşünsel ve toplumsal Devrim yandaşlığı. Bu noktada yeni Türkiye topluluğunda bir bireyi bile bunun dışında düşünmek istemiyorum..."

Düşünsel manada en derine dokunmaktır devrimsel atak. Bütün atılımlar savaş oyunlarını da çok iyi bilen kahramanların, önderlerin, devrimci karakteri ile özdeşleşir. Devrimleşir…

" Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların amacı Cumhuriyeti, halkı tamamen çağımıza uygun ve bütün mana ve biçimiyle uygar bir toplum haline değiştirmektir."

Değişmek dünyayı doğru tahlil ve doğru ifade ile mümkündür. Estetik kaygılar taşımayan her Devrim eninde sonunda karşı devrim hamlelerine direnemez. Kaybeder. O yüzden iyimser veya kötümser tüm tartışmaları açık akıl ve yerinde kararlarla kapatmak gerekir. Çünkü kaybı tersine çevirmektir devrimcilik. Devamlılığı olan devrim devrimdir, ilerlemedir. Sürekli devrim, devrimdir.

" Milletimiz her güçlük ve zorluk karşısında durmadan ilerlemekte ve yükselmektedir. Büyük Türk milletinin bu yoldaki hızını, her vasıtayla arttırmaya çalışmak bizim hepimizin kutlu vazifesidir..."

Dış dünya baskıları hala ısrarla sürüyorsa Devrim amacına ulaşmış demektir. Devrim ritmi sürdürülüyor demektir. Kesintisiz devrim yaşatılmak istenmese de içten içe hala militanları var demektir. Yani Devrim yapıldı, Devrim yaptım demekle Devrim olmaz. Devrimciliğin özü bizzat Devrim olunmasıdır…

" Devrimin amacını kavramış olanlar, sürekli olarak onu koruma gücüne sahip olacaklardır."

Koruyan görünüp yıkan, yad ediyor görünüp yakan, daima dış göze güvenen iç dünyaları yıkan, kendi tipini yaratan teba hale getiren zilliyetle Devrim, sürekli devrim gerçekleştirilemez…

" Asıl önemli olan bu memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden içerdeki cephenin suskunluğudur."

Onun için her devrimci davada ilk olarak söylenir; Susma sustukça, sıra...












KUTLU ZAFERLER...

Dünya düzenini kuran zaferler vardır. Ama dünya düzenini ve devletlerin ahengini bozan karşı zaferler de. Araç amaç meselesi...

" Hiçbir zafer amaç değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir amacı elde etmek için belli başlı bir vasıtadır."

Vasat bir dünya görüşü ile elde edilen zaferler, büyük savaşlardan sonra elde edilmiş olsalar da sürekliliği olmaz. Entrikacılar ve ihanetler yüzünden çok kısa zamanda her şeyin sonu gelir. Meydan hiç kalmayacaklara, hiç hak etmeyenlere kalır.

"Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem, yeni bir dünya doğmalıdır. Doğar. Yoksa başlı başına bir zafer boşa gitmiş bir gayret olur."

Yenidünya düzeni ihtirası, gelmiş geçmiş tarihe malolmuş tüm zaferleri gömen bir girişimdir. Büyük sermayenin zaferidir. Kapitalizmi bütün dünyaya dayatma ve kabullendirme hoyratlığıdır. Kapitalizme hayranlık yaratma, metruk modele hayran katma gayretidir.

"Zafer, bir fikrin elde edilmesine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin istihsaline dayanmayan bir zafer payidar olamaz. O boş bir gayrettir."

Her yeni iktidar düzeni doğası gereği, verdiği savaşın gerekçelerinin doğrulanması için zaferler ister. Kendini ispat öyle veya böyle zaferin tescillenmesine bağlıdır. Ancak zaferin getirdiği zenginlik ve ganimetlerden faydalanma nedense gücünü, kaba güçle ispat edenlerin hakkıdır. Yani geniş yığınlar hangi tür zafer olursa olsun, hiçbir zafer nimetlerinden yararlanamaz. Yararlandırılmaz.

Tüm savaşlar ve zaferler tarihi göstermiştir ki maddi kazanımlar daima üst düzey, soylu kesimin emrine sunulmuştur. Asker-sivil bürokratik kurgu, paylaşımı vicdansızca ve manevi rahatlıkla tercihlendirmiştir. Yani egemen sınıf hükümranlığı en büyük payı alırken, amaçtan sapanlar aracı olmuştur. Hayatlarını hiçe sayarak savaşanlar, savaştıranların uygun gördüğü oranda zaferden pay sahibi olmuşlardır. Daima adaletli paylaşımın dışında bırakılmışlardır.
                                                               
Tehlikeye göğüs gerenler, başka her türlü maceradan hep karlı çıkanlardır. Sıradanlık işleri değildir. Nihayetinde haklı çıkanlardır. O yüzden sıradışı zaferler bu geniş yığınlara ayinler, kutsanma ve kutlanma biçiminde sirayet eder. Kutlu zaferler ile millet kendine gelir…

Yüzyıllardır, binyıllardır zenginleşme aracı savaşlar, savaşların amacı her şey pahasına zafer olmuştur. Dünya düzeni böyle kurulmuştur. Çoğu kez bu sermaye destekli savaşlarla yeni hazineler devşirmeye dayalı kurgu bozulmamıştır. Belki de hiç. Talihsiz dünyalara ve mazlum zihinlere türlü kumpaslarla hep ayni son perçinlenmiştir. Paranın rengi, kapitalin zaferi…

Uzun insanlık tarihinde bu kurulu zemberek ancak tek bir kez bozulmuştur. Yüzyıl başında 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal'in Samsun’a çıkışıyla. Çıkışla başlayan Ulusal Kurtuluş Mücadelesiyle. Kazanılan kutlu zaferle. Ve devrimlerle…



19 MAYIS; NUTKU TUTULMUŞLUKTAN, NUTKA GEÇİŞ...

Nutuk-Söylev, Türk ulusunun ve Türkiye devriminin tarihsel belgeler içindeki en büyük belgesi ve eşsiz eseridir. Savaşların, mücadelenin ve binlerce belgenin vücut bulmuş hali ve temel kaynak kitabıdır. İşgal edilmiş bir ülkede neler yapılabileceğini, zor şartlarda verilmiş mücadelenin nasıl zafere ulaşılabileceğini ayrıntılarıyla gösteren her devrimcinin el kitabı, her vatanseverin başucu kaynağıdır…

İşgal dönemlerinde bile vatanseverler olduğu gibi vatan hainlerinin de olabileceği bir gerçektir. Bunun için nutuk okunmalıdır.  Dikkatle okunmalı; düşmanla işbirliği içinde olanları, ilk fırsatta vatana ihanet edenleri, saltanatın ve hilafetin devamından yana olanları, demokratik cumhuriyete karşı olanları, devrimleri reddedenleri bizzat görmek için. Hatta kutlu kurtuluşa ve tam bağımsızlığa giden yolda, her karış toprağın nasıl kızıla boyandığını anlamak için. Özellikle gençler…

Nutuk okumak lazım, nutku tutulmuş bir imparatorluktan, nutuk söyler hale geçişin nasıl elde edildiğine tanıklık etmek için. Hariçten nutuk atmak yerine, 19 Mayıs’ın antiemperyalist ruhunu görmek, yaşamak ve yaşatmak için…

1919 yılı Mayısın 19. günü Mustafa Kemal Paşa Samsun'a çıktı...

Şöyleydi genel durum ve görünüş; " …Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu topluluk 1. Dünya Savaşı'nda yenilmiş. Ordu her taraftan darbe almış, yaralanmış, koşulları ağır bir ateşkes anlaşması imzalamış. Büyük savaşın uzun yılları boyunca Ulus yorgun ve yoksul düşmüş. Ulusu ve ülkeyi genel savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek ülkeden kaçmışlar. Padişah ve halife Vahidettin soysuzlaşmış, yalnız kendini ve tahtını kurtarabilmek düşüncesiyle alçakça yollar araştırmakta.  Damat Ferit Paşa hükümeti güçsüz, onursuz ve korkak. Yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini ayakta tutabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş durumda…"

Ordu'nun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve dahi alınmakta, Ordu terhis edilmekte...

Öyle vahim bir hal ki; İtilaf Devletleri ateşkes antlaşması hükümlerine uymaya gerek bile görmüyorlar. Uydurma nedenlerle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Diğer taraftan Adana, Urfa, Maraş, Antep, Antalya, Konya, Merzifon, Samsun da aynı durumda. Yani; " Her tarafta yabancı devletlerin subayları, görevlileri ve özel adamları çalışmakta…"

Nihayet söylenecek son sözün, söylenmeye başladığı tarihten 4 gün önce; " İtilaf Devletlerinin onaylamasıyla 15 Mayıs 1919'da, Yunan ordusu İzmir'e çıkarılıyor..."

Durumun korkunçluğu ve ağırlığı karşısında, her yerde her bölgede, bir takım kişilerce Kurtuluş yolları düşünülmeye başlıyor. Ve bir takım örgütler doğuyor. Diğer yandan ulusal varlığa düşman kuruluşlar ve girişimler de ortaya çıkmaya başlıyor. Manda isteyenler de kıpırtılar içinde...

İşte bu boğucu atmosferde Mustafa Kemal Paşa, geniş yetkilerle donatılmış müfettişlik göreviyle 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı…

Paşa, iki kol orduyu doğrudan emri ve komutası altında bulunduracak, müfettişlik vasfı ile de Anadolu'daki askeri birliklerle, valiliklerle ve sivil örgüt yöneticileriyle yazışabilecek, ilişkiler kurabilecek ve bildirimlerde bulunabilecekti...

Yetki büyük ama nereden ve neden? Nedeni; " Bu geniş yetkiyi, beni İstanbul'dan sürmek ve uzaklaştırmak amacıyla Anadolu'ya gönderenlerin, bana nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz. Bana bu yetkiyi onlar bilerek veya anlayarak vermediler. Her ne pahasına olursa olsun benim İstanbul'dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe idi; Samsun bölgesinde düzen bozukluğunu yerinde görüp, önlem almak üzere Samsun'a kadar gitmek. Ben bu işin başarılmasının üstün yetkili bir görev verilmesine bağlı olduğunu ileri sürdüm. O günlerde Genelkurmay’da bulunan ve benim amacımı bir ölçüde sezinleyen kişilerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular ve yetki ile ilgili talimatı da ben kendim yazdırdım. Dahası Harbiye Nazırı Şakir Paşa bu talimatı okuduktan sonra imzalamak da kararsız kaldı, mührünü okunur okunmaz biçimde basmıştır..."

Gerçekte Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir Atayurdu kalmıştı. Son sorun bunun da paylaşımı uğraşısından başka bir şey değildi. Osmanlı devleti, devletin bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet bunların hepsi anlamını yitirmiş birtakım boş sözlerdi...

Öyleyse sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi? Tek karar vardı; "Ulusal egemenliğe dayanan tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak..."

İşte daha İstanbul'dan Karadeniz’e açılmadan önce, çok önceden düşünülen ve Samsun'dan Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya konulan karar bu olmuştur. Bu karar doğrultusunda süreci evrelere ayırarak, adım adım zafere ilerlenmiş, salt zafere kilitlenilmiştir.

Bir mucizeyi gerçekleştiren bu kararın dayandığı en sağlam düşünce ve mantık ise şuydu; "Ya İstiklal Ya Ölüm..."
                  
Kaynak; Mustafa Kemal Atatürk- NUTUK-Yayına Hazırlayan Recep S. Tatar-Olimpos Yayınları-Sf 20-34.





19 MAYIS, ANTİEMPERYALİST RUHTUR…

Tarih 15 Mayıs 1919, Yunan İzmir’e çıkartma yapar. Gemilerden Patris ve Atronitos sinsice Pasaport’a yanaşır. Efzon Alayı sabah 08.55 sularında İzmir'e ayak basar. Gazeteci Hasan Tahsin, ilk işgalci adımlar Kışla hizasındayken, “Olamaz, olamaz, böyle ellerini kollarını sallaya sallaya giremezler...” diye haykırır, çakmak hızıyla çeker revolverini basar tetiğe. İlk kurşun…

Ve tarih 16 Mayıs, kurşun ağırlığında bir gün. Mustafa Kemal ‘silik mühürlü’ bir yetkilendirme ve on beş subayı ve de iki şifre memuru yedeğinde, kırık dökük harabe bir vapur olan ‘Bandırma’ ile İstanbul’dan Karadeniz’e açılır.

Mustafa Kemal ve mahiyetindekiler yürekleri “Ya İstiklal, Ya Ölüm” çarparak, işgal İstanbul’una yaşlı gözlerle bakıp, büyük bir inançla “Geldikleri Gibi Giderler” diyerek Marmara’yı arkalarında bırakırlar…

Viran Bandırma Vapuru Karadeniz’in çılgın fırtınalarına zar zor dayanır. Sahil boyu, yalı boyu üç gün ağır aksak ilerlerler. İstanbul’dan ayrılıştan tam üç gün sonra 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaşılır. Yorgun Vapur Samsun’da ahşap iskelenin açıklarına kurtuluşu demirler. Vatanın milletin kurtuluşunu. Çelik bakışlı kurtarıcısını…

Aynıyla beyan; “3. Ordu müfettişliği ki; müfettişi bendim. Karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya emrim altında olmak üzere iki kolordu vardı. Bu geniş yetkinin beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak gayesiyle Anadolu’ya gönderenler tarafından bana nasıl verilmiş olduğu garibinize gidebilir. Hemen ifade etmeliyim ki, onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler. Ben bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O tarihte genelkurmayda bulunan ve benim amacımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusuyla ilgili talimatı da ben yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı bu talimatı okuduktan sonra, imzalamaya çekinmiş anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mühürlemiştir…” Mührün açıldığı gündür 19 Mayıs…

Mustafa Kemal ve yedeğindeki karargâhı, dakika kaybedilmeden hemen işe koyulur. O dakikadan itibaren üç yıl sürecek ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’ resmen başlamıştır. Bilfiil başlamıştır; Düşünülen kurtuluş yollarının, bağımsızlık çarelerinin aranacağı, askeri sivil uygulamaların safha safha kayda geçeceği ve kutlu mücadelenin basamak basamak ilerleyeceği, Dünya tarihini ve Tarihin emperyalist akışını kökten değiştirecek ‘Kutsal İsyan’. Vatan sayılmış toprakların yabancı güçlerden arındırılmasını sağlayacak ‘Çılgın Türkler’in ‘Kutsal İsyan’ı o gün fiilen tescillenmiştir…

Kutsal isyan derinlemesine irdelendiğinde 19 Mayıs 1919, ulusal direnişin, ayni çatı altında toplanmanın, devamında devrimci bir yola girişin, batı ufkuna ilerleyişin ve Ulusal Kurtuluş Liderinin Mustafa Kemal Paşa, kurucu önderin ise Mustafa Kemal Atatürk olacağının da yedi düvele ilanı günüdür. Sadece ilanla kalınmamış dünya kamuoyuna milli uyanışın ve kutlu dirilişin sembolü olarak tasdiklenmiştir.

O yüzden 19 Mayıs, tarihin karanlık yüzünü ışıtan antiemperyalist bir ruhtur...

19 Mayıs 1919, çağın dönemin tüm olumsuzluklarına, ruhsuzlarına ve ruhsuzluklarına inat, tarihi ışıtan, tarihin karanlık yüzünü aydınlatan her millet evladının taşıması gereken antiemperyalist ruhtur…

Bu öyle güçlü bir inançtır ki; 15 Mayıs 1919’da İzmir’de Karşıyaka’da atılan ilk kurşunla sembolleşir, 16 Mayıs’ta Samsun’a demir alan Bandırma Vapuru ile de ifadesini bulur. 19 Mayıs’tan sonra ise bu kutsal isyanda artık geriye milim dönüş, geri adım atış asla yoktur. Tek bir cümlede gizlidir her şey, yazılan tarih; “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz”…

Bitmeyen ‘19 Mayıs sevdası’ ağaçları ölçülü uzaklıkta dursa da, durmasa da direniş odaklı bir sevdadır. Denizlerde, ormanda filiz sürmüş bir kere sönmez ateşi. O yüzden Ulusal yeni uyarlamalar ile çelişir her üç boyutluluk. Vakti zamanında ahali uyanışların kucağında büyümüşken, sonradan uyumuş olsa da ve hangi zorlama olursa olsun yılmaz bayramlık esvaplar giyilir ve bayram kutlanır her 19 Mayıs da. Tarihi güncellemeye bir kıvılcım yeter, dağılmaya ve de dirilişe tek kurşun.

Anılarda, belleklerde o eşsiz parıltı, mavi pırıltılı bakış. Silik ıssız patırtılara aldırmaksızın dillerde dualar ve mendil ıslatan sessizlik. Zaten pusula iki sözcükten ibaret;

“Ya istiklal ya ölüm…”


Bugün işler biraz karışık. Pandemi var diye içi boşaltılıyor 19 Mayısın da. Zaten postu deldirmemişliğin sevinciyle, yıllanmış stadyumlardaki bayram kutlamaları kaldırılmıştı. Resmen yılan hikâyesi. Taçlandırılan-kulelendirilen-saraylandırılan bayram kleptomanlığıyla, pandeminin getirdiği sıradışılıkla 19 Mayıs yalnızlığa mahkûm edildi…

Bu mahkûmiyet asla tutmaz ve olmaz. Çünkü millet yersiz, yurtsuz, yuvasız ve zor günlere yuvarlandığında Ata’dan emanet ‘19 Mayıs, antiemperyalist ruhu’ ile direnir. Ve bu asil millet 101 yıl sonra bir 100 yıl daha tarih sahnesinde tek yumruk, tek yürek var olmak için, yüz bir yıl önceki antiemperyalist ruhtan beslenerek direnişe uyanır.

Direnişe uyanır. Ve direnir. “…Gün doğdu hep uyandık...”

PANDEMİC TRAVMA, KÜÇÜK AMERİKA HEVESLİLERİ…

Pandemiyle bir kez daha ortaya çıktı, yetmiş yıldır Türkiye'de açıktan gizliye küçük Amerika yaratma hevesi ve hedefi sürdürülüyor. Yaklaşık yirmi yıldır ise ekonomi başta her manada tedbir ve uygulamalar kopya statü. Statüko. Pandemiye dair hazine dolu ama ne gerek var babında, parasal destekler hariç tüm standartlar orayla tıpatıp aynı. Ora bura sanki. Bu şaşkın heves ve küçük Amerika heveslileri memleketi geçen yıllarda hep darboğaza sürükledi. Aynıyla vaki nice ömürler tüketti. Azılı anlarda daima ABD belirleyici rol üstlendi ve işler hep sarpa sardı. Tüm aksiyonlar sadece ABD lehine şekillendi. Şekillendirildi. Türkiye daima batma noktasında. Pandemi de bari olmasın…

Havasından mı suyundan mı bilinmez, her atlatılan badireden sonra seçim. Ve kurulan yeni partiler, kurulacak yeni hükümetler eliyle, ABD yararına daha somut koşullar ve korunan ABD’nin temel çıkarları. Tüm politikalara bu yönde ayar. Sanki hemen pandemi peşine bir erken-baskın seçim provaları yapılıyor. Memleketin artan sıkıntısını yeni bir hükümet ve dış borçlanma modeliyle giderme, Milleti rahatlatma taktiği. Uyduruk teknoloji transferleri ve yabancı finans sermayesiyle dereyi geçme. Adı gelişme.

Ah şu pandemi olmayaydı. Yıllar yılı, on yıllarca ABD güdümündeki büyük sermaye, Türkiye ekonomisini kurtarmak yerine, zaaflarını bir bir çoğalttı. Zayıflattı. Şimdi faiz batağına tam çekerek bağımlılığın daha da artırılması sağlanacak. Zaten her fırsatta kendi üretim teknolojisini kuramayan, üretemeyen bir modeli dayattı. Böylece Türkiye, emperyalist güçlerin istediği, bütünüyle dışa bağımlı hale getirildi. Üstelik Küçük Amerika olma yolunda, sınırsız ABD propagandası. Tam günlerini göreceklerken pandemi vurdu. Hazırlıksız yakalanıldı…

Pandemiye özgü aynı probaganda, belki de pandemi sayesinde iklimsel talep, “ ABD yatırımları için yeni ve daha iyi bir iklim yaratılmalıdır. Nitekim Türkiye gibi ülkelerde böyle bir iklim yaratılabilir. Yaratılmıştır. Bu memnuniyet verici bir durumdur. Şimdi buraya yabancı şirket yatırımlarıyla ilgili kanun ve yönetmelikler modernleştirilmelidir.  Modernleştirilmiş ve ABD yatırımları için tam da istenilen hava yaratılmıştır…”

İşte bu iliğine dek sömürücü iklimin sürekliliği ve küçük Amerika hayallerinin gerçekleşmesi için faşist yönetimlerin işbaşı yaptırılması gerekir. Geçiş dönemleri sonrası despot veya değil uyumlu iş gören çok hevesli liderlerin desteklenmesi. Gereken neyse itinayla yerine getirilir…

Küçük Amerika idealine ve hayaline kimlerin daha yatkın olduğu belli. Hangi hükümetin olacağı da besbelli. Zaten yakın zamanda hemen pandemi peşine sırasıyla sıradan ağızlarda dile getirilir altı üstü;  “Diplomasiyle, siyasetle, doğrudan tedbirlerle uygun havanının, elverişli ortamın yaratılmasını ve ne tür rejimlerin yaratılacağını ne biçim toplumsal ve siyasal güçlerin sahneye çıkarılacağını bulmak da zor olmasa gerek. Bütün alınacak tedbirlerle, yabancı yatırımlar için yaratılacak ortam, bu tip ülkelerin yönetimlerini de, yöneticilerini de şah iken şahbaz yapar…”

Bu çarpıcı izahat aslında, küçük Amerika idealinin ortaya atılışından öte, bilinmezi ortaya çıkarmaktan öte, öteden beri yetmiş yıl öncesinden bugüne Türkiye'de hangi rejimsel yaratılar, nasıl rejim düşmanı yaratıklar ve ne gibi toplumsal ve siyasal kurgu modeller desteklendiğinin de açık itirafıdır.

Pandemic heyelan, küçük oyunları ve küçükten Amerikalaşmayı güncelledi. Büyük oyun işbirlikçi küçük Amerikalıların, gelişen her türlü muhalif hareketleri, ABD'nin güvenliğine yönelik saldırı olarak kabul edip tertipli teçhizatlı karşı çıkması. Bu tezahür yetmediğinde de özellikle belli dönemlerde toplu tüfekli militarist baskı.

Türkiye’yi küçük Amerika yapma hevesinin de, heveslilerinin de, vahşi kapitalist sömürünün temsilcilerinin de beklentisi pandemic normalleşme. Anormal olan pandemi aşsız aşısız yakaladı. Yarın için Amerika âşıklısı, küçük Amerika heveslileri hangi pozitiflerden seçilecek. Şimdiki soru bu…

ABD’nin ve diğer emperyalist güçlerin canını sıkanlara selam olsun; “ Bugün günün nasıl ağardığını görüyorsak, uzaktan bütün şark milletlerinin uyanışlarını da öyle görüyorum. Bu milletler mutlaka muzaffer olacaklardır. Müstemlekeciler ve emperyalizm yeryüzünde yok olacaktır.”

Demek ki pandemi fandemi hikaye, Türkiye asla küçük Amerika olmayacaktır…