VİRA VİRAJ-VİRÜS…
Hiç olmadık hiç beklenmedik zamanda dünyayı çarpan virüssel şeyler, hayatı
her şeyi ile ele geçirdi. Hayatları silkeledi. Davetsiz misafir yüzünden, dünya
son sürat keskin viraja girdi. Bundan sonrasında ya hayat değişecek ya da aşırı
hız heveslisi kalın kafalar. Çünkü harika dönemler bitti. Deniz bitti. Oyun bitti.
Sanki acayip ürkütücü, boğuk korkutucu günler boşalacak hayatın içine içine…
Haliyle ilk fırsatta hayatları, toplumları, toprakları kontrol eden egemen
sermaye, arada geçen bu ölü zamanları diriltmek için yeni varyasyonlar deneyecek.
Akla hayale gelmez metotlar deneyimleyecek. Datalar ve katalarla belki de
virüse bağlı virajları çoğaltacak. Belki de eriyen sermayeden ötürü, götürü ve
gölgeli oyunlar zamanı zuhur edecek.
Sistemle en ufak derdi olmayan virüssel yaşam, yaşamak adına evrim
geçirecek. Evrimleşecek. Virajdan viraja savrulan hayatlar, devrimi aklına bile
getiremeyecek. Veya getirmeden bir anda devrimleşecek. Belki senaryo böyle
değil ama proje budur diyenler artacak. Önce unuttur ve uyut. Peşine usuldan umut
serbest piyasa da paralanacak.
Sonra karşı konulamaz denli baskılar, hem de virajın en düzlüğünde resmen
faşizm. Hayatın içine içine zulüm. Açıkça montaj sanayi. Hayatın bir parçası
denilip çelik tırpan. Viraj edebiyatı…
Zaten on yıllar boyunca elde ne varsa, neredeyse yok ettiler. Bitirdiler. Kâh
habersiz kâh asla izin almadan. Kilitli kapılar ardında. Belki de özel
anlaşmalarla. Yöneten ve yönetemeyen hastalığı işte bu. Bulaşmış bir kere virüs…
Bu virüs günlerinden sonra eskiye dönmek çok zor. Gerisin geri giderek viraj
geçmek ise uçurumdan aşağı uçma durumu. Kurtulamamak. Tek çare var ileri, tam
yol ileri. Şanlı ve şanslı günler adına, hayatın, ele geçirilmiş hayatın,
dikine dikine...
Bu virüs-viraj meselesi kime nasıl etki eder, bu dönem sistematiği, bu
dönemeç dinamiği kimleri eritir kimleri yaratır yakında anlaşılır. Viraj fobisi,
virüs fobisi, arbitraj lobisi kimi kapar
görülür. Zincirli kaçamaklarla kim kaçar, mertçe kim dayanır anında hissedilir.
Ve birdenbire kriz üstü krizler patlar. Ve toplumsal spazm. Şeytani dürtülerle,
giderek daha da bir karmaşa. Oyun üstüne oyun. Her şey sil baştan…
Testi, teksti, terkibi şiddetli kargaşanın, bitmeyen kavganın yakıcılığında
akılcılık. Oysa keskin virajlarda, vites küçültme bile yok. Beklenmedik bir
gidişat. Zaten bu virüssel şeyler etkiledi, etkiledi ama pek de etkilemedi
arasında bir noktada insanlık. Kalmadı gibi…
Geneli vuran sıkıntı biraz biraz belirdi, seçmece oyunlar içinden bu oyun seçildi.
Belki de virüs terfi ettirildi. Telafisi bulunur denildi. Hayatların terbiyesi
ve dünyanın yeniden tesisi için, insana uzak ve çok yabancı gelmeyen davetsiz
misafirler işleri berbat etti...
Bu tozzerre davetliler veya davetsizlerin eliyle ele geçirildi tüm hayatlar.
Şüpheli haller, şükür şükran günleri, silme gelecek günler kör karanlığın
içinde. Şimdi zifiri karanlıkta gören gözlükleri takıp, kalın kafaları dağıtıp,
olmadık beklenmedik bu virüssel varyeteyi ve perde arkasını iyi gözlemlemek dönemi.
Çünkü hayatlar yakın zamanda tam değişecek. Viraj viraj dünya vira değişecek.
Tüm mücadele insanlığa ait ve en uygun olanı seçmek ve kurgulamak olacak. Yani
yine kuru gürültüye gitmemek gerek. Bu gereklilik düzeyinde dikkat çekici nokta
sergilenenler hala basit. Ve basmakalıp küçük oyunlar. Tepe taban şu aldanma
kabiliyetini bırakmak gerek. Veya kabiliyetsizliği. Kabiliyeti kendiliğinden
vertigo virajlar ve takip eden virajlar için kullanmak gerek. Virüs bir şekilde
halledilse de, bu vira virajlar, kalın kafalılığı kaldırmaz.
Hayatın içine vira viraj-virüs dağılmış. Hala ayni kaf ayni kafa. İvedilikle
değişmek gerek…
MEDENİYET TEK DİŞİ KALSA DA…
Medeniyete uzak milletler veya medenileşmeyi gereksiz gören ve öcü sanan
devletler, medeni olan millet ve devletlerin ilelebet kölesi olurlar. Hizmetli
kalırlar. Ayakları altında ezilirler. Medeniyet, tek dişi kalmış olsa da
medeniyettir...
"Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni âlem az zamanda
bir kere daha tanıyacaktır."
Tanıdı da. Çünkü medeniyet zıtlıkları birler. Medeniyet nehir havzalarında
gelişir, havayı toprağı kuşatır. Gereksizler yüzünden gelişim süreçleri daima inkıtaa
ya uğrar. Sık sık meri medeniyetler diğer ulusları kontrole yeltenir. Geri bırakır.
Gericileştirir. Ve kararan ortamlarda medeniyet felaket olur yağar.
" Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medeni kabiliyeti,
bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş
gibi doğacaktır."
İlk medeniyetlerden bu yana milletler, kaynaklı kaynaksız istikrarsızlaşma
ile boğuşur. İstim üzerinde savaşlarla zenginleşme yolu seçer. Bu seçkin
olmayan tavır, doğal olarak yaygınlaşır ve dünya intizamı kaybedilir.
Medeniyetten uzaklaşılır. Oysa "Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak
insan olmak için yeterlidir." Ama emir ve yetki bunalımları ile dünya
cehenneme döner.
İnsanlık medeniyetinin ölçüsünü kaçırdıkça, başka hazineler arayışı ve
bulma girişimleri ile yeryüzüne savaşçıl ihtiras yayılır. İstila yayılır.
İşgaller başlar. Bu medeniyet kurma ve demokrasi getirme gayesinden çok sömürme
hamlesidir. Suyun aktığı topraklarda yaşayan ve yaşatan değerlere, sahip olma gayesidir.
İşte o zaman gerçek medeniyet kimdeymiş ortaya çıkar.
" Biz dünya medeniyeti ailesi içinde bulunuyoruz. Medeniyetin bütün
icaplarını tatbik edeceğiz." Bu medeniyet tatbiki elbette Sümerlerden bu
yana kaydı düşülen, medeniyet kısmından faydalanılmış yöntemlerin tatbikidir.
Emperyal kuşatmaların değil. Elbette bu millete bu yakışır. Diğerleri yakışmaz.
Tarımsal devrimin gerçekleştiği andan itibaren, coğrafyaları kuşatan ve
gelişen medeniyetin sahiplenilmesidir medenilik. Uygar olmanın gereğidir
medeniyete sahip çıkmak. Aksi halde medeniyetleri yok eden, kontrolcü,
merkeziyetçi madenci, medeni yanılmanın temsilcisi olunur. İşte bu ayrım hakkıyla
yapılmadıkça, medeni ölçülerde ayrıntılar düzenlenmedikçe iş çok farklı
istikametlere gider.
Bağımsızlık elden uçar. Çokuluslu sermayenin paratipik bağlısı, tam
bağımlısı haline gelinir. Doğu ve batı kıyaslamasında ise para ve tecrit büyük
rol oynar. Seçmeler, seçimler güdükleşir. Kirişler kırıldıktan sonra
"Medeniyet dediğin tek dişi kalmış" tasvirlerine sığınılır. Çünkü
savaş, kan ve ölüm kuşatır medeniyetleri. Bölme ve parçalama aşamasına gelmiştir
egemen dünya. Öncesi ve sonrasında ise savaşçı ama medeni girişimlerle yedi
düvel hizaya çekilir…
Saygın ve medeniyet temsilcisi millet olmak, medeniyetler tarihindeki
rollere bağlıdır biraz da. Bariz biçimde red ve kabul mekanizması da medenileşme
sürecini belirler. Bu coğrafyada dava kutsal davadır, ölene dek sürdürülür…
" Memleket mutlaka modern, medeni ve yeni olacaktır. Bizim için bu
hayat davasıdır.”
SÜREKLİ DEVRİM
Saltanata, sultancı merkezi otoriteye ve faşizan disiplinine isyanın ve
envaı çeşit düşmanla savaşımın, açık işgallere ve topyekûn istilaya en zor
şartlarda karşı koyuşun sürekliliğidir devrim. Devrimcilik. Aşkla ilerlenir
devrimci yolda...
" O millet aşkı ki her şeye rağmen içimizde sönmez bir kuvvet,
dayanıklılık ve ateş kaynağıdır."
Sistemin devamlılığı ve istikrarı adına hazırlanan zeminde, en çatışmasız
yoldur inkılaplar...
"İnkılap, Türk ulusunun son yıllarda, asırlarca geri bırakılmış
kurumlarını yıkarak yerlerine, ulusun en yüksek uygarlık düzeyine ilerlemesini
sağlayacak yeni kurumlar koymaktır."
Akıl ve bilimle, ritmik biçimde sahneye koyulan ve koordine edilen devrimci
direnç doğruyu yaptığı görüldükçe kabullenilir. Devrime giden yoldur bu medeni
uzlaşı. Medeniyeti herkese veren ve ulaştıran metottur devrim.
"Medeniyet yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır..."
Her yenilik savaşlardan öte hesaplaşa hesaplaşa güncellenir. Gündeme girer,
yerli yerine sabitlenir. Can acıtır bazen. Acıtsa da hesap bilmek çok
önemlidir. Devrime inanmak gerekir.
" Bütün dünya bilsin ki benim için bir yandaşlık vardır Cumhuriyet
yandaşlığı. Düşünsel ve toplumsal Devrim yandaşlığı. Bu noktada yeni Türkiye
topluluğunda bir bireyi bile bunun dışında düşünmek istemiyorum..."
Düşünsel manada en derine dokunmaktır devrimsel atak. Bütün atılımlar savaş
oyunlarını da çok iyi bilen kahramanların, önderlerin, devrimci karakteri ile
özdeşleşir. Devrimleşir…
" Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların amacı Cumhuriyeti,
halkı tamamen çağımıza uygun ve bütün mana ve biçimiyle uygar bir toplum haline
değiştirmektir."
Değişmek dünyayı doğru tahlil ve doğru ifade ile mümkündür. Estetik
kaygılar taşımayan her Devrim eninde sonunda karşı devrim hamlelerine
direnemez. Kaybeder. O yüzden iyimser veya kötümser tüm tartışmaları açık akıl ve
yerinde kararlarla kapatmak gerekir. Çünkü kaybı tersine çevirmektir
devrimcilik. Devamlılığı olan devrim devrimdir, ilerlemedir. Sürekli devrim,
devrimdir.
" Milletimiz her güçlük ve zorluk karşısında durmadan ilerlemekte ve
yükselmektedir. Büyük Türk milletinin bu yoldaki hızını, her vasıtayla arttırmaya
çalışmak bizim hepimizin kutlu vazifesidir..."
Dış dünya baskıları hala ısrarla sürüyorsa Devrim amacına ulaşmış demektir.
Devrim ritmi sürdürülüyor demektir. Kesintisiz devrim yaşatılmak istenmese de
içten içe hala militanları var demektir. Yani Devrim yapıldı, Devrim yaptım
demekle Devrim olmaz. Devrimciliğin özü bizzat Devrim olunmasıdır…
" Devrimin amacını kavramış olanlar, sürekli olarak onu koruma gücüne sahip
olacaklardır."
Koruyan görünüp yıkan, yad ediyor görünüp yakan, daima dış göze güvenen iç
dünyaları yıkan, kendi tipini yaratan teba hale getiren zilliyetle Devrim, sürekli
devrim gerçekleştirilemez…
" Asıl önemli olan bu memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden içerdeki
cephenin suskunluğudur."
Onun için her devrimci davada ilk olarak söylenir; Susma sustukça, sıra...
KUTLU ZAFERLER...
Dünya düzenini kuran zaferler vardır. Ama dünya düzenini ve devletlerin ahengini
bozan karşı zaferler de. Araç amaç meselesi...
" Hiçbir zafer amaç değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir
amacı elde etmek için belli başlı bir vasıtadır."
Vasat bir dünya görüşü ile elde edilen zaferler, büyük savaşlardan sonra
elde edilmiş olsalar da sürekliliği olmaz. Entrikacılar ve ihanetler yüzünden
çok kısa zamanda her şeyin sonu gelir. Meydan hiç kalmayacaklara, hiç hak
etmeyenlere kalır.
"Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından
sonra yeni bir âlem, yeni bir dünya doğmalıdır. Doğar. Yoksa başlı başına bir
zafer boşa gitmiş bir gayret olur."
Yenidünya düzeni ihtirası, gelmiş geçmiş tarihe malolmuş tüm zaferleri
gömen bir girişimdir. Büyük sermayenin zaferidir. Kapitalizmi bütün dünyaya
dayatma ve kabullendirme hoyratlığıdır. Kapitalizme hayranlık yaratma, metruk
modele hayran katma gayretidir.
"Zafer, bir fikrin elde edilmesine hizmeti nispetinde kıymet ifade
eder. Bir fikrin istihsaline dayanmayan bir zafer payidar olamaz. O boş bir
gayrettir."
Her yeni iktidar düzeni doğası gereği, verdiği savaşın gerekçelerinin
doğrulanması için zaferler ister. Kendini ispat öyle veya böyle zaferin
tescillenmesine bağlıdır. Ancak zaferin getirdiği zenginlik ve ganimetlerden
faydalanma nedense gücünü, kaba güçle ispat edenlerin hakkıdır. Yani geniş
yığınlar hangi tür zafer olursa olsun, hiçbir zafer nimetlerinden yararlanamaz.
Yararlandırılmaz.
Tüm savaşlar ve zaferler tarihi göstermiştir ki maddi kazanımlar daima üst
düzey, soylu kesimin emrine sunulmuştur. Asker-sivil bürokratik kurgu,
paylaşımı vicdansızca ve manevi rahatlıkla tercihlendirmiştir. Yani egemen
sınıf hükümranlığı en büyük payı alırken, amaçtan sapanlar aracı olmuştur. Hayatlarını
hiçe sayarak savaşanlar, savaştıranların uygun gördüğü oranda zaferden pay
sahibi olmuşlardır. Daima adaletli paylaşımın dışında bırakılmışlardır.
Tehlikeye göğüs gerenler, başka her türlü maceradan hep karlı çıkanlardır. Sıradanlık
işleri değildir. Nihayetinde haklı çıkanlardır. O yüzden sıradışı zaferler bu geniş
yığınlara ayinler, kutsanma ve kutlanma biçiminde sirayet eder. Kutlu zaferler
ile millet kendine gelir…
Yüzyıllardır, binyıllardır zenginleşme aracı savaşlar, savaşların amacı her
şey pahasına zafer olmuştur. Dünya düzeni böyle kurulmuştur. Çoğu kez bu
sermaye destekli savaşlarla yeni hazineler devşirmeye dayalı kurgu
bozulmamıştır. Belki de hiç. Talihsiz dünyalara ve mazlum zihinlere türlü
kumpaslarla hep ayni son perçinlenmiştir. Paranın rengi, kapitalin zaferi…
Uzun insanlık tarihinde bu kurulu zemberek ancak tek bir kez bozulmuştur.
Yüzyıl başında 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal'in Samsun’a çıkışıyla. Çıkışla
başlayan Ulusal Kurtuluş Mücadelesiyle. Kazanılan kutlu zaferle. Ve
devrimlerle…
19 MAYIS; NUTKU TUTULMUŞLUKTAN, NUTKA GEÇİŞ...
Nutuk-Söylev, Türk ulusunun ve Türkiye
devriminin tarihsel belgeler içindeki en büyük belgesi ve eşsiz eseridir. Savaşların,
mücadelenin ve binlerce belgenin vücut bulmuş hali ve temel kaynak kitabıdır.
İşgal edilmiş bir ülkede neler yapılabileceğini, zor şartlarda verilmiş
mücadelenin nasıl zafere ulaşılabileceğini ayrıntılarıyla gösteren her
devrimcinin el kitabı, her vatanseverin başucu kaynağıdır…
İşgal dönemlerinde bile vatanseverler
olduğu gibi vatan hainlerinin de olabileceği bir gerçektir. Bunun için nutuk
okunmalıdır. Dikkatle okunmalı; düşmanla
işbirliği içinde olanları, ilk fırsatta vatana ihanet edenleri, saltanatın ve
hilafetin devamından yana olanları, demokratik cumhuriyete karşı olanları,
devrimleri reddedenleri bizzat görmek için. Hatta kutlu kurtuluşa ve tam
bağımsızlığa giden yolda, her karış toprağın nasıl kızıla boyandığını anlamak
için. Özellikle gençler…
Nutuk okumak lazım, nutku tutulmuş bir imparatorluktan,
nutuk söyler hale geçişin nasıl elde edildiğine tanıklık etmek için. Hariçten
nutuk atmak yerine, 19 Mayıs’ın antiemperyalist ruhunu görmek, yaşamak ve
yaşatmak için…
1919 yılı Mayısın 19. günü Mustafa Kemal
Paşa Samsun'a çıktı...
Şöyleydi genel durum ve görünüş; " …Osmanlı
Devleti'nin içinde bulunduğu topluluk 1. Dünya Savaşı'nda yenilmiş. Ordu her
taraftan darbe almış, yaralanmış, koşulları ağır bir ateşkes anlaşması
imzalamış. Büyük savaşın uzun yılları boyunca Ulus yorgun ve yoksul düşmüş.
Ulusu ve ülkeyi genel savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek
ülkeden kaçmışlar. Padişah ve halife Vahidettin soysuzlaşmış, yalnız kendini ve
tahtını kurtarabilmek düşüncesiyle alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa hükümeti güçsüz, onursuz ve
korkak. Yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini
ayakta tutabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş durumda…"
Ordu'nun elinden silahları ve cephanesi
alınmış ve dahi alınmakta, Ordu terhis edilmekte...
Öyle vahim bir hal ki; İtilaf Devletleri
ateşkes antlaşması hükümlerine uymaya gerek bile görmüyorlar. Uydurma
nedenlerle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Diğer taraftan Adana,
Urfa, Maraş, Antep, Antalya, Konya, Merzifon, Samsun da aynı durumda. Yani;
" Her tarafta yabancı devletlerin subayları, görevlileri ve özel adamları
çalışmakta…"
Nihayet söylenecek son sözün, söylenmeye
başladığı tarihten 4 gün önce; " İtilaf Devletlerinin onaylamasıyla 15 Mayıs
1919'da, Yunan ordusu İzmir'e çıkarılıyor..."
Durumun korkunçluğu ve ağırlığı
karşısında, her yerde her bölgede, bir takım kişilerce Kurtuluş yolları
düşünülmeye başlıyor. Ve bir takım örgütler doğuyor. Diğer yandan ulusal
varlığa düşman kuruluşlar ve girişimler de ortaya çıkmaya başlıyor. Manda
isteyenler de kıpırtılar içinde...
İşte bu boğucu atmosferde Mustafa Kemal
Paşa, geniş yetkilerle donatılmış müfettişlik göreviyle 19 Mayıs 1919'da
Samsun'a çıktı…
Paşa, iki kol orduyu doğrudan emri ve
komutası altında bulunduracak, müfettişlik vasfı ile de Anadolu'daki askeri
birliklerle, valiliklerle ve sivil örgüt yöneticileriyle yazışabilecek,
ilişkiler kurabilecek ve bildirimlerde bulunabilecekti...
Yetki büyük ama nereden ve neden? Nedeni;
" Bu geniş yetkiyi, beni İstanbul'dan sürmek ve uzaklaştırmak amacıyla
Anadolu'ya gönderenlerin, bana nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz. Bana bu
yetkiyi onlar bilerek veya anlayarak vermediler. Her ne pahasına olursa olsun benim
İstanbul'dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe idi; Samsun bölgesinde
düzen bozukluğunu yerinde görüp, önlem almak üzere Samsun'a kadar gitmek. Ben
bu işin başarılmasının üstün yetkili bir görev verilmesine bağlı olduğunu ileri
sürdüm. O günlerde Genelkurmay’da bulunan ve benim amacımı bir ölçüde sezinleyen
kişilerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular ve yetki ile ilgili talimatı
da ben kendim yazdırdım. Dahası Harbiye Nazırı Şakir Paşa bu talimatı okuduktan
sonra imzalamak da kararsız kaldı, mührünü okunur okunmaz biçimde basmıştır..."
Gerçekte Osmanlı Devleti'nin temelleri
çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk'ün
barındığı bir Atayurdu kalmıştı. Son sorun bunun da paylaşımı uğraşısından
başka bir şey değildi. Osmanlı devleti, devletin bağımsızlığı, padişah, halife,
hükümet bunların hepsi anlamını yitirmiş birtakım boş sözlerdi...
Öyleyse sağlam ve gerçek karar ne
olabilirdi? Tek karar vardı; "Ulusal egemenliğe dayanan tam bağımsız yeni
bir Türk devleti kurmak..."
İşte daha İstanbul'dan Karadeniz’e
açılmadan önce, çok önceden düşünülen ve Samsun'dan Anadolu topraklarına ayak
basar basmaz uygulamaya konulan karar bu olmuştur. Bu karar doğrultusunda süreci
evrelere ayırarak, adım adım zafere ilerlenmiş, salt zafere kilitlenilmiştir.
Bir mucizeyi gerçekleştiren bu kararın
dayandığı en sağlam düşünce ve mantık ise şuydu; "Ya İstiklal Ya
Ölüm..."
Kaynak; Mustafa Kemal
Atatürk- NUTUK-Yayına Hazırlayan Recep S. Tatar-Olimpos Yayınları-Sf 20-34.
19
MAYIS, ANTİEMPERYALİST RUHTUR…
Tarih 15 Mayıs 1919, Yunan
İzmir’e çıkartma yapar. Gemilerden Patris ve Atronitos sinsice Pasaport’a
yanaşır. Efzon Alayı sabah 08.55 sularında İzmir'e ayak basar. Gazeteci Hasan
Tahsin, ilk işgalci adımlar Kışla hizasındayken, “Olamaz, olamaz, böyle
ellerini kollarını sallaya sallaya giremezler...” diye haykırır, çakmak hızıyla
çeker revolverini basar tetiğe. İlk kurşun…
Ve tarih 16 Mayıs, kurşun
ağırlığında bir gün. Mustafa Kemal ‘silik mühürlü’ bir yetkilendirme ve on beş
subayı ve de iki şifre memuru yedeğinde, kırık dökük harabe bir vapur olan
‘Bandırma’ ile İstanbul’dan Karadeniz’e açılır.
Mustafa Kemal ve
mahiyetindekiler yürekleri “Ya İstiklal, Ya Ölüm” çarparak, işgal İstanbul’una
yaşlı gözlerle bakıp, büyük bir inançla “Geldikleri Gibi Giderler” diyerek
Marmara’yı arkalarında bırakırlar…
Viran Bandırma Vapuru
Karadeniz’in çılgın fırtınalarına zar zor dayanır. Sahil boyu, yalı boyu üç gün
ağır aksak ilerlerler. İstanbul’dan ayrılıştan tam üç gün sonra 19 Mayıs
1919’da Samsun’a ulaşılır. Yorgun Vapur Samsun’da ahşap iskelenin açıklarına
kurtuluşu demirler. Vatanın milletin kurtuluşunu. Çelik bakışlı kurtarıcısını…
Aynıyla beyan; “3. Ordu
müfettişliği ki; müfettişi bendim. Karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyordum.
Doğrudan doğruya emrim altında olmak üzere iki kolordu vardı. Bu geniş yetkinin
beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak gayesiyle Anadolu’ya gönderenler
tarafından bana nasıl verilmiş olduğu garibinize gidebilir. Hemen ifade
etmeliyim ki, onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler. Ben bu
görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı
bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O tarihte
genelkurmayda bulunan ve benim amacımı bir dereceye kadar sezmiş olan
kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusuyla ilgili
talimatı da ben yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı bu talimatı okuduktan sonra, imzalamaya
çekinmiş anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mühürlemiştir…” Mührün açıldığı
gündür 19 Mayıs…
Mustafa Kemal ve
yedeğindeki karargâhı, dakika kaybedilmeden hemen işe koyulur. O dakikadan
itibaren üç yıl sürecek ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’ resmen başlamıştır. Bilfiil
başlamıştır; Düşünülen kurtuluş yollarının, bağımsızlık çarelerinin aranacağı, askeri
sivil uygulamaların safha safha kayda geçeceği ve kutlu mücadelenin basamak
basamak ilerleyeceği, Dünya tarihini ve Tarihin emperyalist akışını kökten
değiştirecek ‘Kutsal İsyan’. Vatan sayılmış toprakların yabancı güçlerden
arındırılmasını sağlayacak ‘Çılgın Türkler’in ‘Kutsal İsyan’ı o gün fiilen
tescillenmiştir…
Kutsal isyan derinlemesine
irdelendiğinde 19 Mayıs 1919, ulusal direnişin, ayni çatı altında toplanmanın,
devamında devrimci bir yola girişin, batı ufkuna ilerleyişin ve Ulusal Kurtuluş
Liderinin Mustafa Kemal Paşa, kurucu önderin ise Mustafa Kemal Atatürk
olacağının da yedi düvele ilanı günüdür. Sadece ilanla kalınmamış dünya kamuoyuna
milli uyanışın ve kutlu dirilişin sembolü olarak tasdiklenmiştir.
O yüzden 19 Mayıs,
tarihin karanlık yüzünü ışıtan antiemperyalist bir ruhtur...
19 Mayıs 1919, çağın
dönemin tüm olumsuzluklarına, ruhsuzlarına ve ruhsuzluklarına inat, tarihi
ışıtan, tarihin karanlık yüzünü aydınlatan her millet evladının taşıması gereken
antiemperyalist ruhtur…
Bu öyle güçlü bir
inançtır ki; 15 Mayıs 1919’da İzmir’de Karşıyaka’da atılan ilk kurşunla
sembolleşir, 16 Mayıs’ta Samsun’a demir alan Bandırma Vapuru ile de ifadesini
bulur. 19 Mayıs’tan sonra ise bu kutsal isyanda artık geriye milim dönüş, geri
adım atış asla yoktur. Tek bir cümlede gizlidir her şey, yazılan tarih; “Ordular
ilk hedefiniz Akdeniz”…
Bitmeyen ‘19 Mayıs
sevdası’ ağaçları ölçülü uzaklıkta dursa da, durmasa da direniş odaklı bir
sevdadır. Denizlerde, ormanda filiz sürmüş bir kere sönmez ateşi. O yüzden
Ulusal yeni uyarlamalar ile çelişir her üç boyutluluk. Vakti zamanında ahali
uyanışların kucağında büyümüşken, sonradan uyumuş olsa da ve hangi zorlama
olursa olsun yılmaz bayramlık esvaplar giyilir ve bayram kutlanır her 19 Mayıs
da. Tarihi güncellemeye bir kıvılcım yeter, dağılmaya ve de dirilişe tek kurşun.
Anılarda, belleklerde o
eşsiz parıltı, mavi pırıltılı bakış. Silik ıssız patırtılara aldırmaksızın
dillerde dualar ve mendil ıslatan sessizlik. Zaten pusula iki sözcükten ibaret;
“Ya istiklal ya ölüm…”
Bugün işler biraz
karışık. Pandemi var diye içi boşaltılıyor 19 Mayısın da. Zaten postu
deldirmemişliğin sevinciyle, yıllanmış stadyumlardaki bayram kutlamaları
kaldırılmıştı. Resmen yılan hikâyesi. Taçlandırılan-kulelendirilen-saraylandırılan
bayram kleptomanlığıyla, pandeminin getirdiği sıradışılıkla 19 Mayıs yalnızlığa
mahkûm edildi…
Bu mahkûmiyet asla
tutmaz ve olmaz. Çünkü millet yersiz, yurtsuz, yuvasız ve zor günlere
yuvarlandığında Ata’dan emanet ‘19 Mayıs, antiemperyalist ruhu’ ile direnir. Ve
bu asil millet 101 yıl sonra bir 100 yıl daha tarih sahnesinde tek yumruk, tek
yürek var olmak için, yüz bir yıl önceki antiemperyalist ruhtan beslenerek
direnişe uyanır.
Direnişe uyanır. Ve
direnir. “…Gün doğdu hep uyandık...”
PANDEMİC TRAVMA, KÜÇÜK AMERİKA HEVESLİLERİ…
Pandemiyle bir kez daha
ortaya çıktı, yetmiş yıldır Türkiye'de açıktan gizliye küçük Amerika yaratma
hevesi ve hedefi sürdürülüyor. Yaklaşık yirmi yıldır ise ekonomi başta her
manada tedbir ve uygulamalar kopya statü. Statüko. Pandemiye dair hazine dolu
ama ne gerek var babında, parasal destekler hariç tüm standartlar orayla tıpatıp
aynı. Ora bura sanki. Bu şaşkın heves ve küçük Amerika heveslileri memleketi
geçen yıllarda hep darboğaza sürükledi. Aynıyla vaki nice ömürler tüketti.
Azılı anlarda daima ABD belirleyici rol üstlendi ve işler hep sarpa sardı. Tüm
aksiyonlar sadece ABD lehine şekillendi. Şekillendirildi. Türkiye daima batma
noktasında. Pandemi de bari olmasın…
Havasından mı suyundan
mı bilinmez, her atlatılan badireden sonra seçim. Ve kurulan yeni partiler,
kurulacak yeni hükümetler eliyle, ABD yararına daha somut koşullar ve korunan ABD’nin
temel çıkarları. Tüm politikalara bu yönde ayar. Sanki hemen pandemi peşine bir
erken-baskın seçim provaları yapılıyor. Memleketin artan sıkıntısını yeni bir
hükümet ve dış borçlanma modeliyle giderme, Milleti rahatlatma taktiği. Uyduruk
teknoloji transferleri ve yabancı finans sermayesiyle dereyi geçme. Adı gelişme.
Ah şu pandemi
olmayaydı. Yıllar yılı, on yıllarca ABD güdümündeki büyük sermaye, Türkiye
ekonomisini kurtarmak yerine, zaaflarını bir bir çoğalttı. Zayıflattı. Şimdi
faiz batağına tam çekerek bağımlılığın daha da artırılması sağlanacak. Zaten
her fırsatta kendi üretim teknolojisini kuramayan, üretemeyen bir modeli
dayattı. Böylece Türkiye, emperyalist güçlerin istediği, bütünüyle dışa bağımlı
hale getirildi. Üstelik Küçük Amerika olma yolunda, sınırsız ABD propagandası.
Tam günlerini göreceklerken pandemi vurdu. Hazırlıksız yakalanıldı…
Pandemiye özgü aynı
probaganda, belki de pandemi sayesinde iklimsel talep, “ ABD yatırımları için
yeni ve daha iyi bir iklim yaratılmalıdır. Nitekim Türkiye gibi ülkelerde böyle
bir iklim yaratılabilir. Yaratılmıştır. Bu memnuniyet verici bir durumdur.
Şimdi buraya yabancı şirket yatırımlarıyla ilgili kanun ve yönetmelikler
modernleştirilmelidir. Modernleştirilmiş
ve ABD yatırımları için tam da istenilen hava yaratılmıştır…”
İşte bu iliğine dek sömürücü
iklimin sürekliliği ve küçük Amerika hayallerinin gerçekleşmesi için faşist
yönetimlerin işbaşı yaptırılması gerekir. Geçiş dönemleri sonrası despot veya
değil uyumlu iş gören çok hevesli liderlerin desteklenmesi. Gereken neyse
itinayla yerine getirilir…
Küçük Amerika idealine
ve hayaline kimlerin daha yatkın olduğu belli. Hangi hükümetin olacağı da besbelli.
Zaten yakın zamanda hemen pandemi peşine sırasıyla sıradan ağızlarda dile
getirilir altı üstü; “Diplomasiyle,
siyasetle, doğrudan tedbirlerle uygun havanının, elverişli ortamın
yaratılmasını ve ne tür rejimlerin yaratılacağını ne biçim toplumsal ve siyasal
güçlerin sahneye çıkarılacağını bulmak da zor olmasa gerek. Bütün alınacak
tedbirlerle, yabancı yatırımlar için yaratılacak ortam, bu tip ülkelerin
yönetimlerini de, yöneticilerini de şah iken şahbaz yapar…”
Bu çarpıcı izahat
aslında, küçük Amerika idealinin ortaya atılışından öte, bilinmezi ortaya
çıkarmaktan öte, öteden beri yetmiş yıl öncesinden bugüne Türkiye'de hangi
rejimsel yaratılar, nasıl rejim düşmanı yaratıklar ve ne gibi toplumsal ve
siyasal kurgu modeller desteklendiğinin de açık itirafıdır.
Pandemic heyelan, küçük
oyunları ve küçükten Amerikalaşmayı güncelledi. Büyük oyun işbirlikçi küçük
Amerikalıların, gelişen her türlü muhalif hareketleri, ABD'nin güvenliğine
yönelik saldırı olarak kabul edip tertipli teçhizatlı karşı çıkması. Bu tezahür
yetmediğinde de özellikle belli dönemlerde toplu tüfekli militarist baskı.
Türkiye’yi küçük
Amerika yapma hevesinin de, heveslilerinin de, vahşi kapitalist sömürünün temsilcilerinin
de beklentisi pandemic normalleşme. Anormal olan pandemi aşsız aşısız yakaladı.
Yarın için Amerika âşıklısı, küçük Amerika heveslileri hangi pozitiflerden
seçilecek. Şimdiki soru bu…
ABD’nin ve diğer
emperyalist güçlerin canını sıkanlara selam olsun; “ Bugün günün nasıl ağardığını
görüyorsak, uzaktan bütün şark milletlerinin uyanışlarını da öyle görüyorum. Bu
milletler mutlaka muzaffer olacaklardır. Müstemlekeciler ve emperyalizm
yeryüzünde yok olacaktır.”
Demek ki pandemi
fandemi hikaye, Türkiye asla küçük Amerika olmayacaktır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder