20 Temmuz 2014 Pazar

BİR ‘GAZZE’ VAR ORADA BİR YERLERDE, ÇOCUKLARIN BİR DAHA BAYRAM HARÇLIĞI ALAMAYACAĞI…



Orucun bitmesine, bayramın gelmesine yedi gün kaldı. Kimseye ne şikâyet edelim, ağlarız halimize, ağlarız Filistin güneş kuşu ile beraber istiklale, mazimize, istikbale. Bize her bayram hep acı düşer nedense, tüm keşmekeşten kaçıp Balormanı’na sığınsak da, yol göründü yolcuya yine…

İsrafa batırılan memleketin, israfa batırılan ‘Şehri Ramazanı’, iftarlarıyla, sahurlarıyla, temaşalı programlarıyla, panayırlık eğlenceleriyle, yemeleriyle, yedirmeleriyle, gezmeleriyle, gezdirmeleriyle geçip gidiyor üç beş gün sonra. Ve erkân eliyle gösterişe alıştırılan fakiri gureba halk, bir hafta sonra kendi çapında abartıldıkça ablukalanan, şatafata kurban edilen ‘Şehri Ramazanı’ uğurlayarak şevvalin üç gününü bayram eyleyecek.

Daha ne diyelim, şimdiden kutlu olsun bu bayram, kerkenezler dışında herkeslere, Kutlu olsun…

Ama âmâlık istemez, ‘Bir Gazze var orada bir yerlerde, çocukların Bayram şekeri yerine ölümüne ateşi yaladığı’

Seyrancılar, ayranlar kabarınca hayranları azınca, bayramını istediği yerde istediği gibi kutlar veya bayram benim neyime deyip her yıl hükümetlerce fazladan uzatılan molayı kısa bir tatile çevirir. Kime ne, kime ne elbette. Veya bu bayram yine geleneksel rençperlikle çakışınca, araya bir de cumhurbaşkanlığı yaygarası sıkıştırılınca, bizim gibi bir arada iki derede kalınır yekten. Ve kısmette varsa üzüntüden, sıkıntıdan patlamadan, Batlamadan, Aksuya uzar ömrümüz yarı yarıya.

Memlekette fındıkkabuğuna dökülmüş bütün büyük acılar, ama ne çare; ‘Bir Gazze var orada bir yerlerde çocukların Deniz kumsalında ölüme yakalandığı’

Biz bu bayramı orada, burada ama hakkınca veya öylesine ama adap gereği geçirip bayram sonu Filistin güneş kuşları kanadında yine yollara düşeceğiz belki. Ama ismi cismi lazım değiller, kimler zatlar ne gam ne kasavet, ne gazze, bu ne gabavettir Allah aşkına.

Aylar evvelinden güncele bindirilen, erken rezervasyonlarla renklendirilen, Bayram trafiğini hiçbir acı, şer ve musibet erteleyemiyor maalesef. Bu kapital artığı kepazeliğin peşine düşmeyenler ise ana baba ocağına zamanında varabilmek için şimdiden yeni yöntemler icat ederler, akıl almaz çareler üretmeye başlarlar, biz de görmesek duyarız bilançoya yansıyanları nasılsa. Oranlar ne olursa olsun, olsun varsın sılayı rahimdir ve iyidir. Geçen on yıllarda, geçen ramazanlara ve bu yılın şu geride kalan üç haftasına bakıldığında, yadellerdeki bu tek haftalık çırpınış belki de kalan tek doğrudur, en muteberidir mübarek bayram icabı yaşanan.

Ya yaşanan acılar, ateş düştüğü yeri yakar babında görmezden gelmeler; ‘Bir Gazze var orada bir yerlerde çocukların bayramlarda bir daha büyüklerinin ellerini öpüp bayram harçlığı alamayacağı’

Bizim de elini öpüp bayram harçlığını kapamayacağımız, Babasız geçen üçüncü ramazan bayramımız. Yine ayni şekil, tam pedere yakışan güzel bir tesadüf ki emek pınarının çağlayacağı, derelerden denize akacağı, fındık hasadının başlangıcına rastladı bu seneki bayramda. Ve biz de kuzeyde o yaman ve güzel ellerde, babamızla beraber olacağız tarihin terkisine binerek. En baba, en can beynelmilellikle çıplak yaylalara süreceğiz bayram sevincimizi.

Aslan babam, Kantarın topuzu asla şaşmaz bereketlilikte üç beş kantarlık hasadın ve ramazan Bayramın kutlu olsun aslan babamız diyeceğiz seninle her karşılaştığımızı hissettiğimizde.

Ama eminim ki, sen her zamanki gibi bize dünya gerçeğini anımsatacak, yüreğimize üfleyeceksin dünyalılık gereğini, ‘Bir Gazze var orada bir yerlerde çocukların bayram gezmesi yapamadan, hunharca katledildiği’...
 
Kendine ve ceddine rahmet babam alınmanı istemeyiz ama kanımız odur ki; şu son on yıllarda Bayramlar bir hayli değişti, adamlık kalmadı, kala kala çocuklar hep aynı kaldı sadece. Biz de ne hikmet ise hiç değişmedik, değişemedik ve anlaşılması zor biçimde mazide kalan o bayramları özlüyoruz hala çocukça.
 
Özü sözü bir yana artık öncesiyle sonrasıyla, arifesiyle bayramıyla, bu ramazanlar, bu kurbanlar, bu bayramlar azdan fazlaya kademeleşerek, tamamen tüketimi besliyor ve abartıyı geliştiriyor. Biz artık bu bayramlara fazlayız veya bu bayramlar bize göre değil. Lafın ayıbı, gafı sayılmaz ise eğer gerçekten çivisi koptu bu memleketin, şu dünyanın, dünyadaki her bir şeyin. Bu çaplı çapsızlıkta dini bayramlar bile özünü ve gelenekselliğini yitirdi sanki yıllar içinde. Enlemi boylamı, meridyeni paraleli bir kenara ebat ve boyut değiştirdi o mübarek bayramlar. Ve yeni boyutta bayramlar kapitalsiz kapitalistlere epey yük getirse de nurjuvazi özentisiyle yılda bir iki kereliğine mesaisiz eğlencelik oldu vesselam.

Babaların babası babam, emperyalizmin canı sıkıldıkça havadan, sudan ve karadan vurduğu, hem de ramazanlarda vurduğu‘Bir Gazze var orada bir yerlerde, çocukların bayramlıklarını giyemeden kefenlendiği ve artık yalnızca kendi rüyalarında var olabileceği’…
 
Ey canım babam, el verdik biz bu bayram da buradayız, eş dost, konu komşu, akraba talukatı ağırlayarak sılayı rahime hazırlanacağız. Gazze’de yahudacı komitacıların akıttığı kana, elleri kırılası israelcilere kesilecek cezaların olmayışına, geciktirilmesine ve ne şiş yansın ne de kebap açıklamalara canımız sıkılsa da, Bayram sonunda bize senden hatıra ata toprağında çotanak çotanak insanlık ve karakter besleyeceğiz. Hakkını, haklarını helal et…
 
Ey ahali, “Yemin olsun ki, o gün size verilen her nimetten sorulacaksınız”. Eyvah ki eyvah; ‘Bir Gazze var orada bir yerlerde çocukların her nimetten koparıldığı’…
 

Canım babam, bilesin ki; bize durup durup, verdiğin nasihatler, incelikli mesajlar hala güncelliğini koruyor ve bir armada, yıkılmaz marka olarak hala rüyalarımıza süslüyor. Sen korkma asla, topyekûn emperyalizme karşı verilmiş kurtuluş mücadelesini, sembolleşen zaferi ve çağına göre büyük devrimleri hiç unutmayacağız. Her şey bayram seyran masallarıyla unutturulmaya çalışılıyor olsa da maalesef biz kanmayacağız.  Emperyal-Kapitalci zihniyetlerin baş yönetiminde, yerli icracılar ramazanı, her yıl artan çılgınlıkla billurlaştırıp, parlatarak bin temaşa ile varlıklarımızı ve yokluklar içindeliğimizi unutturmaya çalışıyorlar ama ibnisrael her sene, her seferinde sene, bene, bize herkese anımsatıyor, unutulmaması gerekeni.
 
Bu en gerçekçi dini Anadolu’ya taşıyanların ve yayanların, emperyalist işgalcileri Anadolu`dan söküp atanların kemiklerini sızlatacak uydurma programlarda atıp tutmalarla olmaz vatan perverlik ve dindaşlık. İçinde halktan garipler bulunmayan, sosyetesinden varyetesine ve din soslu sahte soylulara verilen iftarlarda kameralara gülücük dağıtmakla olmaz acıları paylaşmak. Ayrıca nedense, cephelerde süngü varsa süngü takarak yoksa göğüsler siper edilerek canları pahasına `ileriye daha ileriye` atılanlara, bu cennet toprakları bize sunan şehitlere minnet, saygı ve selam duruşu, aklaması bir yana bırakılıyor. Dini buyrukları gergefte oyalayarak, işleyerek ramazanı sözde bereketlendirme gayreti de eninde sonunda bir yerlere takılır her halde.

Bu bayram daha çok can yanar;‘Bir Gazze var orada bir yerlerde çocukların Gazze’den başka yerde bir daha bayram göremeyeceği’…
 
Canım babam yoksulluktan, yokluktan, hiçlikten, çıkıp kurtulduktan sonra yeniden doğanların bu ülkenin insanlarını bu ülkenin kutsal emanetlerine aldırmadan kumpanyalı, kumpaslı, çekilişli, baştan savma şovlarla, israf ve tarafgirlikle sahte ramazan bolluğuna çıkaran, ramazan çıktıktan hemen sonra bayramlarda yalnızlaştıranları ise yaratana havale etmekle hiç kimse kurtulamaz sorumluluktan. Belki de en doğrusu bu yazıyla tarihe not düşmektir her halde.
 
Ömür boyu tarihe not düştük; Ulusal değerler ve manevi-dini değerler ayni potada eritiliyor, sulandırılıyor.  Bu özel günlerin önem ve anlamı pervasızca yok ediliyor. Doksan yılın elli yılını çoktan devirmiş ve kırkları yakından gözlemlemiş bir anti-emperyalist olarak bu değersizleştirme iyice canımıza değdi, kanımıza dokundu vesselam. Feryadı isyanımız o nedenle Yiğit babam.

Billahi; ‘Bir Gazze var orada bir yerlerde çocukların gözlerinde bir daha bayram sevincinin parıldayamayacağı’…

Şu ülkede bayram ferahlığına, esenliğine kavuşan her bir birey bu bayramda: dini imanı ne olursa olsun tüm mazlum ve ezilen uluslara, açlık ve sefalet çeken üçüncü dünyaya, yetmişlerin Filistin’ine hala örnek bir kurtuluş destanları olduğunu anımsatmamıza karşın anı defterlerine geçen yıl kaydetmemişlerse bu yıl kaydetsinler, kaydetmişler ise yeniden bir daha kaydetsinler.
 
Tillahi, Recep, Şaban Ramazan olurdu belki ama ezan, oruç ve bayram olur muydu Allah bilir. ‘Bir Gazze var orada bir yerlerde çocukların minik ellerini açarak savaş bitsin diye Allah’a yalvardığı’…
 
Asli ve birincil görevimiz şu dünyada, denizi deryada şirazesi kaymışların, pusulası şaşmışların, milenyum uyumsuzlarının hala ürktüğü bu diriliş hikâyesini, bu küllerinden varoluş eylemselliğini, kadere dur diyebilmenin evrenselliğini unutmadan, yılmadan umudu bayramlara ve yarınlara taşımak olmalı.
 
Şahin bakışlı babam, bekle bizi Bal ormanında. Vallahi, ‘Bir Gazze var orada bir yerlerde çocukların her bayramda babalarını beklediği’…

Daha ne olsun, bu günden kutlu olsun bu bayram, kerkenezler dışında herkeslere, Kutlu olsun…

14 Temmuz 2014 Pazartesi

RAMAZAN YAZISI; ‘ MUKTESİT MUTEKİTLİK’…



Kiler erzakla dolmayınca, kasa mangırla yıkılmayınca, fakirlik ve zenginlikte hele hele mukaddes ay ramazan da aşırı muktesit olmak gerekir…

Öteye beriye saldıranların saltanatı sürdükçe, temaşalık ucuzcu temsillere döndürülen Ramazanlarda daha çok yazılır bu yazılar. Sanki yazgıymışçasına insanlığı vuran açlığı bilmek ve algılamak gerekir oysa. Ramazan vesilesiyle de olsa. Ama nerede, en dobrasından bir anımsatma olur bu paragraflar;

Şu fakir memleket ve dünya açlıkla mücadele etmedikçe, edemedikçe en sağlamından da olsa daha çok yıkılır mermeran hükümranlıklar…

Yalanla eylemleşenler yemeden içmeden kesilse, bıraksalar günlerce süren tıkınmayı kıymet bulmaz bir açlığı yaşarlar sadece. Gerisi Yaratana kalmış bir eylemsizliktir hesabıdır tutulan. Hâkim felsefeye göre böyledir en kudretlinin açılımı. Bayram etmek için tutulan her tutumluluk bir yana, aslı tutukluluk derecesinde ara vermektir her türlü yer yemez uyanıklığa. Ama varyemezlik mertebesinde, ince hisler ve şükürleşmeler sarmalında yiten günlerin ardına, ana yemeğe sulanmak gibi, talanla eylemleşmeye diretilince ve geçilince sessizden ve derinden buna en derundan kopmak denir inan literatüründe. Bu tutup tutup, bırakmalar en ideal yaklaşımlarla bile izah edilemez sonra.

Ayrıca ayın bol şerbetli, kızılcık şerbetli tatlı istekleri ve dilekleriyle kompleleşmek ve kamplaşmak, kızılca kıyametler kopartarak sahurlaşmak ve sarhoşlamak ve benzeri içtimai durumlar, ayılma tarzlı egzersizleri de zedeler. Kırmızı halılı, alacalı bulacalı seccadeli ve konfetili, havai fişekli sansasyonel ahir vakitleşmeler, akşamdan gecenin ayazına ve güncellemenin ayarsızlığına yayılınca Din darlaşan bir halsizlik ve bitkinlik uyandırır hakiki mutekitlerde.

Uyur uyanıklık arası asla doygunluk hissi vermeyen, açgözlüce ve oburca festival havasında geçiştirilen bu anlar sıra dışılıktan öte, sıradanlığı ve doymaz açlığı yaşatır taşıma sulu meydanlara. Bu emperyal kapılmalara, kapitalist  kapılanmalara ve tinsiz kapı kulluklarına karşın, Muktesit Mutekitler her ramazanın ve yazısının rubrici olurlar…

Koskoca zamanı, eşsiz zamanları badileştirenlerin, sandıktaki kutsal nimetleri ve emanetleri, bir bir metalaştırması neticesinde iftar iftahar vakti olmaktan, intihar vakti olmaya doğru sürükleniyor. Bu sahte revizyonist anlayışla da milyonlar boşluğa sürülüyor, güdüleniyor. Salgın bir hastalık gibi köşe bucak yayılan, katkılı katkısız olmasına bakılmaksızın maddi ve manevi gıdaların bolca kilerleştirildiği ve mideleştirildiği bu süreç din yolu ile maalesef din yolunun kapatılmasıdır. Bu bedavacı bedevilik, kendini sarih din yolcusu görenlerin tüketim çılgınlığına çarpılmasıyla izah edilebilir ancak.

Çağına çapına bakılmaksızın, zamanı büdükleştiren güdüklerin insancıllığı ve insanlığı yıkan, yakan, sömüren ve çökerten, zafiyet ve tutumlarının tamamını bir ziyafet sofrası sanmak ve kıyısına ilişmek, dünyada mevcut tüm maddi ve manevi hastalıkların en halis mikroplarını salah bulma hapı diye yutmaktır. Hap yutulunca zehir kana karışınca, şifayı öğün aşıranların, sahur atlatanların, secde aşındıranların kan şekeri düşüren ve tansiyon yükselten mukaddesatçılığında aramak ise ömür törpüsüdür. Bu törpülenişle, maneviyet işi dev günahlar sınıfından sayılan ama görmezden gelinerek uydurmacalara tapınan, uydurukluğa tapılan bir tezgaha devrilir. Tam böyle değilse de yakında öyle olduğu görülür ve tezgâhtan geçmemişler beşikten mezara listelenir.

Çünkü devran döner, devri fetret başlar ve dengede duruşun, tutuşun, tutamayışın, tutuşmaların haznesinde hazmı zor ayıplılıklar ayyuka çıkar. Yani kavuk düşer, sarık sarılır, takke takılır yine de asırlık takıntılar nükseder ve günah başkalarında aranır. Sersemlik kramplarına tutulmak işte böyledir ve böyle başlar.

Zaten sindirimi en zor olanları unutup, ibadatı sadece aç kalmak ve ziyafetten saymak, emanatı kutsalları hırkadan, sakaldan, ayak izinden ve sairlerden ibaret kılmak, ibretlik vakadır.

İnsanlığın kerameti iftardan sahura, geceden güneşe, günden akşam alacasına dengeli biçimde dağılınca, şu uzun günlerde güneşten aya, dinsel enerji sarfı da iyice zorlaşınca, zorlaştırılınca bu tanrısal özveri gerçekten Muktesit Mutekitliktir ve ruhani sarraflıktan sayılmalıdır…

Bilincin kesintiye uğratılarak, bilimin ters yüz edilmesi ve ilmin tersten okutulması ile işte bu dönüşümü güç noktaya kadar gelinir. Kimine göre iyidir belki, ama Sancağın nalınlar altında bırakılmaması için çokça bolca tevbeler gerekir bu nurjuvazinin zaviyelerine ve zatlarına.

Yazısı, yazgısı, yargısı bir yana asıl soru şudur; son yıllardaki ramazanlarda, Muktesit Mutekitliğin çok kısa süren bir yaşam konforu için, resmen satışa sunulması nasıl bir hoppa robotlaşmadır…

7 Temmuz 2014 Pazartesi

GÖÇ; ATEŞTEN GÖMLEKTİR,EKLEMLENME VE TEKERLEME SANATI…21 YILLIK YANGIN,

GÖÇ; ATEŞTEN GÖMLEKTİR, URUMELİ DE, BALKANLAR DA BİZİM, ANADOLU DA...

Oralarda asla son olmayabilecek bir vaka; Rebrenicka, 2. Dünya savaşından bu güne yaşanan en kanlı katliam, resmen soykırımdır…

Başka bölgelerden derlenmişlere asırlar boyu vatan belki de anavatan olmuş, anavatan dili kültür dili, dini asıl dini olmuş, ne unvanlar yaşadı bu millet, bu memleket Rumeli de. Rumelia’da Balkanlar da ne acılar, ne acı sonlar ve ne başlangıçlar yaşanmış tarihe mal olan.

 “Devletimiz duygusal ve ekonomiye gereken değeri vermiyor, o nedenle tarihte çok devlet kuruldu ve yıkıldı…”

Ana teması göç olan, savaş ve göç ikilisine, ilişkisine teğet geçmeden dünya çapında büyüleyici keşifleri içeren, kesim kesim en kesif, ne kıyımlar var ki insanlık tarihinde yaşanmış çoğu bu memleket ve uzantılarına aittir onlar yaşamıştır. Değer yargıları ve tarihsel gerçekler doğrultusunda ilerlenilmedikçe de gidilebilir,  her şeylere hâkim olunabilir belki ama sahip olunamaz. Agresiflik duygusu hangi ekol olursa olsun ekolun açık kapatacak düzeydeliğini bozar ve egemenlik biter. Külahı başında külyutmazların şaşkın azgınlıklar içinde bocalaması ve tüm tema kaygılı temasları hep bu varlığın korunmasına karşıtlıktandır.

“Balkanlarda Türklerin varlığı 17 asırdır sürüyor…”

Bir yaşam tarzıdır ana temasında hırs barındırmayan, güçlü göçler ve savaşlara dayalı kitaplara geçen hayatlardan seyretmek dünyayı ve hakkınca doğru okumayı. Kitap oburluğu eninde sonunda popüler kültürü deler geçer ve kültsüz gerçekler süzülür zihinlere.  Ve göçmek, göç eylemek derviş edasıyla, hakikat manasıyla, insanlık onuru mahlasıyla çifti çubuğu toplamadan, yiğitçe tahtı da, toprağı da terk eylemektir. Kuştüyünden yatak hafızalarda asla yeri olmayan bir davudi duruştur bu özgürlüğe, özgürce ana yüreğine uzanış.

“Balkanlar Asya ve Avrupa arasında stratejik konumu gereği eski ve yeniçağda daima kırılma noktası bir merkez olmuştur…”

Tarihi kararların pek isabetli olunmayışında gizlidir her şey ve işareti birinden kaçar gibi algılanmakla beraber kahramanlıkla örtüşür tarihte. Başka bir hayat isteniyorsa da özlemlerin ifade edilişiyle ana fikre ters düşer hayatlar vardır ve zoraki göç kendiliğinden başlar önce. Daima rastgele suçlamalarla bakılır meseleye ve bıkılır bir müddet sonra zorlama göçlerle sürdürülür süreç. Ve savaşın da neden çıkarıldığı ve yapıldığı unutulur zamanla, nedenselliği önemini de kaybeder. Ancak kaybedenler kulübü olmak her iki taraf için de geçerliliğini tarih boyu hiç kaybetmez. Kim kazanmıştır, kim kaybetmiştir tarihin sırtında taşınamaz bir yük olarak kalır. Yani savaşın ve göçlerin taraflarının kazanımları sadece kaybedişlerde ve kaybettiklerinde gizlidir. Aslında tüm göç hikâyelerinde saklıdır birer birer, ham yalanlar ve has gerçekler.

“Efsaneler bizi daima yanlış yönlendiriyor, Balkanlarda yıkılan değil, yüzyıllarca varlığını sürdüren ve koruyan bir Osmanlı ve Türk yerleşmesi mevcuttur…”

Ana tema şudur budur bir yana, ama her sınır ötesi ilerleyiş belirgin bir yaratıcılığı da peşinde sürükler. Bu sağlama ve sağlama alma duygusu tüm yaşama nedenlerini de geçmişin dokusunda, doğanın birikiminde arama bilincini yansıtır toplumlaşmalara. Alabildiğine gizlilik içerir ama çok kötü şeyler olmadıkça ve karşılaşılmadıkça her şey özgürlükle ifade edilir ve toprakta gizlidir.

“Göç ateşten bir gömlektir…”

Mutlak hakimlik, en muazzam mutlakiyet bile zamanla zevk ve mana bahçelerinde arsızca biten ve büyüyen kara otlara benzeşir. Kararır her şey ve tahtlar tahtı Revanlara yüklenir iki arada bir derede. Aydınlanma ise her yeri kendi vatanı, kendine öz vatan sayan göçerlerin dönüş yolunda çektikleriyle semavileşir.

“Hüner bir şehir bünyad etmekdir, Re’aya kalbin abad etmekdir…”

Başka bilgilerden asla esinlenilmeden ama yararlanılarak, bin yıldan fazla anavatan kültür birikimiyle selahiyeti her dem kendinde gören devirler yaşatmış ve yaşamış bir milletin eseridir göç. Bir kere emrindekileri asla sürüler olarak görmemiş ve sürmemişliğinde, yerinden, dilinden ve dininden etmemişliğinde gizlidir göçün odu, sırları ve kodlanmamış kodları. Özellikle Balkanlar da, Avrupa’nın her köşesinde büyük kentler kurulmuş, nüfus ve nüfuz bu yolla artırılmıştır. Hem de ileride baskı ve zulüm görüleceği tarihsel gerçeklerde kayıtlı olduğu biline biline.

“Üsgüb 15 ve 16. Yüzyılda Balkanların fethinin merkezi, askeri hareket noktasıdır…”

Ta ki baskı, işkence ve zulüm görene kadar, görüp geçirene, göçe sürülene kadar,  sürdürülen hâkimiyet döneminde asla baskı siyaseti, sindirme ve yok etme politikası gütmeden bir ilahi mucize gerçekleştirilmiştir oralarda. Ruhu göçer olanlar darağacına çekildikleri ana kadar özgürlük için savaşırlar, çekildikten sonra göçtüklerinde ise zaten tamamen özgürleşirler. Oralarda yakın tarihe çekilenler, çekildikleri ana kadar yorulmaksızın çalışarak eşsiz bir manzara izlenimi veren emeklerini, bu paha biçilemez tablo ahengini geridekilere armağan ederek gözyaşları içinde terk etmişlerdir oraları.

“Coğrafyadaki gerilim Balkan savaşlarına kadar sürmüş, ayrılıkçı bir yöne kaymış ve halen sürmektedir…”

Balkan Türklüğünü Osmanlı ile kısıtlamak fevkalade bir yanlış ve tarihsel bir yanılmadır. Bu yanılsamanın yansımalarını bu gün birileri sosyopolitik kazanç, sosyokültürel esans ve sosyoekonomik meta kapsamında ele alıyorsa da işin özü, göçün gözü, gerçeğin közü bu değildir.

“Balkanlarda 8.000 Türkçe yer adı mevcuttur, dolayısıyla bu topraklara geçici değil, vatan telakki edilip yerleşilmiştir…”

Binlerce yıl evvelinden Peçenekler, Kumanlar, Çepniler, Hıristiyanlaşmış Oğuz boyları, Vardarlılar ve daha niceleri Balkanların yerli halkından olmuşlardır.  Hatta bir dönem Anadolu tamamen kaybedilmiş ve Balkanlara tutunmuştur, Balkanlarda tutunmuştur Türk göçerler ve beylikler. Son yüzyılda oralarda mikro milliyetçilik temelinde palazlandırılan isyanlar ve faşizan saldırganlıklar bu tarihsel motifi asla zedeleyemez.

“Meşeyim güneş ormanlarında…”

Bu Balkanlara tutunma hevesi, bir tutuşmanın eseri değildir hiç. Oraları hiç yabansılamayışın, yabancılaştırmamış olmanın tezahürüdür. Daima bir anavatan özlemiyle sarılınmıştır oralara ve oralardan yetişen değerlere. Aradaki mazi çok eskidir çünkü.  Kimsenin azımsayamayacağı, yok sayamayacağı türden bir bütünlük arz eder bu ilişkisellik. oraların suyu tüm susamışlara ilaçtır.

“Dubrovnikli tüccarlar Balkanlardaki şehir devletleri içinde en rahat Bosna ve Hersek’de faaliyet gösterirler. Tuz getirirler ticaretleri karşılığında…”

Ana teması göç olan, savaşı ve göçü içinde barındıran bir gidiş ve ucu açık dönüş biletidir tarihe mal olan. Ve küçük hikâyelerle büyüyen ve büyüdükçe bu gün dahi asla sönmeyen bir toplumsal yıkımın tarihe bıraktığı izdir oralarda yaşananlar. Dönüş yolundakiler ise Rab yolunda yapılan en güzel mücadele ve mücadelenin en güzel yapılanıdır.

“İşkodra ismi tepe anlamına gelen kelimeden türemiştir…”

Tok gözlü zenginlikler ile adamlaşanlar oralardaki yaşamları ve yaşananları da iyi bilirler, sürgünleri de sürülmeleri de. Ve göç yolunda fakirleşmeleri de bu mücadeleyi en güzel ve hakkınca yapanlar onlardır diyerek yüceltirler. Orta Avrupa’nın tümünde oralardaki bu dik duruştur aslında Anadolu’yu var eden gerçek ve hakiki mayalanışın, Hakka dönüşün, imparatorluktan cumhuriyete yeniden dirilişin özü.

“Balkanlarda Slav birliği siyaseti öne çıkınca daha önce çatışmayan toplumlar birbirleriyle çatışmış ama faturayı Türkler ödemiştir…”

Öncesi sonrası tarih boyu bir kaynar kazandır Urumeli ve Balkanlar. Ve bizdir en hasından en makamından. Dereköy ve Kapıkule’den dışarı adımlar atıldığı an bu saptamalardan kendine ters gelen bir şeyler gördüğünü söyleyenlere oraları gördükten sonra yaşam boyu doğru gelecektir Urumelilik ve Balkanlılık gerçeği. Urumelia ve Balkanlar için asla son olmayabilecek bir vakadır Rebrenicka. Rebrenicka, 2. Dünya savaşından bu güne yaşanan en kanlı katliam, resmen soykırım olarak kayıtlara geçti. Daha ne olsun…

“Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda, söyle göçmen kızı annen var mıdır, Ne annem var ne de babam, kalmışım öksüz, telgrafın tellerinde haber var mıdır, ne haber var ne de selam, kalmışız öksüz…”
EKLEME, EKLEMLEME, EKLEMLENME VE TEKERLEME SANATI…

Bir basit tekerlemeyi ihsandidelikle en eksiksiz, olgun ve uygun mükemmellikte kâmilce eklemlemek, siyaset sanatına neler katacak yakında belli olur.  Hem de düşüncelere sonbahar gark eden bir şarkının iyi, hoş bir güzelin çok temiz ve duru sesinden dinlendiği varsayımının siyaset musikisine neleri kattığı da ortada iken. İsmiyle dinine bağlı kimselerden gül dalında goncaları, dağ yolunda yoncaları dermesini beklemenin siyaset tarlasına neler ekeceği de üç aşağı beş yukarı belli. Hal böyle olunca ihsanatın ekmeğinden olması demektir bu liderler sultasındaki lütufkar biçimlenmiş ile halleşmek.

Bu değişmez liderler sultasından taşanları başa en başa taşımak ise, ayni karar ve hükmü zoraki kabullenişten muzdaripler için baştanbaşa en ağır karmaşa, baştankara natamam tam tekerlemelik bir durum halk oyunda. Kesiyi gaddarca kesen, en babasından, alasından kesmiş hasat başı, yarıcıların başı hasatla masatla dertteymiş kime ne haber…

“ Sevdi aldattı beni. Güldü ağlattı beni. Gittim kölesi oldum. Götürdü sattı beni.”!!

İçinden şair geçen şehirlerde mutlaka deniz vardır ve bu şiirsel kentlerde şiir yerine tekerleme söyletmek zordur diye başlayan bir yazıya başlık ayarlamak en zorudur. Zordur ama genel amaç siyaseten toplumun topuna toptan ayar çekmek olunca akıl yettiğince karşı durulsa da içten içe, akıl tekerleniverir tekerlemelere. O karşı duruşlardır ki düşlerin çelik anahtarını bile kırıp geçmiştir zamanında. Her genel geçer gerginlikte, gerginlik anında yeniden yorumlama gereği hâsıl olur içinden şair geçen şiirsel şehirleri.

Aynı fasıldan, fasıla fasıla beslenmişlikten olsa gerek, yersiz ve zamansız şarkılar bestelemek, türküler yakmak, şiirler dermek ve tekerlemeler tekerlemek ve hepsini de bir yerlere eklemlemek tam bir hayal kırıklığı yaşatır ahalide. Bu gün şehrin, şehirlerin ve ülkenin yaşadığı veya yaşadığı halde algılayamadığı gerçek aynıyla bu merkezde. Yakında algı yöneticilerine gün doğar yine fahiş fiyatlara.
İçinde şehir efsaneleri barındıran şehirlerde mutlaka unutulan ve görmezden gelinen, denizden esintilerin ve kimliklerin gazabı vardır.

Final çığlık çığlığa yaklaşırken insanlık dersinden neredeyse sıfıra yakın not almalar, tümden sınıfta kalmayı getirince azap başlar gök kubbenin altında. Hesap mahşere kalmaz bu sefer. Artık hangi engin sularda geziniyor ise adamlık ve dost doğru adamlık, dalgalar haşince kıyıya vurdukça iz bırakacak sanılan adamlık ta ölür. Tersyüz edilmiş zihinlerin ve alaşağı edilmiş hayatların dibe vurduğu o kadar fazla şehir vardır ki sınır içinde, diz çöker ülke. Ve denizin derinliklerinde, nice siyasi batıklar nice uydurma hayatlar sürdürür ama kimsenin haberi olmaz.

Öyle ki liderlerin, liderlerinin insafına kalınmıştır bir nevi, tüm yokuş aşağı tekerlenmelerde. Derli toplu bile olmayan kişisel kısa notlardan ortaya çıkan, sohbet artıklığı ile ancak bu kadar olur. Zarara sevinmek işte budur, denizaşırı, sınırdışı eklemlemelere hiç gerek kalmadan.

Dilsiz sürüler haline gelmek ve sürülendirilerek, süründürülerek yaşamak, yaşamaya zorlamak ve yaşatmak sonun başlangıcı, yıkımın bir adım berisidir aslında. Ben nasıl olsa yaşadığım kadar yaşamam, yakılsa da, yıkılsa da görmem düz mantıksızlığı ve düz kontak tavırlılığı ile vatan semalarında yükselen her yurtsever nidayı karalamak, her en son uyarıyı görmemek, görmezden gelmek ademleşmek değil adamleşmektir. Bir evcil sürü sürümüdür dilsizleştirme ve dil bilgisinden bahis kafadan erkeklik ister…

Siyasi iktisadi ablukaya alınmış ve hayatın abece’sine yenilmiş bir milletin sinesinde hangi aslanın yattığı belli olmaz ama bu ve benzer durumlar her daim olduğu gibi akvaryumdaki rengârenk süslü balığa ve ülkede birkaç köyde konuşulabilen kuşdilinin maharetine aldanmakla sonuçlanacak bir tekerlenmedir sadece.

Eklemlenen tekerlemelerin tekmeleşmesine, belirginleşen isyanın buğusuna, asla renk vermeyen şarkıların şartlandırmasına, şarklıymışçasına dikkat kesilerek ama dayatmalara hiç sesini çıkarmadan, yükseltmeden bekleyenlere kimin bir diyeceği var ise yakında eklenir mevzuuya. Ancak şu bu uydurmaca ve kandırmacalarla dil üstü kaydırma ve adam kayırmacılığıyla piyasaya sürülenlere mavi boncuk takma molası şimdilik. Sahte mavi boncuklar ve boncukçulara ve oluşturulan manzara çirkinliğine elbette kimsenin itirazı olamaz, olmamalı da. Zaten yaz mevsimi ve deniz kıyısına ne sürsen gider.

“ Bir Seçimde, Seçenler, Seçilenleri Seçemiyorlarsa, O Seçilenleri Seçenler, Seçim Sistemini Seçenler Kimler?''

İçinden şair geçen şiir gibi şehirlerde içinde mutlaka deniz var olan yazlık ve kışlıklarda yaşamak insana yakmayan tılsım ve serinlik katar. Bu eşsiz kazanımla yüreklenen ama yürekte tutuşan çatılardan sızan sihirli dumanlar, sadece çatıyı çatan sihirbazları kıskandırıp sinirlendirir ama sonuçta bu numaracı renkliliği gölgeleyemez. Gölge düşer belki kısa süreliğine ama süreklilik arz etmez, önü kesilir dört koldan. Hayal içinde hayal, dünya içinde hayal yorgunları yeşil sedeflerle işlenen kızarmış eseflenmelerin sırrını da dört kolluya kadar taşırlar.

Bu saatten sonra bu mevcut üçgenin dış kenar bükeylerine kafa yormak, iç bükeylerini aramak ve çok genleşmek kimler hatırına da kapıya dayansa akla düşer tekerlemeler, tekerlenmeler. İleride apaçık ortaya serilecek bu savrukça ama dikkate değer nedenlerle bir araya geliş, yan yana esaslı duruş rahatlıkla hoş gelişler ola tarzında saygılamaya dönüşmeyebilir. Ak suların köpüğünde hapis hayatı yaşamakla ödüllendirilmiş ahali nihayetinde yine bir dört kolluya zevkle sarılır.

Oluş ve yontuluş sürecinde her türlüsü mubahtır babında yaşama tutkusu aşılanmış isli ve sisli gecelerin ve bekçilerinin yegâne armağanıdır bu bermudacılık. Artık aklın okuyup yazması, gezip görmesi ezber edip bozması da boşunadır. Biçarelikten bütün amillerin ve amellerin mukaddes sayılmasıyla, bütün amir ve emirlerin doğru sanılmasıyla biter bu devre kayıplığı, eğer kısa devre yapmaz ise akıllar. Perdede sadakatsizlik hayalet gibi gezinse de ses ve ışıktan örülmüş sahte âlemlere akar yarım akıllar. Parıldayan her ışığa kanmak alaylı âlimlerin ve mektepli bozguncuların harıl harıl israfa ve ispata yönelik çalışmaları ile geçer bu ramadan. Ve seleksiyon da yine gerçeklik kaybeder.

İçinden şair geçen, şiir gibi şehirleri yüklenmiş üç tarafını deniz kuşatmış bu ülke, içerisinde mutlaka şehir efsaneleri barındırır. O efsanelerde eski imparatorluk dilbazları ve dilberleri kırık sazlar eşliğinde talih kuşuna yüklerler hendese okuma devrine yanıp tutuşan özentilerini. Ve sahi diye başlayıp, uzatılıp inceltilse de katı kaskatı bir kaderciliğe mahkûm edilir ucuzlatılmış yaşamlar.

Kadercilikle ziyan edilen yaşamlar ve kadercilikle biçimlendirilen süreç teker teker tekerlenir ve kapağını bulur. Elemeler, eklemeler ile eklemlenir ve tama tamamlanır. Ziyadesiyle zikirleme ve zikirlenmeden doğan bu çok genleşmeye nefretlenmek ise içinden seçimler geçen, oylum oylum oylanan ve içi oyulan ülkenin al renkli saltanatına gönül vermiş ve dahi kalpten inanmış ütopistlerine düşer. Ekleme, eklemleme, eklemlenme ve tekerleme sanatı, siyaset sanatına yeşil ışık yakarsa işte o vakit tekerlemeler tekerlenir

 “ Hakkı hakkının hakkını yemiş. Hakkı Hakkı’dan hakkını istemiş. Hakkı Hakkıya hakkını vermeyince, Hakkı da Hakkı’nın hakkından gelmiş.”
21 YILLIK YANGIN, YASAK, YASAKLI ANMALAR, YASAK SAVMALAR VE ZAMAN AŞIMI…
 

Sivas’ta 02 Temmuz 1993'te 35 aydının yaşamını çalan hain, insanlık dışı katliamın üzerinden tam 21 yıl geçmiş gitmiş. Bu gün silah ve mühimmatını kuşanmış vatan bekçileri bir haber bu otel değil yürek yakan katliamdan. Delikanlı yüreğimiz kanıyor hala. Her olumsuzluğa usturuplu bir kulp takmaktaki maharetimizi, bu ve benzeri en haklı anmalara her yıl engel koymakla dosta düşmana kez daha gösteriyoruz ne yazık ki. Fındık kadar bir umut barış ve hoşgörü için yeterli ama Sivas’ta gerçekleştirilen anma etkinlerinde yıldan yıla yoğun güvenlik önlemleri bahanesi ve Madımak civarına insan yaklaştırılmaması maalesef acıyı her defasında bir kez daha tazeliyor. Zaten zaman aşımı kararı yürekleri hepten yakıyor.
 
Beklenen odur ki, umarız bu sefer dört bir yan Sivas, 2 temmuz da andırmamaya yönelik sivil, asker, polis baskısı olmaz, ramazanın güzelliği adına, cumhurbaşkanlığı seçimleri hatırına...
 
Çok şey var anımsanması gereken, Sivas 93 elbette unutulamaz, unutturulmamalı ve unutulmamalı…
 
Yürekte anımsanmalı Sivas 93. Anımsanmalı çünkü yaşamsal platformda eksiklerimizi ve hatalarımızı görmek adına ve bir daha böylesi vahşi ve din dışı, mezhepsiz bir katliama seyirci kalmamak adına, Devlet-millet adına.    
  
Her geçen yıl, Sivas’ın girişleri ve çıkışları arama noktalarına dönüştürülüp bekleniyor. Bekleniyor bir kıvılcım, merkezi salmalar yerine getirilsin diye. Başka kentlerden Sivas’a akın akın eden kafilelerin araçları durduruluyor. Canından bezdirilip, öfkelendiriliyor canlar. Her gelen şüpheli yaftasıyla incelenmeye alınıyor. Yazılı görsel materyalleri sıkı değerlendirmeye tabi tutuluyor ve el koyuluyor. Üst baş en hassasından kontrol ediliyor, canlar yakılıyor. Kamulaştırılan ve Bilim ve Kültür Merkezi'ne dönüştürülen eski Madımak Oteli önü de araç ve insan trafiğine kapatılıyor. Bina ve sokağı demir polis bariyerleri ile kapatılıyor. An ki anasın, insanın vay anasına diyesi geliyor.
 
İstenen odur ki, umarız bu sefer dört bir yan Sivas’ta ve Sivas’ta,  bu yıl 2 Temmuz da gerektiğince andırmamaya yönelik sivil, asker, yerel parlamenter, parlamenter polis baskısı olmaz, ramazanın güzelliği adına, cumhurbaşkanlığı seçimleri hatırına ve canlar parlamaz...

 
Yirmi yıldır, Gel de bir barış gönüllüsü, barışsever vatanperver bir birey, büyük Türkiyeli bir vatandaş olarak bir kırmızı karanfil bırak o melun yere, o insan yakmayı din saydıran yere. Yine mümkün görünmüyor ileri demokrasi gereği. Sol-sosyalist isen eğer kafadan sakıncalısın, giremezsin kente. Yaklaşacağın adım sayısı bile belirlenmiş. Anı köşesiyle idare edecek isen eğer, elinde karanfil platform temsilcilerinden biri olma hal çaresine bakacaksın. Yoksa bekleyeceksiniz daha daha ileri demokrasiyi ve sapla samanın karıştığı bir seçimde en babasından cumhurreisi seçilmesini.
 
Hatıralarımız, anılarımız, anmalarımız da elimizden alınıyor, analarımızın yüreği yanıyor…
 
Buna asla benzemesini dileyemeyeceğimiz, benzer çağdışı katliamların bir daha yaşanmaması için, Anmak, yermek, kınamak, telin için bile ilin valisinin, parlamenterinin peşine takılarak, devlet erkanı ile birlikte, devletin izin veridiği oranda, bir nevi açılış statüsünde protokolvari bir prosedür oluşturuluyor Sivas’ın ellerinde. Sivas ellerinde sazım çalınır…
 
Usule uysalca uymada gör. Yeni teamüller harici, toplumu bilgilendirmek ve uyarmak için bir basın bildirisi bile açıklayamayacaksın. Elin kalem tutuyorsa, kağıdın da varsa eğer asla ve kata yazamayacaksın.
 
Dünyaca meşhur Madımak’ın içinden tek kare fotoğraf alamadan, filme, kameraya çekemeden dolaşacaksın usulca, usluca eğer çemberden içeri adım atabilirsen. Basın açıklamasını da yaparlar, yürüyüşünü de, yüreği-canları yanmışlar adına, onlar her şeyi yaparlar. Matem törenleri de düzenlerler. Sen üzüntülü bir figür oluştur yeter. Onlar senin adına hem ağlarlar hem de gülerler nasılsa. Her şeyi yaparlar da izin vermezler topluca anmaya.
 
Tam asker yaşı, 21 yıl geçmiş, kızıl alevlerin Madımak’ı yuttuğunu, aydınlarımızın ellerimizden kayıp gittiğini ekranda çaresizlikle izlediğimizin üzerinden, tamı tamına 21 yıl.
 
Asla unutulmamalı Sivas 93, unutulamaz, unutturulmamalı ve unutulmamalı ama hafızalardan silme işlemi daha katliam günü başlatıldı hala sürüyor. İleride bu günleri dahi çok arayacağız anlaşılan. Hasetle resetliyorlar toplumun bilincini. Canlar yanmış, canlar unutturuluyor, canımız darlanıyor, iyice daralıyor çember.
 
Yüreklerdeki, içimizdeki ve Madımak’taki yangın hala sönmedi, sönmeyecek. Hissedilmesi duyulması gereken Utanç otelin bilim kültür merkezine dönüştürülmesi ile ortadan kalkacak sanki. Kalkmaz hiç, yananla yakan yan yana durdukça bu yangın harlanır. O gün orada yakmasalar da duyarsız kalanlar devletin hangi mevkilerinde konuşlanmışlar acaba bakmak lazım. Bu ayıp bize yeter de artar, deyip utanırız hala insanlığımızdan.
 
İşte O can pazarının yaşandığı günlerde doğanlar kaç seçimde oy kullandılar, askerler, anneler, babalar. 02 Temmuz’dan habersiz, haberli olsa da duyarsız milyonlarca birey. Güllük gülistanlık masalıyla devşirilmiş kaç on milyon yürek. Kaç on milyon yürekte de sönmeyen ateş, yanan canlar…
 
Tam 21 yıllık bu yürek yangını. Yasak, yasaklı anmalarla geçiştirilmiş, yasak savmalar ve zaman aşımı ile genelleştirilmiş ama;
 
Yüreğimiz hala yangın yeri, yüreğimiz halen yanıyor. Biz “ibret için yakılması gerekenlerdeniz” deyip sıramızı bekliyoruz, gelin bakalım muhteremler…