31 Mayıs 2019 Cuma

mayıs sonu-19

JA-MİL...
Son yıllarda kadir kıymet bilen şu ulu, şuurlu milletin gözüne mil çekilmiş gibi...
Bir ortaçağ ezası, mille göz eritmek. Göz kapaklarını yapıştırmak. Bu çağdaki izdüşümü ise çok kızgın ve yüksek voltajlı ampulun uzunca süre gözlere mecburi teması. Ki bu temas artık gözleri eritiyor.
Kadir kıymet gözetmeden bir eritmek ki ne eritmek. Yüzlerce yılın birikimi çeyrek yüzyılda bir güzel. Erittiler her şeyi. Sevgiyi de. Saygıyı da. Bitirdiler. Milyarlık öz değerler kaşla göz arası eridi gitti. Sadece gizli kasalar şişti. Şişti gizli hesaplar. Denizde karada ne varsa. Oysa hiç de gizli değildi yapılanlar. Edilenler. Aleniydi her şey.
Ama gözlere sanki mil çekildi...
Gören yok. Görülmedi...
Öyle garip bir hal ki; gözler mil, kulaklar cihaz, diller lal. Eller tutmaz. Görmüyor. Duymuyor. Söylemiyor. Millet ampula tapar vaziyette. Akıllar mankurt desenli...
Kadir kıymet bilmeyen bilinçsiz kölelik, köleleştirme versiyonu. Milletin gözüne gözüne...
Gözlere mil çekile çekile militarizasyon...
Sonrası bir ulu millet ki desem mi demesem mi ayıbında. Yolcu yol ayrımında...
Seçsem mi seçmesem mi? Tereddütünde. Hamil terennümünde...
İstikrar diye diye aykırı bir düzeneğin işleyip işleyeceği bu kadar. Buraya kadar. Toptan be-ka meselesi. Seçim yenilemesi. Ve teami...
Kadir kıymet bilmez toplum mühendislerinin gözlerine mil çekilmemiş ama topu milföy hamuru yumuşaklığında. Yağlı ve yağcı. Paracı. Paragöz...
Kadir kıymet öğreten mekanik gerçeklik üzerinden milli açılım ise; 'Dingil veya aks yalnızca eğilme gerilmelerinin etkisinde kalır. Burulma gerilmelerinin etkisinde olmaz. Yani herhangi bir güç aktarmayan destekleme elemanıdır...' Tam hedef...
Bu açılıma göre gözleri millenmişler;
Sıkışınca kader deyip kadir kıymet bilmeyenlerdir. İşleri sadece mimlemektir işlerine gelmeyenleri. Ayrıca burulmaya zorlanan elemanlardır zil çalınca. Anında milleşirler. Sur çalınca...
İşletsel bilim ise mili; Gücü veya hareketi iletmek için kullanılan dairesel kesitli ve genellikle dönen parçadır, diye tanımlar.
Kadir kıymet bilinmediği iyice açığa çıkınca, asrın millicileri yine minali sürdüler ateşe. Milvari. Böylelikle gözler yeniden minelenecek. Tekraren millenecek. Gözlere bir kez daha mil çekilecek...
Ahval ve şerait bu...
Ama son günlerde, gözüne mil çekilmiş kadir kıymet bilen şu ulu, şuurlu milletin dili inceden çözüldü gibi;
Herşey çok jamil olacak...

SINIR BAYRAMI...
Evrenin sınırsızlığını zor keşfeden insan, o sınırsızlıkta on binlerce yıl çevresine sınırlar koyarak var olmayı seçmiş. İçten içe gelişen sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemine karşın içgüdüsel olarak toprak, sahiplenme, korunma, barınma, güven, mülkiyet, saklanma, güçlenme duyguları ağır basınca kendi sınırlarını yaratmış. Kolayına böylesi gelmiş. Zamanla sınırlar her şeyin sıfır noktası olmuş. Savaşların, millet ve devlet olmanın, dinler ve kültürlerin...
Ve sınırlar içinde sömürme, sömürülme, sindirme,
asimilasyon, biçimlendirme ve dönüştürme kavramları yönetme ve yönetilmeye araç olmuş.
İşin aslı sınırların içi, dışı, çevresi ve tüm bileşenler bir anlamda kimlik dizaynı ve kimlik dayatmasıdır...
Dolayısıyla sınır tekdüze görünen ama çok boyutlu bir hattır...
Hatta ağır bedeller ödenerek çekilen ve çizilen sınırlar özgürlüğü sınırlasa da, özünde özgürlüğe ulaşmanın yollarını da barındırır...
Yani 'insan salt sınırlar koyan bir canlı değil, aynı zamanda asla uslanmaz bir sınır tanımazdır...'
Bu sınır tanımazlığın en acı ve canlı örneği her dini ve kendi milli bayramlarında sözde 'mülteci' adıyla içinde yaşadıkları sınırı, asıl ülkelerine izdiham boyutunda geçmeye çalışanlardır.
Elbette onlara, ilticayı istila boyutuna çevirenlere kızanlar olabilir. Haklı bulanlar da çıkabilir. Bu sınır, sinir harbi bayram filanda dinlemeyebilir. Bu başka konu...
Ancak online randevu alarak bayram için ülkelerine gidenler. Online olmadan gitmek isteyenler. Sınır kapılarından yığınlar halinde geçiş yapanlar. Sınır ötesinde bir bayram havası teneffüs edebiliyorlarsa eğer sınırsal ve sınıfsal bir çelişkinin de tarafıdırlar. Sömürünün de. Onlara taraf olanlar da bir büyük yanılgının...
Hele kaynayan coğrafyada en büyük göçmen kaçakçılığı bu sınırlar içinde ise. En büyük şebekeler de bu sınırlar içine yuvalanmış ise. Ve liderleri alımlı iş adamı kılığındaysa. Ve hepsi kapı komşularda yakında dağıtılan sınırlar ve yeni çizilen sınırlar tandanslı ise. Durum sömürü açısından başka yerlere gider.
Artık bu sınırların içini vatan yapanların, yıkılmaz bir devlet varedenlerin varisleri, ister ocu ister bucu olsun şapkayı önüne koyup düşünmek zorundadır. Hem de en geniş çaplı ve objektif açıdan. Çünkü yarın çok geç olabilir.
Yıllardır bayramları sılayı rahim babında icra eden ve evlerindeki divana hapis, gözü beyaz camda kalanlara bu randevulu bayram gidişleri normal gelebilir. Gelmeyebilir de. Ancak bayramların bir hafta öncesinden başlayan bu temaşa oraların terk edilme nedenini de sakatlar bir gösterim. Anormal bir durum var ortada.
Sabahların erken saatlerinden itibaren sınır kapılarına akın, yığılma ve yoğunluk sınır ötesi bayramların rahatlıkla devam ettiğini de kanıtlar bir ayrıntı.
Yaşanan izdihamda durumu kurtarmak için demir bariyerler kurmaktan başka bir çözümü olmayanlara ise bu bayramlar angarya. Angara ise kendi derdinde. Zaten bu sözde mülteciler, özde ilticacı istilacılar Angaraya göre asıl yurttaşından daha değerli.
Değerli çünkü bunların topuna on milyarlarca dolarlık maddi manevi, asli bir konum sunumu söz konusu...
O halde sınırsız sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemiyle tarafgirliği seçenler ve yılların gizli özlemleriyle hemhal batağa çakılanlar ortak noktada buluşuyorlar ise, bunca güvenlik önlemleri, izdihamı artıran işlemler, online randevu sistemi kaldırılsın. Sisteme kayıtlı olan olmayanların bayram için çıkışları kolaylaştırılsın. Aşı yaşındaki çocuklara aşı kartları varsa bakılsın, yoksa aşıları yapılıp gönderilsin. Ana babaların ceplerine de bayram harçlığı koyulsun. Kendi vatanlarında zorlanmasınlar, mağdur olmasınlar.
Ayıp kaçmasın...
Ramazan Bayramı tatili tam dokuz gün...
Bayram için bu sınırların dışına çıkanlar her kimse, nasılsa hepsi dönecek. Hemde yeni sözde mülteci misafirlerle...
Yani kapılardan dışarı birilerine sınır bayramı, hanelerden içeri ezilenlerin hepsine sinir bayramı.
Bari şimdiden kutlu olsun. Zati her şey çok güzel olacak...

26 Mayıs 2019 Pazar

OKYANUSUMUN DENİZİ


OKYANUSUMUN DENİZİ

Bir Deniz vardı. Hala hasreti çekilen. En hasından ve gözüpek. Gözünü budaktan esirgemeyen. Korktular. Denizi kurutalım dediler. Okyanusa dönüştü. Düştü iki gözüm.  Aktı özüm. Doğan da Okyanusumun Denizi…

Ok yaydan çıktı günlerinin evladı; ‘Kızım Deniz, senin Tanrı’ya, bize ve ailene ve de binnetice vatana hayırlı bir evlat, nesil olarak yetişmeni ve adın gibi yapacaklarının da, başarılarının da Deniz olmasını dilerim…’

Unutma, unutma sakın ve unutturma…

İnsanlar yeryüzünün en korkunç yaratıklarıdır. Adeta canavar. En vahşi. Çiğ süt emmişlerdir. En alasının bile sağı solu belli olmaz. Geleceğini onların mutlu geleceği uğruna feda edersen et. Tamam. Ancak iyi düşün. Doğru bildiğin yolundan asla dönme. Ama bil. Zora düştüğünde ilk fırsatta zehirli bir hançer gibi saplanırlar yüreğine. Ana kuzusu demezler. Azap çektirirler. İşkence ederler. Utanmadan vururlar boynunu. Nankörce. Murdarca. Murderce.

Sonra ateş soğudu, Kızıldeniz yarıldı, gemi tufanı aştı sananlar kader derler. Lafta kederlenirler.  Bunlar sonsuza dek yaşamanı sağlarlar belki ama ömürden çalarlar. Ömürlerden çalarlar...

Deniz ömrün kısa veya uzun. İşte hep o karşılıklı ince hesaplaşma denizinde geçecek. Denizde karada ölüm var veya yok. Efsanelerden güç alarak at kulaçlarını. Etraflıca boğmak isterler, diren. Yılmadan savaş. Kurulu kurgu tezgâhlarında sakın boğulma. Kızılırmaklara tutun. An gelir kıran geçer, boran durur. Bir gün mutlaka hesaplar sorulur.

Fırtınalar durduğunda kötülüklerin sonlandığı bir dünya elbet kurulur. İnan. Değişime gebedir çünkü doğa. İnsanlarda gün olur değişir. Yine de fazla kanma.

Kızım Deniz, kendine kardan siperler kur. Kartoplarıyla dağılan, çığa evrimleşen, ölümsüz çağ maceralardan beslen. Seni eriten güç sadece güneş, Güneş olsun. Ve diz çökme, doğrul, daima dostdoğru ol. Yarınlarda her dem bağımsızlığa çelik bilek. Zehir akıl. Tek yumruk tek yürek ol. Yıldızlaş…

Ve sev her şeyi, herkesi. Her kesimin sevgiyi hak edenini. Düşkünleri kim olursa olsun ayrımsız. Ayrıcalıksız kol kanat ger ezilen dünyaya. Esaret altındakileri en radikal sayılsan da hiç çekinmeden say. Say ve sayıl. Asla evrensellikten ayrılma.

Hayat tatsız tuzsuz berbat ve çekilmez olsa da gülümse objektife. Hala umut var. Daima objektif ol. Daha çocukluğunda eliyle altı ok işareti yapan, zafere endeksli politik tavrın solmaz gülü. Karanfili gibi. Karanfil kokulum mavi bulutların arasından gülümser sana adaşın. Gülümse sen de yeryüzüne. Yüzünde zulme başkaldırış filizlensin. En özgürlükçü. En isyankâr. İsyanın dışa vursun yakın çekim. Endişe etme görülsün. Gök gürültüsü gibi çağla.

Kızım Deniz çağ değişir, bu memleket ne zaman ki gökyüzü ile buluşmaya hazır hale gelir hep kontrol altında tutulur. Kimseyi yaklaştırmazlar özgürlük ateşine. Sözde yanmaktan kurtarırlar. Yalan. Kuyruklu yalan.

Onlar ki; o kuyrukçular asıl kendileri yakarlar. Asarlar. Unutma ipten almazlar. Kelamı kadim’e el basarlar, kalem kırarlar. Kalemi önce hediye ederler sonra. Gözlerini kırpmadan sehpaya gönderirler.

İşte günün birinde böylesi mahlûklardan biriyle karşılaşırsan veya topuyla asla yakarmalarına aldanma. Yak köprüleri. Geç karşılarına öfkeni belli ederek uzaktan tekme salla. Bir tekmede kıytırık sehpaya…


Kızım Deniz öyle acımasız ki hayat daha çok şey öğreneceksin. Dileğim fazla bedel ödemeden öğrenmen. Hayatının her dakikasında bilgiye deryalan, bilgece davran. Bilime Deniz ol.

Önünde yaşanacak daha çok yıllar var; “Seni önce Tanrı’ya, bizden ailenden çıktığında ise binnetice Vatana, Yetişmiş hayırlı bir evlat olarak emanet etmek isterim. Adın gibi yapacaklarının Deniz, başarılarının Okyanus olması dileğiyle…”

Gözüpek, gözünü budaktan esirgemeyen, kurusun denildikçe Okyanuslaşan Okyanusumun Denizi, iki gözüm. İki gözüm, gözlerinizden öpüyorum. Gözlerim kapanana dek seninim. Sizin.

Cankızım, ardımdan “Deniz’in bir babası vardı…” diyeler bana yeter…

25 Mayıs 2019 Cumartesi

YUNUS DAVASI

YUNUS DAVASI
 
Öyle zaman gelir ki zamanlı zamansız tövbeler de para etmez. Pişmanlıklar da. Son pişmanlıklar da. Kırgınlık inceden inceye artar. Dualar da kızgınlığı serinletmez. Kırgınlığı çoğaltır. Öyle ki kimi vakit Tanrı’ya bile boyun eğilmez.  Çünkü kızaran gözlere ‘Yunus’ karası vurur. Tende Yunus davası durulur. Gözü karalık işte budur. 
 
İşte o mitolojik günlerden kalmadır kutsal isyan. Özgürleşmeye en makul kaçıştır. Diriliştir…

Tanrıça Nin’in kentidir Ninova. Dicle nehrinin doğusuna doğru yayılır. Balık şehridir. Halklar beşiği’dir, Tanrı’nın kapısıdır. 

 
Mezopotamya civarındaki Ninovalılar milattan önce sekizinci yüzyılda tam otuz üç yıl, On ikilerin beşincisi Yunus'a sövdüler. Asur çıkardılar. Süründürdüler. Güvercinin kanatlarını yoldular. Gönderilişine isyan ettiler. Ve göndereni de inkâr ettiler. Top yekûn direndiler. Davete icap etmediler. İnanmadılar.
 
“Biz hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri, 'Biz, size gönderilmiş olan şeyi hemen inkâr ediyoruz, derler.”
 
Yunus çaresizliğinden işi Allah'a bıraktı. Kavminden usandı. Tebaasına ah etti. Çıktı kentten dışarı, dağa çıktı. Kendisini ibadete adadı. Günlerce Tanrıya yalvardı yakardı. Toplumun cezalandırılmasını talep etti. Dağdan indi kırk gün daha halkına yalvardı yakardı. Gece gündüz uğraştı ama nafile. Dönüş gerçekleşmedi.

Yine de Yunus uyarıldı. O da son kez uyardı. Emekler yine boşa gitti. Hırsından hepsini terk etti. Terkle beraber önce derilerin rengi değişti. Kırkıncı gecenin sabahında göğü kapkara bulutlar kuşattı. Azap ve gazap yakındı. Ninovalılar başa gelecekleri çok geç anladılar. Aradılar. Taradılar. Yunus yoktu çekip gitmişti. Bulamadılar. 

 
O meçhule giden bir gemiye binmişti çoktan…

Yunus emri ilahiye uyup Ninovalılara gitmedi. Tanrı buyruğuna da karşı çıktı. Rest çekti. Onlara bir kez daha son kez çağrıda bulunmadı. Denize açıldı. 

 
  ‘O öfkeli bir hâlde geçip gitmişti…’
 
Tanrı yeri göğe, göğü yere yığdı. Tanrı’nın eli,  Mikaelin yeli Yunus’u denizin tam ortasında buldu. Bulduğunda uyuyordu. Mürettebat panik içinde uyandırdı Yunus’u. Kur'a ona çıkmıştı.
 
“Gemide olanlarla karşılıklı kur’a çektiler de Yunus kaybedenlerden oldu.”

Denizi ve karayı yaratan göklerin Tanrısı Rab’tan kaçtığı ortaya çıktı. Kaçış yoktu aslında. Yunus ‘beni denize atın’ dedi. Kıyamadılar. Fırtınadan da kaçamadılar. Fırtına daha da şiddetlendiğinde Yunus'un suçunun ceremesini çekmemek için onu denize salladılar. Ve büyük balık küçük balığı yuttu.

Yunus kırk gün kırk gece ölüler diyarının bağrında hapis kaldı. Tekrar Ninovalılara mesaj iletmek karşılığında koca balık Yunus'u karaya kustu. Üç gün yol yürüdü. Vardığında kenti bir araya topladı. Onlara şehrin kırk günlük ömrü kaldığını iletti.

Yüz yirmi bin insan, binlerce, yüz binlerce, milyonlarca canlı bu kez ilahi çağrıya direnmedi. Gerçeği kabullendi. Mesajı aldı. Zenginliğe sırt döndü. Çala çula büründü. Kral krallığından vazgeçti. Tahtı bıraktı. Küle oturdu. Herkes kötülükten ve zorbalıktan vazgeçti. 

 
Bu seferberlik sayesinde yok olmaktan yırttılar. Kırk günlük süre dolduğunda Tanrı sözünde durdu.
 
“Sonunda O’na îmân ettiler. Bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar yaşattık.”

Yunus bir kez daha gücendi. Tanrısına öfkelendi. Boşa geçen on yıllarına yandı. Ölmek yaşamaktan evlâdır ‘Al Canımı’ diye niyaz etti. gelmeyen azap öfkeyi doğurdu. Ninovalılardan bir kez daha ayrıldı. Koptu. Tepelerden birinde, bir yere çardak kurdu. Kenti kuşbakışı gözledi. Ölümüne öfkesi sönmedi. Ölüm dilemek aşkı da tükenmedi. Kızgın güneş ve alev büklümlü yellerle boğuştu. 

 
“Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkârcı bırakma. Doğrusu Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve çok inkâr edenlerden başkasını doğurmazlar.”
 
Öfkesinin kurbanı olmaya yakın Tanrı aklıyla buluştu. Ve kendisi ile yüzleşti. 
 
Emeksiz hiçbir şeyin değerinin olmayacağını, değerlenmeyeceğini geç de olsa anladı. Tanrısına da hak verdi. Tanrıya yanaştı. Hakka ulaştı.

Çünkü koskoca âlemin, çekilmez görülen hayatın özü ‘asma kabağı ile kurtçuğun’ hikâyesiydi. Asma kabağını kurutan kurtçuğun çabası. Zamanı gelince gerçeği ve hayatın inceliğini anlamıştı.

Yunus kendini böyle kurtardı. Davası sürüyor…

YEREL GAZETECİLER...

En zorudur yerelde gazetecilik. En kolayıdır yerel gazetecileri yermek. Yetmez tehdit ve köstek. Neden? Çünkü amiral gemideki en baba gazetecilere, köşe başlarını tutup cevval görünenlere basılır devasa paralar, satın alınır programları susturulur. Yağlı kapılar aralanır yandaş edilir. Ayni gemiye bindirilir. Ama yerel gazeteciler mala mülke, paraya pula yolundan dönmez. Ayni gemide değiliz derler. Keskin muhaliftirler. Dostdoğrudurlar. Bildiğini okur. Duyduğunu belgeler. Gördüğünü yazarlar...
Yazarlar çünkü 'yaz gazeteci yaz' nakaratında gizlidir memleket halleri. Devletin milletin hali. Bilgiç siyasetçi pozları. Asmalar kesmeler. Afralar tafralar. Mübarek günlerin ruhuna ters politik hitaplar. Her şeyi çok iyi bilirler...
Hele siyasette ivme kaybedilince, seviye hepten düşer. Laf, gaf, zaaf üçgeninde daralanlar tabana gaz vereyim derken pot üstüne pot kırarlar, duvara toslarlar. Yerel gazeteciler iyi bilir o halları da. Sabırla bekler.
Yerelden genele bu muktedir zihniyet öyle bir zihniyettir ki; hiç değişmez. Ketum ve kati. Sıkılmadan keşke yunan kazanaydı diyene sıradan el öpmeye gidilir. Cenazesinde safa durulur. Cumhuriyet düşmanı bayrağa sarılır. Ve ağlanarak gömülür. Sonra vay yunan gazeteleri sizi şöyle yazdı böyle yazdı hikayesi. Topu siyasi rant apartma havaları.
İşte yerel gazeteciler o sebepsiz havalanmalara da kanmaz. Sözde hocaefendi tayfasına da aldanmaz. Sebepsiz kızmalara da hiç aldırmaz...
Kader yan basınca, gecenin bir yarısı hiç gereksiz açığa düşülünce hemen yerel gazetecilere veryansın. Karakolda biteceği bilinerek; ince eleyip sık dokuyan,
dozunda politik format döşeli, şeffaf edebi bir dille yazılmış haberi yapanlara hemen göz dağı.
Yersiz, yöresiz, özensiz söylenenler bir yana anında görevini hakkıyla ifa eden yerel gazetecilere husumet besleme...
Bu gizli hesap ve hesaplaşma mantığı bu günleri getirmemişçesine hep başkalarını suçlama. Azar. Atar. Ayar verme...
Kime ne? Ekonomi batmış. Döviz kanatlanmış. Övünülen, halledildi denilen ne varsa dibe vurmuş. Lafta beka istikrar için peşi peşine seçimler yapılmış. Bir yenisi kapıya dayandırılmış. Nefes alamıyor millet. Yerelde suçlu iki üç yerel gazeteci. Ulusal boyutta muhalif gazeteciler. Genelde Cehape zihniyeti. Ne kolaymış meğer siyaset. Suçla kurtul.
Gören yok. Hükmedenler sınıfının dini imanı para. Yüksek hâkim tayfası yüzünden milli irade tarumar. Üst makamlar ve maiyetinin milleti gördüğü filan yok. Düşündüğü de yok.
Bu düşük profilli gerçeklikte iki üç yerel gazeteci nafakalarını kazanacağı işlerinden özveride bulunarak milletin eli gözü kulağı oluyorlar. Peş dolaşmasalar da yakın takipteler. Yapmasalar da olur ama meslek etiği gereği yerel yöneticilerin haftada en az iki üç haberini milletle buluşturuyorlar. Ama daima suçlular.
Bu arada 31 Mart yerel seçimleriyle rejim zaafiyeti doğdu. Kurulan korku imparatorluğu da yetersizleşti. Sanki millette bıçak kemiğe dayandı. Her zamanki duyarsızlık ve körü körüne tapmışlık kabuk değiştirir halde. Millet kahroluyor, memleket yok oluyor.
Bu karanlık atmosferden zerre suçsuz, zerre taviz vermeden memleketin kurtuluşuna, milletin birliğine tarihsel bir görev olarak bakan yerel gazeteciler istisnasız suçlu...
Suçlu çünkü böl parçala yönet idealine direniyorlar. Düne kadar yerelden genele tüm yöneticilere ocu, şucu, bucu bakmadan oturulan makamlardan ötürü saygıda kusur etmediler.
Yerel bazda ne oldu da on küsur yıldan sonra bu dialog monoloğa dönüştü. Seçilmek uğruna her türlü bizansvari oyunu mubah gören bir söyleme dönüşen o karalamayı, karalayıp tarihe not düştükleri için mi hesaplaşma hissiyatı belirdi.
Yoksa size ulusalda dokunanları bir kenara bırakıp, yerel gazetecilere dava açıp hesaplaşmak daha mı kolay geldi...
Yerel gazetecilerle mahkeme yollu uğraşmak size farz ise, yerel gazetecilere de mahkemede bitecek haberler ve yazılar vacip olur...
Çünkü gazetecilikte doğruları millete aktarmak cesaret ister. Memleket ve millet hayrına Allah dışında kimseden korkmamak gerekir.
Her şeye hazır olmaktır bütün mesele. Olmak veya olmamaktır tüm mesele. Gazetecilik budur.
Yerel gazeteciler her şeye hazır. Haziran sonrası her şey çok güzel olacak. Ve bu laf, gaf, zaaf üçgeninde etrafa zarf atanlarla bildiği dilden usulünce konuşulacak.
Oralıyız ve Yerel Gazeteciyiz...

ÇARÇUR...

Yılbaşından bu yana memleket sorunlarına hiç odaklanılmadı. Sadece yerel seçimler. Sonrasında da İstanbul'da koltuğa hangi taraf oturacak meselesi. Haliyle çok oyalanıldı. Ekonomi patladı. Yine bir sürü kaynak çarçur edildi. Hele İstanbullunun parası hepten çarçur...
İmamoğlu 31 Mart'ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildikten hemen sonra karton projelerle İstanbul'un iliğine kadar nasıl emildiğini, karton belgelerle gözler önüne serdi. Yirmi beş yıldır keyfekeder yönetenlerde ise anında isyan.
İsyana neden; "İstanbul'un israf düzeni, bütün kaynakları bir küçücük azınlığa paylaştırmaya dayanıyor. O kaynakları paylaşanlar arsızlaşıyorlar; ülkede bir gerilim havası hakim olsun ve kendi menfaatleri sürsün diye uğraşıyorlar..." saptaması.
Belgelerin hepsi Sayıştay raporlarından. Belediye sitesinden. Son beş yılda belediye borcu tam 4,5 kat artarak 6 milyar liradan 27,5 milyara çıkmış. Yıllık faiz yükü 8 kat artarak, 149 milyon liradan 1 milyar 155 milyona çıkmış.
Bütçe açığı 5 yılda 20 kat artmış, 216 milyondan 4 milyara çıkmış...
Sınırsız israf düzeninin faturasını ise 16 milyon İstanbullu ödüyor.
İstanbul'un seçilmiş Başkanı İmamoğlu; "Sizin hakkınızı çarçur ediyorlar. Cumhurbaşkanı ise cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, belediye başkanları hakkınızı çarçur ediyorlar..."
Çarçurun devamı için kıyasıya çalışılıyor; can yakacak raporlara erişim engeli. Önemli dosyalara ulaşım ertelensin diye meclis üyelerinin açtığı davalar. Gereksiz harcamalar yüzünden yıllık 750 milyon TL civarındaki zararın üstünü örtmeler. Hiç uygulanmayan fikir projelerine 226 milyon aktarmaları aklamalar...
Hiç zorlanmadan resmi kanallardan belgelendirilebilecek bir çarçur düzeneği kurulmuş. Elde kalsın derdiyle çırpınmalar.
Çal kanunum çal;“Fikrimi çalmaları mühim değil. Asıl mühim olan kendi fikirlerinin olmaması”. İşte bütün mesele bu.
Şimdi tüm bu kayıtlı belgeli çarçur düzenini değiştirebilecek bir seçim var Haziran'da.
Büyük olasılıkla İmamoğlu yeniden kazanacak ve Hazirandan sonra her şey çok çok güzell olacak...

DENİZ KARADENİZ'DİR...

DENİZ KARADENİZ’DİR
 
Karadeniz kıyılarını yurt eylemişiz
sahil boyu boylanmışız
binlerce yıldır.
Kararmış uygarlıklar sahnesinde
uçuklaşmış griyi
yeşil tonlaını
ve mavi atlasta güneş kırmızıyı
ve de dalga dalga mavilerde adacığı
ölümüne sahiplenmişiz.
Durduk yerde Tanrı armağanı
birbirimize benzemişiz sonra
Çekik gözlü, çevik bedenli, çelik yürekli.
Hırçın dalgalı düzlüklerle şakalaşan çelişkide
çekmişiz yükünü yarım adanın.
Vazgeçmeye gör yalı boyunu
çıban acısından beterdir hasreti
deyip yayılmışız engine.
Paraşütle inercesine yaylalarına in de gör vatanı
Vatan karadeniz sahil boyu kıyıdan içeri.
Kara kanatlı kartalı gör sonra
zıpkın gibi çavuşu oğlunu
sonsuza delinen yeşilin ortasında memleketi
memleket Karadeniz
tırnak içinde Pontus.
Yurt eylemişiz Karadeniz kıyılarını
Deniz ben varolmaz isem yarınlara
Karadenize sor
Birkaç çavuşla başlar anılar demeti, öğren
sürer gider ustayla, çırakla, muhtarla
Mısır ekmeği, hamsi, karalahanayla
Dostdoğru tartan kantarla.
İşte sen önce benim sonra onlarınsın unutma
enternasyonal bir ailen var yani inan
Merkez İstanbol bin kilometre doğusuna
bin kilometre batı yekpare Karadenizdir.
Sen merkez otağda bendeniz.
Kader artık nerde doğarsan Deniz,
Karadeniz’e doğacaksın
Doğacaksın yeşillenmiş medeniyet sahnesine
kırmızı ışıkların şelalesinde
uçuklaşmış pembe.
Bir uçtan bir uca Karadeniz
parıldayan uygarlıklar sahnesi.
Ve dalga dalga mavilerle,
Kumsala adamca vuracaksın ismini Deniz
Deniz Karadenizdir.
Durduk yerde birbirimize benzemişiz
Tanrı mucizesi doğa harikası kime ne?
Deniz karadenizdir, Karadeniz Deniz,
hepsi sen doğuştan sonsuza.
Sonsuza kadar yurt eylemişiz
Karadeniz kıyılarını  kime ne…

23 Mayıs 2019 Perşembe

BİR SEÇİM ÇALINMIŞ...

Mart seçiminin iptali, hakkedilmiş mazbatanın  geri alınması ve seçim yenilemesini kanunen haklı çıkaracak Gerekçeli Karar; bir akşam üzeri ajanslara düştü. Tıpkı yediye dört iptal kararı gibi. Hemen hemen aynı saatlerde. Ve az buçuk irdelendiğinde beklendiği yönde olduğu görüldü. Yani dağ fare doğurdu...

Bavullara sığmayan klasörler dolusu itiraza atıfta bulunularak bağıtlanan Gerekçeli Karara göre; öyle denildiği gibi oyların çalınmadığı da netleşti. Ancak gayrı kanuni bir emirle mazbata, kanunlar üstü bir talimatla resmen 'Bir Seçim Çalınmış' olduğu hukuken tescillendi. Yani bir kez daha mızrak çuvala sığmadı...

Açıkça Bir seçim çalınmış çünkü ikiyüzelli sayfalık aklı ve mantığı zorlayan bir hikaye yazılmış. Milli irade gaspını ifşa eden basit bir kurgudan ibaret topu. Yani gelecek nesillere ibretlik bir hukuk garabeti. Gerekçeli karar adıyla açıklamakta zorlanılan bir hilkat garibesi.

İptal kararı; kanunen seçme hakkının özüne müdahaleydi. Gerekçeli karar ise hukuki dayanaklardan yoksun olası bir müdahaleye daha teşvik...

Külliyen hukuksuzluk kokuyor her satırı. Sanki yine bir şeyler olmuş, fark yaratmayan bir şeyler var. Ve farkına varılamamış. Şeyler de gerekçe babında hukuki terimlerin sıralandığı fos bir manzumede karar kılmışlar. Yaptık ettiğe, yaparız ederize hizmetçilik yarışı akıyor her kelimesinden. Yani tam ikiyüzelli sayfa ama numunelik tek bir satır dahi gerekçe yok içinde.

Yarınlara sarkacak bu utanç sayfalarında, şer şerbetçilerinden etik dışı kıvırtmalar var. Öyle ki şerhler bile şeyhten haber bekler gibisinden marazi yapıda..

Sözde iptal kararına nazire yaparcasına yanaşmacı yağmacı izahatlar yığını. Ana hatları tırnak içinde; "Kamu çalışanı olmadığı halde sandık başkanı olarak görev yapan 754 kişinin görev yaptığı sandıkların 750 tanesinde AKP'li üye görev yapmış ve bu sandıklarda AKP 1.104 üye ile temsil edilmiştir..." Hakimlerin bir kısmında bu kanaat hakim.

Yüksek hakimler bu gerekçeli kararla birlikte seçimde hile hurda olmadığı, seçim sonucunu etkileyecek oranda bir kaçak göçek oy bulunamadığını da açık açık deklare etmiş oldular.

Elde kalan ise iptal ettik ama bilin bakalım neden iptal ettik fermanı gibi sıfır gerekçesiz bir karar kitapçığı...

Öyle ki gerekçeli kararda itirazcıların bütün iddiaları hiç gereksiz  yer almış. Sayfalar bu yüzden ikiyüzelliye dayanmış. Öyle elle tutulur, kanıtla sabit gerekçe bolluğundan değil. Yani hukuğa dayandırılmaya çalışılan bolca safsata. Kavram kargaşası. Bu arada eski karar da güme gider.

Peki sonuç, göz göre göre 'Bir Seçim Çalınmış' oldu...

İkinci mazbata savaşı ise Haziran sonrası. Ve yine bu Yeseka ile.

Çalar mısın, dalar mısın?

LAF, GAF, ZAAF…

Komşunun birkaç haber sitesinde ve gazetesinde 29 Mart yerel seçimleri sonrası İstanbul’u kimin kazandığı ile ilgili haddini aşan haberler çıkıyor. Bunlar Ethnos, Zougla, CNN Greek ve Proto Thema. Çok merak edenler haberleri bakar bulur. Topu Türk karşıtlığından beslenen sağcı gazeteler. Haberleri de İstanbul üzerinden açıkça faşist tabana gaz vermek…

Haberler; ‘Pontuslu olma, Yunanca konuşma, Konstantinapol’un fethi, Ayasofya’nın intikamı, pontian dansı’ manşetleriyle Yunan faşizmi göndermesi. İçerikler ise bomboş. Aklı sıra Pontus yunanca Deniz demek, deniz de Karadeniz ve bu temelde kazanan bizden iması. Ucuz medya şaklabanlığı. O kadar. Tıpkı dünyada bilmem nerenin yerel vekili, hatta Londra’nın belediye başkanı Ottoman ve Türk haberlerinin yapılışı gibi. Ancak yunan medyası o denli masum değil. Hinlik peşinde. Ayrıca bu gazetelerden birinin, en rahatsızlık verici haberi koyan gazetenin sahibi olan zırdelinin maalesef mevcut iktidara yakın bir çizgide olduğu da ortada.

Dolayısıyla bu haberler üzerinden memleketliliği yaralayan değerlendirmeler yapmak ve eleştiri yapıyor kisvesiyle politik istismara kalkışmak çok yakışıksız. Zımni sataşmalar çok çok çirkin. Ve bu memlekette tutmayacak bir siyasi hareket. Öyle veya böyle savunulamayacak denli ve asla kabul edilebilir bir durum değil.

Neden ise yerel seçimlerden bu yana iktidara mensup birileri yemiyor içmiyor, kaybedişi kendi lehlerine çevirmek için devamlı mazeret üretiyorlar, ne malzeme varsa didikliyor. Sanki bir yerden öyle bir zılgıt yemişler ki hepsinde, topunda bir göze girme telaşı var. Bu uğurda en aykırı ve hoş karşılanmayacak ne varsa dillendirmekten hiç çekinmiyorlar.

İşte onlardan biri, Esenler Belediye Başkanı, bir sahur programında laftır, gaftır, zaaftır bilinmez bir şekilde Yunan medyasının yukarıda değinilen haberleri üzerinden, Büyükşehir’i kazananına ve koca bir şehre yersiz göndermede bulunuyor. Üstelik boşa düşmeyecek kadar iyi bir hatip olduğu halde. Üstelik o şehirden birinci dereceden akrabalığı bulunduğu söylentisi varken. Bölgeden yakın akraba bağları bulunuyorken.

Laf ola beri gele, aynıyla beyan; “…Ne dedi Yunan Medyası? İstanbul’u Yunan kazandı. Bir dakika ya. Bu arkadaş nereli? CHP’nin adayı nereli? (Dinleyenler: Oralı…) Nasıl oldu Yunan medyası İstanbul’u Yunan kazandı. Bir ses çıkmadı. Olay büyük kardeşim, hesap büyük. Bu hesabı Esenler görecek…”

İstanbul’un seçilmiş Büyükşehir Belediye Başkanı’nın bizzat etnik kökenini sorgulayıcı politika ve medya dili tamamen ırkçı bir dildir.  Elbette bu dile isyanı gerektirir. Öfkelenmeyi de haklı kılar. Fakat yine pek istenen olmadı. Fazla üzerine gidilmediği sürece kaleye alınmaz bir durum olarak geçiştirildi.

Söz ola beri gele, aynıyla beyan; “ Bu bir kurgu, bir oyun. Zihinlerinde neler dönüyormuş bu insanların. Aklım ermiyor. Bir kente Yunanlı yakıştırmaları. Nasıl hitap edeceklerini, seçilmiş Başkanı nasıl karalayacaklarını şaşırmış durumdalar. Güneş balçıkla sıvanmaz…”

Buraya kadarı maalesef memleket siyasetinin geldiği nokta. Resmen seviyenin düşürülmeye çalışılması. Veya sivrilmesi durdurulamayanı açık düşürme davası. Ve üslup savaşları.

Ancak Esenler’de yerel gazetecilerle sık sık bir araya gelmese de on küsur yıldır saygı sevgi çerçevesinde dialog geliştiren Belediye Başkanı birden haberini yapan gazetecilerle hesaplaşacağım havasına büründü. Kendisi gibi onların da, herkesin işini doğru bildiğince yaptığını unuttu. Neden ise aynıyla beyan, video aktarımlı haberleri mahkemece okunmaz hale getirtti.

Büyük olasılıkla makalede değinilen konuya ilişkin haberi yapan gazetecileri, belki de bu makale ve benzerlerini kaleme alanları mahkeme koridorlarında süründürecek. Kendisinden on küsur yıldır Allah selamı dışında hiçbir şey istemezlerle ve asla ikram kabul etmezlerle hesaplaşacak. Bu neyin hesabı, hesaplaşması acaba? Ortada açık veya kapatılacak bir hesap yok ki. Herkes kendi derdinde.

Bu laf, gaf, zaaf ortamında, yerel gazetecilerin yirmi beş yıldan beri ilk kez kazanan safında oldukları için mi, sorun oluştu? Kaybettiklerinde kaybetmeyi de medeni ölçülerde kabullendikleri için mi, hatalılar?

Yoksa sadece Oralı ve Cehape’li olmaları mı tek suçları? Oralıyız ve Cehape'liyiz...

HİLAFSIZ, İLAHİ KOMEDYA!

Giriş; Alt başlık, Sonun başlangıcı...

Böyledir kör siyaset. Taraflı tarafsız görmek isteyen herkes her şeyi görür ama politik polimciler işine geleni. Asla gerçeği değil. Sadece görmek istediğini. Sıklıkla görmezden gelirler. Bilmezden de. Yani bir İlahi Komedya'dır politik arenada oynanan. Tamamen tragedyadır siyasa kulvarında her kurgucu ve kuşkucu adım. Ve hesapsız adımlar sona yakınlaştırır.

Hele sözel ve görsel medyacılık. Medyacılar. Mandacılar. Yağcılar. Yağmacılar. Yalandan hava pompalayıp durup, durum kollayıp sağ gösterip sol vuranlar. Sol gösterip sağ vuranlar. Köşeye sıkışınca da çarçabuk kaçışanlar.  Topu komedya ötesi. İlahi komedyacılar. Sanki ilahi emir gereği has dur. Sus pus. Peşine yakın çekim sıvışma.

Yetersiz yeteneksiz girişmeler; Esti gürledi. Adam yerine koydu, koymadı. Falan filan...

Peki niye şu es vermeler, bu sebepsiz gerilmeler? Yüksek gerilim neden? Şundan;

Daha düne kadar pek de tanınmayan biri çıkıp yerel ve genel siyasi atmosferi dağıtınca siyasetin tarafları ve sözde medyanın tarafsızları apıştı. Çare kalmadığından veya on yılların alışkanlığından metezori bir birine yapıştılar. Artık niyet neyi kurtarmak ise. Ancak akışkanlık kayıp. Ondan herşey.

Üstelik kısa zamanda dünya alem tanınan bu kişi yaşatılan anaforu, çözülemez görülen siyasal muammaları Karadenize özgü analitik zekâ ile çözümleyince işin rengi hepten değişti. Açık deha örneği tüm saklı gizliler, ayıplar günahlar karton belgelerle ortaya dökülünce rakiplerinin yüz rengi de morardı. Kazanırız babında yenilenen seçim de kapıda. Ya tekrar yenilgiyle biterse beyinleri kurcalamaya başladı. Kısır saldırılar da bundan.

Gelişme; Sözde tarafsız bölge adamakıllı kuşatılınca, Hakan çekildi. Çektiler. Aldılar gerisin geri...

Yani on küsur yıllık programa,  programın ekran yüzüne hiç bir şey olmasa da bir şeyler oldu. Olduğu kesin. Bitime yarım saat kala  sahibin  emriyle ses nefes kısıldı. Ak ekran karardı.

Anlaşma on ikiye kadarmış ama konuk her attığını on ikiden vurunca ev sahibi huzursuzlandı. Oligarşik dayatmacılık tutulan tarafı belli etti. Program gözü tarafsız bölgeyi iğneli telle çevirdi. Rütbesi çoktan sökülmüş amiral gemisi de böylece battı. Meraklanılan misyon yarım kaldı.

Sonuç; Bu bal gibi taraflı, tarafsızın da çok yakında, Haziran sonrası ipi çekilir...

Ana fikir; Görünen o ki, bu İmam çakma defans, hoppa ofans tanımaz. Topunu ezer geçer...

FUTBOL DA GÜZEL OLACAK MI?

Güzel olacak gibi...

Milletin kurtuluşunun mihenk noktası 19 Mayıs’ın yüzüncü yılında, ordinaryus Lefter Küçükandonyadis sezonunda, futbolu da orta çağ karanlığına çekecek proje teoride tuttu belki ama pratikte tutmadı. Olan milletin parasına oldu. Memleket futbolu da gelecek sezona dek kurtuldu...

Tümden kurguya direniş neticesinde, Haziran sonrası futbolda da bir şeyler yaşanabileceği memleket gündemine girdi. Bir nebze de olsa altüst edilen moraller düzeldi. Sahada ve tirübünde memleket değerlerine  bağlılık ve sahip çıkış, korakor mücadeleyle pozisyon pozisyon  gerçekleşti.

Yani Gassaray, Başşaksarayı Arena da devirince, ileride futbolun çehresi de değişecek, futbolda da her şey çok güzel olacak sinyali çakıldı...

Futbolun fıtratında bu var; bir kez daha futbol tanrısından siyasal iktidara ve muktedirin toplama takımına izin çıkmadı. Can siperane mücadele eden ultra aslanlar da gerçekten geçit vermeyince boşa heves çimlere gömüldü.

On yıllardır söylenip durulan top yuvarlaktır ve maç sahada kazanılır resmen tescillendi. Futbolda hayata geçirilmeye çalışılan projeye, projenin sahibine, takımına ve mihmandarlarına karşı, geç de olsa maratonu göğüslemeye en yakın aday Gassaray da çarşı pazar buluşuldu.

Böylece futbol on küsur yıldır içten içe, bir bir ele geçirilen kalelere bu sezonda da eklenmedi.  Kale içten fethedilemedi. Kale düşmedi.

Fener yakıldı, kartal gözler gördü, yerden göğe haklı isyan yarım adaya yayıldı. Denizler, Karası Akı Egesi birbirine karıştı. Ve Aslan kral tezgahı bozdu. Futbol camiası kazandı. Milletin cebinden apartılanlarla kurgulanan zihniyet kaybetti. Masa başı oyunlar bertaraf edildi. Olası bir skandal, var yok arası bir şaibe ortadan kalktı.

Tam her şey projeciler lehine hallolacakken, bir şeyler oldu, bir tılsım değdi. Futbol dünyası da kendine geldi.

Helal Gassaray...

Bu gidişle futbolda da her şey çok güzel olacak gibi. Olacak çünkü başta mevcut iktidar, federasyon, hakem komitesi, war ile beraber her düşünceden her inançtan taraftarı istemeksizin ortak bir hedefe kanalize etti. Kilitledi. Millet hakkının gaspıyla palazlandırılan Başaksaray projesi futbolun dizaynına soyunmuşken karşıtlık cephesini genişletti. Ve Başşaksaray şam oldu, pi oldu. Mart 31 itibariyle sanki pimi koptu. Milletin milyarlarca lirasının bol kepçe israfına rağmen şampiyon olamadı.

Hak yerini buldu. Başakşehir hariç Galatabahçe, Fenersaray, Beşiktrab, Trabtaş ve diğerleri, hepsi şampiyon oldu...

Böylece tek parti iktidarının öncelikle amatör spor dallarında ve diğerlerinde kurduğu hegamonya futbolda profesyonelce ve sportmence reddedildi.

Yani futbola siyasi darbe işlemedi. Bundan sonrası sanki Futbolda da her şey çok güzel olacak gibi...

19 MAYIS; ANTİEMPERYALİST RUH...

19 Mayıs 1919; çağın dönemin tüm olumsuzluklarına, ruhsuzlarına ve ruhsuzluklarına inat, tarihi ışıtan, tarihin karanlık yüzünü aydınlatan her millet evladının taşıması gereken antiemperyalist ruhtur…

İşte o ruhla bu gün dahi Karadeniz’e açılır yurtsever yürekler. Kalpler “Ya İstiklal Ya Ölüm” çarparak. Tam 100 yıl sonra bile işgal İstanbul’una yaşlı gözlerle bakıp tanrısal bir inançla tam bağımsız Türkiye'yi kuran en zor koşullarda “Geldikleri Gibi Giderler” diyebilen ölümsüz vatanseverlere öykünerek…

Öykü değil tarihsel gerçekliktir; 15 Mayıs 1919 günü Yunan İzmir’i istila eder. Ertesi gün 16 Mayısta Mustafa Kemal ‘Silik Mühürlü’ bir yetkilendirme elinde harab bir vapur ‘Bandırma’ ile İstanbul’dan Karadeniz’e açılır. On beş subayı, iki şifre memuru da yedeğindedir. Kırık dökük  Bandırma Karadeniz’in çılgın dalgalarına ve fırtınalarına zar zor dayanır. Sahil boyu, yalı boyu ağır aksak üç gün ilerlerler. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a varılır.

Viran vapur, dört bir yanı işgal altındaki memlekete Samsun ahşap iskelesinin açıklarında “Kurtuluşu” demirler.

19 Mayıs 1919, Mustafa Kemal’in liderliğinde ulusal direnişin, ayni çatıda toplanışın, Ulusal Kurtuluşun ve devamında devrimci bir yola ilerleyişin yedi düvele tescil ve ilan günüdür.

Mustafa Kemal ve emrindeki karargâhı anında işe koyulur. Böylece 19 Mayıs itibariyle üç yıl sürecek “Kurtuluş Savaşı” resmen başlatılır. Başlamıştır; memleket ve dünya tarihini, Tarihin emperyalist akışını kökten değiştirecek “Kutsal İsyan”...

Kara döngüden çıkışın resmidir “Kutsal Direniş”; 15 Mayıs 1919’da İzmir Karşıyaka’da Gazeteci Hasan Tahsin’in çaktığı ilk kurşunla sembolleşir. 16 Mayıs’ta Samsun’a demir alan Bandırma Vapuru ile netlik kazanır. 19 Mayıs’tan sonra artık kutsal isyandan milim sapma, geri adım yoktur. Yani Vatan sayılmış toprakların düşmanlardan arındırılmasını sağlayacak ‘Çılgın Türkler’in ‘Kutsal İsyan’ı o gün fiilen başlamıştır.

Sonuna kadar, o “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz”e kadar süren inanç ve kazanılan zafer antiemperyalist ruhta gizlidir. Anılarda belleklerde yer eden ise dillerde dualar ve mendil ıslatan sessizlikte iki sözcükten ibarettir; “Ya İstiklal ya Ölüm”…

Başka söz gerekmez. Cepheden cepheye ölümlere meydan okuyan, antiemperyalist ruh taşıyan tek ve ebedi Başkomutan'ın aynıyla beyanıdır;

“3. Ordu müfettişliği ki; müfettişi bendim. Karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyordum. Doğrudan doğruya emrim altında olmak üzere iki kolordu vardı. Bu geniş yetkinin beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak gayesiyle Anadolu’ya gönderenler tarafından bana nasıl verilmiş olduğu garibinize gidebilir. Hemen ifade etmeliyim ki, onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler.

Ben bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler.

O tarihte genelkurmayda bulunan ve benim amacımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusuyla ilgili talimatı da ben yazdırdım.

Hatta Harbiye Nazırı bu talimatı okuduktan sonra, imzalamaya çekinmiş anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mühürlemiştir…”

İşte o 19 Mayıs 1919 ruhu tarihe ışık tutan ve ilelebet tutacak olan antiemperyalist ruh son yıllarda çok uluslu paralı gurkalar, safi kukla kuşaklar ve emperyalizme hizmet eden uşaklar tarafından çok hırpalandı. son dönemlerde ‘19 Mayıs’ın antiemperyalist ruhundan nasiplenmemiş, fesat gerici bir anlayış egemen kılındı. Kılsalar da yıkım uzun vadede tutmaz. Emperyalizm uşaklığı, büyük sermayeye kulluk zamanı gelince 19 Mayıs’ın antiemperyalist ruhuna teslim olur. Her türlü emperyal ayak oyunları ile koca memleketi çağdaş aydınlanma yolundan saptırmaya çalışanlar, vakit tamam olunca inceden inceye sellenir giderler. Sel gider kum kalır.

Bu arada hadleri zorlar biçimde havalandırılan, taçlandırılan, kulelendirilen, saraylandırılanların resmi bayramlar  başta diğer kleptomanlıkları tavan yapsa da, sahte tarih ve kutsal kitaplar üzerinden şahsi hırslar öne çıkarılsa da hiç bir zaman o yüzyıl öncesinin öncesine gerileyiş gerçekleşmez.

Asla gerçekleşmez ve olmaz. Çünkü millet yersiz, yurtsuz, yuvasız ve zor günlere yuvarlandığında Ata’dan emanet  ‘19 Mayısın antiemperyalist ruhu’ ile direnir.

Ve bu asil millet 100 yıl sonra bir 100 yıl daha  tarih sahnesinde tek yumruk var olmak için, yüz yıl önceki antiemperyalist ruhtan beslenerek  direnişe uyanır.

Gün doğdu hep uyandık...

TEK TABANCA REJİMİ DE GÜZELLEŞECEK Mİ?

Bir yıldır daha adı net koyulamayan Partili Cumhurbaşkanı Rejimi, Cumhurbaşkanlığı Hükumet Sistemi... ile yönetilen bir memleket olundu. Bu öyle bir idare biçimi ki, mekanizması kurullar, başkanlıklar, ofisler, danışmanlardan kurulu. Hepsi de bir başkana hizmet ediyor. Yani her daim başkanın dediği oluyor. Resmen tek tabanca rejimi...

Bu rejimde ne işe yaradığı muamma Meclis var ama baypas edilmiş durumda. Yetki tek tabanca Cumhurbaşkanı'nda. Sarayda.

Rejimi sağlamlaştırmak için her gün yeni bir kurul kuruluyor. Danışmanların haddi hesabı belli değil. Her akla geldiğinde bakanlıklara bağlı bir başkanlık saraya bağlanıyor. Her yeni gün bir başka ofis açılıyor. Ve hepsine de iktidar partili yerleştirmeler. Partidaşlardan kurumlaşma. Sanki devlette devamlılık tarih oluyor. Yani rejim giden gelen kaosuna gebe.

Partili Cumhurbaşkanı bir yıl içinde yayımlanan otuz yedi  Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile kendine bağlanmış sayısız kurul oluşturdu. Bazıları; Ekonomi Politikaları Kurulu, Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu, Bilim, Teknoloji ve Yenilik Politikaları Kurulu, Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu, Sosyal Politikalar Kurulu, Yerel Yönetim Politikaları Kurulu, Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu, Sağlık ve Gıda Kurulu, Hukuk Politikaları Kurulu ve en son Yüksek İstişare Kurulu.

Bir de belki bağlı değil ama bağımlı Yüksek Seçim Kurulu var..

Ayrıca Bakanlık yetkisindeki birçok başkanlık da geceden sabaha başkana bağlandı. Bazı yeni başkanlıklar da kuruldu. Göbekten Saray’a bağlanmış başkanlıklar; Devlet Denetleme Kurulu Başkanlığı, Devlet Arşivleri Başkanlığı,  Diyanet İşleri Başkanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, İletişim Başkanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı, Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı, Savunma Sanayi Başkanlığı, Strateji ve Bütçe Başkanlığı...

Diğer yandan bir yılda bir çok ofisler oluşturuldu. Başkanın en yakınında çalışan bu ofislere de parti kadroları yerleştirildi. Topu iktidar partili. Parti öncelikleri doğrultusunda memleket projeleri yöneten bir işlevsellik. Bu ofisler; Yatırım Ofisi, Finans Ofisi, Dijital Dönüşüm Ofisi, İnsan Kaynakları Ofisi...

Bu arada tüm kuvvet komutanlıkları da Partili Cumhurbaşkanı’na bağlandı. Terfilerde tek yetkili Başkan. İstediğini istediği üst rütbeye. Jandarma  ve Sahil Güvenlik dahil.

Yani bu tek tabanca rejiminde tetiği daima Partili Cumhurbaşkanı çekecek. Kurumsallaştırılan kurullar, başkanlıklar, ofisler ve danışmanlar ise resmi sivil her alanda hedefi kolaylaştıracak. Büyütecek veya küçültecek.

İşte adı sanı belirsiz böyle bir memleket idaresinin var edilmeye çalışıldığı memlekette Haziran ayı sonunda bir yerel seçim yenilemesi var. Yerel seçimden öte bir seçim. Muhalefet kazandığı takdirde her şey çok güzel olacak sözü veriyor. İktidar kazansa da kaybetse de daha güzel olacak diyor.

Peki, seçim sonu Tek tabanca rejimi de güzelleşecek mi?

EKONOMİ GÜZEL OLACAK MI?


Memleket ekonomisi böylesine dip yaparak giderse lafta övünç kaynağı Partili Cumhurbaşkanlığı rejimi sanki pek yakında hukuken tartışılır hale gelecek... 

Aslında bu kadar kısa zamanda zemine çakılma beklenen bir durum değil gibi görünse de acı gerçek bu. Memleketin yönetim şekli kurum, kurullar ve kurallar çerçevesinde değişeli tam bir yıl oldu. Bir yılda  bu sonuç.

Yani 24 Haziran 2018 seçimlerinden bu yana tablo daha da ağırlaştı.  Verilen tüm sözler ve vaatlere rağmen kendi yönetimleri yüzünden oluşan, sözde geçmişten gelen ve bu süre zarfındaki büyük kusurlar doları 3.60 liradan 6. küsurlara fırlattı. Lira döviz karşısında resmen eridi.

Şimdi 23 Haziran'da inadına bir seçim yenilemesi var. Ekonomistler tarafından, seçim mevcut genel iktidar lehine sonuçlanırsa hemen seçim sonrası doların daha da artarak yıl sonuna dek onbir lirayı göreceğine vurgu yapılıyor. Bir değişim yaşanırsa memleket biraz olsun nefes alacak deniliyor.

Yok bu kadar da olmaz diyenler ise sadece körleme ve besleme rejim yanlıları. Yangını hissedenler ise çıkış peşinde...

Diğer yandan mevcut iktidar hazırladığı ekonomik program da bu yılın bütçe açığını 81 milyar lira olarak öngörmüştü. Daha ilk dört ayda bütçe açığı 36 milyardan fazla. Hem de Merkez Bankası'ndan Hazine'ye 40 milyar avansa rağmen açık bu.  Yani yıl sonunda hedeflenenin iki katına ulaşan bir bütçe açığı söz konusu.

Ekonomi çevrelerinde seçim öncesi Merkez Bankası'nın ihtiyaç akçası olarak kasasında tuttuğu kırk milyarın da hazineye aktarılacağı söyleniyor. Seçimde de o meblağ biter. Demek ki dört aylık dönemler itibariyle bütçe açığını 30-40 milyar seviyesinde tutmak için en az iki adet kırk milyara daha ihtiyaç var.

Hemen seçim sonrası elde ne kalır sorusuna; karşılıksız para basımı, liranın dövize değer kaybetmesi, hiper enflasyon, ekonomik kara delik, derinleşen kriz ve yeni rejimden dönüş vebenzeri yanıtları veriliyor...

Durum bu kadar vahim olunca  mevcut iktidar her şeye rağmen iktidarda kalabilmek için gözünü epeyce karartmış halde. Ve millet gelişmelerin yeni yeni farkında olmaya başladı. Öyle ki Partili Cumhurbaşkanlığı rejiminde millete ait kaynakların kurutulduğu, meclisin, hukukun, temel kuralların, kurumsal yapının, ortak değerlerin ve cumhuriyet tarihinin yok sayıldığı açıkça görüldü.

O yüzden 23 Haziran seçimi bir yerel seçimden çok memleket geleceğine yön verecek bir seçim konumunda.

Eğer ekonomi böyle giderse ki böyle gidecek görünüyor, daha güzel olacak karşıt sloganı tutmayacak ve seçimde Partili Cumhurbaşkanlığı rejimi hiç ummadığı bir kayıp daha yaşayacak. Kapanmaz bir yara alacak.

Ve görülecek ekonomi başta her şey çok daha güzel olacak mı, olmayacak mı?...

14 Mayıs 2019 Salı

İLK KURŞUN

İLK KURŞUN...

Onlar bunlar gelmeden önce revaçta meslekti gazetecilik...

Bu gün kim ne palavra sıkarsa sıksın gerçek gazeteci vatanseverdir. Çünkü yüzü gölgeli gazetecilik yapılmaz. Ve tam yüz yıl önceden gelir önemi. Özü sıkılan İlk Kurşun'dan. 15 Mayıs 1919'dan. Gazeteci Hasan Tahsin'den.

Onlar bunlar pek beğenmez ama gazeteci yılmaz bir direnişçidir. Tam yüz yıl öncesinden başlar kutlu direniş.

Kutsal kurtuluş mücadelesinde ilk kurşunu sıkan ve mücadelenin sembolü olan bir gazetecidir. Osman Nevres. Yunanın İzmir'i işgalinde çaktığı o ilk kurşun büyük direnişin simgesidir.

Onlar bunlar hiç istemez ama gazeteci isyankardır. Tam yüz yıldan beri. İlk kurşun ise kutsal isyana atılan damgadır.

Tarihle sabittir. Kordonboyu’nda asla korkmaksızın ilk kurşunu tetikleyen, kutsal isyanı başlatan, zabitler değil gazeteci yazar Hasan Tahsin'dir.

Hiç durmaz emperyalist işgale karşı isyanı körükler. Meydanlara hitap eder. Diğer yandan başyazarı olduğu
Hukuk-u Beşer'de halkı direnmeye çağırır.

Sözde Paris Barış Konferansı kararlarını sertçe eleştirir, gazetesinde yazar; “Burayı Yunan’a vermeyeceğiz. Vermek isteyen kuvvetle paylaşacak kozumuz var..." Yazgıyı kabullenmez.

Daha dün onlar bunlar, keşke yunan kazansaydı diyen tarih hokkabazının cenazesinde arzı endam ettiler. Hokkanın altına giden yine yurtsever gazeteciler. Yüz yıldır böyle.

Yüz yıl önce yurdun dört bir yandan işgalini İzmir’li rumlar 13 Mayıs 1919 salı günü Aya Fotini Kilisesi’nde öğrenirler. Öğle sonrası Yunan albay Mavrudis, Kral Venizelos’un beyannamesini okuyunca. Ve sabırsızlıkla beklerler o günü.

Tarihi gün gelir,15 Mayıs 1919. Yunan İzmir’e çıkartma yapar.

Yunanlıların Patris ve Atronitos isimli gemileri pasaport’a yanaşır ve Efzon Alayı saat 08:55 sıralarında izmir'e ayak basar.

Bir başka kuvvet olarak 5. Piyade Alayı Punta iskelesine çıkar. Punta’dan ileri Kadifekale işgali başlar. Yerli rumlar ellerinde Yunan bayrakları ve çiçekler Kordonboyu’na dizilirler. İşgalci Yunan askerlerine alkış tutarlar. İşgalcileri İzmir Metropoliti Hristostomos takdis eder.

Onlar bunlar ve yedi ceddi işgale selam dururken, gazeteci Hasan Tahsin,15 Mayıs 1919 sabahı saat yedibuçuktan itibaren Konak Meydanı Kordonboyu’nda koyu renkli takım elbisesini giyer nöbete durur.

Yunan alayı Hükümet konağı, Kışla, Kokaryalı istikameti ile Karantina’ya doğru yürüyüşe geçer. İlk işgalci adımlar tam Kışla hizasındayken kaşla göz arasında Hasan Tahsin kalabalığın arasından sıyrılır ve haykırır; “Olamaz, olamaz, böyle ellerini sallaya sallaya giremezler...”

Çeker revolverini basar tetiğe. Patlatır. İlk kurşun. Kurtuluş ateşi daha sonra tüm Anadolu'ya yayılacaktır...

Hasan Tahsin, hiç çekinmeden silahındaki tüm fişekleri sıralar. İlk kurşunlarla iki Efzon askeri ölür. Sonra yaylım ateşte kendisi. Kordonboyu’nda. Henüz 31 yaşındadır. Şehit Gazeteci Hasan Tahsin. Tam yüz yıl önce.

O yüzden onlar bunlar gelmeden önce de, geldikten sonrada en revaçta meslektir gazetecilik. İlk kurşun'dan bu yana yüz yıllık yürüyüşün de hakiki tanıklığıdır.

Onlar bunlar, yedi sülale ne yaparlarsa yapsınlar bu ilk kurşunun izini tarihten silemezler...