21 Ocak 2021 Perşembe

minyatür milliyetçilik, savaş, kabileler aristokrasisi

 

MİNYATÜR MİLLİYETÇİLİK GÜNLERİ

 

Milli ve yerli masalları bir tarafa, millet ve iktidar arasındaki ince ve hassas çizgidir milliyetçilik. Çok basit temellidir. Vazgeçilmez temel, millet ve memleket çıkarlarını üstün tutmadır. Ulusçuluk tutkusudur. Yurttaşlık bilincidir…

 

Tutkunun özü ulusların kendi kültürel değerlerini, ulusal çıkarlarını ve tam bağımsızlığını üstün tutma bilinci, çizilen sınırlarını koruma ve varlığını sürdürme inancıdır. Gerçek milliyetçilik başka türden değerler, bölgesel ve uluslararası plan ve projeler üzerinde fazla durmaz. Duranlar yani öylesine milliyetçilik, minyatür milliyetçiliktir…

 

Son günlerde bu türden gelişen ve yönlendirilen minyatür milliyetçilik anlayışı, militer yapılar ve abartılı çokuluslu ilişkilerden beslendikçe, devlet, varoluş ve kuruluş ilkelerine sıkı sıkıya bağlı görüntüsü verse de inandırıcılığı olmaz. Bu yalancı bağlılık neticesinde genel idare çağdan uzaklaşır, çaptan düşerken başka yerlere savrulur. Dinciliğe sarılırsa da yetmez, minyatür milliyetçiler sokağa salınır. Bir yerlerden düğmeye basılmışçasına milli ve yerli milliyetçiler, minyatür sahada şimdilik birbirlerine girerler, girişirler…

 

Minyatür milliyetçilik zehirlenmesiyle birlikte, idare ve ahlak daha da zedelenir. Otorite bozgunu yaşanır. Bu arada varlık ve vatan kargaşasına itilen sade vatandaşlar ise vatanseverlik potasından uzaklaşır. Milletin en azından yarısı yaratılan yeni imaja tapar. Aslında milliyetçiliğin minyatürleşmesi ve dini motiflerden esinlenmesi, resmen çoğunluk dostken, sınır içi ve sınır dışı düşmanları artırmaktır. Düşmanlık sağlanınca lafta bu yeni modern mikro milliyetçiliğin içi dini ögelerle doldurulur. Böylece minyatür milliyetçilik gereği, milliyetçi temelde birlik ve vatan düzleminde dirlik, düşmanda birlik denklemine bağlanır. Bağımlılık yaratılmaya çalışılır.

 

Yani din ve mezhepsel düşmanlıklarla bezenmiş bu tip minyatür milliyetçilik, dış düşmanlar ve yerli işbirlikçilerin işine gelen milliyetçiliktir. Kendi düşmanlarını da önce kendi içinden yaratır. Sonrası malum. Fe tipi kalkışmalar ve faşizm…

 

Saf milliyetçiliğin içi dini otorite ve abartılı dinci hurafeler ile boşaltılınca millet, vatan ve vatanseverlik merkezine oturtulan milliyetçiliğe karşı da kışkırtılır. Ulusalcılığa karşı saldırganlaştırılır. Mütemadiyen akınlarla milli ince çizgi kırılır. Minyatür milliyetçilik kullanılır…

Tam bağımsızlığı öğütleyen ve örgütleyen milliyetçilik, sıradan iftiralar ve basit saygısızlıklarla dışlanır. Emperyal hülyalarla her yer bizim veya vaktiyle bizimdi mikro milliyetçiliğine tapılır. Bu tapınma neticesinde militarist destekli, abartılı dini çelişkilerden beslenen mikro milliyetçilik tümden hayata geçirilir. Hak yerini buldu misali iç dış düşmanlar test edilir. Yeni düşmanlıklar tesis edilir. Millet ile iktidar arasındaki en ince ve keskin bağ olan milliyetçilik özünden koparıldığından, herkesle doğrudan sokaksal hesaplaşma milliyetçilik farz edilir…

 

Yani bu minyatür milliyetçilik, iç dış tehditlere aldırmadan, iç destek bulmuş dış düşmanlar yok sayılarak, ucuz sebepler göstererek, lüzum dâhilinde safsatasıyla sıcak savaş, yakın dövüş moduna girer. Bu emperyal milliyetçiliğe dönüşme isteğiyle, bin yıllık temel birikim görmezden gelinir. Devleti, milleti, vatanı, Cumhuriyeti sevmek, korumak ve kollamak olan ulusal duyarlık başka bir çizgiye hapsedilir. Her türlü ciddi tehlikelere karşı, malı canı pahasına karşı duruş, çok geride kalmış ve gereksiz kitlesel arzular dozuna indirgenir.

 

Kurucu ve yaratıcı milli değerler, minyatür milliyetçiliğe asla uymadığından, uydurulamadığından hemen her fırsatta paragöz piyonlarca karalanır…

 

Bu her eve lazım minyatür milliyetçilik, bilince saplanan yalanlarla, zihne uygulanan dini plan ve beşgen programlarla kitleleri yakın geçmişinden koparır. Bu kopuşla egemen gücün istediği noktaya gelinir. Toplum yerli milli derken, hepten erozyona uğrar. Toprak başına günleri yaşar.

 

Yani dini bağlantısı güçlendirilmiş minyatür milliyetçiliğe dönüş ve bu milliyetçiliğin yaygın biçimde kabullenilmesi modern dünyadan açıkça kopuştur. Hatta yersiz kapışmalar kopuşu hızlandırır. Milli şuur, din ve mezhep birliği ilkesine dayanan, din bazlı milliyetçilik, değişik etnisiteden dindarları bile asla milletleştiremez. Mezhepler ise sadece yalnızlaştırır ve ayrıştırır. Zaten istenen de budur.

 

Dünya genelinde ülkeden ülkeye bulaşan mikro milliyetçi ümmet politikasının batışı da bu yüzdendir. Egemen dünyanın palazlandırdığı dinsel tabanlı minyatür milliyetçiliğin, memleketleri, bölgeleri ve dünyayı getirdiği durum bellidir. Koviti günlerinin, mikro milliyetçi günlerle çakışması milli ve yerli masallarıyla geçiştirilemeyecek acı günler yaşanmasına nedendir.

 

Peki, nasıl bir milliyetçilik, hangi ince çizgide millet ve iktidar bütünlüğü. İşte koviti belası devam ederken sahnelenen minyatür milliyetçilik oyunları ve koviti sonrası, geleceğin meselesi makro düzeyde budur. Nasıl bir milliyetçilik?

 

 

 

yzld-SAVAŞ VE ZARAR

 

Çekimli çekimsiz fiillerle anlatmak var şimdi

furyaya kapılıp fitillenen

fillerle savaşı.

Afili develer diyarındakini.

Kızgın çöllerde

akışkan kum fırtınalarında

katrana bulanmışlarını.

Flamasında yalandan barış yazanlarını.

Önünde arkasında bir daha yanıldık demekle olmaz

ölmekle kalınmaz olanlarını...

Şehitlik hangi mertebeyse artık her fani şaşkın

tüm savaşlara iskele alabanda yanaşmak şandan

belki asker doğmakla makbul

ama yanmakla eş değer.

Aslı esası kızgın lavlarda kavrulmaktır.

Ben hep savaşa hayır pankartı önündeyim

ellerimde yeni yeşillenmiş zeytin dalı

ve beyaz güvercinler…

Kırık kanatlarda ayni veciz

mavi gözlerde aynı hışım

yurtta sulh cihanda sulh.

Ama son yıllarda tam tersine çevrilmiş.

Hangi rüyadalığın çıkarsaması bu

manasızlığı manidar taş baskı çıkartmalar.

İsteseydim olurdu belki de gerçekten

hiç başlamayan harp ve ebedi sulh.

Mavi sırlı tabakadan

çekseydim uçsuz cigarayı

gümüş kaplama çakmağımla

yaksaydım ucundan tütünü.

Çaksaydım gerçekten

barış çubuğunu gülerekten

ve salsaydım yananın ucuna ucuna ekleyip

ekilseydim toprağa ölümsüz ölümsüz.

Barış ne mana uçsuz bucaksız bir dumandır

çalımlı çalımlı çektikçe savaş narasını

savaş iç çektiren ebedi davadır.

Bir atsana beni eve monoloğuyla bitmez

gelir ardı sıra beyaz kefenliler

enfiye tadında buğulu ölümler

çekti çeker burcu burçlardan,

bizim biraderler nefes nefes.

Ve melül ve malül…

Bakışları kanlı yaşlı analar

patlar ciğerleri.

Acılar uzar uzar ve

çürümüş tütün genizlere dolar

barış bin kanatlıdır dalar maviye.

Savaş rüzgârlarıyla savrulan ise

bin bir bahanedir sarılır azraile.

Atıyorum savaşına karşı hayır sloganlarını

Yetkin yetişkin ellerde tek delikli zarlar

karşımda tek sıra savaş bezirganlığı.

Muharebe dükalığı

muhatara krallığı

zarar ziyan prensliği.

Ben yine savaşa hayır pankartı önündeyim.

İnansaydım gerçekten barış gelirdi belki

eğer savaşsaydım barışına

yine dar ağacına çekilirdim.

Ama biterdi beyhude savaşlar…

Enfiye buharı çekti yine bizim biraderler

ve melül melül

kefeni kanlı veya malul

haybeye ve birileri namına tedbirli.

O birileri ki ata toprağına ihanetin pistonları

topu keyif panayırında muhafazalı.

Peki neden bu fıtratlık yanmalar

bakışlar kanlı pazar akşamında

azar azar ve azaplı.

Çürümüş gezegen

ezberler beyinde bin kanatlıdır.

Atıyorum barışa tek mermilik sevdamı

selamlıyorum savaş tanrısını sakınmadan

çekiyorum tetiği ve tam alnın ortasından

sivrisinek ısırığı ve kızarığı.

Ben ölürken bile savaşa hayır pankartı önündeyim

önümde dimdik vurulan biraderler

bedenime çelik miğfer ellerimi tutarlar...

 

KABİLELER ARİSTOKRASİSİNDEN DEMOKRASİYE…

 

Amarka başkanı değişti. Koviti virüsü aynı kalmıyor, bilineni ötesinde. Aşılama zamanı, acı çok aşı yok. Ve illa demokrasi, demokrasi şart. Ancak koca dünyada kabileler aristokrasisi öncülüğünde, zor bi hal çağı yakalamış bir memleketi geriye döndürüp yok etmek, memlekette ilerletilmiş suni propagandalar ile demokrasi hesaplaşması yapmak moda. Bu modda gidilirse çok yakında o beğenilmeyen Demokrasi de çok aranır…

 

Pandemi öncesinde emperyalizmin bölgesel köleleştirme savaşlarına destek ve ortak olmak, sadece tanrısal değerlere sarılan, bu kabileler aristokrasisi ile mümkündü. Belki de o nedenle yıllardır vazgeçilmez gösterilen, daimî adres belletilen bu eşrafın kazanması sağlanıyordu. Her telden bunca yanlışa, yanılgıya ve başarısızlığa karşın, hala sürdürülen toplumsal desteğin başka bir açıklaması da olamaz. Salgın geçtiğinde ne olur, neler olacak muamma…

 

Çünkü on yıllardır kalkınma hamleleri deyip durup, sınıfta kalmanın sorumluluğu da bu kabileler aristokrasisinindir. Çünkü her türlü aristokrasi asimile edilerek, demokrasiden vazgeçme noktasına getirilen memlekette kaçınılmaz son bu olur. İktidarda tutulanlarla hesaplaşma geciktirildikçe de, daha çok şeyler elden uçup gider. Ve çağ bir daha zor yakalanır.

 

Diğer yandan büyük bir coğrafyaya yayılan kabileler demokrasisine dahi tahammül edilemeyip, açılan savaşlara ve çıkarılan kargaşaya birlik olmanın, kabileler aristokrasisine dönüş projelerine destek olmanın da bir bedeli olur. Hesaplar gün gelir tutmaz. Projeler çöker. Ödeme vadesi kısalır. İşte çaresiz kalmak da çağdışı kalmak da bu yüzdendir.

 

Hele koviti saldırısıyla geçen günlerde öyle bir duruma getirildi ki memleket, öyle bir duruma getirildi ki coğrafya, öyle bir duruma getirildi ki dünya, öylesine kötü durumlara yol açacak sağlıksız haritalar ve çizgiler çizildi ki, işler artık kabileler aristokrasisi ile asla düzeltilemez halde…

 

Yine de memleketin bir kesimi, koltuğu kutsayan örtülü bir anlayışta hala ısrarcı. Gerçeğin söylenmesi potansiyel muhaliflik ve kabileler aristokrasisine hakaret. On yıllarca tehlikeli fikir ve öğütlerle, örgütlü hale getirilen, kabile aristokrasinin partidaşları her şey pahasına sistem savunucusu. Elitist yaklaşımlı, inanç militanlığı havasında gözler hiçbir şey görmüyor. Çağdışı sınanmalara heves hala üst seviyede. Beş maske dağıtamayanlar rejimini aklama gayreti.

 

Koviti günleriyle sarsılan memlekette hal öyle böyle değil, tastamam çekilmez olunca aşırı karakteristik hava çarpıldı. Kabileler aristokrasisi bölgesel yandaşları ile umursamadan iş tutamaz oldu. Ortak çıkarlara uyan uymayan ayrımıyla, kendi yarattıkları kanallarda bile bocaladılar. Aksak titrek ilerliyorlar. Sonu nereye belli değil. Bu kanal öyle bir kanal ki, gizlenen dünyaya ilişkin ipuçlarını da bir bir veriyor. Ama akılcı olmaktan çok uzak bir birikime takiyecilikle izler takip edilmiyor. Izler siliniyor, karartılıyor, kapatılıyor…

 

Temelsiz birikimleri çağa uydurmaya çalışan bir niyet, apaçık kötü niyet, hala sorgulamasız kabul ediliyor. Ve hayat kalitesi de günden güne bozuluyor. Korona virüs tehlikesi bertaraf edilemiyor…

 

Koviti belasıyla birlikte bozulma her yerde. Bozukluk, karşılaştırmalı ve çok renkli yorumlarla sürdürülüyor. Sonuçta çağın ötesine geçme hevesindeki bir memleketin hevesi hepten kırılıyor. Koviti aşı günleri aşı bekleniyor…

 

Bu covid ondokuzlu kaygan zeminde, kabileler aristokrasisinin dünyanın sonunu getirecek hamleleri de ne yazık ki hiç kaygı uyandırmıyor. Hep haklı kılınıyor. Memleket ne halde hiç önemsenmeden, daha da dibe çeken hamle üstüne hamle geliyor.

 

İşte koviti buhranı ve bu kabileler aristokrasisinden bunalan memlekete, acilen tam demokrasi gerek. Kabileler aristokrasisinden demokrasiye geçiş gerekli…

 

Amarka da başkan değişti. Yemin etti başladı. Koviti virüsü değişti, bilinenin ötesinde mutasyonik. Aşılama devri aşırı acı devri, acı çok aşı yok. Ve illa ki demokrasi, sağlık ve demokrasi, sağlıklı demokrasi şart…

19 Ocak 2021 Salı

AMPULE ‘AKKOR TELİ’ YERLEŞTİREN ADAM; TOM…

 AMPULE ‘AKKOR TELİ’ YERLEŞTİREN ADAM; TOM…

 
Dünya onu elektriği ve ampulü bulan deha diye tanıyor ve biliyor. Oysa Tom, akkor telinin mucidi. Yani ışık telini arayan adam. Işık saçan teli ampulün içine yerleştiren dahi. Uzun direklere yerleştirilmiş ‘camdan yapılmış küçük şeylerin’ düğme çevrilince yanmasını sağlayan mucit. Ampullerin teker teker karanlığı parlatmasının yaratıcısı. Bilinenin aksine ampulü değil, ilk uzun ömürlü ‘akkor flamanlı ampulü’ bulan bilim çalışan adam. Yani ampulü geliştiren. Ampule ‘akkor teli’ yerleştiren adamdır; Tom…
 
Akla geldik gelmedik, bambaşka parlak fikirler ve bin küsur icadın babasıydı Thomas. Patent cambazıydı; Edison...
 
Belki de gelmiş geçmiş en çalışkan Bilim İnsanıydı, Thomas Edison. Seksen dört yıllık ömrünü bilime adamış yüzyılın dâhilerindendi. Son nefesine kadar yaşamıyla, yaptıklarıyla, bulduklarıyla, icatlarıyla, gelecek nesillere öğretici bir rol de üstlendi. Fizikçiydi. Kimyacıydı. Telgrafçıydı. Girişimciydi. Sağırdı…
 
Tom'un ilk mesleği gazetecilikti. Daha çocuk yaşta hayata atıldı. Tren kompartımanlarında gazete sattı. On beş yaşında boş bir yük vagonuna kurduğu eski bozuk bir baskı makinesi ile kendi gazetesini çıkardı. Haberler yazdı, dizgisini yaptı, tek sayfa bastı ve sattı. Edison Bey titrına bu gazetecilik sayesinde erişti.
 
Sonra telgrafçılık yaptı. On altı yaşındayken ilk icadını gerçekleştirdi. Telgrafçı ofiste yokken mesajları kaydeden cihazı yaptı. Peşinden dört telgrafı aynı anda çekenini. Ve diğerlerini…
 
Patentini aldığı ilk icat ise elinde patladı. Elektrikli oy kullanma ve sayım makinesini politikacılara satamadı. Politikacıları tüm pazarlama maharetine rağmen tavlayamadı. Emeği, enerjisi ve parası boşa gitti. Beş parasız kaldığı bu olaydan sonra bir daha satamadığı bir şey icat etmedi.
 
Ve ‘genç mucit’ lakabıyla beş parasız başkente göçtü. Tesadüfleri değerlendirerek ününü pekiştirdi. Daha yirmi beş yaşında resmen icat fabrikasını icat etti…
 
Ekip çalışması yapacak ve yenilikleri yaratacak fabrikayı kurdu. Bu Kollektif çalışma ortamı sayesinde fonografı buldu. Sinema cihazları yaptı. Telgraf aletlerini geliştirdi. Fotokopi makinesinin babası elektrikli kopya kalemini icat etti. İlk konuşan bebeği bile. Birbirinden farklı tam 1093 icatla bilim dünyasına katkı sağladı.
 
Dünya da en bilineni ise elektriği evlerin içine sokulmasına yarayan ampulü yapması ve geliştirmesiydi…
 
Dünyada ampulü bulan adam diye bilinmesi ve tanınması bir yanılgıdır. Aslında durum şudur;
 
Tom, WW'in yaptığı beş yüz mum gücünde ark lambasından etkilenmiş, kendini daha güvenli ve daha ucuz yeni bir elektrik ampulünü geliştirmeye vermiştir. Aylar boyunca flaman olarak kullanabileceği bir metal tel yapmaya uğraşmış ve sonunda yüksek voltajlı elektrik üreteçlerinden elde ettiği akımla çalışan ‘karbon flamanlı elektrik ampulü’nü icat etmiştir. Yani oksijenle yanan elektrik arkı yerine havası boşaltılmış bir ampulden ışık yayan ve düşük akımla çalışan bir ampul tasarısını hayata geçirmeyi başarmıştır.
 
Ve başkentin cadde ve sokakları üç yıl sonra bu ampullerle aydınlatılmaya başlanmıştır…
 
Mucitlerin kralı ömrünce yangınlarla boğuştu. Diğer mucitlerin önün geçmek için yarış da tutturdu. İflas da etti. Ama her seferinde yeniden dirildi. Dirildi çünkü akıllı bir iş adamıydı. Durmadı eskilerinin gelirleriyle, hep yenileri icat etti. Sivrildi. Servet kazandı. Tüm kazandığını yine hep deneylere harcadı.
 
Tom Edison buluşları ile dünyayı değiştiren adamdır dedirtti. Projeleri bitmeyen bir dahi, modern dünyanın kurulmasının da öncülerindendi. Ömrü boyunca Doğanın sırlarını bulmaya adanmış bir ömrü sonuna dek çalışarak yaşadı. Daima ‘düşünen insan, üretir’ dedi.
 
Ama ‘insanların yüzde beşi düşünür, yüzde onu düşündüğünü sanır, yüzde seksen beşi ise düşünmektense ölmeyi yeğler’ demeyi de ihmal etmedi.
 
Kıssadan hisse Tom yaşarken ölmekten ise yaşamayı, can verdikten sonraysa ölümsüzlüğü seçti.
 
Büyük mucit; ‘her başarılı işin yüzde biri ilham, yüzde doksan dokuzu emek ve alın teridir’ diyerek tarihe not düştü. Orijinal icatların yanı sıra eski icatlaɾın geliştiɾilmesi için kendi idaresinde emek harcayan yüzleɾce, binlerce işçiyi, beyaz yakalıyı ve çalışanını yok saymadı.
 
Tom, öldüğünde yaşadığı kentte ‘karbon flamanlı elektrik ampulleri’ bir dakikalığına söndürüldü. Paslı karanlık korkutucuydu…

savaşlar ve barış

 

“YURTTA SULH CİHANDA SULH” İLKESİ…

 

Kuş cıvıltılarıyla başlayan sabahları, güneşli günleri ve yıldızlı geceleri anında karartacak derinden sarsıcı, kurmaca savaşmalar şu pandemi günlerinde, koviti boşluğunda dünden yarına iyice incelenmesi gerekir…

 

Tarihle sabittir ileride kişisel özgeçmişlere sırım gibi işlenecek, misakı milli ötesi hareketlenmeler başlayacak. Ve mutlaka o kesin hesap zamanları gelecektir…

 

Aslında boyutu yüzölçümü, niteliği ve niceliği bir kenara şimdiden belli başlı hususları ve bilinen güncel gerçekleri ohal kapsamında suç sayılabilir olsa da gözden geçirilmeye başlanmadı değil. Başlamak insani bir gerekliliktir. Çünkü yaşamsal değerler ve değerlemeler açısından en önemli görülenler bir çerçeveye oturtulup, fotoğrafa ayni paralelden bakmamak normaldir. Zaten hale hazıra aynen, tepegöz mantığıyla bakmadıkça özde katılımcılığın veya karşı duruşun ilk nüvelerine ulaşılır.

 

Her şeye her vakaya her açıdan katılım, katılma veya karşı duruş yasalarla belirlenmiştir. Kuralları kaideleri olan bir eylemliliktir bu kavramlar. Ancak eylemsellik kısıtlandıkça ve yasal zorluklar çıkarıldıkça ilkeler de ülkeler de kilitlenir. İşte memlekette savaş ve barış katılımcılığı ve karşıtlığı tam bu merkezde seyrediyor.

 

Son günlerde “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diyebilmek üstün cesaret işi. Savaş çığırtkanlığı yapmak ve afaki naralar atmak ise moda. Ve kolaycılık. Bu akla zara günlerde, hangi sorun nasıl saptanırsa saptansın, yüzeysel ele alındığında sonuçta çözümlerde sapıtılır mı acaba sorusunu gündeme getiriyor. Veya savaş veya barış kavramlarının içini boşaltan hangi temel geçer yöntemlerdir kuşkusu vicdanları karartıyor.

 

Bilinen odur ki hangi yaptırım uygulanırsa uygulansın savaşçılık oynamanın genelde kabul görüp görmeyeceği meçhuldür ve çıkacak sonuçların sindirilmesi de zamana bağlıdır. Savaş üzerine tezler, kurulu veya kurulacak tüm platformlardan sızan değerlendirmeler gösteriyor ki, barış şarttır. Kararan geleceğin aydınlanması adına yeterince başka çare aramadan muhtemel tavır koymak olarak savaş tek yol görüldükçe elbette yalnızlaşılır. Başta destekten çekinmeyecekler sıraya geçse de zamanla çıkarlar, çıkarların sekteye uğrayacağı ihtimali ağır basar. Hiç umulmadık anda başka ekonomik çıkarsamalar olayın rengini değiştirir. Oluşan sakat siyaset de savaşın gidişatını belirler.

 

O yüzden kendine demokratım, yurtseverim, solcuyum diyenler söylemlerinin ve eylemliliklerinin suç sayılabileceğini, vatan hainliği görülebileceğini de göze alarak kayıtsız şartsız barış istemelidir. Bilinmeli ki savaş en olgunluğa ulaştığı zamanda bile, en eğilmez bükülmez sanılan eğilimler tersine döner, tüm zengin destekçiler fırsatını arayıp bulup barışa kayar.

 

Kim ne derse desin realite budur. Dünyada gelmiş geçmiş tüm savaşlarda kazanan veya savaş yollu kısa süreli ağırlığını hissettirenler zamanla haksız duruma düşmüşlerdir. Tarihe bir onur sayfası olarak yazılan ve örnek alınan ulusal kurtuluş mücadeleleri hariç. Kutsal isyanlar hariç. Onun dışında durumu içte ve dışta içinden çıkılmaz duruma getirenler, durumu düzeltmek maksatlı geleceklerine savaş yoluyla asla dinamizm kazandıramaz, güven tazeleyemezler.

 

Eğer ülke dibe vurmuş ise ki koviti salgınıyla birleşen grafikler sanki öyle gösteriyor, memleket insanını başarı çatısında birleştirmeden, günü kurtarmaya yönelik milli heyecanlar yaratma peşine düşmek prim kazandırmaz. Zaman kaybettirir. Aslında uzun vadeli çözümler üretilemediğinden, yapay gündem yaratma kurnazlığıyla yeni cepheler açmak; deyim yerindeyse emperyalizmin, çok uluslu sermayenin tam da istediğidir.

 

Emperyal dünya bu pandemik durumdan faydalanarak kısa zamanda yeni kendi kuyrukçuluğunu yapacakları da masaya sürer. Ve sağlıkta başşlayan cephe daha da genişler. Bataklık yayılır. İşte o yüzden hemen şimdi pandemi sonrasına dönük barış güncellenmelidir. Çünkü yapılan yanlışlar, yanılışlar ve yanılgılar her defasında bir başka savaşı tetikler.

 

Son tahlilde beklenen sonucu, asla anaları ağlatmayacak, sorunların çaresini ciddi analizler neticesinde bulan ve meseleyi harekâtsız savaşsız çözebilecekler, cesaretle “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine hayat vermelidir. Bu ilke kovitiyi fırsata çevirenleri de hizmet edebilecekleri yönde etkileyecektir.

 

“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine destekçiler sonucu tam belirleyemeseler bile hiç değil ise şimdiki zamanı sulh adına direkt etkileyeceklerdir…

 

SAVAŞLARDA İÇ-DIŞ GEBELİK…

 

İç veya dış gebeliklerle girilen tüm paylaşım savaşlarında çanların kimler için çaldığı, salaların kimlere okunduğu hiç fark etmez. Aksi seda, akla veda, canlar feda ile girilir tüm savaşlara. Her savaş böyle, iç-dış gebelikle başlamış her savaşta da durum aynen öyle…

 

Resmen sınırsız savaşların ve kirli çatışmaların kıyısında eski dünya. Tarih arenasında cılız bahaneleri ve zayıf hikâyeleri olan nice savaşlar yapmış insanlık. Ve daha nicesine de içten dışa gebe. Sudan sebep taraf edilenler acımasızca çullanıyorlar birbirinin üzerine. Safça savaşacaklar artık. Sanki başka çare yokmuşçasına birbirlerine girişecekler. Böyle işliyor orman kanunu. Savaş tanrıları böyle emrediyor belki de.

 

Yani boşa telef olunduğu kimsenin umurunda değil. Ortama büyük bir aldatmaca, ayartmaca, apartmaca egemen. Abartmaya meyilli egemen sermayenin oyunu sahneleniyor. Kimse anlamıyormuş gibi davranıyor, anlamazdan geliyor. Zaten savaşlar istatistiğe dönüştürülen bir formata çekilince daha çok acılar çekilir. Savaşmak daha bir vazgeçilmezleşir. Savaşı kader görmeler artar. Paralı gurka savaşanı karizmatik gösteren bir dünya birikimi peydahlanır. Bu varsılların işine gelir. İştahla savaş çarkı işletilir.

 

Bu kanlı çarka tutulanlara göre borca harca savaşta ölmek kimsenin derdinde değil. Çünkü ölmek dilli dinli ellerde bir güzel değersizleştiriliyor. Veya tüm kayıplar şehit statüsünde mertebelendiriliyor. Savaş öl, eşittir cennet. Canı gönülden barış istemek bir yana, sadece barış demek bile baştan sona vatan hainliği…

 

Peki, hangi vatan toprakları, nereler yekpare satıhtan sayılmış düşünen bilen yok. Varsa yoksa müdahale, harekât. Dünyayı fırtınalar ve savaşlar, harpler ve kasırgalar tuzağına çeken kapitale endeksli ağır aksak yaşamlar primlendiriliyor. Pırasa gibi dökülmeyi bitirecek olan ise bellidir ama bitik farz ediliyor. Sonuçta bu ehliyeti olmayanların elinde oyuncak edilen koca dünyada, tüm eziyeti yine analar ve çocuklar çekecek, yeni mazlumlar üreyecek görmezden geliniyor.

 

Bu körlükle koca dünyanın en eski coğrafyasında savaşlar hiç bitmeyecek besbelli. Ayan beyan bellidir. Böyle de belletilir. Kızışma günleri geldikçe, oyunlar oyuncular değiştikçe sıra dışı görülen savaşlar yağmur ormanlarını da kuşatır. Çölleri de. Kurşunlar, mermiler, bombalar, gazlar yağmur gibi dökülür bereketli topraklara. İnsanlık kuşatılır, medeniyetler çöker. Savaş kutsanır, savaşanlar kutsallaştırılır. Oysa yiten akla çare, savaşlara vedadır, barışa merhabadır.

 

Aslında kulağa çalınan salalar, peşi sıra salları kovalamak, salavat getirmektir savaşa endekslenen. Hası ise barış müziği dinlemektir. Barışa selam, sermayenin serbest dolaşımına da engeldir, yenidünya sistemine de. Savaşa dikleniş, büyük sermayeye karşı duruştur. Ve ilahi emre itaat, retçi yörüngeye oturuştur.

 

Şımartılan savaşçı tavır ise aslında yıkılışın, çöküşün dışa vurumudur. Ayyuka çıkarılan her ne olursa olsun öldürmek üzerine basit bir kapitalist kurgudur.

Bu kapitalist kurgulu emperyal bataklıkta, belli insanlar adı ve namına insanlar öldürmeyeceğim demek veya maddi çıkar odaklı insanlar öldürülmemeli demek nedensiz suç ve günahtan sayılıyor. Ayrıca aynı dağın eteğinde biri diğerine zıt, alabildiğine karşıt gösterilen ayni yaşam tarzı düşmanlaştırılıyor. Aslında savaşa, savaşmaya gerekçe bu coğrafya da hepten boş, muamma. Gerekçe denilen, neden gösterilen kısaca resmi körleşme. Çıkarlara dayalı keskinleştirme. Emperyalist kültür dayatması, kültür emperyalizmi.

 

Kültür denilen de çoğu kere aynıdır, benzeştir, eştir, beleştir. Ayrıca öyle karakteristik özneler vardır ki ancak savaşla, savaştırma ile var olur. Barışta ise yok olurlar. Zaten savaşlar on yıllardır sınırlar ve sınıflar üzerine olma vasfını da kaybettiğinden her fırsatta bu özneler devreye sokulur. Güdülenir ve güdümlenir. Bu yüzden savaşmalar hiç bitmez, bitmeyecektir de.

 

Çünkü varsa yoksa varsılın daha da varsıl olması, köşe dönenlerin kaçan rahatıdır düşünülen. Ben merkezli emperyal açılımlardır kıyasıya kıymetlendirilen. Kıyametlere sürüklenmek ise indirilenler üzerine kısmetlendirmedir. Yani yenide savaşlar da kılık değiştirmiştir. Kılıksız, kimliksiz, klipsel statüde vahşi bir kalkışmadır senaryolandırılan. Senaryoya özgü çok aramadan kapıda bulunan piyonları hazır, figüranları nazır bir dramdır, bu kadim coğrafyayı daima illete bulayan. Az bereketli bu topraklar hep hilelerle donatılmış, savaşlar dönemi açılmıştır yüz yıllarca. Yaşananlar on yıllardır aynıyla budur.

 

Yani yaşlı dünyanın merkezinde yeniden aksi seda, akla veda, canlar feda, büyük sermayeye pervane bir fedailik elektriklendirilmiştir. Kimler çarpılacak belli. Bu uygunsuz uygulamada çanlar çalıyor, salalar okunuyor kimsenin derdi değil. Her barışsal çıkarsama nafile farz ediliyor, savaşlar sınırsız sabırsız sürüyor.

 

Savaşa gebelik, savaşlara iç-dış gebelik hiç mi hiç değerlendirilmiyor, değerlendirilmeden hurra savaş…

 

 

 

,

TOKLUK VE YOKLUK SAVAŞLARI…

 

Bin yıllardır devam eder tarihin tokluk ve yoklu savaşları, savaşçı sürprizleri. Hiç bitmez tükenmez savaş imparatorluğu. bitti derken başlar yokluk ve tokluk üzerine kurgulanan harlı harekâtlar, peşine kirli savaşlar…

 

Yığınla imparatorluğun dayanılmaz hafifliğidir bu. Dur duraksız savaşlarla siyasal ve askeri çalkantılar ve seferlerle cephelidir tarih çeperi. Yarı aç yarı tok ortamlarda, cepler dolar, karınlar dolar, imparatorlar azar, imparatoriçeler de gerdanlıklanır. Yerden havaya tüm kayıplar kurumlu kuruluşun gereğidir hissiyle bekalanılır.  Belki ganimetler ve dünyalıklar kareleri ve kereleri inanılmaz katlar. Ama insanlık yalancı toprak uğruna verilen telefatı tarih diye adlandırır.

 

Yani yeni yerler keşfetmek bile hayata tek pencereden bakmak ayıbı gibidir. Savaş ayıpları ve kayıpları ise her defasında unutulur, unutturulur…

 

Tarihe dem düşüren tüm ide ve keskin irade hep yalancı bir mutluluk, hep zevk sürmek, almak vermek, acı çektirmek üzerine ağırlaştırılmış bir rol üstlenmek ve o rolü geniş topraklara yaygınlaştırmak temellidir. Bu yönde işler iğreti ide ve irade. Ayrıca iddialı din dalgalanmaları ile beslenir titreyen tahtlar. Bahtların ve balıkların en doğal hali açlık sınırına endekslenince de savaş çığırtkanlığı başlar. 

 

Yani idealist girişimler her çağda emperyal ekonomiye yenilir. Yenilince de genel perspektifte imaj tazeleyen tüm unsurlar düşman bellenir. Mutlu mesut benzersiz bir yan etki anında aktifleşir. Yani yüzyıllardır süren sürgünler ve manasız savaşlar tarihin bitmez tükenmez kaynaklarında gizlidir. Tekrarlanır. Tekrarlanır savaşlar.

 

Tekrarlandıkça tekrarlananlar tüm dünyanın bildiği en popüler yürek acıtan manzaradır aslında. Açıkça bilinir ama nedensiz kanıksanmaz…

 

Sadece sefer gücü ve asker kaynakları üzerine kurulan imparatorluklar iç güvenliği ve düzeni bozulunca dışa açılma yolları arar. Dıştan içe bir sirkülasyonla ana çatının çökmesi hedeflenir. Kör kaleler içten fethedilir. Ve yokluk belirir, kölelik artar.

 

Durum hal bu olunca, yolcular yol kaybedince belki köpürür isyanlar. Kapaklanır yere en insani, ulusal girişimler. Yani hazırlıksız yakalanır yoğun çatışmalar arifesindekiler. Büyük bir stratejiye sahip olmasa da doğudan en batıya maliklik ve duyusal hafiflik heyetleri köşe kapmaca oynar. En çok sevilen ise destansı havada dört bir yana esrik yayılmadır.

Yaylım ateşine tutulanlar en doğal tavırları bile gösteremezler. Kendi kendine yabancılaşma başlar. Yabancılaştırma artar. İmparatorluk gölgesinde üşümek bile lades demektir. Maruz kalınan ise varsa yoksa vatan millet edebiyatıdır. Kaderdir.

 

Sultanlar güçlü zalim ve keyfilik tacıyla savaşkan bir role büründükçe iktidar süresi bir nebze daha uzar. Uzatılır. Gitti gider süresince ne topraklar genişler veya ne toprak kazanılır. Hiç hissedilmeden temel değerler bir bir kaybedilir.  Önünde sonunda karşılaşılacak durum resmen budur. Savaşmadan yenilmek. Yenildikçe savaş çıkarmak, yanıldıkça yeni cepheler açmak.

 

Bin yılların getirdiği tarihi sürümler işte hep böyle işler. Derin işler daima dondurulur veya buzlanır. Sonra çözülür, çözündürülür. Her şey çığırından çıkar. Çıkarılır. Hafifliği tartan altın hevesi, imparatoru tanıtan gemsiz hırsıdır. İmparatorluğu emperyalleştiren ise sınırlı yokluk, sınırsız zenginliktir, obursu tokluktur…

 

Son günlerde savaş imparatorluğu ve yokluk ve de tokluk üzerine bedenleştirilen durumdur karşı karşıya kalınan. Öyle keskin bir soluktur ki bu dünyaya hükmediş, yetmez. Yetmez çünkü yokluk ve tokluk için tapılan altın buzağıdır. Yol gösterici amblemi ise hissizlik ve yayılmak tuzağıdır.

 

Bu tuzu kuru düzende asla son imparator yoktur, son imparatorluklar da yoktur. Her bitenin yerine yenisi tarihin kayıtlarına düşer. Düşkünlüğün alametleri de şifrelidir. Şifresi; tokluk veya yokluk fırsatına savaş. Oysa ota suya savaşlar tetiklendikçe kafa kol, parmak koparmak halden sayılır. Böyle sayıldıkça imparatorun dayanılmaz ağırlığı da her şeyi ezer geçer. sonra sıra kendisine gelir.

 

Bin yıllardır açlara hep aynı tarihi terane, tokluk yokluk savaşları…

 

JURNALATÖR

 

Tarihe damgasını vurmuş öyle kara-kızıl dönemler vardır ki, bir daha hiç gelmez denildikçe öyle bir gelir ki; işte o dönem bu dönem diyenler var. Sanki geldi gibi. Dönem jurnalistlere günden geçen, gece doğuran bir dönem. Son dönemeç ürünü. Veya gönence kan kusturan bir dönence. Kapıda hazır ve nazır…

 

Test edilen odur ki jurnal ile işlemiştir işler, sözde en ihtişamlı işleyen imparatoryal düzenekler. Mitolojide yaşanmışlıklar bir kenara bostancıbaşı tahta karşı çıkanlardan yığınla kelle aldığı günden beri böyle işler böyle gelişir her faşizan mekanizma. Kaç şehir varsa aynı şehirde, ayak işlerinden en tepeye jurnal ile oluşur yönetsel piramit. Hit ve mit diyarında böyle yürür saltanat. Üstelik it ürür kervan yürür denir, jurnalciler daima mükâfatlandırılır.

 

Saltanat kayığına binen veya bindirilen jurnalistlerin ilk yapacağı iştir jurnalcilik.  Listelenenler hakkında jur bulamayanlar nal toplarlar. Bu insafsız ve kuralsız ihbar ve istihbarat düzeneği imbikten suç süzerekten işletilir. Varsa yoksa jurnalistler ve jurnalcilik baş tacı edilir. Epey acayip ve çok zayıf bir irade ile ilerisini gerisini hiç düşünmeden adam geçmenin ve rahat geçinmenin tek versiyonluk ürünüdür bu format. Kafana taktığını takip et ve izle, hayat tarzına ilaveten insanı insan eden, insanlığı var eden değerleri temel değerleri bir kenara at, göz önündekileri fonla, kollukçulara pazarla ameleliğidir fondiplenen. İncelikli iş adına millileşen ve yerli manada.

 

İşlenen ezelinde ebedinde edinilen milli pozisyonu korumak veya değişen ortama uygun yeni milli pozisyon almak için bir kereden ne olmuş babında önüne çıkanı ihbar et, gambazla, itibarla oyna ve keyfet aymazlığıdır aslında. Mesele budur. İş de budur.

 

Jurnal resmen resmi dik duruş zaafıdır. Resmiyete dik duruşun cezalandırılmasına, alenen kılıf bulma marifetidir. Jurnal affedilemez cinsten, cinsine cibilliyetsizlik katılmışlığın dik alasıdır. Ortak bağların çözülmesi, yüksek bağlantılı göze adam kestirme aralığıdır. Jurnalcilik düş göremezlerin arada bir gördüğü düşleri bile doğru dürüst aktaramayanların en ucube düşler uydurduğu bir kısır döngüdür.

 

Ve ne kötü karakterler yaratır bu kara-kızıl dünya düzeni. Ne despotikler. Ne apolitikler. Diğer yandan despotizmden ne demokrasiler doğar. Demokrasiden doğma ne diktatörler vardır ayrıca. Ve Diktatöryadan ne sosyal demokrasiler çıkar. Sonra yine yeni tiranlar. Yasal gayrı yasal döngü budur…

 

İşte her kaos döneminde olduğu gibi milletin ve memleketin üstüne çullanan, çürük çarık adamlara bulaşan, bulaştırılan son moda iş budur; jurnalcilik, jurnalistlik…

 

Program şudur; Saf milleti safsatalar ve doldurmalar ile birbiri peşine salma, yine yeni yanılma ve yanıltmak perspektifinde lafta cihat. Kraldan çok kralcı, diktatörden fazla diktacı, sultandan daha sultacı jurnalatörler peydahlamak ve jurnalciler arenasında kapışmalar programlamak.

 

Yani uygulamaya koyulan program özünde tarihteki kökü, organizasyonu ve şartı belli şarki hizmetçiliktir. Bu beşeri döngü tuhaf bir iştir. İnsanlık belgesinde nice delikler ve gedikler açsa da her sıkışıklıkta kullanılır. Toplumcu söylemle bir alacakaranlık kuşağıdır, cadı avıdır yaşanan. Yaşatılan. Dedi kodu panayırında palavraların topuna tekme savurmak. İşte gün o gündür.

 

Yani sıkı rejim dayatması ve demokrasi kısıtlaması açmazında gölge takibi, belge harici gölge oyunu, muhakemesi suni ve yalan yanlış aldatmaca düzeneği. Düzen karşıtlarını jurnal. Mesleki jurnalistlik.

 

Tarihin izleri iyi takip edildiğinde, monarşik düzenin labirentinde, oligarşik sistemin çıkmaz sokağında veya çakma demokrasi girdabında buna ve bunlara devamlı rastlanır. Denge bir kez şaşınca, duygu ve inançlar objeleşince alanı da satanı da çok bulunur. Hezeyan halinde jurnalatörler ortaya çıkarlar ve dünya tarihinin en eski ve en uzun ömürlü mesleğini icra ederler.

 

Aslında zor bi hal geçen yüzyıl içinde, on yıllar sonra yollar tarihin o kara-kızıl dönemleriyle çakıştı gibi. Yol açılmış, bileni hissedeni az. Pek yakında dökülür herkes…