19 Ocak 2021 Salı

savaşlar ve barış

 

“YURTTA SULH CİHANDA SULH” İLKESİ…

 

Kuş cıvıltılarıyla başlayan sabahları, güneşli günleri ve yıldızlı geceleri anında karartacak derinden sarsıcı, kurmaca savaşmalar şu pandemi günlerinde, koviti boşluğunda dünden yarına iyice incelenmesi gerekir…

 

Tarihle sabittir ileride kişisel özgeçmişlere sırım gibi işlenecek, misakı milli ötesi hareketlenmeler başlayacak. Ve mutlaka o kesin hesap zamanları gelecektir…

 

Aslında boyutu yüzölçümü, niteliği ve niceliği bir kenara şimdiden belli başlı hususları ve bilinen güncel gerçekleri ohal kapsamında suç sayılabilir olsa da gözden geçirilmeye başlanmadı değil. Başlamak insani bir gerekliliktir. Çünkü yaşamsal değerler ve değerlemeler açısından en önemli görülenler bir çerçeveye oturtulup, fotoğrafa ayni paralelden bakmamak normaldir. Zaten hale hazıra aynen, tepegöz mantığıyla bakmadıkça özde katılımcılığın veya karşı duruşun ilk nüvelerine ulaşılır.

 

Her şeye her vakaya her açıdan katılım, katılma veya karşı duruş yasalarla belirlenmiştir. Kuralları kaideleri olan bir eylemliliktir bu kavramlar. Ancak eylemsellik kısıtlandıkça ve yasal zorluklar çıkarıldıkça ilkeler de ülkeler de kilitlenir. İşte memlekette savaş ve barış katılımcılığı ve karşıtlığı tam bu merkezde seyrediyor.

 

Son günlerde “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diyebilmek üstün cesaret işi. Savaş çığırtkanlığı yapmak ve afaki naralar atmak ise moda. Ve kolaycılık. Bu akla zara günlerde, hangi sorun nasıl saptanırsa saptansın, yüzeysel ele alındığında sonuçta çözümlerde sapıtılır mı acaba sorusunu gündeme getiriyor. Veya savaş veya barış kavramlarının içini boşaltan hangi temel geçer yöntemlerdir kuşkusu vicdanları karartıyor.

 

Bilinen odur ki hangi yaptırım uygulanırsa uygulansın savaşçılık oynamanın genelde kabul görüp görmeyeceği meçhuldür ve çıkacak sonuçların sindirilmesi de zamana bağlıdır. Savaş üzerine tezler, kurulu veya kurulacak tüm platformlardan sızan değerlendirmeler gösteriyor ki, barış şarttır. Kararan geleceğin aydınlanması adına yeterince başka çare aramadan muhtemel tavır koymak olarak savaş tek yol görüldükçe elbette yalnızlaşılır. Başta destekten çekinmeyecekler sıraya geçse de zamanla çıkarlar, çıkarların sekteye uğrayacağı ihtimali ağır basar. Hiç umulmadık anda başka ekonomik çıkarsamalar olayın rengini değiştirir. Oluşan sakat siyaset de savaşın gidişatını belirler.

 

O yüzden kendine demokratım, yurtseverim, solcuyum diyenler söylemlerinin ve eylemliliklerinin suç sayılabileceğini, vatan hainliği görülebileceğini de göze alarak kayıtsız şartsız barış istemelidir. Bilinmeli ki savaş en olgunluğa ulaştığı zamanda bile, en eğilmez bükülmez sanılan eğilimler tersine döner, tüm zengin destekçiler fırsatını arayıp bulup barışa kayar.

 

Kim ne derse desin realite budur. Dünyada gelmiş geçmiş tüm savaşlarda kazanan veya savaş yollu kısa süreli ağırlığını hissettirenler zamanla haksız duruma düşmüşlerdir. Tarihe bir onur sayfası olarak yazılan ve örnek alınan ulusal kurtuluş mücadeleleri hariç. Kutsal isyanlar hariç. Onun dışında durumu içte ve dışta içinden çıkılmaz duruma getirenler, durumu düzeltmek maksatlı geleceklerine savaş yoluyla asla dinamizm kazandıramaz, güven tazeleyemezler.

 

Eğer ülke dibe vurmuş ise ki koviti salgınıyla birleşen grafikler sanki öyle gösteriyor, memleket insanını başarı çatısında birleştirmeden, günü kurtarmaya yönelik milli heyecanlar yaratma peşine düşmek prim kazandırmaz. Zaman kaybettirir. Aslında uzun vadeli çözümler üretilemediğinden, yapay gündem yaratma kurnazlığıyla yeni cepheler açmak; deyim yerindeyse emperyalizmin, çok uluslu sermayenin tam da istediğidir.

 

Emperyal dünya bu pandemik durumdan faydalanarak kısa zamanda yeni kendi kuyrukçuluğunu yapacakları da masaya sürer. Ve sağlıkta başşlayan cephe daha da genişler. Bataklık yayılır. İşte o yüzden hemen şimdi pandemi sonrasına dönük barış güncellenmelidir. Çünkü yapılan yanlışlar, yanılışlar ve yanılgılar her defasında bir başka savaşı tetikler.

 

Son tahlilde beklenen sonucu, asla anaları ağlatmayacak, sorunların çaresini ciddi analizler neticesinde bulan ve meseleyi harekâtsız savaşsız çözebilecekler, cesaretle “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine hayat vermelidir. Bu ilke kovitiyi fırsata çevirenleri de hizmet edebilecekleri yönde etkileyecektir.

 

“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine destekçiler sonucu tam belirleyemeseler bile hiç değil ise şimdiki zamanı sulh adına direkt etkileyeceklerdir…

 

SAVAŞLARDA İÇ-DIŞ GEBELİK…

 

İç veya dış gebeliklerle girilen tüm paylaşım savaşlarında çanların kimler için çaldığı, salaların kimlere okunduğu hiç fark etmez. Aksi seda, akla veda, canlar feda ile girilir tüm savaşlara. Her savaş böyle, iç-dış gebelikle başlamış her savaşta da durum aynen öyle…

 

Resmen sınırsız savaşların ve kirli çatışmaların kıyısında eski dünya. Tarih arenasında cılız bahaneleri ve zayıf hikâyeleri olan nice savaşlar yapmış insanlık. Ve daha nicesine de içten dışa gebe. Sudan sebep taraf edilenler acımasızca çullanıyorlar birbirinin üzerine. Safça savaşacaklar artık. Sanki başka çare yokmuşçasına birbirlerine girişecekler. Böyle işliyor orman kanunu. Savaş tanrıları böyle emrediyor belki de.

 

Yani boşa telef olunduğu kimsenin umurunda değil. Ortama büyük bir aldatmaca, ayartmaca, apartmaca egemen. Abartmaya meyilli egemen sermayenin oyunu sahneleniyor. Kimse anlamıyormuş gibi davranıyor, anlamazdan geliyor. Zaten savaşlar istatistiğe dönüştürülen bir formata çekilince daha çok acılar çekilir. Savaşmak daha bir vazgeçilmezleşir. Savaşı kader görmeler artar. Paralı gurka savaşanı karizmatik gösteren bir dünya birikimi peydahlanır. Bu varsılların işine gelir. İştahla savaş çarkı işletilir.

 

Bu kanlı çarka tutulanlara göre borca harca savaşta ölmek kimsenin derdinde değil. Çünkü ölmek dilli dinli ellerde bir güzel değersizleştiriliyor. Veya tüm kayıplar şehit statüsünde mertebelendiriliyor. Savaş öl, eşittir cennet. Canı gönülden barış istemek bir yana, sadece barış demek bile baştan sona vatan hainliği…

 

Peki, hangi vatan toprakları, nereler yekpare satıhtan sayılmış düşünen bilen yok. Varsa yoksa müdahale, harekât. Dünyayı fırtınalar ve savaşlar, harpler ve kasırgalar tuzağına çeken kapitale endeksli ağır aksak yaşamlar primlendiriliyor. Pırasa gibi dökülmeyi bitirecek olan ise bellidir ama bitik farz ediliyor. Sonuçta bu ehliyeti olmayanların elinde oyuncak edilen koca dünyada, tüm eziyeti yine analar ve çocuklar çekecek, yeni mazlumlar üreyecek görmezden geliniyor.

 

Bu körlükle koca dünyanın en eski coğrafyasında savaşlar hiç bitmeyecek besbelli. Ayan beyan bellidir. Böyle de belletilir. Kızışma günleri geldikçe, oyunlar oyuncular değiştikçe sıra dışı görülen savaşlar yağmur ormanlarını da kuşatır. Çölleri de. Kurşunlar, mermiler, bombalar, gazlar yağmur gibi dökülür bereketli topraklara. İnsanlık kuşatılır, medeniyetler çöker. Savaş kutsanır, savaşanlar kutsallaştırılır. Oysa yiten akla çare, savaşlara vedadır, barışa merhabadır.

 

Aslında kulağa çalınan salalar, peşi sıra salları kovalamak, salavat getirmektir savaşa endekslenen. Hası ise barış müziği dinlemektir. Barışa selam, sermayenin serbest dolaşımına da engeldir, yenidünya sistemine de. Savaşa dikleniş, büyük sermayeye karşı duruştur. Ve ilahi emre itaat, retçi yörüngeye oturuştur.

 

Şımartılan savaşçı tavır ise aslında yıkılışın, çöküşün dışa vurumudur. Ayyuka çıkarılan her ne olursa olsun öldürmek üzerine basit bir kapitalist kurgudur.

Bu kapitalist kurgulu emperyal bataklıkta, belli insanlar adı ve namına insanlar öldürmeyeceğim demek veya maddi çıkar odaklı insanlar öldürülmemeli demek nedensiz suç ve günahtan sayılıyor. Ayrıca aynı dağın eteğinde biri diğerine zıt, alabildiğine karşıt gösterilen ayni yaşam tarzı düşmanlaştırılıyor. Aslında savaşa, savaşmaya gerekçe bu coğrafya da hepten boş, muamma. Gerekçe denilen, neden gösterilen kısaca resmi körleşme. Çıkarlara dayalı keskinleştirme. Emperyalist kültür dayatması, kültür emperyalizmi.

 

Kültür denilen de çoğu kere aynıdır, benzeştir, eştir, beleştir. Ayrıca öyle karakteristik özneler vardır ki ancak savaşla, savaştırma ile var olur. Barışta ise yok olurlar. Zaten savaşlar on yıllardır sınırlar ve sınıflar üzerine olma vasfını da kaybettiğinden her fırsatta bu özneler devreye sokulur. Güdülenir ve güdümlenir. Bu yüzden savaşmalar hiç bitmez, bitmeyecektir de.

 

Çünkü varsa yoksa varsılın daha da varsıl olması, köşe dönenlerin kaçan rahatıdır düşünülen. Ben merkezli emperyal açılımlardır kıyasıya kıymetlendirilen. Kıyametlere sürüklenmek ise indirilenler üzerine kısmetlendirmedir. Yani yenide savaşlar da kılık değiştirmiştir. Kılıksız, kimliksiz, klipsel statüde vahşi bir kalkışmadır senaryolandırılan. Senaryoya özgü çok aramadan kapıda bulunan piyonları hazır, figüranları nazır bir dramdır, bu kadim coğrafyayı daima illete bulayan. Az bereketli bu topraklar hep hilelerle donatılmış, savaşlar dönemi açılmıştır yüz yıllarca. Yaşananlar on yıllardır aynıyla budur.

 

Yani yaşlı dünyanın merkezinde yeniden aksi seda, akla veda, canlar feda, büyük sermayeye pervane bir fedailik elektriklendirilmiştir. Kimler çarpılacak belli. Bu uygunsuz uygulamada çanlar çalıyor, salalar okunuyor kimsenin derdi değil. Her barışsal çıkarsama nafile farz ediliyor, savaşlar sınırsız sabırsız sürüyor.

 

Savaşa gebelik, savaşlara iç-dış gebelik hiç mi hiç değerlendirilmiyor, değerlendirilmeden hurra savaş…

 

 

 

,

TOKLUK VE YOKLUK SAVAŞLARI…

 

Bin yıllardır devam eder tarihin tokluk ve yoklu savaşları, savaşçı sürprizleri. Hiç bitmez tükenmez savaş imparatorluğu. bitti derken başlar yokluk ve tokluk üzerine kurgulanan harlı harekâtlar, peşine kirli savaşlar…

 

Yığınla imparatorluğun dayanılmaz hafifliğidir bu. Dur duraksız savaşlarla siyasal ve askeri çalkantılar ve seferlerle cephelidir tarih çeperi. Yarı aç yarı tok ortamlarda, cepler dolar, karınlar dolar, imparatorlar azar, imparatoriçeler de gerdanlıklanır. Yerden havaya tüm kayıplar kurumlu kuruluşun gereğidir hissiyle bekalanılır.  Belki ganimetler ve dünyalıklar kareleri ve kereleri inanılmaz katlar. Ama insanlık yalancı toprak uğruna verilen telefatı tarih diye adlandırır.

 

Yani yeni yerler keşfetmek bile hayata tek pencereden bakmak ayıbı gibidir. Savaş ayıpları ve kayıpları ise her defasında unutulur, unutturulur…

 

Tarihe dem düşüren tüm ide ve keskin irade hep yalancı bir mutluluk, hep zevk sürmek, almak vermek, acı çektirmek üzerine ağırlaştırılmış bir rol üstlenmek ve o rolü geniş topraklara yaygınlaştırmak temellidir. Bu yönde işler iğreti ide ve irade. Ayrıca iddialı din dalgalanmaları ile beslenir titreyen tahtlar. Bahtların ve balıkların en doğal hali açlık sınırına endekslenince de savaş çığırtkanlığı başlar. 

 

Yani idealist girişimler her çağda emperyal ekonomiye yenilir. Yenilince de genel perspektifte imaj tazeleyen tüm unsurlar düşman bellenir. Mutlu mesut benzersiz bir yan etki anında aktifleşir. Yani yüzyıllardır süren sürgünler ve manasız savaşlar tarihin bitmez tükenmez kaynaklarında gizlidir. Tekrarlanır. Tekrarlanır savaşlar.

 

Tekrarlandıkça tekrarlananlar tüm dünyanın bildiği en popüler yürek acıtan manzaradır aslında. Açıkça bilinir ama nedensiz kanıksanmaz…

 

Sadece sefer gücü ve asker kaynakları üzerine kurulan imparatorluklar iç güvenliği ve düzeni bozulunca dışa açılma yolları arar. Dıştan içe bir sirkülasyonla ana çatının çökmesi hedeflenir. Kör kaleler içten fethedilir. Ve yokluk belirir, kölelik artar.

 

Durum hal bu olunca, yolcular yol kaybedince belki köpürür isyanlar. Kapaklanır yere en insani, ulusal girişimler. Yani hazırlıksız yakalanır yoğun çatışmalar arifesindekiler. Büyük bir stratejiye sahip olmasa da doğudan en batıya maliklik ve duyusal hafiflik heyetleri köşe kapmaca oynar. En çok sevilen ise destansı havada dört bir yana esrik yayılmadır.

Yaylım ateşine tutulanlar en doğal tavırları bile gösteremezler. Kendi kendine yabancılaşma başlar. Yabancılaştırma artar. İmparatorluk gölgesinde üşümek bile lades demektir. Maruz kalınan ise varsa yoksa vatan millet edebiyatıdır. Kaderdir.

 

Sultanlar güçlü zalim ve keyfilik tacıyla savaşkan bir role büründükçe iktidar süresi bir nebze daha uzar. Uzatılır. Gitti gider süresince ne topraklar genişler veya ne toprak kazanılır. Hiç hissedilmeden temel değerler bir bir kaybedilir.  Önünde sonunda karşılaşılacak durum resmen budur. Savaşmadan yenilmek. Yenildikçe savaş çıkarmak, yanıldıkça yeni cepheler açmak.

 

Bin yılların getirdiği tarihi sürümler işte hep böyle işler. Derin işler daima dondurulur veya buzlanır. Sonra çözülür, çözündürülür. Her şey çığırından çıkar. Çıkarılır. Hafifliği tartan altın hevesi, imparatoru tanıtan gemsiz hırsıdır. İmparatorluğu emperyalleştiren ise sınırlı yokluk, sınırsız zenginliktir, obursu tokluktur…

 

Son günlerde savaş imparatorluğu ve yokluk ve de tokluk üzerine bedenleştirilen durumdur karşı karşıya kalınan. Öyle keskin bir soluktur ki bu dünyaya hükmediş, yetmez. Yetmez çünkü yokluk ve tokluk için tapılan altın buzağıdır. Yol gösterici amblemi ise hissizlik ve yayılmak tuzağıdır.

 

Bu tuzu kuru düzende asla son imparator yoktur, son imparatorluklar da yoktur. Her bitenin yerine yenisi tarihin kayıtlarına düşer. Düşkünlüğün alametleri de şifrelidir. Şifresi; tokluk veya yokluk fırsatına savaş. Oysa ota suya savaşlar tetiklendikçe kafa kol, parmak koparmak halden sayılır. Böyle sayıldıkça imparatorun dayanılmaz ağırlığı da her şeyi ezer geçer. sonra sıra kendisine gelir.

 

Bin yıllardır açlara hep aynı tarihi terane, tokluk yokluk savaşları…

 

JURNALATÖR

 

Tarihe damgasını vurmuş öyle kara-kızıl dönemler vardır ki, bir daha hiç gelmez denildikçe öyle bir gelir ki; işte o dönem bu dönem diyenler var. Sanki geldi gibi. Dönem jurnalistlere günden geçen, gece doğuran bir dönem. Son dönemeç ürünü. Veya gönence kan kusturan bir dönence. Kapıda hazır ve nazır…

 

Test edilen odur ki jurnal ile işlemiştir işler, sözde en ihtişamlı işleyen imparatoryal düzenekler. Mitolojide yaşanmışlıklar bir kenara bostancıbaşı tahta karşı çıkanlardan yığınla kelle aldığı günden beri böyle işler böyle gelişir her faşizan mekanizma. Kaç şehir varsa aynı şehirde, ayak işlerinden en tepeye jurnal ile oluşur yönetsel piramit. Hit ve mit diyarında böyle yürür saltanat. Üstelik it ürür kervan yürür denir, jurnalciler daima mükâfatlandırılır.

 

Saltanat kayığına binen veya bindirilen jurnalistlerin ilk yapacağı iştir jurnalcilik.  Listelenenler hakkında jur bulamayanlar nal toplarlar. Bu insafsız ve kuralsız ihbar ve istihbarat düzeneği imbikten suç süzerekten işletilir. Varsa yoksa jurnalistler ve jurnalcilik baş tacı edilir. Epey acayip ve çok zayıf bir irade ile ilerisini gerisini hiç düşünmeden adam geçmenin ve rahat geçinmenin tek versiyonluk ürünüdür bu format. Kafana taktığını takip et ve izle, hayat tarzına ilaveten insanı insan eden, insanlığı var eden değerleri temel değerleri bir kenara at, göz önündekileri fonla, kollukçulara pazarla ameleliğidir fondiplenen. İncelikli iş adına millileşen ve yerli manada.

 

İşlenen ezelinde ebedinde edinilen milli pozisyonu korumak veya değişen ortama uygun yeni milli pozisyon almak için bir kereden ne olmuş babında önüne çıkanı ihbar et, gambazla, itibarla oyna ve keyfet aymazlığıdır aslında. Mesele budur. İş de budur.

 

Jurnal resmen resmi dik duruş zaafıdır. Resmiyete dik duruşun cezalandırılmasına, alenen kılıf bulma marifetidir. Jurnal affedilemez cinsten, cinsine cibilliyetsizlik katılmışlığın dik alasıdır. Ortak bağların çözülmesi, yüksek bağlantılı göze adam kestirme aralığıdır. Jurnalcilik düş göremezlerin arada bir gördüğü düşleri bile doğru dürüst aktaramayanların en ucube düşler uydurduğu bir kısır döngüdür.

 

Ve ne kötü karakterler yaratır bu kara-kızıl dünya düzeni. Ne despotikler. Ne apolitikler. Diğer yandan despotizmden ne demokrasiler doğar. Demokrasiden doğma ne diktatörler vardır ayrıca. Ve Diktatöryadan ne sosyal demokrasiler çıkar. Sonra yine yeni tiranlar. Yasal gayrı yasal döngü budur…

 

İşte her kaos döneminde olduğu gibi milletin ve memleketin üstüne çullanan, çürük çarık adamlara bulaşan, bulaştırılan son moda iş budur; jurnalcilik, jurnalistlik…

 

Program şudur; Saf milleti safsatalar ve doldurmalar ile birbiri peşine salma, yine yeni yanılma ve yanıltmak perspektifinde lafta cihat. Kraldan çok kralcı, diktatörden fazla diktacı, sultandan daha sultacı jurnalatörler peydahlamak ve jurnalciler arenasında kapışmalar programlamak.

 

Yani uygulamaya koyulan program özünde tarihteki kökü, organizasyonu ve şartı belli şarki hizmetçiliktir. Bu beşeri döngü tuhaf bir iştir. İnsanlık belgesinde nice delikler ve gedikler açsa da her sıkışıklıkta kullanılır. Toplumcu söylemle bir alacakaranlık kuşağıdır, cadı avıdır yaşanan. Yaşatılan. Dedi kodu panayırında palavraların topuna tekme savurmak. İşte gün o gündür.

 

Yani sıkı rejim dayatması ve demokrasi kısıtlaması açmazında gölge takibi, belge harici gölge oyunu, muhakemesi suni ve yalan yanlış aldatmaca düzeneği. Düzen karşıtlarını jurnal. Mesleki jurnalistlik.

 

Tarihin izleri iyi takip edildiğinde, monarşik düzenin labirentinde, oligarşik sistemin çıkmaz sokağında veya çakma demokrasi girdabında buna ve bunlara devamlı rastlanır. Denge bir kez şaşınca, duygu ve inançlar objeleşince alanı da satanı da çok bulunur. Hezeyan halinde jurnalatörler ortaya çıkarlar ve dünya tarihinin en eski ve en uzun ömürlü mesleğini icra ederler.

 

Aslında zor bi hal geçen yüzyıl içinde, on yıllar sonra yollar tarihin o kara-kızıl dönemleriyle çakıştı gibi. Yol açılmış, bileni hissedeni az. Pek yakında dökülür herkes…

 

Hiç yorum yok: