“YURTTA SULH CİHANDA
SULH” İLKESİ…
Kuş cıvıltılarıyla
başlayan sabahları, güneşli günleri ve yıldızlı geceleri anında karartacak derinden
sarsıcı, kurmaca savaşmalar şu pandemi günlerinde, koviti boşluğunda dünden
yarına iyice incelenmesi gerekir…
Tarihle sabittir
ileride kişisel özgeçmişlere sırım gibi işlenecek, misakı milli ötesi
hareketlenmeler başlayacak. Ve mutlaka o kesin hesap zamanları gelecektir…
Aslında boyutu
yüzölçümü, niteliği ve niceliği bir kenara şimdiden belli başlı hususları ve
bilinen güncel gerçekleri ohal kapsamında suç sayılabilir olsa da gözden
geçirilmeye başlanmadı değil. Başlamak insani bir gerekliliktir. Çünkü yaşamsal
değerler ve değerlemeler açısından en önemli görülenler bir çerçeveye
oturtulup, fotoğrafa ayni paralelden bakmamak normaldir. Zaten hale hazıra
aynen, tepegöz mantığıyla bakmadıkça özde katılımcılığın veya karşı duruşun ilk
nüvelerine ulaşılır.
Her şeye her vakaya
her açıdan katılım, katılma veya karşı duruş yasalarla belirlenmiştir.
Kuralları kaideleri olan bir eylemliliktir bu kavramlar. Ancak eylemsellik
kısıtlandıkça ve yasal zorluklar çıkarıldıkça ilkeler de ülkeler de kilitlenir.
İşte memlekette savaş ve barış katılımcılığı ve karşıtlığı tam bu merkezde
seyrediyor.
Son günlerde “Yurtta
Sulh Cihanda Sulh” diyebilmek üstün cesaret işi. Savaş çığırtkanlığı yapmak ve
afaki naralar atmak ise moda. Ve kolaycılık. Bu akla zara günlerde, hangi sorun
nasıl saptanırsa saptansın, yüzeysel ele alındığında sonuçta çözümlerde
sapıtılır mı acaba sorusunu gündeme getiriyor. Veya savaş veya barış
kavramlarının içini boşaltan hangi temel geçer yöntemlerdir kuşkusu vicdanları
karartıyor.
Bilinen odur ki hangi
yaptırım uygulanırsa uygulansın savaşçılık oynamanın genelde kabul görüp
görmeyeceği meçhuldür ve çıkacak sonuçların sindirilmesi de zamana bağlıdır.
Savaş üzerine tezler, kurulu veya kurulacak tüm platformlardan sızan
değerlendirmeler gösteriyor ki, barış şarttır. Kararan geleceğin aydınlanması
adına yeterince başka çare aramadan muhtemel tavır koymak olarak savaş tek yol
görüldükçe elbette yalnızlaşılır. Başta destekten çekinmeyecekler sıraya geçse
de zamanla çıkarlar, çıkarların sekteye uğrayacağı ihtimali ağır basar. Hiç
umulmadık anda başka ekonomik çıkarsamalar olayın rengini değiştirir. Oluşan
sakat siyaset de savaşın gidişatını belirler.
O yüzden kendine
demokratım, yurtseverim, solcuyum diyenler söylemlerinin ve eylemliliklerinin
suç sayılabileceğini, vatan hainliği görülebileceğini de göze alarak kayıtsız
şartsız barış istemelidir. Bilinmeli ki savaş en olgunluğa ulaştığı zamanda
bile, en eğilmez bükülmez sanılan eğilimler tersine döner, tüm zengin
destekçiler fırsatını arayıp bulup barışa kayar.
Kim ne derse desin
realite budur. Dünyada gelmiş geçmiş tüm savaşlarda kazanan veya savaş yollu
kısa süreli ağırlığını hissettirenler zamanla haksız duruma düşmüşlerdir.
Tarihe bir onur sayfası olarak yazılan ve örnek alınan ulusal kurtuluş
mücadeleleri hariç. Kutsal isyanlar hariç. Onun dışında durumu içte ve dışta
içinden çıkılmaz duruma getirenler, durumu düzeltmek maksatlı geleceklerine
savaş yoluyla asla dinamizm kazandıramaz, güven tazeleyemezler.
Eğer ülke dibe vurmuş
ise ki koviti salgınıyla birleşen grafikler sanki öyle gösteriyor, memleket
insanını başarı çatısında birleştirmeden, günü kurtarmaya yönelik milli
heyecanlar yaratma peşine düşmek prim kazandırmaz. Zaman kaybettirir. Aslında
uzun vadeli çözümler üretilemediğinden, yapay gündem yaratma kurnazlığıyla yeni
cepheler açmak; deyim yerindeyse emperyalizmin, çok uluslu sermayenin tam da
istediğidir.
Emperyal dünya bu pandemik
durumdan faydalanarak kısa zamanda yeni kendi kuyrukçuluğunu yapacakları da
masaya sürer. Ve sağlıkta başşlayan cephe daha da genişler. Bataklık yayılır.
İşte o yüzden hemen şimdi pandemi sonrasına dönük barış güncellenmelidir. Çünkü
yapılan yanlışlar, yanılışlar ve yanılgılar her defasında bir başka savaşı
tetikler.
Son tahlilde beklenen
sonucu, asla anaları ağlatmayacak, sorunların çaresini ciddi analizler
neticesinde bulan ve meseleyi harekâtsız savaşsız çözebilecekler, cesaretle “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine hayat vermelidir. Bu
ilke kovitiyi fırsata çevirenleri de hizmet edebilecekleri yönde
etkileyecektir.
“Yurtta Sulh Cihanda
Sulh” ilkesine destekçiler sonucu tam belirleyemeseler bile hiç değil ise
şimdiki zamanı sulh adına direkt etkileyeceklerdir…
SAVAŞLARDA İÇ-DIŞ
GEBELİK…
İç veya dış
gebeliklerle girilen tüm paylaşım savaşlarında çanların kimler için çaldığı,
salaların kimlere okunduğu hiç fark etmez. Aksi seda, akla veda, canlar feda
ile girilir tüm savaşlara. Her savaş böyle, iç-dış gebelikle başlamış her
savaşta da durum aynen öyle…
Resmen sınırsız
savaşların ve kirli çatışmaların kıyısında eski dünya. Tarih arenasında cılız
bahaneleri ve zayıf hikâyeleri olan nice savaşlar yapmış insanlık. Ve daha
nicesine de içten dışa gebe. Sudan sebep taraf edilenler acımasızca
çullanıyorlar birbirinin üzerine. Safça savaşacaklar artık. Sanki başka çare
yokmuşçasına birbirlerine girişecekler. Böyle işliyor orman kanunu. Savaş
tanrıları böyle emrediyor belki de.
Yani boşa telef
olunduğu kimsenin umurunda değil. Ortama büyük bir aldatmaca, ayartmaca,
apartmaca egemen. Abartmaya meyilli egemen sermayenin oyunu sahneleniyor. Kimse
anlamıyormuş gibi davranıyor, anlamazdan geliyor. Zaten savaşlar istatistiğe
dönüştürülen bir formata çekilince daha çok acılar çekilir. Savaşmak daha bir
vazgeçilmezleşir. Savaşı kader görmeler artar. Paralı gurka savaşanı karizmatik
gösteren bir dünya birikimi peydahlanır. Bu varsılların işine gelir. İştahla
savaş çarkı işletilir.
Bu kanlı çarka
tutulanlara göre borca harca savaşta ölmek kimsenin derdinde değil. Çünkü ölmek
dilli dinli ellerde bir güzel değersizleştiriliyor. Veya tüm kayıplar şehit
statüsünde mertebelendiriliyor. Savaş öl, eşittir cennet. Canı gönülden barış
istemek bir yana, sadece barış demek bile baştan sona vatan hainliği…
Peki, hangi vatan
toprakları, nereler yekpare satıhtan sayılmış düşünen bilen yok. Varsa yoksa
müdahale, harekât. Dünyayı fırtınalar ve savaşlar, harpler ve kasırgalar
tuzağına çeken kapitale endeksli ağır aksak yaşamlar primlendiriliyor. Pırasa
gibi dökülmeyi bitirecek olan ise bellidir ama bitik farz ediliyor. Sonuçta bu
ehliyeti olmayanların elinde oyuncak edilen koca dünyada, tüm eziyeti yine
analar ve çocuklar çekecek, yeni mazlumlar üreyecek görmezden geliniyor.
Bu körlükle koca
dünyanın en eski coğrafyasında savaşlar hiç bitmeyecek besbelli. Ayan beyan
bellidir. Böyle de belletilir. Kızışma günleri geldikçe, oyunlar oyuncular
değiştikçe sıra dışı görülen savaşlar yağmur ormanlarını da kuşatır. Çölleri
de. Kurşunlar, mermiler, bombalar, gazlar yağmur gibi dökülür bereketli
topraklara. İnsanlık kuşatılır, medeniyetler çöker. Savaş kutsanır, savaşanlar
kutsallaştırılır. Oysa yiten akla çare, savaşlara vedadır, barışa merhabadır.
Aslında kulağa çalınan
salalar, peşi sıra salları kovalamak, salavat getirmektir savaşa endekslenen.
Hası ise barış müziği dinlemektir. Barışa selam, sermayenin serbest dolaşımına
da engeldir, yenidünya sistemine de. Savaşa dikleniş, büyük sermayeye karşı
duruştur. Ve ilahi emre itaat, retçi yörüngeye oturuştur.
Şımartılan savaşçı
tavır ise aslında yıkılışın, çöküşün dışa vurumudur. Ayyuka çıkarılan her ne
olursa olsun öldürmek üzerine basit bir kapitalist kurgudur.
Bu kapitalist kurgulu
emperyal bataklıkta, belli insanlar adı ve namına insanlar öldürmeyeceğim demek
veya maddi çıkar odaklı insanlar öldürülmemeli demek nedensiz suç ve günahtan
sayılıyor. Ayrıca aynı dağın eteğinde biri diğerine zıt, alabildiğine karşıt
gösterilen ayni yaşam tarzı düşmanlaştırılıyor. Aslında savaşa, savaşmaya
gerekçe bu coğrafya da hepten boş, muamma. Gerekçe denilen, neden gösterilen
kısaca resmi körleşme. Çıkarlara dayalı keskinleştirme. Emperyalist kültür
dayatması, kültür emperyalizmi.
Kültür denilen de çoğu
kere aynıdır, benzeştir, eştir, beleştir. Ayrıca öyle karakteristik özneler
vardır ki ancak savaşla, savaştırma ile var olur. Barışta ise yok olurlar.
Zaten savaşlar on yıllardır sınırlar ve sınıflar üzerine olma vasfını da
kaybettiğinden her fırsatta bu özneler devreye sokulur. Güdülenir ve
güdümlenir. Bu yüzden savaşmalar hiç bitmez, bitmeyecektir de.
Çünkü varsa yoksa
varsılın daha da varsıl olması, köşe dönenlerin kaçan rahatıdır düşünülen. Ben
merkezli emperyal açılımlardır kıyasıya kıymetlendirilen. Kıyametlere
sürüklenmek ise indirilenler üzerine kısmetlendirmedir. Yani yenide savaşlar da
kılık değiştirmiştir. Kılıksız, kimliksiz, klipsel statüde vahşi bir
kalkışmadır senaryolandırılan. Senaryoya özgü çok aramadan kapıda bulunan
piyonları hazır, figüranları nazır bir dramdır, bu kadim coğrafyayı daima
illete bulayan. Az bereketli bu topraklar hep hilelerle donatılmış, savaşlar
dönemi açılmıştır yüz yıllarca. Yaşananlar on yıllardır aynıyla budur.
Yani yaşlı dünyanın
merkezinde yeniden aksi seda, akla veda, canlar feda, büyük sermayeye pervane
bir fedailik elektriklendirilmiştir. Kimler çarpılacak belli. Bu uygunsuz
uygulamada çanlar çalıyor, salalar okunuyor kimsenin derdi değil. Her barışsal
çıkarsama nafile farz ediliyor, savaşlar sınırsız sabırsız sürüyor.
Savaşa gebelik, savaşlara
iç-dış gebelik hiç mi hiç değerlendirilmiyor, değerlendirilmeden hurra savaş…
,
TOKLUK VE YOKLUK
SAVAŞLARI…
Bin yıllardır devam
eder tarihin tokluk ve yoklu savaşları, savaşçı sürprizleri. Hiç bitmez
tükenmez savaş imparatorluğu. bitti derken başlar yokluk ve tokluk üzerine
kurgulanan harlı harekâtlar, peşine kirli savaşlar…
Yığınla imparatorluğun
dayanılmaz hafifliğidir bu. Dur duraksız savaşlarla siyasal ve askeri
çalkantılar ve seferlerle cephelidir tarih çeperi. Yarı aç yarı tok ortamlarda,
cepler dolar, karınlar dolar, imparatorlar azar, imparatoriçeler de
gerdanlıklanır. Yerden havaya tüm kayıplar kurumlu kuruluşun gereğidir hissiyle
bekalanılır. Belki ganimetler ve
dünyalıklar kareleri ve kereleri inanılmaz katlar. Ama insanlık yalancı toprak
uğruna verilen telefatı tarih diye adlandırır.
Yani yeni yerler
keşfetmek bile hayata tek pencereden bakmak ayıbı gibidir. Savaş ayıpları ve
kayıpları ise her defasında unutulur, unutturulur…
Tarihe dem düşüren tüm
ide ve keskin irade hep yalancı bir mutluluk, hep zevk sürmek, almak vermek,
acı çektirmek üzerine ağırlaştırılmış bir rol üstlenmek ve o rolü geniş
topraklara yaygınlaştırmak temellidir. Bu yönde işler iğreti ide ve irade.
Ayrıca iddialı din dalgalanmaları ile beslenir titreyen tahtlar. Bahtların ve
balıkların en doğal hali açlık sınırına endekslenince de savaş çığırtkanlığı başlar.
Yani idealist
girişimler her çağda emperyal ekonomiye yenilir. Yenilince de genel
perspektifte imaj tazeleyen tüm unsurlar düşman bellenir. Mutlu mesut benzersiz
bir yan etki anında aktifleşir. Yani yüzyıllardır süren sürgünler ve manasız
savaşlar tarihin bitmez tükenmez kaynaklarında gizlidir. Tekrarlanır. Tekrarlanır
savaşlar.
Tekrarlandıkça
tekrarlananlar tüm dünyanın bildiği en popüler yürek acıtan manzaradır aslında.
Açıkça bilinir ama nedensiz kanıksanmaz…
Sadece sefer gücü ve
asker kaynakları üzerine kurulan imparatorluklar iç güvenliği ve düzeni
bozulunca dışa açılma yolları arar. Dıştan içe bir sirkülasyonla ana çatının çökmesi
hedeflenir. Kör kaleler içten fethedilir. Ve yokluk belirir, kölelik artar.
Durum hal bu olunca,
yolcular yol kaybedince belki köpürür isyanlar. Kapaklanır yere en insani,
ulusal girişimler. Yani hazırlıksız yakalanır yoğun çatışmalar arifesindekiler.
Büyük bir stratejiye sahip olmasa da doğudan en batıya maliklik ve duyusal
hafiflik heyetleri köşe kapmaca oynar. En çok sevilen ise destansı havada dört
bir yana esrik yayılmadır.
Yaylım ateşine
tutulanlar en doğal tavırları bile gösteremezler. Kendi kendine yabancılaşma
başlar. Yabancılaştırma artar. İmparatorluk gölgesinde üşümek bile lades
demektir. Maruz kalınan ise varsa yoksa vatan millet edebiyatıdır. Kaderdir.
Sultanlar güçlü zalim
ve keyfilik tacıyla savaşkan bir role büründükçe iktidar süresi bir nebze daha
uzar. Uzatılır. Gitti gider süresince ne topraklar genişler veya ne toprak
kazanılır. Hiç hissedilmeden temel değerler bir bir kaybedilir. Önünde sonunda karşılaşılacak durum resmen
budur. Savaşmadan yenilmek. Yenildikçe savaş çıkarmak, yanıldıkça yeni cepheler
açmak.
Bin yılların getirdiği
tarihi sürümler işte hep böyle işler. Derin işler daima dondurulur veya
buzlanır. Sonra çözülür, çözündürülür. Her şey çığırından çıkar. Çıkarılır.
Hafifliği tartan altın hevesi, imparatoru tanıtan gemsiz hırsıdır.
İmparatorluğu emperyalleştiren ise sınırlı yokluk, sınırsız zenginliktir,
obursu tokluktur…
Son günlerde savaş
imparatorluğu ve yokluk ve de tokluk üzerine bedenleştirilen durumdur karşı
karşıya kalınan. Öyle keskin bir soluktur ki bu dünyaya hükmediş, yetmez.
Yetmez çünkü yokluk ve tokluk için tapılan altın buzağıdır. Yol gösterici
amblemi ise hissizlik ve yayılmak tuzağıdır.
Bu tuzu kuru düzende
asla son imparator yoktur, son imparatorluklar da yoktur. Her bitenin yerine
yenisi tarihin kayıtlarına düşer. Düşkünlüğün alametleri de şifrelidir.
Şifresi; tokluk veya yokluk fırsatına savaş. Oysa ota suya savaşlar
tetiklendikçe kafa kol, parmak koparmak halden sayılır. Böyle sayıldıkça
imparatorun dayanılmaz ağırlığı da her şeyi ezer geçer. sonra sıra kendisine
gelir.
Bin yıllardır açlara hep
aynı tarihi terane, tokluk yokluk savaşları…
JURNALATÖR
Tarihe damgasını
vurmuş öyle kara-kızıl dönemler vardır ki, bir daha hiç gelmez denildikçe öyle
bir gelir ki; işte o dönem bu dönem diyenler var. Sanki geldi gibi. Dönem
jurnalistlere günden geçen, gece doğuran bir dönem. Son dönemeç ürünü. Veya
gönence kan kusturan bir dönence. Kapıda hazır ve nazır…
Test edilen odur ki
jurnal ile işlemiştir işler, sözde en ihtişamlı işleyen imparatoryal
düzenekler. Mitolojide yaşanmışlıklar bir kenara bostancıbaşı tahta karşı
çıkanlardan yığınla kelle aldığı günden beri böyle işler böyle gelişir her
faşizan mekanizma. Kaç şehir varsa aynı şehirde, ayak işlerinden en tepeye
jurnal ile oluşur yönetsel piramit. Hit ve mit diyarında böyle yürür saltanat.
Üstelik it ürür kervan yürür denir, jurnalciler daima mükâfatlandırılır.
Saltanat kayığına
binen veya bindirilen jurnalistlerin ilk yapacağı iştir jurnalcilik. Listelenenler hakkında jur bulamayanlar nal
toplarlar. Bu insafsız ve kuralsız ihbar ve istihbarat düzeneği imbikten suç
süzerekten işletilir. Varsa yoksa jurnalistler ve jurnalcilik baş tacı edilir.
Epey acayip ve çok zayıf bir irade ile ilerisini gerisini hiç düşünmeden adam
geçmenin ve rahat geçinmenin tek versiyonluk ürünüdür bu format. Kafana
taktığını takip et ve izle, hayat tarzına ilaveten insanı insan eden, insanlığı
var eden değerleri temel değerleri bir kenara at, göz önündekileri fonla, kollukçulara
pazarla ameleliğidir fondiplenen. İncelikli iş adına millileşen ve yerli manada.
İşlenen ezelinde
ebedinde edinilen milli pozisyonu korumak veya değişen ortama uygun yeni milli
pozisyon almak için bir kereden ne olmuş babında önüne çıkanı ihbar et,
gambazla, itibarla oyna ve keyfet aymazlığıdır aslında. Mesele budur. İş de
budur.
Jurnal resmen resmi
dik duruş zaafıdır. Resmiyete dik duruşun cezalandırılmasına, alenen kılıf
bulma marifetidir. Jurnal affedilemez cinsten, cinsine cibilliyetsizlik
katılmışlığın dik alasıdır. Ortak bağların çözülmesi, yüksek bağlantılı göze
adam kestirme aralığıdır. Jurnalcilik düş göremezlerin arada bir gördüğü
düşleri bile doğru dürüst aktaramayanların en ucube düşler uydurduğu bir kısır
döngüdür.
Ve ne kötü karakterler
yaratır bu kara-kızıl dünya düzeni. Ne despotikler. Ne apolitikler. Diğer yandan
despotizmden ne demokrasiler doğar. Demokrasiden doğma ne diktatörler vardır
ayrıca. Ve Diktatöryadan ne sosyal demokrasiler çıkar. Sonra yine yeni
tiranlar. Yasal gayrı yasal döngü budur…
İşte her kaos
döneminde olduğu gibi milletin ve memleketin üstüne çullanan, çürük çarık
adamlara bulaşan, bulaştırılan son moda iş budur; jurnalcilik, jurnalistlik…
Program şudur; Saf
milleti safsatalar ve doldurmalar ile birbiri peşine salma, yine yeni yanılma
ve yanıltmak perspektifinde lafta cihat. Kraldan çok kralcı, diktatörden fazla
diktacı, sultandan daha sultacı jurnalatörler peydahlamak ve jurnalciler
arenasında kapışmalar programlamak.
Yani uygulamaya
koyulan program özünde tarihteki kökü, organizasyonu ve şartı belli şarki
hizmetçiliktir. Bu beşeri döngü tuhaf bir iştir. İnsanlık belgesinde nice
delikler ve gedikler açsa da her sıkışıklıkta kullanılır. Toplumcu söylemle bir
alacakaranlık kuşağıdır, cadı avıdır yaşanan. Yaşatılan. Dedi kodu panayırında
palavraların topuna tekme savurmak. İşte gün o gündür.
Yani sıkı rejim
dayatması ve demokrasi kısıtlaması açmazında gölge takibi, belge harici gölge
oyunu, muhakemesi suni ve yalan yanlış aldatmaca düzeneği. Düzen karşıtlarını
jurnal. Mesleki jurnalistlik.
Tarihin izleri iyi
takip edildiğinde, monarşik düzenin labirentinde, oligarşik sistemin çıkmaz
sokağında veya çakma demokrasi girdabında buna ve bunlara devamlı rastlanır.
Denge bir kez şaşınca, duygu ve inançlar objeleşince alanı da satanı da çok
bulunur. Hezeyan halinde jurnalatörler ortaya çıkarlar ve dünya tarihinin en
eski ve en uzun ömürlü mesleğini icra ederler.
Aslında zor bi hal
geçen yüzyıl içinde, on yıllar sonra yollar tarihin o kara-kızıl dönemleriyle
çakıştı gibi. Yol açılmış, bileni hissedeni az. Pek yakında dökülür herkes…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder