ZATIALİLERİNE
SUNU…
Mesele gerçekten
çok ve durum vahim. Zatı şahaneleri söylesin veya söylemesin ama karardıkça
kararan bir atmosfer sarmış etrafı. Hele arsız koviti salgınında gündüzü bulmak
zorun zoru. Bunca kötü gidişata çözüm aramayanlar, bulmayanlar mutlaka
karşılığını Allah’ından bulur...
Bu katmerli
huzursuzlukta, söylenceler bilimine kayıt düşmeden gidenlerin de gözleri açık
gider. Son bir yarış olsun kazanamadan göçenlerin tek dileği ise; Zatıâlilerine
en doğruları bildirmeyi asli görevden saymaktır. O yüzden saydıkça sayan,
saydırdıkça saydıranlar sırada. Hemde Silivrilik olma pahasına. Gerçi
Zatıalilerine ucuz şirinlik yapanlara, bu nevi haller sırf saldırı maksatlı
gelir ama hiç de öyle değil. Haliyle Silivrilik olmak da hiç önemli değil. Ne
yaptığını bildikten sonra. Zaten en iyisini de daima Zatıalileri bilir…
Ayrıca sırtını
zatıâlilerine dayayıp, uluorta gider yapmanın da bir haddi hududu vardır.
İnsanlık hali, bu gün varolanlar yarın yok. Yani varlık, yokluk, hiçlik
dünyası. Sonunu hiç düşünmeden, insan bilimden uzaklaştıkça hep kendimhaklılığı
yönünde tavırlanır. Ve çok kolay tavlanır. Tavını böyle almışlık sınır ötesine
göçleri de tetikler. Sınır geçilir ve acayip aldanılır. Böylece ileriki
günlerde, bilimsel söz sanatına doğal malzeme olunur...
Zatıâlileri de
mutlaka duymuştur; “Kargaya ne kemik diş, insana da ne demir diş verilmeye…”
Verildiği takdirde sonuç açık seçik bellidir...
Zatıâlileri, her
halukarda çok iyi bilirler; kılavuzu karga olanın dikkate değer yolu yolsa da,
yolculuğun gidişi olur, dönüşü kesinlikle olmaz. Ayrıca vakti gelince nidalar
yinelenir. Naatlar yenilenir. İzler belirlenir. Genizler temizlenir. Ve
ninniler arasında uyanılır. Ama her el uzatılan dal kırılır, her el atılan elde
kalırsa etki azalır, yetki çoğalır. Derya deniz seyredilirken mecburen kıyıya
yanaşılır. Verilen mesajlar duyulmaz, emir demiri kesse de emir alınmaz ve
uyulmaz, uyumsuzluk pik yapar. İşte o yüzden Zatıâlilerine, bu koviti eklemeli
hassas süreçten geçilirken en hakikati sözlendirmeyi, kibir indirmeyi görevden
saymak en doğrusudur. Çünkü asalet Mahmutlardandır. Asaleten tek sesli, çok
sesli güncellenmeler de Hak şartlar makamındandır...
Zatıâlilerine
tırnak içinde bazı hususları aktarmayı vazifeden saymak asla yanlış
anlaşılmamalı. Çünkü “Zifiri karanlıkta, kara kayanın üzerinde kara karıncalar
yuvası vardır. Zehirli. Ziftli. Zeki. Görmek gerekir. Ziftin peki bir
karanlıkta şimşek çakınca gözlerin ağı kalkınca, göklerin tahtı aydınlanınca
okumuş melekler, seviyesiz mertebeler zaten mesai üzerinde yakalanır. Ve
liyakatsız mesafe kat edenler de en umulmadık anda katı yürekli kesilirler.
Keskin koyulukta kara taşların göbeğine zehirli akrepler yerleşir. Düşen
yıldırımın alazında, kendi kendini sokan, zehirleyen her kemik boynuzluyu da
karıncalar taşır. Huzura varılır. Huzurda, getirin o sarı sıcak canı bana diyen
ses, sesli sessiz ün, nida, duyulmaz bile…”
Yani uyum sağlamak
zorlaşır o kara karanlıkta, gevşeyen karanlığa. Silindirlerin silme kuvvetine.
Havalandırma kapaklarından sızan oksijene. Kapılar kapanır ve Zatıalileri ile
başbaşa kalınır...
Keskin temalı tüm
söylencelerin dili bilimseldir. Bilimlerden bilim beğenmeyenler bilmez ama
zatıalileri çok iyi bilir o farkı; “O öyle derin bir sesleniştir ki,
Karadeniz'in en dibinde, kara kayanın üzerindeki küçük kara kaya balığını bile
içmeden sarhoş eder. Akıllandırır. Aklın melekelerini parlatır, balık
hafızasını doldurur. Bilgelik zoru kolaya koyar. Etrafı kolaçan ederek
yüzgeçleyen melekler zaten sağırdır. Dilsizdir. Duymazlar ve söylemezler.
Görmezler sanılır ama ala görürler. İnceden inceye her bir şeyi de hissederler.
Ta ki o kutlu ses, katlı sesleniş onları da kapsayana kadar…”
Zatıâlileri bütün
halleri, tül peçeli saatler boyunca, en doğru zanneder. Yaptıklarının tamamını,
herşeyleri doğru yaptığını zanneder. Bu arada zan altında hep başkaları
bırakılır. Peki, niye? Niyesi şu, kaç vakitten beri hep aynı ölçülerde aynı
öyküler dillendirilir de ondan. Denir ki, hep ondan bundan, şunun bunun suçu.
Değildir oysa. Hep aynı kapıda dilenilir de ondandır büyük kandırmaca. Ve
kandırılmışlık mevsimi yaşandığındandır bunca mesele. Sonuçta yaşamın
renklerine dair kan donar, kessen akmaz kıvamında can sıçrar…
Oysa herbirşey
Zatışahanelerine bırakılsa, tam kıvamında aklayacaktır körkaranlığı. Aklı
evvellerce rahat bırakılmaz. Ve usandırıcı kuyruklar bir bir artar. Ondan
sonrası hep kuyrukludur. Haliyle; "Kuyruklu yalancılar boynuzlu ve
nazlıdırlar. Nalıncı keseri verilir ellerine. Öneriler boyunlarında incin
hinliği, gerdanlarında yasak inci takımı. Oysa incir çekirdeği misali doğulur,
incir yapraksız takım taklavatsız çırılçıplak gidilir son yolculuğa...
Bu yolsuzlukta
ayartılan ve abartılan salt aşkı memnudur. Yani memnun haldelik ayıbı. Ayıbın
ve fünahkarın babasıdır. Memnuniyet kisvesine bürünmek, başta niyetsiz görünen
ama memnun edilecekleri bekleyenlerle, vermeden almayı arzulayanlar
marabalığıdır. Mahremi kızgın derecede hissederler ama hiç aldırmazlar. O kadar
ki, alacakaranlıkta havadır, sudur, ateştir toptan unutulur. Nadaslı topraklarda
tohumlanan, cennetten kovulmadan cehenneme dolduran aymazlıktır. Zaten manevi
tembihler biplenir. Maddi temeller çarpıtılır. Nedir bu diplemeler denilirse
biteviye günah, resmen kandırılmışlıktır.
Hangi akıl
kışkırtan varlığın tasarımıdır tüm bu başa gelenler, çok kafa yorulur. Gök
pencereye dağılan anılar, kara duvarlara kara başlı çiviyle çakılmalar pahasına
düşünülür. Gerçi tekrarı yoktur bu karanlıktan bunalmanın, çekilen eziyetin ve
çekilmez boyutta çekilenlerin. Ama haddini aşanlar mutlaka hesaba çekilir.
Ondan sonrası budur işte. Kurtulmak…”
Öyle bir zaman
gelir ve gider ki, işkillenme yapılan haksızlıkları ayan beyan ortaya döker.
Karanlıklar ayazlanır. Ve karanlığa bir ulu ses emreder; “Razı edin şu rıza
göstermeyenleri de. Tembihlere uymayanları da. ikaz edin. Gündüzü bulun. Arayın
her yerde. Bulun ve göğe asın. Güneş çıksın…”
Zatıâlilerine
aktarılacak daha çok hikmetli kelamlar var heybede de. Haybeye sanki…
Zaten Hay'dan
gelen, Hu'ya gider. Şüphe yok ki, Hay'ı da, Hu'yu da en iyi zatıalileri
bilir...
KRAL ÖLDÜ, ADAMIN KRALI KALMADI YILLARI…
Biz sokak çocuğuyduk, sokak ağzını da çok iyi biliriz,
saray dilini de. Ama on yıllarca dilimizi törpüledik. Yeterince düzelttik
sayılır. Yine de arada bir argoya kaçan bir tarzımız var. Hayatı o pencereden
benimsedik sanki. Sokaktan. Kralın önüne ve arkasına neler dizilir hakkıyla
biliriz yani. Biliriz çünkü süreç içinde, kraldan çok kralcı geçinenleri çok
gördük, feci dönemlerden geldik geçtik. İyi biliriz kula kulluğun sadece krallıklarda
olduğunu. En faşizan dönemlerde bile hiçbir krala biat etmedik, bundan sonrada
etmeyiz. Bizim kralımız babamızdı ve Kral Öldü, Adamın
Kralı Kalmadı…
Şimdi bu yılbaşından itibaren bize başkaldırı yılları.
Koviti salgını dahil tüm insanlıktan çıkışlara isyan günleri. İsyan, sokağın
dili ve sokak geleneği. Neden ‘Kral öldü, yaşasın adamın kralı’ boyutuna
geldiğimize değinmeye hiç gerek yok. Durum açık seçik ortada. Haliyle onlar
biliyor kendilerini ve başlarına gelecekleri. İşte o yüzden sokak aktarımlarına
devam edildikçe patlayan feveranın nedeni bu. Çünkü zaman içinde inceden inceye
anlaşıldı ki, “Saraya kral değil, adamın kralı isteniyor”. Veya adamın kralı canı
gönülden istenmeli hayatın içine ve de özüne. Bu realiteyi görmeyenler, gaflet
ve hıyanetle kıytırık lafazanları hayatına yapıştıranlar da anlayacak, “kralın
adamına değil, adamın kralı olana” hayat emanet edileceğini.
Zaten adamlığa dip yaptıran kral olunacağına,
adamlığını kaybetmeyen dilencilere kral olmak evladır. Bu manaya çıkan çok laf
söylenmiştir insanlık tarihinde. Hiçbir zaman boş lafa aldırmayan, on yıllarca sokak
krallığında ‘adamın dibi’ olanlar asla kralın adamına dönüşmezler. Başlarına
getirilen afet ve musibetlere rağmen ‘adamın kralı’ kalmayı becerirler. Sokağın
kanunudur bu ihlal edilemez.
İhlal etmezler çünkü daha birinci ihlalde ‘armut
dibine düşer’ hesabıyla has adamlık, kralın adamlığına terfi eder. Sonra değişen
isimlerle, takılan lakaplarla, uydurulan deyimlerle, layık görülen edimlerle kısacası
değişen hayatla adamlık toptan bozulur. Millet bu dönüşümü, memleket bu değişimi
zinhar affetmez. On küsur yıldan sonra üstünkörü kurulan şatafat, günden güne pik
yaptığı yönündeki yalanlara, kurtarılamayan onur ve kaybedilen haysiyetin yanı
sıra ekonominin dip yapmasıyla tümden batar. Akıl inceden inceye başa
devşirilmeye çalışılır ama yarış, bir yılbaşından diğer yılbaşına çoktan
kaybedilmiştir.
Öyle ki, adamın kralları ile kralın adamları yarışında
her şeyin kralı olduğu travmasına kapılanlar, herkesten fazla kralcı, kralın
erketesinde kral olmaya özenenler anca ‘körler diyarında, tek gözlü kral’ olabilirler.
O tek gözü de orada, harici heveslerde bırakırlar. Adamlıktan vazgeçtikleri
için kurulan pembe hayaller de ömür boyu didinip durulsa da asla gerçekleşmez. Meclisten
izin çıkmaz. Hatta politikacının kralı, mesleğinin kralı, ustanın kralı, kalıpçılar
kralı, kapıcılar kralı, topçular kralı, popçular kralı, otomatlar kralı, golcüler
kralı, gafçılar kralı, hırsızlar kralı, yalancılar kralı, ihanetçiler kralı, kralın
kralı olunur da Adamın Kralı asla olunamaz. Gök delinse, yer yarılsa iki dünya
bir araya gelse olmaz...
Dünya döndükçe böyle işler vahşi düzenek, tüm krallar
bir hışımla gelirler, ezerler, sindirirler, zulmederler, tüm güzellikleri yakıp
yıkıp, geçer giderler. Devran döndükçe ne krallar, firavunlar, hükümdarlar,
sultanlar, hanlar, karunlar, harunlar, salamonlar, tiranlar, şahlar,
padişahlar, otlar, otmanlar, batmanlar, imparatorlar, başkanlar, bulaşanlar, bulaşıklar,
muşmulalar, muktedirler, tükürükle boğulacaklar gördü insanoğlu. Hele de
kendine ‘Ben Tanrıyım’ diyen ne sahte Tanrılar, kendini Tanrı yerine koyan ne dallamalar,
çapsızlığın Allah’ını Tanrı katına eşit gören yalamalar, Tanrıdan vasıf sayan
nice dangalaklar, Allah yolunda ne münafıklar gördü bu Millet. Hele hele ne kudretli
tanrıçalar. O tanrıçalar ki, özüne sakındığını peştelere peşkeş çekenler.
Tanrıça pozunda kendinden menkul, yıllarca özveriyle biriktirilmiş öz varlığı
çalanlar. Yani tarih boyu plastik popülizm ve tükenmez hırsı aynı balon bünyede
birleştirmenin envaı çeşit versiyonuna katlandı insanlık…
Ve insanlık tarihi boyunca, krallar ve kralın tüm
adamları birçok efsaneye, destana, kitaba, resme, filme konu olmuştur. Konu
mankenleri çoktur. Zaten yaşanmış, yaşanmamış ama yaşanacak bütün kralın
adamları hikâyeleri, yanaşmalık ve yalakalıkla gücü bulanın ‘güç zehirlenmesi
ve kendini kaybetmesi’ hikâyesidir. Yükseliş ve düşüş hiç irdelenmeden,
pürdikkat izlenir. Ancak kusurlu krallığı yıkacak olan asi başkarakter daima sokaktan
gelen adamdır. Sokak çocuğudur. Bizzat sokağın yetiştirdiği, adamın kralıdır. Sokak
ağzını da çok iyi bilir. Saray tarzını da. Herkese anlayacağı dilden, anlamayanlara
anlayacağı cinsten hitap eder. Yerleşik aristokrat aileden gelmemiş olsa da
yetiştiği ailesinin töresini ve sokağın kanununu iki eli kanda olsa uygulamaktan
hiç çekinmez. Nihayetinde kesinlikle o kazanır…
Yani Adamın Kralı; “Yoksulların gün ve gün, daha da
yoksullaştığı bir dünyanın adamıdır. Aç yatmanın, itilip kakılmanın, işini
kaybetme korkusuyla yaşamanın anlamını iyi bilir.” Her şeyi, her şeyin sonunu
çok iyi bilendir. Hatta önünde sonunda kazanabileceği kimsenin aklına gelmezken
ipi göğüsleyendir. Mevcut hikayelerin başkahramanı, adamın kralıdır ve hiç de kaybedecek
biri değildir. Mutlaka kazanır. Belli başlı acı gerçeklik kısa sürede
anlaşılır. Ve beklentiler gereği geciken adaleti cesaretle tesis eder.
Adamın kralı budur, kurucudur, kurandır, kurtarıcıdır.
Kralın adamlarından olmakla övünenler asla kurtarıcı değildir. Olamazlar da.
Kutluyu kurtlandırandırlar ve işlenmiş büyük günahlardan arınmalık, aleme
göstermelik işler peşinde telef olurlar. Çünkü namaz niyaz, boşa telafiler, vergiden
düşülen hayırlar, çeşmeler, hastaneler, okullar yaptırmak türlü çeşitli ayak
oyunlarıyla adamlığı bertaraf etmenin bedelini asla karşılamaz. Etki tepki
meselesi, tehdit ve şantajlarla sürdürülen gözü doymazlık, yükselme hırsı,
alçalma hazzıyla dopdolu düzenbazlık, avukatlık mahkemelik olmadan da çözülür.
Çünkü iğrenç hedefler uğruna her şeyi göze alan ve mubah sayanlar, kraldan çok
kralcılar, kendini kralın adamı görenler, hele hiç sebepsiz adamın kralı olanlara
çarçabuk parlayanlar, hiç akla gelmeyen zamanda, bir daha görüp görüleceği
muallak, beklenmedik bir sonla sonlanırlar…
Kral ve kralcılık göz boyamasıyla, yanılmanın ve yanılsamanın
politik prensibi ‘Bilmediklerin seni incitmez, duymak ise bilmek kadar incitmez.’
Önermesidir. İşte duyguları körelten, akla ve bilime ters, posta ve töreye
aykırı her incinme, adamın kralı olanlara sokak çocukluğunu anımsatır. Eline,
beline ve diline sağlamlığı da. Andır kalsın deyip, tekrar sokağa inmek, sokak
kültürü ve sokak geleneğini kanda hissetmek ve inisiyatif almak an meselesidir.
O an geldiğinde kralından çekinilecek durum yok
yılları başlar. Yılbaşından itibaren başladı. Zaten bizim tek kralımız vardı
babamızdı. Ve o Kral Öldü, Adamın Kralı Kalmadı…
BİR MEMLEKET İSTİYORUM, EKONOMİSİ BATMAYAN…
Bir memleket düşünün ki makrosu da mikrosu da hakkınca
işlemeyen dışa bağımlı bir ekonomi politiği olsun. Hele de dünyadaki ekonomik
krizleri hiçe sayarak, sadece yaptırım maksatlı ani kararlar ve çarpık büyüme
stratejisi ile yol alsın. Ayrıca aklı olanın bin türlü zorlamayla dahi
yapmayacağı çok ciddi yanlışlıklar yapsın. Her adım mehteran, her iş dindarlık
ve kindarlık içersin. İçeride dışarıda istikrar denile yutula memleket ekonomisi aymazlıkla istikrarsızlığa sürüklensin.
Tüm kurumlara ek ekonomi kurumları da duyarsızlıkla tahrip edilsin.
Elbette bu memleket ve öyle böyle değil bu ucube
ekonomi modeli vakti zamanı gelince düşüncesizlikten çöker…
Bu memlekette on yıllarca küresel dünya, global
ekonomi ve entegrasyon diyerek, gereğini de yapmayarak ekonomik krizin eşiğine
gelindi. Şimdi Amerikan doları zirve yapınca, memleket lirası da rekor düzeyde
değer kaybedince anında bu dış güçlerin ekonomik oyunu masalına sığınılır.
Sanal rakamlar ile gelişen ve büyüdü gösterilen ekonomi birden dibe vurunca mucize
arayışlarına da girişilir. Elde ne varsa pazarlanır. Yükselen yıldız olunduğu
için politik ve jeopolitik baskılar yüzünden bu hale gelindiği hikâyesi
anlatılır. Memlekette bu masal ve hikâyelere inanmaya hazır hiç de
azımsanmayacak bir kesim olduğu ve bu kesimin de siyasal olarak hazırlandığı
bir gerçek. Ama bir yere kadar. Mesele kel kör giden bu sürecin daha ne kadar
ileriye taşınabileceğidir. Son burada gizlidir. Taşınmaz. Çünkü ekonomiden az
biraz anlayanların bildiği ve yapacağı olumlu işler yıllar yılı hep ertelenmiş.
Yapacaklar ötelenmiş. Ekonomi ütülen bir girdaba mahkûm edilmiş. Öyle bir
girdap ki; memleket yılsonuna kadar Merkez Bankası kısa vadeli borç
istatistiklerine göre eğer hiç yeni borç yapmaz ise yaklaşık 182 milyar dolar
vadesi gelecek dış borç ödeyecek. Memleketin kamusu özeli borç pergelinde.
Ata deyimidir; “Borç namustur.” İşte borcu binleri
aşmış böyle bir memlekette, ‘Borç yiğidin kamçısı’ yalanına inandırılmış bir
millet bu kafayla ezildikçe ezilir. Sömürülür...
Bu sömürü düzeninde hal ve gidiş berbat. On yıllar
içinde üçe dörde katlayan bir döviz kuru. Üçe dörde katlanmış iç ve dış borç.
Kapatılamayan cari açık. Zam. Zulüm. Dolar çıkmazı. Ve seçim ekonomisi
uygulayarak ateş paçayı sarmışken Merkez Bankası’na zorunlu adımları attırmayan
iktidar iradesi. Barışı yok sayan bir anlayışla imar barışı, varlık barışı adlı
fon aktarımlarıyla çözülemeyecek denli çakıldı ekonomi. Gerildi ortam…
Ayrıca demokrasiden bir haber zihniyet hâkim her şeye.
Memlekette demokrasinin demi bile yok. Yine de “Dövizi, doları demokrasi
düşürür: Tüm sorunlarımızın kaynağı demokrasinin olmayışı. Demokrasinin
olmadığı bir yerde hiçbir sorunu çözemezsiniz. Doları düşüremezsiniz. Doların
da düşmesi, bütün sorunlarımızın da çözümü demokrasiyle mümkündür. Diktatörler
ülkenin sorunlarını değil, kendi sorunlarını çözerler.” Diyenler çıkıyor.
Bu memlekette
kısa vadede borç içinde yüzerek yaşamaktan başka çare görülmüyorsa
dövizi daima belli seviyede tutmak gerekir. Böylece enflasyon canavarı göz
açamaz. Azmaz. Enflasyon çift hanelerden teke oradan da sıfır eksiye seyreder.
Böylece içten ve dıştan gelecek enflasyonist baskılar da cesaretlenmez. Böylece
enflasyonun asıl nedeni yüksek faizdir safsatasına da gerek kalmaz. Hafifleyen
modelde ithalat maliyetleri düşer. Üretim ve yatırım maliyetleri de düşer.
Tüketim harcamaları da düşük döviz kuru sayesinde bel bükmez. Açık veya gizli
devalüasyona gerek kalmaz. Anlaşılmaz biçimde bildik bileli Amerikan doları
bazında ifade edilen milli gelir de yükselmiş olur. Cari açık kapanır. Sanayi
yatırımları ve teknolojik yenilenme hızlanır. Üretim artar. İhracat fazlası
verilir. Artık üretim eşit oranda paylaşılır. Pek gerekmese de memlekete
yabancı sermaye girişi artar. Yurtdışı piyasalar çalkalansa da, büyük sermaye
batsa da içeride Amerikan doları yükselmez. Döviz ayni kurdan işlem görmeye
devam eder. Küresel krizler memleketi teğet geçmese de milim sarsamaz. Ve
Millet döviz altın benzeri enstrümanlara gerek duymadan güvenle sadece lirayla
tasarruf eder. Birikim yapar. Helalinden zenginler.
İşte böyle bir memleket istiyorum, asla ekonomisi
batmayan…
Millet böyle bir memlekete hasret…
AKIL VAZİYET TUTUŞMASI YILLARI
Geçmişte bir yerde, günün birinde nuhu nebiden kalma
akıl ve ruh, umumi durum ve vaziyeti planlayacak denilse kimseler inanmazdı. Vaktiyle
asla inanmayacaklar safında olanlar yıllar geldi geçti, bir çırpıda saf
değiştirdiler. Artı koviti virüsü de vaziyete bulaştı. Ve durum vaziyet bu
oldu. Böylece bir fasıl kapandı. Akıl vaziyet tutuşması
yılları açıldı…
Bu uzun yıllar çerçevesinde halledilecek durumu
genelledi. Çünkü günü kurtarma politikacıları her alanda hürriyeti saklama,
hürriyet aşkını karalama, hürriyet mücadelesini sınırlama yoluna gitti.
Mantalite çarpıtıldı. Mantık hepten eskiye kaldı. Koviti salgını da öyle veya
böyle geçer günü vurdu. Millet memleket toptan kaybetti. İleri safhada nuhu
nebici ittifaklar, siyaset gündemine iyice oturacak gibi.
Bu akıl
vaziyet tutuşması yıllarında hükümet düşecek, iktidar el değiştirecek diye bir
şey zaten yok. Belkisi bile muhtemel değil. Çünkü akıl vaziyet tutulması,
facianın arka perdesinde, daha çok hatalı manevralar kurgulayacak. Manipüle
edildikçe edilen, kafadan reddedilen, ikili üçlü kuvvet birleştirmeler son
fasılda daha zorunlu hale gelecek. Milli yerli cepheler yeniden kurulacak.
Çünkü sikkenin ayarı bozuldukça, maraza kabul edilen koalisyon sistemi hepten mecburiyet
kespetti. Kurguda kesip atılan o dönemlere ait geri dönüş yolu meclislerde
kulislendi. Kimse kusura bakmasın ama zamanında krizlerin baş mimari sayılan
ittifaklar, küresel duyarlık çerçevesinde raflardan bir kez daha indirildi.
Paralel karşıtlık bir gecede yeniden güncellendi.
Ve on yıllarca akla kazınan durum vaziyetin sorumlusu
koalisyonlar ismi değişip ittifak olunca, uygulanan yepyeni bir metot sanıldı.
Sanki o isimle aklanacak her şey, kötü gidişat düzelecek. Hayret. Kürlenen küresel
siyaset, küp kafalılara nuhu nebiden kalma ittifak süreçlerini yine yeniden
dayattı. Koviti dahil tüm problemlerin odağında çaresizleşenler, hala farkında
değilmiş gibi yapıyor. Eskiler söyler, ‘eskiye rağbet olsa bitpazarına nur
yağar’ resmiyette siyaseten eskiye nur yağdırılıyor, bilen bilenen yok.
Yeni yılla birlikte hükümet düşer, iktidar gider beklentisi
hafiften var sanki. Bu yeni fasıl bu yüzden endişe veriyor. Endişe duyuldukça
da, en cesur pozlar, takınılan katı tavır, kitlesel atıp tutmalar günün birindeki
gibi nuhu nebiden kalma akıl ve ruh ile yoğuruluyor. Dağılmada dahli olanlarda
bile korkuyla karışık, durum vaziyet değişikliği mecburi kılınıyor. Akıl
vaziyeti tutulu politikacılar bile selam salavatı kestiği, korkulası derecede
kapıştığı kim varsa bu korku yokuna onlarla en uç noktalarda buluşmayı, ağır
koşulsuz birleşmeyi kabulleniyor. Sanki birliktelik kaçılmazlaştı. Çünkü
kaçınılmaz sona doru sürükleniliyor…
Kaçınılmazlaşan bu süreçte, kaçak göçek günlerin
koalisyon kavramı gündeme ağırlığını vurdukça vuruyor. Hayırlar eksik kalınca
bir günde değişen rejimin, bir gecede ittifak yasası adıyla memleketi kırk yıl
öncesine taşıdığı unutuluyor. Umurlarda değil durum vaziyet. Adilane iyilik,
eserli esenlik beklentisiyle başlansa da, yıllarca her ağızdan horlanan
koalisyoların tıpkısı versiyonu, akıl vaziyet tutuşmasının ardına sığınıyor. Çünkü
açıkça koalisyon kurmayı kolaylaştırma yasanın Meclisten apar topar geçirildiği
günlerden bu yana işler arapsaçına döndü. Yaslı günlere geçit açıldı, memleket
yıllar öncesinin siyasetine geri döndürüldü. Tek parti atışmalı, tek parti
karşılaştırmalı akıl vaziyet tutuşması yıllar geri geldi…
Bu fasıl on küsur yıldır yürütülen siyasetin de
hüsrana uğradığının tescilidir. İflasın resmidir. Artık kaçamak söylemlere,
kallavi söylencelere hiç sığınılmasın. Zaten işin aslı nuhu nebiden kalma akıl
ve ruh, durum vaziyeti şifrelemiş, akılları kodlamış, aritmetiği ittifakta
yakalamıştır. Akıl ermeyecek durum ise arkadan önden yığınla atıp tutmaların,
yüzleri kızartmayışı ve nihayetinde dostane kucaklaşmaların da doğal
karşılandığıdır.
Bu etik yıkımdır ve öyle üçüncü kişiler, karşıt taraflar
ve kamplar suçlanarak, linçlenerek hatta yenilir yutulur cinsten olmayan
kapışmaların üstünün örtülmesiyle sağlanamaz. Demek oluyor ki yapılan edilen
kimsenin yanına kar kalmayacak. Ayrıca yeni yılla birlikte bundan böyle, olası ittifaklı
seçimler on yıllar öncesinin geçim ittifaklarını da bu yılın gündeminin içine bir
güzel yerleştirecek…
Artık akıl vaziyeti, durum vaziyeti, ruh hali kim kime
el verirse…
MÜLKSÜZ MÜLTECİLER SENESİ…
Geçmiş yıllarda, karayolu kullanan insan kaçakçıları marifetiyle
veya deniz botu kullanan mülteciler gözden kaçırıldıkça, yersiz yurtsuz öksüz
ve yetimler cehennemi kuruldu dünyada. Sistem dışı güçsüz mülteciler ile Mülk
Suresi güçsüzleri türedi dört bir yanda. Nice acı vakalar var yaşandı ve sanki
koviti ile biraz unutuldu. Oysa yeni yıl toplumsal sorumluluk alma yılı ve
mülteciler yılı olmaya aday. Yani yeniyıl havada kalan garantiler ve hesapsız
ödünler yüzünden mülksüz mültecilere ne kadar mülk olabilecek, hep birlikte
yaşanıp görülecek…
Oysa unutmamak gerekir, bu yolla bazı insan azmanlarına kaç
yıldır yeni macera çeşitleri çıktı. Hala da çıkıyor. Ama olaylar, insanlar
ister mülteci ister malcı, ister anamalcı ister komünalist olsun sadece
izleniyor. Sıradan izleyenler insanlıktan kopuyor, sıradışı izlenimlerle iş
çığırından çıkarılıyor. Halbuki ne tutarsız görüntülere sahne oldu, bu karnaval
havasında gerçekleşen sınır tanımaz mülteci girişleri. Sağdan soldan mültecilere
kucak açma girişimleri.
Öyle ki; siyaseten abartılı acıma dozunda ah vah çekmek,
sosyete pozunda öncesiz veya ön yargılı söylenmek, sol-sosyalist pencereden sosyalitik
analizler önermek ile asla çözümlenemez boyutta geliştirildi vatansızlık…
Yeniyıldan itibaren vatandaşlık bazında tabelanacak bu
‘mülksüz mültecilik’ bilmecesi, bulmacayı çözmüş görünenlerce, jeopolitik ve
politik macera eksenli yeni bir beyin fırtınası. Ancak tarihe, tarife ve talihe
bakılmaksızın iş olmaz derecede vahim ve yüksek maliyetli. Anlaşılmaz bir acı
gerçeklik ancak vatan kavramını da çökerten ve yardımcı plan paylaşımlarıyla sadeleştirilen
bulaşıcı bir hastalık. Dokunan yanıyor. Tamamen tampon veya tamponsuz
bölgelerde papyonlu yönetmenlerin, kötü oyuncuları oynattığı, tapon
senaryoların çekildiği bir film. Filmin mutfağında koviti dalgasıyla birlikte geçim
tehlikesi. Sonlu seçim beklentisi…
Yılın daha ilk günden seçim geçim tehlikesiyle başlaması hayatın
sırları, olayların örgüsü ve oynanan kartların şirretliği şaibeliyken, şirin
gösterilerek ne yapsın garipler hafifsemesiyle ele alınan mülksüz mülteciler
meselesini raftan indirir. Ve uçuk gelir garantisiyle gazlanma ve zamanında frene
basamayışın ceremesinin neden çekildiği sorgulanmaya başlar. Cendereye derman
bu mülksüz mültecilik hali yuvarlak masaya yatırılır. Çünkü artık misafirliğin süresi
ne kadar ise o kadar yılıdır. Çünkü üç beş yılda bu denli artan nüfus ve densiz
nüfuz, her memlekette en azından bir yeni ırkın oluşması demektir. Bundan kaygı
duyulmuyorsa ne ala. Ancak bu yeni etnik yapı, şimdilik mülksüz mülteci ama
yarın kuşku verici hangi sona gebedir, işte mesele budur. Bu mesele çok can
yakar gibi görünüyor.
Zaten zorunlu ziyarete gelmiş havasında olmayan, en ücra da
dahi karşılaşılan, en küçük fırsatta daha batıya, hakiki batıya kaçacağını
dillendiren bu iki adımlık akıllılık, şu fakir memlekete krallar gibi yerleşti.
Ayrıca asla gitmezler, dönmezler hiçbir yere, yerleştikçe yerleşirler buraya.
Ayağının değdiği her yeri vatan sayar kabullenirler. Koviti salgınında gözden
ıraklar ama, aşı maşı tutar da koviti belası esnerse, hele defedilirse mülksüz
mülteciler furyası defaten sarar memleketi…
Yeniyılda neyin kavgasını yapmaktır bu denilebir elbette.
Ancak su götürür veya götürmez nedenlerden ötürü başa gelen büyük göç ve göçe
destek yanlışına beklenen büyük ikramiye çıkmadı. Hatta millete çıkacak amortiyi
de yedi bitirdi, mülksüz mültecilere merhamet. Göçebe bir toplumun son
temsilcileri sayılan bir millet olmanın gereği, bu savaş kaçkını, göç ve göçmen
olayına hararet derecesinde sıcak bakan yurtsuzlara yurt, mülksüzlüğe mülteci
cenneti olmakla mesele halledilmez…
Hatta geçmiş yıllarda meseleyi muhacir-enser çerçevesinde
görenler yeniyılda ve yakın ileride zoraki eyvallah dedirten bir mülkiyet gaspıyla
da karşılaşabilir. Çünkü bu mülksüz mülteciler milleti, hiç de öyle değil
babında kızanlar olacaktır ama öyle, uluorta, ortalıkta keyif çatarken,
memleket çocukları milletin öz evlatları vatan millet adına oraya buraya, daha
çok ölümlere gönderilir. Ensarların en küçük yaraları sarılmazken, mülksüz
mülteciler ensardan artanlarla, fazladan mülklendirilir. En ala, müstesna
yerlere kurulan, kurgu misafirler kuşatmasına tebalık. Teba tamamlanınca
mülksüz mülteciler mülküdür girilemez tabelası. Vallahi de asılır, billahi de…
Öncesi sonrası belli, vaktiyle yaşananlar gibi, her yeni
yılla birlikte bu mülksüz mülteciler önce bir ana çocuk, sonra koca, sonra da
çoluk çocuk yerleşirler açılan kanal kıyılarına. Dağıtımları artık nereye
çıkarsa. Dağıtım kanalları nereye taşırsa. Bu mülksüz mülteciler ve akçalı
muhtevası ülke ekonomisine göstermelik katkı yaparlar ama verdiğinden daha çoğunu
alırlar. Haliyle mülk Allah'ındır deyip ama içten demeyip, çökerler memlekete.
Öylesine yüklü mal mülk edinirler ki salla da dökesin. Elbette sendelemezler, yerlerini
sağlamlaştırıp sağ cenahtan güçlenip tam yerleşirler. Sonra malcılık anamalcılık
tezgâhında kısa zamanda roller değişir. Çünkü kapılarını bu kadar kolaylıkla,
her önüne gelene açmanın da bir bedeli vardır. Bu bedel bilmukabele birilerine
ödetilir…
Bu yüklü faturayı zoraki ödeyecek bir başka dünya milleti
var mıdır acaba, yoktur. Sağdan sola, soldan sağa bu denli mülteciseverlik
buluşması ve kaynaşması var mıdır, o da yoktur…
Varı yoğu dün gibi, gelecekte bu konuda da yetmez ama
evetçiler gibi mahcubiyet yaşanacağı aşikar. Bu konuda yeniyılda kim nasıl, ne
zaman hangi adımları atacak orası muamma. Yeni yılla birlikte muhakkak
görülmesi gereken gerçeklik, ilticacı cennetine dönüşen yarımadanın lafta
akıllılarının, yarım akıllı bir bölgede yarınsız ve dayanaksız bir mülteci
politikası güttüğüdür. Resmen mülksüzlük karanlığına gark olduğudur. Koviti
desteğiyle güldür güldür değişen dünya düzeninin, değişmezliği üzerine yapılan
planların ters teptiğinin de artık görülmesidir. Zaten çöken karanlık
kalktığında ‘mülksüz mülteciler’de güdülen etnikler listesine eklenir. Etiket
tamamlanır.
Bu ekleme ve denkleme insaniyet namına belli soru işaretleri
ve soğukluk taşısa da mevcut iktidar tarafından şimdilik etiketleme tatbikatı iyi
kullanılıyor. Mülksüz mülteciler nakkaş gibi işleniyor. Sanki bir şeylere zemin
hazırlanıyor. Hazırı ısmarlaması tüm ipuçları yeniyılda çözülür.
Mülksüz mülteciler senesi olmaya aday bu sene, kuruluşun ihmali hala devam ederse, kurtuluş olanaksızlaşır ve kopacak kızılca kıyametten herkes fazlasıyla nasibini alır. Başta mülksüz mülteci mülayimleri…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder