4 Ocak 2021 Pazartesi

OCAK-1

ZATIALİLERİNE SUNU…

 

 

Mesele gerçekten çok ve durum vahim. Zatı şahaneleri söylesin veya söylemesin ama karardıkça kararan bir atmosfer sarmış etrafı. Hele arsız koviti salgınında gündüzü bulmak zorun zoru. Bunca kötü gidişata çözüm aramayanlar, bulmayanlar mutlaka karşılığını Allah’ından bulur...

 

 

Bu katmerli huzursuzlukta, söylenceler bilimine kayıt düşmeden gidenlerin de gözleri açık gider. Son bir yarış olsun kazanamadan göçenlerin tek dileği ise; Zatıâlilerine en doğruları bildirmeyi asli görevden saymaktır. O yüzden saydıkça sayan, saydırdıkça saydıranlar sırada. Hemde Silivrilik olma pahasına. Gerçi Zatıalilerine ucuz şirinlik yapanlara, bu nevi haller sırf saldırı maksatlı gelir ama hiç de öyle değil. Haliyle Silivrilik olmak da hiç önemli değil. Ne yaptığını bildikten sonra. Zaten en iyisini de daima Zatıalileri bilir…

 

 

Ayrıca sırtını zatıâlilerine dayayıp, uluorta gider yapmanın da bir haddi hududu vardır. İnsanlık hali, bu gün varolanlar yarın yok. Yani varlık, yokluk, hiçlik dünyası. Sonunu hiç düşünmeden, insan bilimden uzaklaştıkça hep kendimhaklılığı yönünde tavırlanır. Ve çok kolay tavlanır. Tavını böyle almışlık sınır ötesine göçleri de tetikler. Sınır geçilir ve acayip aldanılır. Böylece ileriki günlerde, bilimsel söz sanatına doğal malzeme olunur...

 

 

Zatıâlileri de mutlaka duymuştur; “Kargaya ne kemik diş, insana da ne demir diş verilmeye…” Verildiği takdirde sonuç açık seçik bellidir...

 

 

Zatıâlileri, her halukarda çok iyi bilirler; kılavuzu karga olanın dikkate değer yolu yolsa da, yolculuğun gidişi olur, dönüşü kesinlikle olmaz. Ayrıca vakti gelince nidalar yinelenir. Naatlar yenilenir. İzler belirlenir. Genizler temizlenir. Ve ninniler arasında uyanılır. Ama her el uzatılan dal kırılır, her el atılan elde kalırsa etki azalır, yetki çoğalır. Derya deniz seyredilirken mecburen kıyıya yanaşılır. Verilen mesajlar duyulmaz, emir demiri kesse de emir alınmaz ve uyulmaz, uyumsuzluk pik yapar. İşte o yüzden Zatıâlilerine, bu koviti eklemeli hassas süreçten geçilirken en hakikati sözlendirmeyi, kibir indirmeyi görevden saymak en doğrusudur. Çünkü asalet Mahmutlardandır. Asaleten tek sesli, çok sesli güncellenmeler de Hak şartlar makamındandır...

 

 

Zatıâlilerine tırnak içinde bazı hususları aktarmayı vazifeden saymak asla yanlış anlaşılmamalı. Çünkü “Zifiri karanlıkta, kara kayanın üzerinde kara karıncalar yuvası vardır. Zehirli. Ziftli. Zeki. Görmek gerekir. Ziftin peki bir karanlıkta şimşek çakınca gözlerin ağı kalkınca, göklerin tahtı aydınlanınca okumuş melekler, seviyesiz mertebeler zaten mesai üzerinde yakalanır. Ve liyakatsız mesafe kat edenler de en umulmadık anda katı yürekli kesilirler. Keskin koyulukta kara taşların göbeğine zehirli akrepler yerleşir. Düşen yıldırımın alazında, kendi kendini sokan, zehirleyen her kemik boynuzluyu da karıncalar taşır. Huzura varılır. Huzurda, getirin o sarı sıcak canı bana diyen ses, sesli sessiz ün, nida, duyulmaz bile…”

 

 

Yani uyum sağlamak zorlaşır o kara karanlıkta, gevşeyen karanlığa. Silindirlerin silme kuvvetine. Havalandırma kapaklarından sızan oksijene. Kapılar kapanır ve Zatıalileri ile başbaşa kalınır...

 

 

Keskin temalı tüm söylencelerin dili bilimseldir. Bilimlerden bilim beğenmeyenler bilmez ama zatıalileri çok iyi bilir o farkı; “O öyle derin bir sesleniştir ki, Karadeniz'in en dibinde, kara kayanın üzerindeki küçük kara kaya balığını bile içmeden sarhoş eder. Akıllandırır. Aklın melekelerini parlatır, balık hafızasını doldurur. Bilgelik zoru kolaya koyar. Etrafı kolaçan ederek yüzgeçleyen melekler zaten sağırdır. Dilsizdir. Duymazlar ve söylemezler. Görmezler sanılır ama ala görürler. İnceden inceye her bir şeyi de hissederler. Ta ki o kutlu ses, katlı sesleniş onları da kapsayana kadar…”

 

 

Zatıâlileri bütün halleri, tül peçeli saatler boyunca, en doğru zanneder. Yaptıklarının tamamını, herşeyleri doğru yaptığını zanneder. Bu arada zan altında hep başkaları bırakılır. Peki, niye? Niyesi şu, kaç vakitten beri hep aynı ölçülerde aynı öyküler dillendirilir de ondan. Denir ki, hep ondan bundan, şunun bunun suçu. Değildir oysa. Hep aynı kapıda dilenilir de ondandır büyük kandırmaca. Ve kandırılmışlık mevsimi yaşandığındandır bunca mesele. Sonuçta yaşamın renklerine dair kan donar, kessen akmaz kıvamında can sıçrar…

 

 

Oysa herbirşey Zatışahanelerine bırakılsa, tam kıvamında aklayacaktır körkaranlığı. Aklı evvellerce rahat bırakılmaz. Ve usandırıcı kuyruklar bir bir artar. Ondan sonrası hep kuyrukludur. Haliyle; "Kuyruklu yalancılar boynuzlu ve nazlıdırlar. Nalıncı keseri verilir ellerine. Öneriler boyunlarında incin hinliği, gerdanlarında yasak inci takımı. Oysa incir çekirdeği misali doğulur, incir yapraksız takım taklavatsız çırılçıplak gidilir son yolculuğa...

 

 

Bu yolsuzlukta ayartılan ve abartılan salt aşkı memnudur. Yani memnun haldelik ayıbı. Ayıbın ve fünahkarın babasıdır. Memnuniyet kisvesine bürünmek, başta niyetsiz görünen ama memnun edilecekleri bekleyenlerle, vermeden almayı arzulayanlar marabalığıdır. Mahremi kızgın derecede hissederler ama hiç aldırmazlar. O kadar ki, alacakaranlıkta havadır, sudur, ateştir toptan unutulur. Nadaslı topraklarda tohumlanan, cennetten kovulmadan cehenneme dolduran aymazlıktır. Zaten manevi tembihler biplenir. Maddi temeller çarpıtılır. Nedir bu diplemeler denilirse biteviye günah, resmen kandırılmışlıktır.

 

 

Hangi akıl kışkırtan varlığın tasarımıdır tüm bu başa gelenler, çok kafa yorulur. Gök pencereye dağılan anılar, kara duvarlara kara başlı çiviyle çakılmalar pahasına düşünülür. Gerçi tekrarı yoktur bu karanlıktan bunalmanın, çekilen eziyetin ve çekilmez boyutta çekilenlerin. Ama haddini aşanlar mutlaka hesaba çekilir. Ondan sonrası budur işte. Kurtulmak…”

 

 

Öyle bir zaman gelir ve gider ki, işkillenme yapılan haksızlıkları ayan beyan ortaya döker. Karanlıklar ayazlanır. Ve karanlığa bir ulu ses emreder; “Razı edin şu rıza göstermeyenleri de. Tembihlere uymayanları da. ikaz edin. Gündüzü bulun. Arayın her yerde. Bulun ve göğe asın. Güneş çıksın…”

 

 

Zatıâlilerine aktarılacak daha çok hikmetli kelamlar var heybede de. Haybeye sanki…

 

 

Zaten Hay'dan gelen, Hu'ya gider. Şüphe yok ki, Hay'ı da, Hu'yu da en iyi zatıalileri bilir...

KRAL ÖLDÜ, ADAMIN KRALI KALMADI YILLARI…

Biz sokak çocuğuyduk, sokak ağzını da çok iyi biliriz, saray dilini de. Ama on yıllarca dilimizi törpüledik. Yeterince düzelttik sayılır. Yine de arada bir argoya kaçan bir tarzımız var. Hayatı o pencereden benimsedik sanki. Sokaktan. Kralın önüne ve arkasına neler dizilir hakkıyla biliriz yani. Biliriz çünkü süreç içinde, kraldan çok kralcı geçinenleri çok gördük, feci dönemlerden geldik geçtik. İyi biliriz kula kulluğun sadece krallıklarda olduğunu. En faşizan dönemlerde bile hiçbir krala biat etmedik, bundan sonrada etmeyiz. Bizim kralımız babamızdı ve Kral Öldü, Adamın Kralı Kalmadı…

Şimdi bu yılbaşından itibaren bize başkaldırı yılları. Koviti salgını dahil tüm insanlıktan çıkışlara isyan günleri. İsyan, sokağın dili ve sokak geleneği. Neden ‘Kral öldü, yaşasın adamın kralı’ boyutuna geldiğimize değinmeye hiç gerek yok. Durum açık seçik ortada. Haliyle onlar biliyor kendilerini ve başlarına gelecekleri. İşte o yüzden sokak aktarımlarına devam edildikçe patlayan feveranın nedeni bu. Çünkü zaman içinde inceden inceye anlaşıldı ki, “Saraya kral değil, adamın kralı isteniyor”. Veya adamın kralı canı gönülden istenmeli hayatın içine ve de özüne. Bu realiteyi görmeyenler, gaflet ve hıyanetle kıytırık lafazanları hayatına yapıştıranlar da anlayacak, “kralın adamına değil, adamın kralı olana” hayat emanet edileceğini.

Zaten adamlığa dip yaptıran kral olunacağına, adamlığını kaybetmeyen dilencilere kral olmak evladır. Bu manaya çıkan çok laf söylenmiştir insanlık tarihinde. Hiçbir zaman boş lafa aldırmayan, on yıllarca sokak krallığında ‘adamın dibi’ olanlar asla kralın adamına dönüşmezler. Başlarına getirilen afet ve musibetlere rağmen ‘adamın kralı’ kalmayı becerirler. Sokağın kanunudur bu ihlal edilemez.

 

İhlal etmezler çünkü daha birinci ihlalde ‘armut dibine düşer’ hesabıyla has adamlık, kralın adamlığına terfi eder. Sonra değişen isimlerle, takılan lakaplarla, uydurulan deyimlerle, layık görülen edimlerle kısacası değişen hayatla adamlık toptan bozulur. Millet bu dönüşümü, memleket bu değişimi zinhar affetmez. On küsur yıldan sonra üstünkörü kurulan şatafat, günden güne pik yaptığı yönündeki yalanlara, kurtarılamayan onur ve kaybedilen haysiyetin yanı sıra ekonominin dip yapmasıyla tümden batar. Akıl inceden inceye başa devşirilmeye çalışılır ama yarış, bir yılbaşından diğer yılbaşına çoktan kaybedilmiştir.

 

Öyle ki, adamın kralları ile kralın adamları yarışında her şeyin kralı olduğu travmasına kapılanlar, herkesten fazla kralcı, kralın erketesinde kral olmaya özenenler anca ‘körler diyarında, tek gözlü kral’ olabilirler. O tek gözü de orada, harici heveslerde bırakırlar. Adamlıktan vazgeçtikleri için kurulan pembe hayaller de ömür boyu didinip durulsa da asla gerçekleşmez. Meclisten izin çıkmaz. Hatta politikacının kralı, mesleğinin kralı, ustanın kralı, kalıpçılar kralı, kapıcılar kralı, topçular kralı, popçular kralı, otomatlar kralı, golcüler kralı, gafçılar kralı, hırsızlar kralı, yalancılar kralı, ihanetçiler kralı, kralın kralı olunur da Adamın Kralı asla olunamaz. Gök delinse, yer yarılsa iki dünya bir araya gelse olmaz...

 

Dünya döndükçe böyle işler vahşi düzenek, tüm krallar bir hışımla gelirler, ezerler, sindirirler, zulmederler, tüm güzellikleri yakıp yıkıp, geçer giderler. Devran döndükçe ne krallar, firavunlar, hükümdarlar, sultanlar, hanlar, karunlar, harunlar, salamonlar, tiranlar, şahlar, padişahlar, otlar, otmanlar, batmanlar, imparatorlar, başkanlar, bulaşanlar, bulaşıklar, muşmulalar, muktedirler, tükürükle boğulacaklar gördü insanoğlu. Hele de kendine ‘Ben Tanrıyım’ diyen ne sahte Tanrılar, kendini Tanrı yerine koyan ne dallamalar, çapsızlığın Allah’ını Tanrı katına eşit gören yalamalar, Tanrıdan vasıf sayan nice dangalaklar, Allah yolunda ne münafıklar gördü bu Millet. Hele hele ne kudretli tanrıçalar. O tanrıçalar ki, özüne sakındığını peştelere peşkeş çekenler. Tanrıça pozunda kendinden menkul, yıllarca özveriyle biriktirilmiş öz varlığı çalanlar. Yani tarih boyu plastik popülizm ve tükenmez hırsı aynı balon bünyede birleştirmenin envaı çeşit versiyonuna katlandı insanlık…

Ve insanlık tarihi boyunca, krallar ve kralın tüm adamları birçok efsaneye, destana, kitaba, resme, filme konu olmuştur. Konu mankenleri çoktur. Zaten yaşanmış, yaşanmamış ama yaşanacak bütün kralın adamları hikâyeleri, yanaşmalık ve yalakalıkla gücü bulanın ‘güç zehirlenmesi ve kendini kaybetmesi’ hikâyesidir. Yükseliş ve düşüş hiç irdelenmeden, pürdikkat izlenir. Ancak kusurlu krallığı yıkacak olan asi başkarakter daima sokaktan gelen adamdır. Sokak çocuğudur. Bizzat sokağın yetiştirdiği, adamın kralıdır. Sokak ağzını da çok iyi bilir. Saray tarzını da. Herkese anlayacağı dilden, anlamayanlara anlayacağı cinsten hitap eder. Yerleşik aristokrat aileden gelmemiş olsa da yetiştiği ailesinin töresini ve sokağın kanununu iki eli kanda olsa uygulamaktan hiç çekinmez. Nihayetinde kesinlikle o kazanır…

 

Yani Adamın Kralı; “Yoksulların gün ve gün, daha da yoksullaştığı bir dünyanın adamıdır. Aç yatmanın, itilip kakılmanın, işini kaybetme korkusuyla yaşamanın anlamını iyi bilir.” Her şeyi, her şeyin sonunu çok iyi bilendir. Hatta önünde sonunda kazanabileceği kimsenin aklına gelmezken ipi göğüsleyendir. Mevcut hikayelerin başkahramanı, adamın kralıdır ve hiç de kaybedecek biri değildir. Mutlaka kazanır. Belli başlı acı gerçeklik kısa sürede anlaşılır. Ve beklentiler gereği geciken adaleti cesaretle tesis eder.

 

Adamın kralı budur, kurucudur, kurandır, kurtarıcıdır. Kralın adamlarından olmakla övünenler asla kurtarıcı değildir. Olamazlar da. Kutluyu kurtlandırandırlar ve işlenmiş büyük günahlardan arınmalık, aleme göstermelik işler peşinde telef olurlar. Çünkü namaz niyaz, boşa telafiler, vergiden düşülen hayırlar, çeşmeler, hastaneler, okullar yaptırmak türlü çeşitli ayak oyunlarıyla adamlığı bertaraf etmenin bedelini asla karşılamaz. Etki tepki meselesi, tehdit ve şantajlarla sürdürülen gözü doymazlık, yükselme hırsı, alçalma hazzıyla dopdolu düzenbazlık, avukatlık mahkemelik olmadan da çözülür. Çünkü iğrenç hedefler uğruna her şeyi göze alan ve mubah sayanlar, kraldan çok kralcılar, kendini kralın adamı görenler, hele hiç sebepsiz adamın kralı olanlara çarçabuk parlayanlar, hiç akla gelmeyen zamanda, bir daha görüp görüleceği muallak, beklenmedik bir sonla sonlanırlar…

 

Kral ve kralcılık göz boyamasıyla, yanılmanın ve yanılsamanın politik prensibi ‘Bilmediklerin seni incitmez, duymak ise bilmek kadar incitmez.’ Önermesidir. İşte duyguları körelten, akla ve bilime ters, posta ve töreye aykırı her incinme, adamın kralı olanlara sokak çocukluğunu anımsatır. Eline, beline ve diline sağlamlığı da. Andır kalsın deyip, tekrar sokağa inmek, sokak kültürü ve sokak geleneğini kanda hissetmek ve inisiyatif almak an meselesidir.

 

O an geldiğinde kralından çekinilecek durum yok yılları başlar. Yılbaşından itibaren başladı. Zaten bizim tek kralımız vardı babamızdı. Ve o Kral Öldü, Adamın Kralı Kalmadı…

 

 

BİR MEMLEKET İSTİYORUM, EKONOMİSİ BATMAYAN…

 

Bir memleket düşünün ki makrosu da mikrosu da hakkınca işlemeyen dışa bağımlı bir ekonomi politiği olsun. Hele de dünyadaki ekonomik krizleri hiçe sayarak, sadece yaptırım maksatlı ani kararlar ve çarpık büyüme stratejisi ile yol alsın. Ayrıca aklı olanın bin türlü zorlamayla dahi yapmayacağı çok ciddi yanlışlıklar yapsın. Her adım mehteran, her iş dindarlık ve kindarlık içersin. İçeride dışarıda istikrar denile yutula memleket  ekonomisi aymazlıkla istikrarsızlığa sürüklensin. Tüm kurumlara ek ekonomi kurumları da duyarsızlıkla tahrip edilsin.

 

Elbette bu memleket ve öyle böyle değil bu ucube ekonomi modeli vakti zamanı gelince düşüncesizlikten çöker…

 

Bu memlekette on yıllarca küresel dünya, global ekonomi ve entegrasyon diyerek, gereğini de yapmayarak ekonomik krizin eşiğine gelindi. Şimdi Amerikan doları zirve yapınca, memleket lirası da rekor düzeyde değer kaybedince anında bu dış güçlerin ekonomik oyunu masalına sığınılır. Sanal rakamlar ile gelişen ve büyüdü gösterilen ekonomi birden dibe vurunca mucize arayışlarına da girişilir. Elde ne varsa pazarlanır. Yükselen yıldız olunduğu için politik ve jeopolitik baskılar yüzünden bu hale gelindiği hikâyesi anlatılır. Memlekette bu masal ve hikâyelere inanmaya hazır hiç de azımsanmayacak bir kesim olduğu ve bu kesimin de siyasal olarak hazırlandığı bir gerçek. Ama bir yere kadar. Mesele kel kör giden bu sürecin daha ne kadar ileriye taşınabileceğidir. Son burada gizlidir. Taşınmaz. Çünkü ekonomiden az biraz anlayanların bildiği ve yapacağı olumlu işler yıllar yılı hep ertelenmiş. Yapacaklar ötelenmiş. Ekonomi ütülen bir girdaba mahkûm edilmiş. Öyle bir girdap ki; memleket yılsonuna kadar Merkez Bankası kısa vadeli borç istatistiklerine göre eğer hiç yeni borç yapmaz ise yaklaşık 182 milyar dolar vadesi gelecek dış borç ödeyecek. Memleketin kamusu özeli borç pergelinde.

 

Ata deyimidir; “Borç namustur.” İşte borcu binleri aşmış böyle bir memlekette, ‘Borç yiğidin kamçısı’ yalanına inandırılmış bir millet bu kafayla ezildikçe ezilir. Sömürülür...

 

Bu sömürü düzeninde hal ve gidiş berbat. On yıllar içinde üçe dörde katlayan bir döviz kuru. Üçe dörde katlanmış iç ve dış borç. Kapatılamayan cari açık. Zam. Zulüm. Dolar çıkmazı. Ve seçim ekonomisi uygulayarak ateş paçayı sarmışken Merkez Bankası’na zorunlu adımları attırmayan iktidar iradesi. Barışı yok sayan bir anlayışla imar barışı, varlık barışı adlı fon aktarımlarıyla çözülemeyecek denli çakıldı ekonomi. Gerildi ortam…

 

Ayrıca demokrasiden bir haber zihniyet hâkim her şeye. Memlekette demokrasinin demi bile yok. Yine de “Dövizi, doları demokrasi düşürür: Tüm sorunlarımızın kaynağı demokrasinin olmayışı. Demokrasinin olmadığı bir yerde hiçbir sorunu çözemezsiniz. Doları düşüremezsiniz. Doların da düşmesi, bütün sorunlarımızın da çözümü demokrasiyle mümkündür. Diktatörler ülkenin sorunlarını değil, kendi sorunlarını çözerler.” Diyenler çıkıyor.

 

Bu memlekette  kısa vadede borç içinde yüzerek yaşamaktan başka çare görülmüyorsa dövizi daima belli seviyede tutmak gerekir. Böylece enflasyon canavarı göz açamaz. Azmaz. Enflasyon çift hanelerden teke oradan da sıfır eksiye seyreder. Böylece içten ve dıştan gelecek enflasyonist baskılar da cesaretlenmez. Böylece enflasyonun asıl nedeni yüksek faizdir safsatasına da gerek kalmaz. Hafifleyen modelde ithalat maliyetleri düşer. Üretim ve yatırım maliyetleri de düşer. Tüketim harcamaları da düşük döviz kuru sayesinde bel bükmez. Açık veya gizli devalüasyona gerek kalmaz. Anlaşılmaz biçimde bildik bileli Amerikan doları bazında ifade edilen milli gelir de yükselmiş olur. Cari açık kapanır. Sanayi yatırımları ve teknolojik yenilenme hızlanır. Üretim artar. İhracat fazlası verilir. Artık üretim eşit oranda paylaşılır. Pek gerekmese de memlekete yabancı sermaye girişi artar. Yurtdışı piyasalar çalkalansa da, büyük sermaye batsa da içeride Amerikan doları yükselmez. Döviz ayni kurdan işlem görmeye devam eder. Küresel krizler memleketi teğet geçmese de milim sarsamaz. Ve Millet döviz altın benzeri enstrümanlara gerek duymadan güvenle sadece lirayla tasarruf eder. Birikim yapar. Helalinden zenginler.

 

İşte böyle bir memleket istiyorum, asla ekonomisi batmayan…

 

Millet böyle bir memlekete hasret…

 

AKIL VAZİYET TUTUŞMASI YILLARI

 

Geçmişte bir yerde, günün birinde nuhu nebiden kalma akıl ve ruh, umumi durum ve vaziyeti planlayacak denilse kimseler inanmazdı. Vaktiyle asla inanmayacaklar safında olanlar yıllar geldi geçti, bir çırpıda saf değiştirdiler. Artı koviti virüsü de vaziyete bulaştı. Ve durum vaziyet bu oldu. Böylece bir fasıl kapandı. Akıl vaziyet tutuşması yılları açıldı…

 

Bu uzun yıllar çerçevesinde halledilecek durumu genelledi. Çünkü günü kurtarma politikacıları her alanda hürriyeti saklama, hürriyet aşkını karalama, hürriyet mücadelesini sınırlama yoluna gitti. Mantalite çarpıtıldı. Mantık hepten eskiye kaldı. Koviti salgını da öyle veya böyle geçer günü vurdu. Millet memleket toptan kaybetti. İleri safhada nuhu nebici ittifaklar, siyaset gündemine iyice oturacak gibi.

 

Bu akıl vaziyet tutuşması yıllarında hükümet düşecek, iktidar el değiştirecek diye bir şey zaten yok. Belkisi bile muhtemel değil. Çünkü akıl vaziyet tutulması, facianın arka perdesinde, daha çok hatalı manevralar kurgulayacak. Manipüle edildikçe edilen, kafadan reddedilen, ikili üçlü kuvvet birleştirmeler son fasılda daha zorunlu hale gelecek. Milli yerli cepheler yeniden kurulacak. Çünkü sikkenin ayarı bozuldukça, maraza kabul edilen koalisyon sistemi hepten mecburiyet kespetti. Kurguda kesip atılan o dönemlere ait geri dönüş yolu meclislerde kulislendi. Kimse kusura bakmasın ama zamanında krizlerin baş mimari sayılan ittifaklar, küresel duyarlık çerçevesinde raflardan bir kez daha indirildi. Paralel karşıtlık bir gecede yeniden güncellendi.

 

Ve on yıllarca akla kazınan durum vaziyetin sorumlusu koalisyonlar ismi değişip ittifak olunca, uygulanan yepyeni bir metot sanıldı. Sanki o isimle aklanacak her şey, kötü gidişat düzelecek. Hayret. Kürlenen küresel siyaset, küp kafalılara nuhu nebiden kalma ittifak süreçlerini yine yeniden dayattı. Koviti dahil tüm problemlerin odağında çaresizleşenler, hala farkında değilmiş gibi yapıyor. Eskiler söyler, ‘eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağar’ resmiyette siyaseten eskiye nur yağdırılıyor, bilen bilenen yok.

Yeni yılla birlikte hükümet düşer, iktidar gider beklentisi hafiften var sanki. Bu yeni fasıl bu yüzden endişe veriyor. Endişe duyuldukça da, en cesur pozlar, takınılan katı tavır, kitlesel atıp tutmalar günün birindeki gibi nuhu nebiden kalma akıl ve ruh ile yoğuruluyor. Dağılmada dahli olanlarda bile korkuyla karışık, durum vaziyet değişikliği mecburi kılınıyor. Akıl vaziyeti tutulu politikacılar bile selam salavatı kestiği, korkulası derecede kapıştığı kim varsa bu korku yokuna onlarla en uç noktalarda buluşmayı, ağır koşulsuz birleşmeyi kabulleniyor. Sanki birliktelik kaçılmazlaştı. Çünkü kaçınılmaz sona doru sürükleniliyor…

 

Kaçınılmazlaşan bu süreçte, kaçak göçek günlerin koalisyon kavramı gündeme ağırlığını vurdukça vuruyor. Hayırlar eksik kalınca bir günde değişen rejimin, bir gecede ittifak yasası adıyla memleketi kırk yıl öncesine taşıdığı unutuluyor. Umurlarda değil durum vaziyet. Adilane iyilik, eserli esenlik beklentisiyle başlansa da, yıllarca her ağızdan horlanan koalisyoların tıpkısı versiyonu, akıl vaziyet tutuşmasının ardına sığınıyor. Çünkü açıkça koalisyon kurmayı kolaylaştırma yasanın Meclisten apar topar geçirildiği günlerden bu yana işler arapsaçına döndü. Yaslı günlere geçit açıldı, memleket yıllar öncesinin siyasetine geri döndürüldü. Tek parti atışmalı, tek parti karşılaştırmalı akıl vaziyet tutuşması yıllar geri geldi…

 

Bu fasıl on küsur yıldır yürütülen siyasetin de hüsrana uğradığının tescilidir. İflasın resmidir. Artık kaçamak söylemlere, kallavi söylencelere hiç sığınılmasın. Zaten işin aslı nuhu nebiden kalma akıl ve ruh, durum vaziyeti şifrelemiş, akılları kodlamış, aritmetiği ittifakta yakalamıştır. Akıl ermeyecek durum ise arkadan önden yığınla atıp tutmaların, yüzleri kızartmayışı ve nihayetinde dostane kucaklaşmaların da doğal karşılandığıdır.

 

Bu etik yıkımdır ve öyle üçüncü kişiler, karşıt taraflar ve kamplar suçlanarak, linçlenerek hatta yenilir yutulur cinsten olmayan kapışmaların üstünün örtülmesiyle sağlanamaz. Demek oluyor ki yapılan edilen kimsenin yanına kar kalmayacak. Ayrıca yeni yılla birlikte bundan böyle, olası ittifaklı seçimler on yıllar öncesinin geçim ittifaklarını da bu yılın gündeminin içine bir güzel yerleştirecek…

 

Artık akıl vaziyeti, durum vaziyeti, ruh hali kim kime el verirse…

 

MÜLKSÜZ MÜLTECİLER SENESİ…

Geçmiş yıllarda, karayolu kullanan insan kaçakçıları marifetiyle veya deniz botu kullanan mülteciler gözden kaçırıldıkça, yersiz yurtsuz öksüz ve yetimler cehennemi kuruldu dünyada. Sistem dışı güçsüz mülteciler ile Mülk Suresi güçsüzleri türedi dört bir yanda. Nice acı vakalar var yaşandı ve sanki koviti ile biraz unutuldu. Oysa yeni yıl toplumsal sorumluluk alma yılı ve mülteciler yılı olmaya aday. Yani yeniyıl havada kalan garantiler ve hesapsız ödünler yüzünden mülksüz mültecilere ne kadar mülk olabilecek, hep birlikte yaşanıp görülecek…

Oysa unutmamak gerekir, bu yolla bazı insan azmanlarına kaç yıldır yeni macera çeşitleri çıktı. Hala da çıkıyor. Ama olaylar, insanlar ister mülteci ister malcı, ister anamalcı ister komünalist olsun sadece izleniyor. Sıradan izleyenler insanlıktan kopuyor, sıradışı izlenimlerle iş çığırından çıkarılıyor. Halbuki ne tutarsız görüntülere sahne oldu, bu karnaval havasında gerçekleşen sınır tanımaz mülteci girişleri. Sağdan soldan mültecilere kucak açma girişimleri.

Öyle ki; siyaseten abartılı acıma dozunda ah vah çekmek, sosyete pozunda öncesiz veya ön yargılı söylenmek, sol-sosyalist pencereden sosyalitik analizler önermek ile asla çözümlenemez boyutta geliştirildi vatansızlık…

Yeniyıldan itibaren vatandaşlık bazında tabelanacak bu ‘mülksüz mültecilik’ bilmecesi, bulmacayı çözmüş görünenlerce, jeopolitik ve politik macera eksenli yeni bir beyin fırtınası. Ancak tarihe, tarife ve talihe bakılmaksızın iş olmaz derecede vahim ve yüksek maliyetli. Anlaşılmaz bir acı gerçeklik ancak vatan kavramını da çökerten ve yardımcı plan paylaşımlarıyla sadeleştirilen bulaşıcı bir hastalık. Dokunan yanıyor. Tamamen tampon veya tamponsuz bölgelerde papyonlu yönetmenlerin, kötü oyuncuları oynattığı, tapon senaryoların çekildiği bir film. Filmin mutfağında koviti dalgasıyla birlikte geçim tehlikesi. Sonlu seçim beklentisi…

 

Yılın daha ilk günden seçim geçim tehlikesiyle başlaması hayatın sırları, olayların örgüsü ve oynanan kartların şirretliği şaibeliyken, şirin gösterilerek ne yapsın garipler hafifsemesiyle ele alınan mülksüz mülteciler meselesini raftan indirir. Ve uçuk gelir garantisiyle gazlanma ve zamanında frene basamayışın ceremesinin neden çekildiği sorgulanmaya başlar. Cendereye derman bu mülksüz mültecilik hali yuvarlak masaya yatırılır. Çünkü artık misafirliğin süresi ne kadar ise o kadar yılıdır. Çünkü üç beş yılda bu denli artan nüfus ve densiz nüfuz, her memlekette en azından bir yeni ırkın oluşması demektir. Bundan kaygı duyulmuyorsa ne ala. Ancak bu yeni etnik yapı, şimdilik mülksüz mülteci ama yarın kuşku verici hangi sona gebedir, işte mesele budur. Bu mesele çok can yakar gibi görünüyor.

Zaten zorunlu ziyarete gelmiş havasında olmayan, en ücra da dahi karşılaşılan, en küçük fırsatta daha batıya, hakiki batıya kaçacağını dillendiren bu iki adımlık akıllılık, şu fakir memlekete krallar gibi yerleşti. Ayrıca asla gitmezler, dönmezler hiçbir yere, yerleştikçe yerleşirler buraya. Ayağının değdiği her yeri vatan sayar kabullenirler. Koviti salgınında gözden ıraklar ama, aşı maşı tutar da koviti belası esnerse, hele defedilirse mülksüz mülteciler furyası defaten sarar memleketi…

Yeniyılda neyin kavgasını yapmaktır bu denilebir elbette. Ancak su götürür veya götürmez nedenlerden ötürü başa gelen büyük göç ve göçe destek yanlışına beklenen büyük ikramiye çıkmadı. Hatta millete çıkacak amortiyi de yedi bitirdi, mülksüz mültecilere merhamet. Göçebe bir toplumun son temsilcileri sayılan bir millet olmanın gereği, bu savaş kaçkını, göç ve göçmen olayına hararet derecesinde sıcak bakan yurtsuzlara yurt, mülksüzlüğe mülteci cenneti olmakla mesele halledilmez…

 

Hatta geçmiş yıllarda meseleyi muhacir-enser çerçevesinde görenler yeniyılda ve yakın ileride zoraki eyvallah dedirten bir mülkiyet gaspıyla da karşılaşabilir. Çünkü bu mülksüz mülteciler milleti, hiç de öyle değil babında kızanlar olacaktır ama öyle, uluorta, ortalıkta keyif çatarken, memleket çocukları milletin öz evlatları vatan millet adına oraya buraya, daha çok ölümlere gönderilir. Ensarların en küçük yaraları sarılmazken, mülksüz mülteciler ensardan artanlarla, fazladan mülklendirilir. En ala, müstesna yerlere kurulan, kurgu misafirler kuşatmasına tebalık. Teba tamamlanınca mülksüz mülteciler mülküdür girilemez tabelası. Vallahi de asılır, billahi de…

Öncesi sonrası belli, vaktiyle yaşananlar gibi, her yeni yılla birlikte bu mülksüz mülteciler önce bir ana çocuk, sonra koca, sonra da çoluk çocuk yerleşirler açılan kanal kıyılarına. Dağıtımları artık nereye çıkarsa. Dağıtım kanalları nereye taşırsa. Bu mülksüz mülteciler ve akçalı muhtevası ülke ekonomisine göstermelik katkı yaparlar ama verdiğinden daha çoğunu alırlar. Haliyle mülk Allah'ındır deyip ama içten demeyip, çökerler memlekete. Öylesine yüklü mal mülk edinirler ki salla da dökesin. Elbette sendelemezler, yerlerini sağlamlaştırıp sağ cenahtan güçlenip tam yerleşirler. Sonra malcılık anamalcılık tezgâhında kısa zamanda roller değişir. Çünkü kapılarını bu kadar kolaylıkla, her önüne gelene açmanın da bir bedeli vardır. Bu bedel bilmukabele birilerine ödetilir…

 

Bu yüklü faturayı zoraki ödeyecek bir başka dünya milleti var mıdır acaba, yoktur. Sağdan sola, soldan sağa bu denli mülteciseverlik buluşması ve kaynaşması var mıdır, o da yoktur…

 

Varı yoğu dün gibi, gelecekte bu konuda da yetmez ama evetçiler gibi mahcubiyet yaşanacağı aşikar. Bu konuda yeniyılda kim nasıl, ne zaman hangi adımları atacak orası muamma. Yeni yılla birlikte muhakkak görülmesi gereken gerçeklik, ilticacı cennetine dönüşen yarımadanın lafta akıllılarının, yarım akıllı bir bölgede yarınsız ve dayanaksız bir mülteci politikası güttüğüdür. Resmen mülksüzlük karanlığına gark olduğudur. Koviti desteğiyle güldür güldür değişen dünya düzeninin, değişmezliği üzerine yapılan planların ters teptiğinin de artık görülmesidir. Zaten çöken karanlık kalktığında ‘mülksüz mülteciler’de güdülen etnikler listesine eklenir. Etiket tamamlanır.

Bu ekleme ve denkleme insaniyet namına belli soru işaretleri ve soğukluk taşısa da mevcut iktidar tarafından şimdilik etiketleme tatbikatı iyi kullanılıyor. Mülksüz mülteciler nakkaş gibi işleniyor. Sanki bir şeylere zemin hazırlanıyor. Hazırı ısmarlaması tüm ipuçları yeniyılda çözülür.

 

Mülksüz mülteciler senesi olmaya aday bu sene, kuruluşun ihmali hala devam ederse, kurtuluş olanaksızlaşır ve kopacak kızılca kıyametten herkes fazlasıyla nasibini alır. Başta mülksüz mülteci mülayimleri… 

Hiç yorum yok: