8 Haziran 2020 Pazartesi

HAZİRAN 2


GÖZÜN GÖR DEDİĞİ...

Gözün gör dediğini görmek değil, görmek. Görmek demek, durmadan gerilemeden yükselmek demek. Yükselmenin yüksekliğini görmek. En yükseği arzulamak. Ve anlamak, göğün hududu yoktur. İşte emanet hayat parolası budur. Ereği gereği emanete hıyanet etmeden daima ilerlemek ve yükselmek. Tükenmez umutla. Ve mutlu yarınları görmek…

Seyreyle gözüm değil görmek. Görmek çok farklı bir kavram. Derin. Derin mana. Hayatın içindeki en hassas konu. Herkes göremez; "Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir…"

Asıl mesele yeterli saymayıp, yakın uzak geleceği görmek. Ebediyen kapatılamaz bir çift mavi bakışın gördüklerinden ders çıkartarak. Memleket ve millet uğruna çekincesiz cihanı yakan üstün görme kabiliyetiyle. Devrimci bir ruhla, dünyadaki ulusal bağımsızlık mücadelelerinin görüp göreceği ilk eşsiz dehasının izinde. Nedense görmezden gelen inkârcılara ve kindarlara inat. İnadına inciğine cinciğine görmek…

Görülen ve gösterilen gaye tek. Körgözlerin bile gördüğü "Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir" İşte yalnız o gaye. Memleketin ve milletin tamamen gelişmesine geliştirilmesine, değişmesine değiştirilmesine dönük tarihsel yolculuk. Özü gözü, ortak benliğin oluşmasına ilk adım. Halkla birlikte kurulan özel ve özgün, modern kurgunun gelen nesillere aktarılması.

İşte o yüzden akıl almaz boyutta incelikli ve dikkate değer her gelişimi, gelişmeyi ilelebet görmek gerek. İnanmak gerek. Sevmek bir yana saymak gerek. Sadece saygı için bile, Kutsal Bellek tarafından uzatılan elin nasıl sıkıca tutulduğuna iyice bakmak gerek. Sonra nasıl el ele olup, görgüyü bilgiyi nasıl yükseltmişler anlamak gerek. Yüksekliğin sınırı da olmadığından, bu gün dahi nutku tutturan hedefe kilitlenmeyi sınırsız öğrenmek gerek. Öğrendikçe daha da görmek ve direnmek…
                                                      
Her nasılsa öyle, kayıtlanmış tarihe. Kanıtlanmış. Tarihin en karanlık döneminde, en yüksek antiemperyalist performansla, var olan bütün gücü ve kuvveti harcayarak, bozuk para gibi harcanmak istenen bir memleketi kurtarmak nasıl olmuş, nasıl olurmuş görmek gerek. Millete minnet borcuyla.

Gerçekten, gözün gör dediğini görmek gerçekleri görmek değil ama bile bile, arsızca tarihsel gerçekliği görmezden gelmemek gerek. Yüksek perdeden o üstün yetenekli, özel yaratılmış, özgün ve özgürlük sevdalısı harikulade insanların harcanmaya çalışılmasını da. Son on yıllarda bu yüksek gerilimli çarpılma, nasıl bir görgüsüzlük ve görmemek ayıbı. Ayıp ve de günah. Daha acısı doğrusu buymuşçasına hiç kimse kafa yormuyor. Yalan dolan, yorum üstüne yorum. Habis mantık ürünü maskaralık...

Elbette bu kasıtlı dönemler de geçer. Pek kolay olmasa da kasvet atlatılır. O zaman görülür gerçeğin içyüzü. Geçimsiz çözümsüz bakan gözlerdeki endişe, tesadüfen de olsa görülür. Biriktirilen kindarlığın rahatsız etmiyor görülen zararlı etkileri de. Ama mesele nasıl can verileceğidir. Kolayca veya zor. "Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim…"

Kimseler kamplaşmasın her kampana çalınca. Her ezanla. Nasılsa yeter derecede aynıyız. Eza, ceza, cefa herkese. Aynada gördüğüne sövmemek için her şey. Biz birbirimizi çok iyi biliriz babında sürgün. Aynada saklanan yüze gözün gör dediğini görme faslı. Saklanmanın, sıkışınca sözler ardına saklanmanın aynada yansısına kapılmamak için bütün çaba. Tekrar tekrar anımsatma; "Benim Türk milletine, Türk cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir. Siz onları tamamlayacaksınız. Sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz…"

Tekraren, binlerce kez tekrar tek cümle; "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır"

Yenide, yeniden payitahtın kurulacağı beklentisi ve özlemi içindekilere serbestlik. Göstermelik sere serpe serdengeçtilik. Yazın etkisi üzerlerinde ama mevsim karakış. Gözün gör dediği zemane ise zemheri…

AKSIRIK TIKSIRIK, ÖKSÜRÜK, EKSİTUS...
Aksırık tıksırık yani hapşırmak bulaşıcı. Öksürük de bulaşıdan sayılabilir. Öyle ki hapşıranı gören, duyan hemen herkes hapşırma hissiyle dolar. Ve irade dışı hapşırır...
Çünkü hapşırma virüssel uyarılma ile ağız ve burundan gürültülü soluk boşaltılması, kuvvetli nefes verme ve içerdekini dışarıya atma, etrafa yaymadır. Yani gıcıksal kasılmayı bir şekilde çevreye geçirmedir.
Şimdilerde çok çekinilse bile aksırık ve tıksırığın nedeni pek bilinmez. Çok yaşa babında, sağlıklı yaşa dilekleriyle geçiştirilir. Aslı hapşırık insandaki sistemin mükemmel işleyişinin dışavurumudur. Yani aksırık, öksürük ve tıksırık diyerek hiç de hafife alınmayacak reaksiyonlardır.
Virüs, hangi virüs, mikrop, mikroorganizma veya bakteri olursa olsun vücutta belli bir doygunluğa eriştiğinde barınma ve yaşama güçlüğüne düşer. Zorluk çeker. Tek çare yayılabileceği başka vücutlar edinebilmektir. Çünkü çoğalmak ve yok etmek için kodlanmışlardır. Ve bulaşı yoluyla geçiş sağlamalıdırlar.

O yüzden virüs, mevcutlu olduğu vücudun işleyişini en temel mekanizmalarını bozacak salgılar üretir. Salgılarla yıpratır. Hapşırmayı güdüler. Aksırık, öksürük, tıksırık hissi yaratarak bu etkilenmeyi kendini fırlatma rampasına dönüştürür. İnsanı füze rampası olarak kullanır. Yani hapşırmak bir anlamda virüs fırlatma rampasıdır. Asrın topunu patlatma halidir. Virüsün içten dışarı çıkma, daha da uzaklara gidebilme vizesidir. Pasaportudur. Bulaşı vesilesidir. İnsanın ve insanların gizliden gizliye kullanılma aracıdır...
Kullanılma anılma hali eğitimsizlikle buluştuğunda ise daha feci bulaşı sonuçları olur. Virüsün tipi ve özelliğine bağlı olarak dünyayı yerli yerinden oynatır. Oyuna gelmez, getirir buluşmalarla istilasını sürdürür...
Aksırık, öksürük ve tıksırık virüsün tırısa geçmesine temel nedendir. Bu şekilde bulaşı sınıf atlar. Virüssel ve sınıfsal nedenlerle dünya kuyrukta iken, sosyal alanlar fiziksel mesafe yorgunu iken, aşırı dikkat gerekir. Hele herkes kuyruklarda para almak veya ödemek için dahi sıralanmışken.
Bu sırada bekleyiş modunda sıradanlaşan, bu biçim sıkışıklık düzeneğinin ne kadar süreceği de belirsiz. Bu belirsizlikte virüs de bekleyişte...
İşte bu bekleyiş döneminde hapşırmak ve hapşırıklardan sakınmak çok önemli. Pandemiyi yavaşlatacak olan işte bu sakınım. Çünkü her hapşırmayla, aksırma tıksırmayla ve öksürükle virüssel çoğunluk anında kamp değiştirir. Direkt temas sağlayabilir. Başka taşıyıcılar edinebilir. Hemen sağlamasa da bir süre havaya tutunabilir. Sonrasında işini görebilir...
İşte bu tutuk anlarda bir süre nefes tutmak bile bir önlem. Geçici de olsa doğru. Ancak artçı hapşırıklarla bu önlem de işe yaramayabilir. O zaman pürdikkat kesilerek direnmek gerekir...
Çünkü virüs hapşırığa maruz kalan vücutların parçası olma derdinde. Bir şekilde vücudun bir parçası olduğunda da hızla çoğalma. Ve istila...
Virüs çoğaldıkça, işgal sürdükçe bünye, fünyesi çekilmiş bomba haline gelir. Ve aksırık, öksürük pıksırıklar öncesinde virüs katsayısı en ileri seviyeye yükselir. Anlık esneme sonrası peşpeşe patlayan hapşırıklarla akıl şaşırtan versiyonlara da hazırlanılır. Herşeye katlanmak zorunda kalınır. Artık taşınan hangi virüs ve hastalık varsa yeni vücutlara geçer. Doğal enfektasyon.
Bu rada enfektif dedektifliğe de hiç gerek yok. Diğer bulaşı ve etkileşimlerin yanı sıra enfekte olmanın ilk enfektan hali aksırık, tıksırık ve öksürmelerdir. Virüsün organizmaya kabul anı, virüssel rezervasyon bu anlardır.
Nihayetinde aksırık, tıksırık öksürük yollu bedavaya virüsland tatili. Eksik önlemler ve yetersiz tedavi yüzünden de eksitus...

VİRÜS DAYILANMASI...

Ötesi berisi, ilerisi gerisi şirinler dünyasında, koyunlar aleminde virüs ayılanması. Tabansız ayı dayılanması. Korona destekli pandemi ayıklanması. Ve eli kulağında toplumsal ayaklanmalar, sosyal patlamalar, siyasal kargaşalar. Sırasıyla kapıda...

Düz ayılar aleminde, tabansız ayı tabanlarını yaladığı kış uykusundan uyandığı anda umumi tarzı aşikare uyandırana bereket. Sonra ucu bucağı, sanı sancağı felakete açık fütürsuz hareket. Filan feşmekan sapağında bal teknesine ihanet. Ayakta uyumak marifetiyle karacehalet...

Bundan ileriye salt icabet. Çünkü aymazca yaşananların ve dahi yaşanacakların telafisi yok. Hatta kefaret...

Artık ilavesi ifadesi, ihalesi izolesi yakın çekim çekilenler. Görülüp bilinenler. Aylık bilançoda zarar ziyan hanesine yazılanlar. Sır ölümler. Sırlı hastalıktan ölümler. Sıradanlaşan hastalıktan hayatını kaybedenler...

Pandemi öyle bir yuvarlandı ki anlık tereddüt, kısıtlı müddet bocalama, tabansız ayıyı kibre sardı. Kalibresi ibretlik meydana saldı. İbadet adetli tabansız ayıcık, kibrit alevi aklıyla hiç hakkı olmayana oyalandı. Kaş yapayım derken göz çıkardı. Gözden ırak bal evine sızdı. Kaskatı yüreği hiç sızlamadı. Yarım akılla hiç tınmadı. Karantinayı kayda değer kılmadı. Mermer zeminde moloz delirten davaya dalandı. Delibaldan yaladı. Yalakaca yalağa yamandı. Yaman çelişki. İşareti işten değil. Karakıştan çıkma açlıkla çıbanbaş saygısızlığa belendi. Beynamazca benlik giderdi. Giden ağam, gelen paşama rahmet, acı baldan zehirlendi. Bir zahmet bundan sonrası uykuları kaçıran ilahi adalet olsun...

Ayılmadan evveli düpedüz asalet sektirmesi. Askıya delalet. Astarı yüzü kör cehalet...

Tebasız tabansız ayı, yıllar yılı tavansız alemde şöhretli uyku dönemlerini taban yalayarak geçirdi. Eksik beslendi. Yalandan euzübesmele ile bilendi. Hiç lüzumsuz kirlendi. Hem de eninde sonunda sorgulanacağını bile bile. Utanmazlıkla zehirden zehir, baldan tatlı maceraya mecralandı. Eceline susadığı açık, tanrıçalara heveslendi. Ebedi düşmanlık bildirisini mühürledi. Burnu kaf dağında, kofti zalimken kafiruna kafeslendi...

Ötesi berisi belli, ilerisi gerisi meçhul, tabansız ayı fiyakalı işgüzarlığını gevşeyerek sürdürdü. Mevsimler boyu taban yalamanın tabansızlığıyla, tabiatın kanunlarını hiçe saydı. Bal peteğini patiledi. Pandemiyi fırsat bildi. Ayıldı bayıldı, ayılandı dayılandı. Dahası tabansız ayı kılığında ekabir tayfasından farzedilen çakma tayflı köryılandı...

Ve saatli bomba patladı. Virüs tabansızı savaş zamanı gelip çattığında, pat diye karşılaşacağı, karşılaştığında apışıp kalacağı kara belaya bulaştı...

Tabansız, yedi katlı dünya alem bir olsa, asla aklanamaz bir ayılık yaptı. Çok ayıp kaçtı. Ayıp, kayıp, sayıp düşünmedi ve bal şeker günler görüş mesafesinden çok uzağa kaydı. Artık göz teması civarında beter ölümlü dünya. Körkaranlığa bulaşma. Boz bulaşı...

Arsızlığın dikalası virüs istilası, jet hızı yayılmayla zirvede. Küresel dünya gayet net battı. Griden karanlığa farklı tonlara bulandı. Neyin masal neyin yasal, neyin kaçak neyin yasak olduğu ıssızlığa karıştı. Tabii ki zamanla bilinmeyenler öğrenilecek. Vakti zamanı gelince bal tutan parmağını yalar ruhsat tanıma hikayesi, kış uykularını kaçıracak. Yani artık günler rahat geçmeyecek. Dünyada bundan sonra her şey değişecek...

Ve tabansız ayıgiller, kaçak bal arayışı, helal olmayan bal araklayışı
suçundan, aradan kaç bahar geçse kurtulamayacak. Yakın teması veya tebası ile balayına, gecikmiş balayına çıkabilme takdiri bile her şeyden bir haber sanılanların iznine tabi olacak. Kalakalmışlık halleriyle hayat donacak...

Ertelenen ve erkeklenilen kaygı duymayış, keyfiyet tavrı, tabansız ayı dayılığı, kurşun geceler dile gelip gerçeklerle öpüşünce zaman kafadan kopacak. Sonsuz uykuya dalmaya ramak kala, bal teknesine daldırılan yüz moraracak. Hele moral değerleri yıkmak neymiş geç de olsa öğrenilecek, öğretilecek...

Ve nihayetinde tebasız tabansız ayı hiç yapılmaması gerekenleri yapıp ettikten sonra kaşla göz arası tabanları yağlayıp kaçma neymiş görecek. Yerli yersiz yalakalıkla insanlık yaşıyla aynı tabuları tapulamanın, tabanlar yalamanın ve ihanete bel bağlamanın hesabını bir bir verecek. Kalpler kırmanın, kırık kalpazanlığın bedelini tek tek ödeyecek. Tabansız ayı gücü de kurtuluşuna yetmeyecek. Balayı modunda, safbal mahremiyete virüs olup bulaşmanın boyundurunduğunda ömrünce kıvranacak. Önce aklı bulanacak. Sonra tüm bedeni karıncalanacak. Ve virüse virüs bulaşacak...

Karınca kaderince bal köpüğüne düşmanlığın, bal küpüne düşmenin hezimeti yaşanacak. Muhakeme cazibeli hiç bir pazarlığı kabul etmeyecek. Pazar ola, hesaplar ters dönecek. Fatura ardıardına kesilecek. Ve kuruşu kuruşuna ödenecek...

Öyle bir gün gelecek, kabına sığmaz bir post avcısı tabansız ayıyı, tabanlarından ve balı kirleten küçük dilinden kurşun kalemle vuracak...

Vurgun ve ötesi akıllarda kalan ise virüs ayılanması, tabansız ayı dayılanması ve pandemi ayıklaması olacak...

Ve en bitmez zannedildiği an beter salgın bitecek...

AYRICALIKLI KUSUR VE GEÇİCİ AYRILIK...
Ayrıcalıklı kusur, hiç kusursuzluk tasarlamadan ileri demokrasi taslayınca asla ilerleme kaydedilemez. Ayrıntılarda gizlenen ağır kusurlu gericilik işler. Ve meclis kaybeder...
Sözde sunulan sınırsız imkanlara göre şekillenen yanlı pratik daima yanlışları harmanlar. Durum öyle bir hal alır ki, nasılsa bir adım öncesi ve sonrası unutulur inancı da vaziyeti kurtaramaz. Güvence altına alınmış tüm karakteristik özellikler ve doğal kazanımlar bir bir yitirilir. Muazzam sanılan bağlantılar zayıflar ve kusursuzluk ayıracı da zedelenir. Devamında devlet millet çok zarar görür. Bütün her şey inanılmaz düşük profile kurban gider. Meclis bile...
Katı katalogda çevresel faktörler es geçilerek, ayrıcalıklı olmanın verdiği rahatlıkla, çiğnenen temel prensipler üzerinden sahte kusursuzluk bir süre daha devam ettirilir. Sonra talimatlarla verimlilik hepten düşer. Böylece on yıllarca salınan hava değişir. Sağaltım batağa saplanır. Ehveni şer emekleri mahveden yangın ve kasıtlı kazalara davetiye çıkarılır. Başlangıçta hangi beklentiyse kazaya neden akşamdan sabaha vazgeçilir, günü kurtarma derdine düşülür. Böylece işin maliyeti daha da artar. Her etapta tartışmaya kapalı hacimsel travma gerçekleşir. Mecliste bile...
Meclisten dışarı başka bir ifadeyle doğanın zorluklarının üstesinden gelmek nihai olasılıkların olması, krizlerin halliyle mümkün iken bilinen ve kesinkes sağlam temellere oturtulamayan kusurlu kusursuzluk, gerçeğin gerçekleşme oranını düşürür. Yükseltmez.
Yerli yersiz tansiyon yükseltilir. Ayrıcalıklı olunduğu dayatmasıyla millet iradesiyle inatlaşma yeğlenir. Kıtkanaat fayda sağlamak ve sebebi ne olursa olsun izole vasıtasıyla hizaya çekme maksatlı kısır çözüm girişimleri seçilir. Ancak kullanma ve kullanılma ölçekli iletkenlik sağlıksız gözlemlerle nöbetleşe kusuru hep başkalarında arama gayretine dönüşür. Mecliste bile...
Paçaya bulaşan hepten sapkın fikir bulamacıdır. Bulaşılan çengel bulmaca çözdürmeye yönelik, baskıcı iradeyle idarede göstermelik kusursuzluk tesisi ve muhaliflerden suçlu aramaktır. Bu damgalı demokrasi anlayışı devleti milleti yıpratır. Hele ayrıcalıklı olduğu varsayılanlar gidişatı başka gelişmelere odaklayınca bant gerisin geri sarar. Mecliste bile...
Bu hususi hukuksuzluk sabır ve özenle direnenlerde yüksek gerilim yaratır. Bu millet affetmez. Yavaştan tüm olasılıkları hesaplar ve doğal gereksinimlerinin sıfır noktasına gerilediğini belirler. Gerilim yaratan keskinliğin ve ölümcül salgılarının hayata yön verişini engeller. Mecliste bile...
Meclis ezikliği, ayrıcalıklı olanların hangi hevesle sosyolojik fizyolojik etkileşim peşinde olduğu anlaşılınca biter. Gelen gider. Tutku tutuklamaları, hayal dahi edilemeyecek şekilde meclis meşruluğunu kaybettirir. Kısa şaşkınlık sonrası anormalleşme dalgaları kırılır. Mecliste bile...
Sanki bugünden yarına rahatsızlıklar had safhaya çıkacak gibi. Memlektte nesnel direnç artacak ve millet sürekli kaybeden duygu aktarımlarından kurtulacak, tükenmişlik modundan çıkacak gibi. Yani akıllar boşalıp dolacak. Hissiz ve yaralayıcı şiddete erişimler, daha kaos başlar başlamaz önlenecek. Mecliste bile...
Vekaleten vakadan sonuç, ayrıcalıklı kusur geçici bir ayrılık yarattı. Diğer taraftan ayrıcalıklı kusur bunca aykırılıkları gündemlese de ideal yaklaşımlarla başedemez, yeniden kazanamaz halde. Asıl düşen ayrıcalıklı kusur ve taraftarlığı. Ağı kusur bu. Değişen dünyada ilk seçilimde meclis kusursuzlaşacak ve değerlenecek. Asıl dert o.
Bu ayrıcalıklı kusur, yetkin kusursuzluğu asla damgalayamaz. Bu geçici bir ayrılık. Veya büyük buluşma. Mecliste bile...

VİRÜSÜN TANRI MİSAFİRLİĞİ...
Kimilerinin tezi bu korana virüs saldırısı, bu kovid dalgalanması
Tanrı misafirliği. Gayrimeşru müdafa. Erken normalleşme kaabiliyeti de o yüzden sanki. Hemde misli misline artarak misafirlik sürerken. Misafirliğin uzun süreceği biline biline. Herşey Tanrıya emanet...
Yeryüzü cennetinde hile hurda meskenini işe öyle geldiği için, baştan sona Tanrı misafiri sayılanlara açmak, ruhsuz ve seviyesiz ikramlarda bulunmak insanlığın kaldıramayacağı boyutta. İnsanlığa sığmayacak bir yararlanma ve kullanma sıradanlığı açıkça ruhu şeytana satmak. Sonrası basit misyoner aşkı emsalsizliği..
Zamanla bu sahte aşkla göstermelik ibadete yönelme. Dinlere sığmaz mesken tesisatçılığı. Başka türlü kurtulamayız sırrıyla yol şaşırma. Çelişki ve çekememezlik. Dünyaya sığmaz, adamlığa yakışmaz vaka simsarlığı...
Virüssel Tanrı misafirliğine gelince yıldızlar yakan, güneş çevresinde dönen sınırsız sayıda tavsiyeden düşüncesizce dönme. Taviz vizesi. Misilleme meyillenme miski amber olsa da, ambarda aç tavuk olunduğunun anlık unutulması. Acilen meshepsiz mesken yortusu, yontulmamış baskın tortusu. Ve pişkince miskinlikle yüzleşme. İşe yaradığı sanıldığı sürece çiftesu verilmiş palaya boyun uzatma. Patavatsız girişimcilik...
Tanrı misafiri pozunda miskine misafirlik ise yalancı çobana gereksiz bağış. Virüs üstü yarenlik yamanması. Bu yaman çelişki, yalan çemberli Tanrı misafirliği epeyce sürse veya anında kesilip sürdürülmese de başta Tanrıya sonra Tanrıya inanmayanlara bile en ağır yük. Taşınması zor zorbalık...
Kimilerine bu virüs salgını pek hoşa gitmez biriktirim. Veya hoş bulaşı. Oyun içinde oyun. Boş kampanya. Asıl üzerine titrenilen değerlere çengel atmak. Tüm bu çentiklerin bir bedeli vardır ve cezası çok ağırdır. Hesap bir gün mutlaka ödenir. Mesela şen kasaplar çengeline et ve pıhtı gibi. Tanrı esirgesin...
Akıllara zarar meselenin özü Tanrı misafiri babında virüs dalgasına uyanlar ve uyananlar meselesi. Gaz bulutu hava, ihanetçi süklüm püklümlüğüyle miskince, miskal düşünmeden Tanrı misafirliğine filizlenme firavunluğu. Uyduruk takdim ve takdirlerle tek tip hareketlenme harareti. Tam yol cehennem azgınlığı. Kirlenmiş kibirle çapsız saldırganlığa kulp takıp boyuna asma tenekeliği. İkiyüzlü madalyon. İki yüzlülük. Meskensiz virüs miskinliği, mekansız sayılamayacak Tanrı misafirliği. Safi normal hayata işkenceci darbe...
Bunca kaygan zeminde bu kaypak virüs salgını tostoparlak bir dünya meşgalesi. Emin adımlarla yola düzülen bulunmaz Hint kumaşı kervanına su molasında talan. Yalan dolan meşalesi...
Yürek yakan bu virüsçü Tanrı misafirliği masalını, bir demir yürekli yolcu çıkar misalsiz masalsız her yerde yeniden demler. Pandemi süresince ve sonrasında bu misafir sanılan uyuz miskin virüs kulağının dibine şaklamayı, şoklamayı ömür boyu bekler. Çünkü boylu boyunca bu mizacı bozuk delirişin ve boynu devrilesi Tanrı misafirliğinin hayali manzarası şövalye ruhlu görüntü sergilemek dışında bomboş. Bu uğursuzluk uzak yakın zamanda mutlaka açlığı susuzluğu getirecektir. Eski püskü, püsküllü hurdalar karanlık kuytu bir derinlikte kayboluşu, derinliği boylamının hafifliğini mutlak tadacaktır. Mutlaka kesif bir koku ve başucunda korku hissedecektir. Öteki beriki derken dilekçeye derkenar, iki büklüm sürünme ve davetsiz misafirlik sos verecektir.
Yani yan gelip yatma meskeninde miskinleşmeler, Tanrı misafirliği bağlamında telkin ve teskin etmeyi eline yüzüne bulaştıranlar eninde sonunda mutlaka kara belaya bulaşmış olacaktır...
Değişen dünya ise her karanlık çökende asıl Tanrı misafirliğine keskinleşecektir...




PANDEMİ, KÜLTÜR VE SANAT...

Pandemiyle birlikte her krizde olduğu gibi bir anda herkes her şey oluverdi. Yeni meslekler doğdu neredeyse. Ancak " Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz. Hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat sanatkar olamazsınız." Vecizi yerini buldu. Ve bu vecize takıldı makamsal ve rakamsal kaypak girişimler...

Şimdi yarınlarda yeni bir dünya kurulacağından dem vuruluyor. Bu kurguda kültür ve sanat yeni hayata kavuşmanın temel adımlarıdır. "Memleket mutlaka modern, medeni ve yeni olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır."

Hayati değerdeki her dava kendi hayat sorgucularını eğitmeli ve bulmalıdır. Bu sorumlu kimliğe erişim sanatla, kültürle olur. Tersi sorunlu dünya hizmetçilerini yaratır. Kıyamet kopar. Çünkü "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir."

Hayat damarları kopunca, zaman çürümeye başlayınca toplumsal bellek zayıflar. Yaşam anlamsızlaşır. An ve an çözülmeler, dağılmalar gerçekleşir. Her halukarda her şey gereksizleşir.

İşte tam o yıkım anlarında kültür ve sanat zorunlu gerekliliktir. Hele "Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur."

İlerlemeyi, hayatta var olmayı sağlayan temel dayanak, kültüre sahip çıkmaktır. Kültürel değerleri sanatsal zemine oturtmaktır. "Kültür zeminle orantılıdır. Zemin milletin seviyesidir. Memleketin seviyesi de, medeniyetin seviyesi de, milletin karakteri de kültüre yakınlığı ve sanata ulaşması ile olgunlaşır. Bu da okulları gerekli kılar."

Yani okullar sayesindedir kültürel hamle, sanatsal devrimler. Ekol okullarla gelişir memleket. "Okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki milletin sanatı, ekonomisi, şiir ve edebiyatı bütün güzellikleri ile gelişir."

Kültür ve sanat, mutluluk vermesinin yanı sıra, yaşama kattıklarının ve kazandırdıklarının farkına varılması ile hayat içinde politik değer kazanır. Bu politik değerleme kültür ve sanatın güzellikleri vurgulaması ile belleklere kazınır. Hemen peşinden ise başarmak gelir.
"Bir milletin kültür düzeyi üç safhada, devlet, düşünce ve ekonomideki çalışma ve başarıları ile ölçülür."

Kültür ve sanat sanılanın ötesinde hayatı bizzat teftiş eder, hayat yolcularını tertipler. İddialar ve itiraflar yoluyla itibar belirler...

İşte bu yüzden kültür ve sanat birikimi, yönetenlerin asla işine gelmez. Yönetsel erk tarafından güç birliğini ve sosyal bütünleşmeyi bozma girişimleri çeşitlendirilir.

Oysa " Uluslar dili, kültürü, tarihi ve saygın kimliğiyle yarınlara el ele güç birliği ile yürüyecektir."

Hayata dair doğru yürütülemeyen tüm şeylerin faturası memlekete, kültür ve sanat bağlamında millete çıkarılır. Tutkular ve hayaller bile tutuklanır. Bilince pranga vurulur. "Asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey yüksek kültürle ve faziletle dünya birinciliğini tutmaktır."

Pandemi yeryüzünde tuttuğunu koparırken, dünyayı yönetenler de kültür ve sanatla organik bağları koparıyor. Oysa kültür ve sanat tutkudur. Her şey kültür ve sanat tutkusu ile güzelleşir...

Güzel yarınların kurulması da...
VİRÜS DEPREMİ

Nice depremler yaşadı şu memleket. Nice acılar. Her türlü doğal felaketi önleyeceğine inanılan vazgeçilmez kirişler kırılınca, kolonlar taşıyamaz oldu kuleleri.  Kul yapısı ne yapalım deyip geçilen, kum yapısı paslı demir yığını demode anlayış yüzünden millet enkazların altında kaldı. Şimdi de virüs depremi…

Beklenmedik virüs depremi de bilgiç tavırla memleketin kirişi, taşıyıcı kolonları olan orta tabakayı vurdu. Millet günü kurtaramadığı gibi gelecek derdine düştü…

Bu virüs illeti bilimsel bakış açısıyla değerlendirildiğinde sonuç bellidir, sıvı dolu içi boş kiriş statik açıdan çok tehlikelidir. Ortada dengelenmediği takdirde bir tarafa yatma gerçekleşir. Belki akışkanlık uca doğru akarak cismi stabil tutabilir. Ama ucuz madde kullanımıyla doğan moleküler eksiklik köklü bir ayrılmanın gerçekleşmesini sağlar. Yani mantık dışı barınma bünyesinde, kirişlerin vazgeçilmezliği dışlanınca afetlere davetiye çıkarılır.

Çevresel şartlara iyimser yaklaşıldıkça da kolonların esneme payı gözden kaçırılır. Ve depolanan negatif enerji çatlayınca, en ufak rüzgârlar tayfuna dönüşür. Kasırgalarda kısır vasıtalar, vasat hayatın vasiliğine soyunur. Memleket ve millet bir güzel soyulur…

Oysa her depremde, virüs depreminde de en başta reddedilmesi gereken uydurma prensipleri harfiyen incelemek gerekir. Resmen incelenmeye koyulmasıyla inceldiği yerden kopsun rahatlığı bertaraf edilir. Çünkü birden bunca rahatlık bütün kirişleri kırar. Kolonları patlatır. Gelgit gayreti ve sarf edilen enerji boşa çıkar. Pozitif enerji sıkışması yaşanır. Başa dönülür.

Hatlar kırıldığında deniz kumuyla dökülen kirişler dayanamaz. Kolonlar üzerine binen yükü taşıyamaz. Bina yan yatar. Oysa uzun yılların değerlerini bir ağızda yutan sallanmadır, virüs depreminde karşılaşılan. Kısa vadede uzun dalga. Doğal sapmadır. Öyle ki hayatlar söner. Yas ve kıyas arasında sıkışan dünyalar tek türlü felakete sürüklenir.

Gayet basit bir kavramı, kirişin kiriş olma özelliğini yanlış tefsir ve maksatlı dimağ ile dumura uğratanların pek umurunda değildir yıkımlar. Onlar sadece kıyıya vuran keskin dalgalarla iş tutan tedarikçilerdir. Ama çalıntı malzeme ve güven ziyanlı terane virüs istilasıyla tersine işlemeye başlar. Demirbaşı kar, ritmik hareket ve karınca kaderince bol bereket şiarıyla yarış, uğursuzluğu da bilançoya kaydeder. Zarar ziyanı da kabartır.

Bu faydacı zihniyet sonucu virüs depreminde kiriş bunalımı doğar, kolon desteği azalır, üretmeden tüketim başa bela olur. Artı başa gelebilecek her türlü doğal afeti, büyük felaketi hatta küçük kıyameti önleyeceğine inanılan kiriş merkezkaç bir çekimle iş işler. Ve orta yerinden bel verir. Kolonlar tartamaz ortaya çıkan negatif birikimi…

Biriken kötü enerji bir süre dengelenir. Zamanla tüm dengeler yerle bir olur. Dengeler tam taşınca, virüs depremi ve sonrası taşınamaz dertler deneyimlenir. Harici iletkenlerin gücü keskinleşir. Takat ve nefes kesilir. Ve irtifa kaybı. İtibar kaybı…

Virüs depreminin asıl kaybedeni milletin orta tabakası, umulanın zıddına kiriş kolon hikayesiyle yüzleşir. Enkaza dönen kirişler doğası gereği merkeze inen dik hava akımıyla bozulan kolonlara karışır. İşler daha da karışır.

Bu karmaşık havada belki ardışık felaketler önlenemez boyuttadır ama yine de virüs depremi sırası ve sonrasına ciddiyetle direnilmesi gerekir…

GÜRCÜ GÖÇÜ
Çarlık Rusya’sı karışınca 93 Harbi ve Kafkas göçleri denilen göçler başlar. Müslüman veya olmayanlar ‘din elden gider’ endişesi ve korkusuyla ana topraklarını terk ederler. Yani Gürcülerin kimi dini, kimi para pul kurtarmak, kimi de yeni bir hayat kurmak idealiyle Bolşevik İhtilali’ne koşut Osmanlı'ya sığınır. Yaklaşık çeyrek milyon insan veya daha fazlası...
Büyük Gürcü göçü düzenli olmaz. Mülteci gemileri Giresun'dan Sakarya'ya dek limanlarda boşalt boşalta seyri sefer yapar. Ekim Devrimi ile birlikte politbüro göç etmek isteyenlere önce on gün, peşine beş gün, sonra da saatlik süreler tanır. Hemeen ardından bütün kapılar kapanır. Yani Bolşevikler tümden bir göç istemez…
Kalanlarla göçenler arasındaki sınır ise Çoruh Nehri'dir. Göçen Gürcülerin çoğu Karadeniz kıyılarını vatan bilir, vatan sayar. Zaten oralara iskan edilirler.
Çoktan çöküşe geçmiş İmparatorluğa da asker lazımdır. Dönem cepheler dönemi, savaş dönemidir. Bu göçlerle cephelerdeki siperler takviye edilir. Böylece kabulün ilk şartı yerine gelir.
Göçlerin ilk döneminde göçmen Gürcüler ile yerli halk arasında çatışmalar da çıkar. Çerkesler de bu kavgaya taraf olurlar. İlk ben geldim kavgası başlar. Baş ağrıtır. Küçük çaplı kısmi tedbirlerle bu çarpışmaların önü kesilir. Ayrıca dil sorunu da anlaşmazlıkları tetikler. Yeniler ve yerliler uzlaşacak ortak bir dil bilmediklerinden kızgınlıklar ve kırgınlıklar doğar. Kavgalar büyür gelişir. Okullarda eğitim zorlukları başlar.
Büyük Gürcü göçü Çorum'un batısı ve doğusunda, bitmez tükenmez göç hikayeleri, sığınma be sığınmacı anıları barındırır. Ayrılık büyük acı, özlem ana temadır.
Diğer yandan göç yılları Osmanlı için de çok zor yıllardır. Kanun kaçakları ortada cirit atar, kolgezer. İyi niyetli muhacirlerin yanı sıra kötü işlerde bezi olanlar da göç ettiğinden kaos artar.
Artık rahatlık kalmaz. Kumpaslı işler çevirmek için gelenler otorite zayıflığından ilk fırsatta, her fırsatta faydalanırlar. Her şeyi fırsata çevirirler. Deniz Korsanları da göçü devam ettirir. Dağ Taş eşkıya dolar.
Türkler, Arabistan, Yemen Trablusgarp'ta savaşta, Karadeniz kesimindeki yeniler ve yerliler ise azınlıkçı çetelerden ve eskiya zulmünden korunma, ölümden kurtulma peşindedir. Tam bir keşmekeş.
İşte bu sağlı sollu bunaltıcı atmosfer Göçerler ile göçleri reddedenleri de zamanla birliğe yöneltir ve kaynaştırır.
Özellikle 1. Dünya Savaşı başlayınca gönüllü veya zoraki orduya katılımlar, savaştaki yararlılıklar, paylaşımcılığı ve paydaş olmayı pekiştirir. Peşine İstiklal Harbi ise bir başka davadır.
Karadeniz boyu ve tüm Anadolu'da hangi kökenden olursa olsun şehitsiz aile kalmaz. Ve başka söze de gerek kalmaz. Seferberlik dönemlerinde birbiriyle maddi manevi dayanışma içine girmeyen yoktur. Ve ortak insani değerler de buluşmayan bir Allah kulu kalmaz.
Sonuç olarak Gürcüler bir savaşla göçüp vatanlarından olmuşlar, başka bir savaş rüzgarına tutulup vatan kazanmışlardır. Yani Kurtuluş Savaşı ile birlikte muhacirlikten kurtulup, kurulan yeni vatanın asıl üyeleri olmuşlardır.
Yani orada burada ‘din elden gider' denmiş ama neredeyse yüz yıldır gitmemiştir...
Gitmez de...

İNSAN VİRÜS İNSAN...

İnsan bazen çok basit ve anlamsız şeyler yapar. İyice basitleşerek insanlıktan eden alakasız işlerin peşine düşer. Hiç düşünmeden, tartmadan ölçmeden, kendini bilmeden resmen basitliğe bulanır, zehirlenir. Oysa hiç de basit bir canlı-makina değildir insan...

Rakamların diliyle vücut bulan, organların bütünlediği sistemler koalisyonudur insan. Hücresel yapı dinamiğidir. Devlet içinde devlettir. Bedensel varlığı oldukça farklı hücre tipleri dizayn eder. İki yüz çeşit hücre. Kendi içinde, boyut, şekil ve işlev farklılıkları. Her biri ayrı karakterdir. Ayrı neferdir. Biyolojik verilere göre insanı yaklaşık 40 trilyon hücre oluşturur…

Yani insan denen mahlûk, " 30-40 trilyon canlı hücreyi barındıran, dev bir organizmadır." Organizasyon bu kadarla da sınırlı kalmaz, bağırsaklarda 40 trilyon canlı mikroorganizma yaşar. Yani insan vücudun yarısı bakteridir. Yarısından fazlası sudur.

Bilimsel tespitlere göre 80 civarında organ ayaklandırır insanı. Özellikle “Beyinde yaklaşık 86 milyar sinir hücresi vardır. Bu hücreler 100 trilyonun üzerinde bağlantı içerir. Kalbi 2-3 milyar kalp hücresi birleşerek oluşturmuştur. Kalp belki de insanın en çok çalışan, en emekçi organıdır. Vücuda bir saatte yaklaşık 300 litre kan pompalar..."

Diğer yandan hücreler illaki bir organ oluşumuna katkı vermek zorunda değildir. Bazı hücreler vardır ki vücuda özgürce hizmet ederler. Tıpkı alyuvarlar gibi, bu kırmızı kan hücreleri 25 trilyon civarındadır ve damarlarda gezinerek akciğerlerden aldıkları oksijeni en ücra dokulara dek taşırlar. Hayat böyle devam eder.

İnsan hücre yoğunluklu bir sistemdir. Her hücre tipi biyolojik değerlik açısından çok önemlidir. Minikçe bir eksiklik insanı insan olmaktan çıkarır. Sinir hücreleri ve bağışıklık hücreleri biyolojik dengenin unsurlarıdır. Sinir sistemini 100 milyar nöron kontrol eder. Her bir nöron ise 50-250 bin nöronla direkt bağlantılıdır. İmmün sistem çökerse de insanın imanı gevrer.

Bu astronomik hücre pratiğinde ince bir ayrıntı saklıdır. Hücreler insansız yaşayabilir, ancak insan hücresiz yaşayamaz. İşte bu evrensel düzeyde yaşam ve ölüm dengesidir. Yani hücreler de ölürler. İnsanın kendisinden fazla yaşayan hücresi mevcuttur. Ömrü 1-200 yıldan fazla olan hücreleri. Örneğin beyin hücresi 200 yıldan fazla yaşayabilir. Diğer yandan birkaç saniye içinde insan vücudunda ömrü dolan 1 milyon hücre kaybedilir. Ölenlerin yerine yenileri imal edilir.

Demek ki; dünyasal döngüde insan mükemmel bir uyum ve gizem örneğidir. Bu rakamsal örgü dolayısıyla dahi, bin düşünüp bir eylem koymalıdır insan. Madem basit bir mekanizma değil, sırf bu bilinçle asla basitleşmemelidir. Yoksa en başta kendine zarar verir ve yakından uzağa büyük ayıp eder. Ardından etrafına damages. Buhran, bulaşı ve zehirlenmeyle zardan ince deri tabakasının ardındaki keşfedilmeyi bekleyen dünyalarda da kızılca kıyamet kopar. Kasların tutunduğu kemikler unufak olur. Organlar peş peşe imha edilir. Hücreler yanar küle döner. Vücut içten dışa çamurlaşır. Ve göğüs kafesindeki kuş, vücudu uçarak terk eder.

O yüzden durduk yere sayılamayacak dut biçimli varoluştan, kurt böcek kemiren yok oluşa, dut yemiş bülbül haline düşmeden doğru bir yaşam sürmelidir insan. Açık deyimle; " İnsan olarak doğup, mikrop olarak ölmemelidir." İnsanı insan yapan mükemmel değerlerden kopmamalıdır. Yapı taşı 30-40 trilyon hücre adına yaşamın hakkını vermelidir.

Eğer yaşamı basite indirgeyerek ve basitleşerek, doğanın yasaları, kaideleri ve tespitleri dışına taşılır ise o mükemmel ahenk içeride dışarıda anında bozulur. Salt sömürme maksatlı basitleşme, anlamsız ve anlaşılmaz ruh hali yeryüzünü yaşanmaz hale dönüştürür. O faşizan kısır döngüde insan kirlenir ve çevresini de acımasızca kirletir.

Korona bazlı küresel salgında kilit nokta şu; milyonlarca yılda insan genomuna, genetik materyaline girmiş, aktivasyon yitirişiyle insanın normal bileşenlerine dönüşmüş, amiyane tabirle ‘içimizdeki virüslerle, dışımızdaki virüslerin’ yaşam savaşı.

Mükemmel boyutta işlerliğe sahip, gizemli bir makine olan insan vücudu ölümüne taşıyıcı rolünde. Yani insan ve virüs aynı tarz yaşamın canlıları. İnsanlar da virüsler gibi, virüsler de insanlar gibi çoğalır, gelişir ve yayılır. Her iki canlı türü de yok eder, yok ettikçe yok edecek yeni yerler arar. Yani birbirine çok benzer bir yaşamdır sürdürülen. İnsanın da virüsün de keşfi ve tanımlanması bu nedenle çok zordur.

Zor ama bir o kadar da basit. Ve hepten basitleşerek çok anlamsızca işler yaparlar. Haricen anlaşılmazlığı kovalarlar. Dünyayı yaşanır olmaktan çıkarırlar. Belki yüzyılın pandemik kapışması da sırf o yüzdendir...



PANDEMİ VE TEK ADAM REJİMİ...
Tek adam rejiminin iyi veya kötü olduğu tartışılabilir. Ama zamanı değil deniyor pandemi var diye. Zaten pandemi kıskacında şimdilik beklemekten başka çare de yok gibi. Yok ama durum resmen idare ediliyor. Yani tek adamlı rejim yönetimleri tüm dünyada sarpa sardı. Cümle alem gördü, Trampını, Borisini, Makronunu, vesairesini...
Soru, herşey tamam da tek adam doğru adam mı? Sorusu. Çünkü virüs istilasına uğrayan dünyada, tek adam rejimlerinin liderlerinin yaptıkları ve yapamadıkları değerlendirildiğinde hakkıyla idarenin çok uzağında görüntüler hakim...
Benzer tek adamlı rejimlerin topunda krizi yetersiz yönetme ve ukala tavırlılık pik seviyede. Piksel duruma tek adamın etrafına kümelenmiş bilindik tiplerin zaafları da eklenince tam isyanlık atmosfer. Ama en titiz muhalifliğe bile hemen kovuşturma ve kovalamaca. Bu şu demek toplumsal yaşamda doğruyu aramak, doğruya en yakını sorgulamak suç. Tabanlı tabansız abartılar ve yanlışlıklara rağmen gerçekleri saklama ve söyletmeme gayreti. Öyle ki özel hayatlara düpedüz yoğunlaşma, eksik süreci yanlışlarla doğrulama. Aslında bu doğrultu kimin hayrına belli. Besbelli ama bakmak görmek, anlamak bilmek yasak...
Bu tek adam rejimlerine özgü bir genelleme. Ayrıca fanatik politik çerçevede kalanlar bile pandemi vurgunuyla birlikte tek adam rejimlerinin artık mükemmel bir model olmadığı düşüncesinde. Ayrıca bugün sen yarın bir başkası. Kulüp tutar gibi, fikstür gereği ev sahipliği veya misafirlik...
Bu rejim bariz üstünlük kurma çabasıyla her gelenin şartlı ve yanlı kendi iktidarını, kendi siyasal kültürünü yansıtma rejimi. Dönemlik, anlık ve sırasıyla tek adamlı rejim. Peki tek adam doğru adam mı? İşte rejimin bütün pozitif yanlarını götüren negatif yan bu...
Yani tek adam rejimi iktidarı kim eline geçirir ve hakimiyetinde tutarsa, yandaş yanaşık siyasilerle, karikatür tiplerle basitleştirilebilecek bir yönetim mekanizması. Üstün vasıflı sadece tek adam. Yakın çevresi ve civar kalbur üstülüğü kaldıramayacak denli ortamcı, orta düzey, vasat. Bu yüzden rejimin antisosyal tutumlu ve sosyal yaşam tutuklusu taraftarları genişlese de en doğru modelin tek adam rejimi görülmesi gelip geçici.
Diğer her rejim, tam demokrasiler bile yetersiz ve yararsız sayılsa da, böyle duygu genelleştirilmesiyle kurtarılamayacak bir rejim tek adam rejimi. Açıkçası komünist veya faşist. Bu yüzden nevrotik destekleme ve kabullenme de bir yere kadar.
Hal böyle olunca tek adam rejimi en doğru, dosdoğru rejim demek, en tepeye bir tek adam, tek bir zat koyup peşine safiyane ve mübarek güdülenmek sadece sömürenlerin elini güçlendirir. Yani sömürü süreklilik arz eder.
Hakikatan aşkın aşırılık, güçten güç devşirme timsali tek adamlık rejimi zamanla halkın gözünden düşer. İyi veya kötü ötesinde timsah gözyaşları döktüren aşamaya geçilir. Hiç gereği yokken bu tek adam rejimi en alası sayılsın diye psikolojik analiz ve sosyolojik değerlendirmelere de hiç gerek yok. Tek Adam rejimi iyi veya kötü demenin de gereği yok. Zamanla iyi hatta çok iyi diyenler azalmakta. Çünkü pandemi gösterdi ki bu rejim her dokuya ulaşabilir, her katmana dokunabilir değil. Yalancı ve yanıltıcı bir kuvvet oluşturuyor ki karşı durmak ne mümkün havası basılıyor. O halde tek adam rejimi doğru, tek adam da en doğrusu demek vardiyalı bir rejim.
Bu var diye buna katlanmak ve daha doğrusunu aramamak, salt tek adam rejimi dayatması...
Pandemide en doğru rejim bu rejim değil gerçeği tescillendi. Şimdilik başka çare yok. Pandemik ortam diye idare ediliyor. O kadar.
Pandemi sonrasında tek adam rejimi iyi veya kötü olduğuna bakılmaksızın mutlaka değerlendirilmeye tabi tutulabilir.
Politik tabiatın gereği...

PANDEMİ, FINDIKTA PANİK…

Karadeniz'de doğusundan en batısına, fındık bahçeleri etrafına hayatlar dağılır. Yaklaşık beş yüz binin üzerinde aile. On milyonun üzerinde nüfus. Yerlisi, gurbetçisi, mevsimlik işçileri ile daha da fazla. Fındıklıkların bölünmesiyle birlikte, bu günden yarına bitmez tükenmez çilenin, sayısı artan ahbapları, yarenleri, erbapları. Fındıkkabuğunda hayatlar. Zaten on yıllardır birikmiş sorunlar dağ olmuş, pandemiyle pik seviyesizliğinde. Bu gidişle Karadeniz’de fındıkkabuğundan gemiler de batar...

Bir kez daha vurgulamakta fayda var. Fındık bir dağ meyvesi değil. Orman, çalılık, fundalık ürünü hiç değil. İpekli halı gibi özen gösterilen, yıl boyu temizlenip, bakılıp, kollanan enfes bahçelerin ürünü. Sabırlı seracı özeni gösterilen kuruyemiş türü. Sanayi hammaddesi. O nedenle küçük veya büyük hiç fark etmez, fındık üreticisi sahipsiz bırakılıp, yalnızlaştırılacak üretici değil.

Ancak koronavirüsten beter sıkıntı başladı, fındıkta panik şimdiden zirvede. Çotanak nedir, fındık çeç olduğunda tek tek nasıl toplanır bilmeyenler, harar sırtında ter dökmeyenler, patozun hortumuna kıvamında mahsul vermeyenler, üreticilerin sıkıntılarını anlayamazlar.

Şiir gibi resmen, orada bir köy var uzakta, başı dumanlı, bahçeleri ıslak, geliri gideri sadece fındık ama yarıyıl eş zamanlı hayat süren üreticiler alıp başını vaktiyle memleketlerine gidemediler. Pandemik istilayla zamanında gidemedikleri için yiyeceklerini ekip dikemediler. Ekin dikin yapamadılar. Fındığını ilaçlayıp, gübreleyemediler. Mevsim hasada durdu, durgunluğun sisi çöktü gönüllere. Geçim derdiyle karışık, pandemi…

Çoklu kanaldan her akşam ajanslara, ajans raporlarında fındıkçılara çıkarılacak izinlere gönül bağlandı. Tez gidin, sağlıklı kalın, işlerinize bakın diyen çıkmadı. Şu koca evrende bir tek fındıkçılar yalnız, fındık üreticileri mağdur. Fındıkçılar pandeminin kapkara, karmakarışık ve pusarık havasında unutuldu. Çaresiz ve gereksiz yere kaldılar büyük şehirlerde. Gitmek nereye, kapı dışarı çıkamadılar…

Şu pandemik atmosferde yaşananlar fındıkla direnen, fındıkkabuğundaki hayatlara bir nevi cezalandırma oldu. Yıl boyu umut bağlanan fındık hasadı yaklaşırken, yüreklere kor ateş düştü yine. Diğer tarım mahsullerinde olduğu gibi, fındık yerde kalacak endişesi büyüdükçe büyüyor. Kimle toplanacak. Tabii ki anlayana...
Kendi küçük ama öyle basit bir mesele değil fındık. Dünyada tüketiminin yüzde altmışı-yetmişi Karadeniz’den.  Rekolte beşyüz ila sekizyüz bin ton civarında. Memlekete yıllık girdisi ekonomik karşı darbelere rağmen iki-üç milyar doların üstünde. Söz hakkı hepten dışarı kaptırılmamış olsa bu kazanç kat ve kat fazla…

Pandemik arsızlığı defetmeye dönük seferberlik amenna ama köysel ve kentsel gurbetçilik yaşamına evrilmiş Karadeniz fındıkçıları akvaryumlarda balık misali. Kavlince bir kararla, fındık pınarı topraklara gidiş serbestisi bekliyorlar. Dönüş Allah kerim. Bilinçaltılarında sonsuz yolculuk.

Pandemi özellikle fındık müstahsillerinde ümit kırılması, umut kargaşası yarattı. Cümleten kuşatılmışlığa koronavirüs de eklendi. Koskoca dünya fındıkkabuğunda saklı, çoluk çocuk fındık çotanağı peşine düşülecek yine. Aykırı bir zaman diliminde apayrı kuşaklar buluşacak beynelmilelce. Ama içten içe nasıl toplanacak paniği de var.

Fındık kabuğunda yolculuklara izin çıkarmanın, eşlik etmenin izole hali belirlenecek ve karara bağlanacak. Ancak fındık sorunsalı salt kuzeyde bir yerlerde değil, her yerde. Kantarın topuzu tam kaçırılmadan fındıkçıların mağduriyeti giderilmeli.

Zaten fındık çok önceden pandemiden beter vurulmuş. On yıllardır fındık bahçeleri emperyalizm kuşatmasında. Borsası emperyal firmaların elinde. Vahşi kapitalist yaptırımlarla fiyat iki yüroya bağlanmış. Emperyalist sömürü düzeni, alternatif ürün takası, verimli bölgelerde ocakların kesilmesi, arazilerin yok pahasına devredilmesi ile dev fındık kantonları oluşturma peşinde. Üstüne üstlük pandemi de eklenmiş, yani müstahsil korkunç kıskaçta.

Pandemiyle doğan pandemik fırsatçılığın, İtalyan tandanslı fındık tekeline daha fazla yaraması ciddi endişe. Bu büyük tüccar ve yerli toplayıcıları yüzünden Karadeniz'de bir türlü yükselmeyen hayat standardı koronavirüs ile dip yapacak gibi. Fındıkkabuğunda hayatların nabzını tutamayanlar, halden bilmezler, fındıktaki bu çaresizliği ve pandemiyle artan paniği bu kez görmeli.

Görmedikçe, görmezden gelindikçe bu sona sürüklenildi. Pandemiyle de sonun sonuna…




DÖNÜŞÜYORUZ, DÖNÜŞMEK ZORUNDAYIZ...

Pandemiyle hatta koronavirüsle ilgili  bilgi  dağarcığımız,  nitelikli bilim insanları sayesinde, orada burada ahkam kesenler kadar olmasa da  yeterince ve azımsanmayacak durumda gelişti. Var olsunlar. Sanki dönüşüyoruz…

Değişmek ve dönüşmek zorunda olduğumuzun bilinciyle televizyon kanallarında gerçek uzmanları dinleyerek ve sosyal medya sayesinde epey bilgilendik. Bilimsel verileri ve bilgileri  özümsedik. Topluca dersimize çalıştık.

Pandeminin en başında yaşam şekillerimiz, hiç beklemediğimiz  farklı bir yöne savruldu. Şaşırdık, üzüldük, işsiz kaldık, fakirleştik. Ya da kimilerine tam tersi oldu, parayı şimdi kazandı. Pandemik fırsatçılık.

Biz baş döndürücü gündem içerisinde, insanların büyük çoğunluğu hayatta kalmaya devam ediyoruz.

Yaşam şekillerimizi, amaçlarımızı bir kenara koyduk, yeni normal denilen hayatın akışına kendimizi kaptırmak için planlar yapmaya başladık, başlamalıyız da. Doğru tedbirlerle gidilmesi gereken uzun bir yol olduğu aşikâr. Her açıdan bizi yoracak, yorduğu kadar da öğretici olacak dikenli yol.

Koronavirüs veya namı değer covid-19’ un tüm insanlığa öğrettiği, hatta gözümüze soka soka dikte ettirdiği öğreti, dünyadaki yaşamın bizim ölçülerimize, keyfimize göre değil, doğanın, dünyanın, evrenin hatta evrenler ötesinin gözetiminde yaşam biçimine göre olduğudur. Göreceli olsa da genel doğru budur. Öğretinin özü, doğal döngüyü bozmamak lazım.

Bu doğrultuda insanlık, dünya üzerindeki yaşamında sınıfta kalmıştır. Dünyadaki doğal döngü, eğitim sistemimizi sil baştan değiştirip, yeni müfredatın geçerli olacağı bir uygulamaya geçmemiz gerektiğini bizi döverek anlatmaya çalışmaktadır.

Karar verici güç el değiştirmiş, doğanın sabrı sınırlarını aşmış, sopasını eline almıştır...

Hiç bir dönüşüm sessiz ve sakin olamayacağından, yeni sisteme geçişte oldukça sarsıcı olacaktır, olmaktadır. Daha yolun çok başındayız, ağır ağır idrak aşamasındayız. Konuya hakkınca hâkim olmalıyız ki ikinci aşamaya geçebilelim.

Bütün dünyanın neredeyse yaşam şalterleri aynı anda indirilmiş, yine aynı anda düğmelere basılmış, temkinli ve yavaş yavaş yaşamın gerekleri tekrar yerine getirilmek için çalışmalara başlanmıştır. Yani yeni normal düzenin daha çok başındayız, günler ilerledikçe bizden istenen güzel hareketler olacak mı? Bunu da zaman gösterecek…

Bilinen tek gerçek şu ki, pandemi sonrası yeni düzene ayak uyduranlar ayakta kalacak, uyum sağlayamayanlar ise dünya üzerinde silik ve sömürülmek üzere yeni sahiplerini bekleyeceklerdir…

Daha öncesinde dünyanın ve insanoğlunun yaşadığı pandemilerden ders çıkarmayıp, yenileri için çalışılmadığından, aşı ve ilaç bulan ve bedelini ödeyip ulaşabilen ülkeler kahraman oldukları gibi zengin de olacaklardır.

Aşı ve ilaç üretimi yapan, var olan sağlık kuruluşunu kapatan ülkemiz umalım ki sınıfta kalan ülkelerin yanında yer almasın…

Sınıfı geçmek için derslerden birinci ders; Ülke yöneticilerinin akılcı ve bilimsel eğitime gerekli önemi göstermesi, teknolojiyi en yakından hatta bir adım ileriden takip edebilecek eğitim ve öğretim sistemini kurmaları gerekmektedir.

Ülkemiz gündeminden hiç düşmeyen bilim dışı, ahlak dışı, din dışı ama dini dayanak göstererek konuşmalar, yayınlar kısacası yapılanların tamamı, artık tarihin karanlık sayfalarında bir daha hiç açılmamak üzere yerini almalıdır.

Eğitim sistemimiz tekrar gözden geçirilip, olması gerektiği gibi çağdaş düzeyde düzenlenmelidir. Yeni normalimizin sadece eldiven, maske ve fiziki mesafeden ibaret olduğu anlaşılmasın.

Dönüşmek zorunda olduğumuz bir gerçek, dönüşümün özü ise eğitim ve ekonomidir. yani bilim ve üretimdir...

Dersimizi iyi çalışmalıyız. Çalışmalıyız ki…