24 Eylül 2014 Çarşamba

IŞİTMEK GEREK MAZLUMUN FERYADINI…



Bu günlerde makul ölçülerin dışına taşan şekilde bir nüfus itelemesi ile karşı karşıya şu gergin ülke. Bu acı gerçeği inkâr, bu fersiz feryada intizar kim ne derse desin maddi ve manevi felaketleri de peşinde getirecektir…

Haçlıların Kudüs’ü işgalinden bu güne tüm mükâfatlar ziyan edilince firavunlar cephesinde kuduzluk baş gösterdi şu günlerde. Aşısı olmayan bir aşılanmadır orta doğuya savrulan bu karahumma. Ve her şeyden önce insan olunduğu unutuldu sözde Müslüman cenahta. İsevi cephede ise bir halaskar havariliği ki akla zarar. Garezine kin, kinine kan katan, kıran, küçümseyen, katleden, bu neo Müslimlik çeşit çeşit vatansızları ve vatansızlıkları doğurur pek yakında. Demir tavında dövülür hesabıyla tutulan yol ise başka çıkarcılıklara uzanır bir çırpıda.

Ve yine çocuklar bombalanır bu ateş çemberinde. Bu gidişattan utanmaları gerektiğini düşünenler arttıkça çocuklar anasının memeciğine sarılır bir yudum süt diye. Yok sadece izlemekle yetinenler artar ise gözler katarakt olur o kadar. Ama kentlere ve sınır ülkelere yayılır güzelim nağmeler ağıtlaşarak, Işitmek isteyenler de Işitir. Ve asalet sellenir, adalet silinir lügatlerden, alametler aranır sahifelerde. Çalınır yaşamlar, yaşam anlamlı ve övülmeye değer bulundukça tekrar çalınır. Oysa hayal gücü gerektirmeden, acı gerçeği sürdüren hayatlardır dünyaya şekil veren.

Sanki zembereği boşanmış zehir saçan dünyanın son olmayacak muzırlığıdır bu son yaşananlar. Doğu ve güney doğu kapılarında aç açık yüz binler umut bekliyor. Vaziyeti gafletkarane idare etmekle mükellefler ise farklı coğrafyalarda projelendirilen bu can yakar gidişata maalesef eskide ve yenide tam tol veriyor. Oysa bu ters orantılı değişmeler içten ve dıştan dengeleri değiştirir, değiştirmekle kalmaz süründürür, öldürmez.

İşaretlere anlamlar yüklemek belki şu sıcak sosyo siyasal atmosferde çok gereksiz görünebilir ama ölümden değil katliamlara uğramaktan kaçıyor garipler. Kaçtılar, kaçacaklar da ne olacak şeytana maskara olan zayıf damarlılar aradan çıkmak korkusuyla, aradan çıkarmak duygusuyla durumdan vazife çıkaracaklar o kadar.

Bu günlerde bir nüfus itelemesi yaşatılıyor şu sahipsiz ülkeye. Hem de makul ölçülerin ötesinde…

Mekanik değerlendirmeler, rasyonel olmayan irdelemeler ile ördeğin vaklaması gibi yakışıksız laflarla, sınırsız hücrelerin emrine girilmiş bir kere. Akıl evrensel rastlantılar doğrultusunda ne yapacağını şaşırınca acı gerçekler devreye girer. Haddini bilmezlik kültürüyle yoğrulmuşluk içeriyi idare edebilir belki ama dışarıda nefes alacak dar bir pencere bile bırakmazlar adama. İşte adamlık bu mertebede lazımdır. Kırk senede kırk saniye lazım olur ama bulunmaz. Çünkü kırılmıştır bir kere insanlık onuru.

Kimyası bozulmuş bir orta doğu yaşıyor kapı eşiğinde, kapı aralığında. Enteresan olan pislikten pis şeylerden Allah’a sığınanlar tüm bu pislikleri ardı sıra sıralıyor. Konudan, konumdan dersler çıkarmak esastır ama hala boşa israf ve boş hırs. Hala toplumun kimyasını zorlayacak hamleler hazırlanıyor bilgece, bölgece. Kimse döneriz onlara, çeviririz ülkeyi ateş topuna demiyor, seslenmiyor açıkça komşularda olan biteni gördüğü halde.

Fesatçı olmadığını söyleyen bozguncular, başta vermiş gazı, vermiş hapı, vermiş nazı, tattırmış hazzı şimdi kapı, şimdi ağacı da gölgesini de kökten kesme peşindeler. Ve peşine düşecek yandaş yalakalar arıyorlar. Oysa sonu düşünülmeden yapılanların ve söylenenlerin ve adı büyük kendi küçük hesap olan projelerin hesabı zor verilir. Kurtuluşa çıkacak kapı arayan, çoluk çocuk perişan olmuş gariplerin iki eli de bu hesapsız kitapsızların yakasından tutar iki cihanda da.

Bu günlerde bir nüfus itelemesi yaşıyor, şu fakir ülke. Hem de malum ve makul ölçülerin dışında…

Binlerce yıldır gam kasavet yüklü şu coğrafyada, ateş kan ve barut kokan şu topraklarda bir teneffüs şart. Ama teessüf edilesi bu karmaşada hayat kumaşı defolar dolular hala küplerini doldurma hesabındalar. Canlar yanmış, ocaklar sönmüş dert değil, tek dert haritaları yeniden çizmek. İki bana bir sana, üç bana hiç sana veya hep bana yok sana metoduyla. Bu keşmekeşte İslam adına Müslümanlık tırpanlanırmış, neo Müslimler kafa kopartır, el kol bacak keserlermiş kimsenin umurunda değil. Sözde karanlıktan korkanlar bir araya toplanmış hala ampul icat etme peşindeler.

Sonuçta gidenlerin ayak sesleridir, gelenlerinkiyle karışan ve kör karanlıkta Işitilen. Söze ne gerek, Işitmek gerek mazlumun feryadını. Feryada ne gerek, mezalimden kaçarak Doğu ve güney doğu kapılarına dayanan masum gözlere bakın, gözlerdeki o korkuyu görür, Işitir ve anlarsınız…

23 Eylül 2014 Salı

SÜNGERSİ AKIL ÇIKMAZI…



Bu bir Işitme problemidir ve sosyo-siyasal açıdan ada ve nama konuşmalar yapıp edip sonradan sağır sultanların duyduğuna ve tek merkezli sultaya göstermelik huylanmadır. Çok yakında bu Işitme problemine de sünger çekilir ve gelmişi geçmişi unutturulur…

Geçmişe sünger çekmek deyimi her çıkılmaz sokakta usturuplu bir çıkış yolu eylemine eylemliliğine dönüştürüldüğü sürece bu ülke de, iktidarları da, muhalefetleri de asla iflah olmaz. İflasın eşiğinde bir siyaset silsilesinin siyasal tarzı geçmişi süngerlemek oluverince ortalık tümden süt liman oluyor. Güncel siyasetin en vazgeçilmez dayanağı olan bu yersiz istila da bu sayede sürüp gidiyor…

İstifade edenler ve ettirenler görsem de inanmam düzeneğini işlettikçe garibim halk da topyekûn bu düzmecelere kanar. Bu kandırmacalar aklı evvel işgüzarların ve işbilir birlikçilerin bu yönsüz rüzgâra kapılmasıyla kılcal damarlara kadar uzar. Ancak hayatta her şey zamanı geldiğinde filmi gerisingeri sarar, üstüne sünger çekilse de gerçekler asla değişmez değiştirilemez.

Ayrıca herhangi bir kanıt olmasa bile varsayılan ve savlanan bir durum mevcut ise sonuçta o mevcudiyet bir şeylerin olmadığı veya hiçbir dolabın dönmediği, döndürülmediğinin kanıtı değildir…

Belki de söylendiği gibi her şey iyidir ama iyinin de iyisi olabileceği asla hatırdan çıkarılmaması gereken bir temel olasılıktır. Hatıra binaen kötü geçmişi iyi halli göstermek uğraşı da uğursuzluğun en uğrak adresidir. Her kim olursa olsun bu adreste uzun süre konaklarsa tez elden hesabı görülür. Asıl fenası ise mahşere kalan ve bırakılan eksik ve açık hesaplardır. O vakit geçmişe sünger çekmeler ve sünger çeken ve çektirenler ustura ağzı keskinliğiyle hizaya çekildiğinde asla iflah olmazlar. İflahları o an kesilir.

Elbette böyle tıkır tıkır işleyecek bir realite söz konusu olabilir ve olmayabilir de. O halde bu artık değer değersizlerini ve değersizleşmeleri illa da ilahi adalete bırakmamak gerekir. Değer veya değmez ama onları Âlemin yüce değerlerine göre divana yatırmak gerekir. Süngersi akılla akı karaya bağlayanlar, karayı aklayanlar kipi kisvesine bakılmadan, her kim olursa olsun ayni cetvelle ölçülmedir.

Ceddine rahmetokutturacak densizlikle, geçmişin illetleriyle millet önünde denge tutturmaya çalışanların sıkıştıklarında geçmişe kaç kez sünger çektikleri asla unutulmamalıdır ama unutulur ve unutturulur maalesef…

Balık hafızalılık ile süngersi aklın bir potada birleştiği her tarihsel süreç ülke adına daima tarihi bir dönemeç olmuştur. O dönemeçler ilerlemeyi tersine çeviren, hür iradeyi gerisingeri döndüren ve gerileşmeyi yüzyıllara dayayan bir rolü en aktifinden üstlenmiştir. Tüm bunlar çıplak gerçekler olarak masalarda durduğu halde işlerine öyle geldiğinden sünger avcılarının sünger çıkartırken yüzeyden en dibe kaç kez vurgun yediklerini veya vurgun tehlikesi atlattıklarını bilmeden, öğrenmeden dönüp durup geçmişe sünger çekelim deyimini kullanmak Işitme probleminin ötesinde ruhsal bir problemdir. Bu geçmişe sünger çekme eylemselliğinin sürdürülmesi sol tahlilde paslı çakaralmazları bile otomatikleştirir.

Geleceği yok edecek hepten silecek, ahaliyi süründürecek ağır hamleleri gizlemek adına çek bir sünger geçmişe diyebilmek siyaset ötesi ayıp ve sosyo-siyasal günahtır hem de en büyüğünden…

İstifadecilerin yarın sıkıyı gördüklerinde istifacılara dönüştüğünde yani bal teknesinin kararan dibi göründüğünde, paçalara bulaşan kiri bol deterjanlı sünger de temizleyemez sonra. Asıl olan üç maymun oynayarak kanıt peşine düşmek yerine, kanıt olmasa bile hiçbir Bizans oyunu oynanmadığına körü körüne kanmamak gerektiğidir.

Bunca inatçı kamplaşmanın neticesinde gün gelip sütten çıkmış ak kaşık görülenler bir bir karanlığa gömüldüğünde geçmişe sünger çekenler sünepeliklerini nasıl hasıraltına süpüreceklerini şimdiden enikonu hesaplamalıdır.

Yoksa tampon bölgeler de iyileştiremez Işitme probleminden doğan hastalığı ve tüm tampon bölge yaşananları süngersi akıl çıkmazı hastalığına dönüşür…

22 Eylül 2014 Pazartesi

KUTSAL ORTAM YETİŞKİNLERİNİN YETKİNLİĞİ…



Kutsal ortamlarda yetişmemiş ama kendi kendine kutsal kazanımlar biriktirenlerin Kutsal ortamlarda yetişmişlerin yetkinliğini ve yetişkinliklerini ispata davet çağrısı günden güne geç kalıyor, güçleşiyor ve zorlaştırılıyor. Oysa Kutsal ortamlarda yetişmiş kutsal ortam yetişkinlerinin yetkinliğinin artık sorgulanması gerektiği su götürmez bir gerçekliktir...

Kutsal ortamlarda yetişmişliği mirasyediler gibi bol kepçeden harcayanları gördükçe, bu iktidar mevhumunu anlama rahatsızlığı bir yana tüm yaşanan hükümsel boşlukları kendi çapında doldurmak kendine insanım diyenlerin başlıca yükümlülüğüdür sözün kısası. Sabahı olmayacağı aşikar bir gece ve geçmiş veya gelecek gecelerin karanlığı asılmış ise gölgeli duvarlara başka da çare yok sanki. Birbiri ardına sıralanan kutsallara ters köşe, iktidar oyunlarını ve olayları görmezden gelmek gece körlüğüdür en harbisinden. Benim de kutsallarım var diyenlerin bu kör baltaların her ağızda kutsallarına sövmesine de asla izin vermemesi gerekir ortalığın esenliği için.

Yangından kaçarcasına ve yangından kaçırırcasına sınırları belirsiz ama belli bir şuurla genellemeler yaparak, tarihi mirasla övünüp durup çarpık kapitalist dünya düzeninin bir uzantısı ve uygulayıcısı olmak hangi insanlık kutsalı ölçeğine uyar veya uydurulur anlamak mümkün değil. Bu garip atmosferde memleket insanlarını gizli kulaklar ve gizli gözlerin alenen dolaşacağı ve en mahreme bile ulaşıp değebilecek kara yıllar bekliyor aslında.

Manzara bu, kutsal ortam yetişkinlerinin orta mektep kaçkını münazaralarından fırsat kalırsa eğer, görülecek ki manzara çok vahim.

Bu beceriklilik panayırında neyin nasıl niye becerildiği in ve cine de sorulduğunda hep ayni imgesel yanıt; kutsal ortamlarda yetişmişlik sarmalı…

Kutsal ortamlarda yetişmişler daha ne olsun. Birbiri ardına sıralanan ve artan sorunları açmazları, cılız açılımlarla hallediyor, halledecek veya hale yola koyacak sanılan bu kutsiyet de bir yere kadar ama düşünen yok. Aslında o sona yaklaşıldığı bilinerek bilmezden gelenler ile görmezden gelenlerin gayri ihtiyari kurduğu geçici ittifakta göbekten çatlamak üzere. En fazla üç beş yıla belki de görmez sepet koluna, herkes kendi yoluna havası eser memlekette.

Kutsal topraklarda, kutsal ortamlarda yetişmişliğin beş paraya gittiği görüldüğünde yıktığıyla ve yıktığınca övünülen başka ne kutsallara sarılacak ve saldıracak acaba bu kutsal yetişkinleri. Kutuları depmece dolduran bu yetişkin kutsallık yanılgısı çok yakında acaba başka hangi yangınları kıvılcımlayacak.

Oysa kendilerini sakladıklarının içine gizleyenlere fildişi sandıklar da kar etmez. Bilinen odur ki tarihin tüm kanlı, canlı savaşları hiç de kendilerine ait olmayan sandıkları birbirlerinden kapabilmek için çıkmış veya çıkarılmıştır. Sadece almayı bilip de vermeyi bilmeyenler veya tenezzül etmeyenler ise bu savaşları daima kaybetmişlerdir. Bu öyle bir kaybediş ve büyük bir kayıptır ki, kutsal ortamlarda yetişmişlik de fayda etmez ve zevatı kurtarmaz asla. Çünkü karanlıkta hiç kimsenin yüzü tam görülmez ve hiç kimsenin yüzü tam tanınmaz.

Kutsal ortamlarda yetişmiş yetişkinlerin mukaddesat öyle mukadderat böyle diyerek memleket insanlarının alın yazılarını çalmalarıdır mukad olan…

Çok yüzlülüğü kutsallaştıran bu dar çerçeveli, kör çevreli ortam ortacıları götürdüğünü her memleket evladının geleceğinden götürüyor. Bu gerçek eninde sonunda iyice anlaşıldığında acaba hangi yüzle çıkacaklar milletin karşısına. Minareli minaresiz her ortamda, kutsal ortamda yetişmişliğine vurgu yapılan bu mevcudiyet, mevcudun kaçta kaçını kendi hanesine saydırmış gün olur gün yüzüne çıkar. O yontmalar bir bir belgelendiğinde o içten veya hariçten gazellerin, atıp tutmaların faturası kime kesilecek belli ki belli. Ama o yüzleşmelerde, hangi kutsal ortamlarda yetişmişlik hangi yetişkinleri kurtaracak görülecek.

Görüntü bu minval üzere akarken kutsal ortamlarda yetişmişlikle övülenlerin, övenlerin sofrasına kaç öğün nafaka yumuşatmış ortaya çıktığında kim nasıl tekrardan sertleşebilecek görülecek.

Kutsal ortamlarda yetişmişliği kafi görenlerin kutsal ortamlarda yetişmemişliği ise Kaf dağının ardında görenlerin bu görgüsüzlüğü de nereye kadar pek yakında görülecek. Bu görgüsüzlük kutsalların bir bir yok oluşunu hazırlıyor ve hızlandırıyor ise bu izni her fırsatta sorgusuz sualsiz verenler ilahi kürsi de defteri kebirlerine günah üstüne günah mı yoksa külliyen sevap mı yazdırmışlar görecekler.

Ortamı geren, yeren, yiyen, yedikçe doymayan bu eksik yetişmişlik daha çok kutsalı bozuk para gibi harcar bu gidişle. Ancak Kutsal ortamlarda yetişmiş yetişkinlerden olsalar da neyi ne kadar harcarlarsa harcasınlar bu iktidar mevhumu yeni mahvoluşlar hazırlar, en sonunda onları da hükümsüzlüğe ve hükümlüye devşirir.

Yeter ki, Kutsal ortamlarda yetişmemiş ama kendi kendine kutsal kazanımlar biriktirenlerin Kutsal ortamlarda yetişmişlerin yetkinliğini ve yetişkinliklerini ispata davet çağrısı günden güne artsın ve Kutsal ortamlarda yetişmiş kutsal ortam yetişkinlerinin yetkinliğinin artık sorgulanması gerektiği su götürmez bir gerçeklik olarak algılansın…

20 Eylül 2014 Cumartesi

PAPARACI PALAVRALARI VE ‘SİYASETDİN’…



Paparacıların ne idüğü belirsiz ve menşei mesnetsiz batıl inançları maalesef genelgeçer din olmuş ise ölüm meleği tırpanı vurduğunda ecel çığlıkları en korkuncundan atılır. İnatçı sessizlik yerli yerini bulduğunda ise yetişkin öfkesinden gerçekten sakınmak gerek. Maazallah ölüm meleği de bu gazaptan nasibini alır paparacı palavracılarla birlikte…

Tam da huylar değişecekken, değişmeye yatkın bir hal almışken o hayhuy arasında mizaç zayıflığına dini renkler eklenir, ilahi bir denklik yüklenirse duyular bir anda kendinden geçer. Duyumlara aldırmazlık, duyurulara aşırı güvensizlik durgun kara sularında hantalca yüzmenin eşi ve benzeri görülmemiş dış kulvarıdır. İşte yerel meltemlerle şekillendirilen dünyalıklar, dinsel motif ve matemlerle bir çırpıda ahretleştirilirse ölüm meleğine de iş kalmaz.

Ekinoks fırtınalarının hırpaladığı bir kısır dinci döngü başladığında iş çığırından çıkar. Bu baştankaralık merkezkaç kuvvetiyle ulvi düşüncelerin yürek parlayan, zihin parçalayan yok oluşunu tetikler. Yukarıdan kuşbakışı bakıldığında her şey güzel görünür ama fındık kabuğu rengi gözler güzel ve çirkini, iyi ve kötüyü en alasından görür. O perspektifte tek başına ayakta duramayacak sözler sarf eden paparacılar ile harama helale hiç nazar etmeden palazlananlar bütünüyle palavracıların emrine amadeleşirler. Oysa olan biten yaratandan bile çekinmeyerek kendi eliyle, ağzıyla bu paparacı palavracılara boşuna kendini teslim etmek, mahkûm etmek veya ettirmektir.

Ve hiç kimse açıkça dillendiremez işin aslını, bu ne iş böyle… diye. Odunun kerestesinden asla faydalanılamayacağını, faydalanılmazlığını bile bile kendilerini dünyevi yalnızlığa iterler. Sütü sulandırmanın manası yok ama suyu bulandıranlar çoğaldıkça paparacıların din diye lanse ettikleri her yeni şeyde sabah çiyi tortusu aramak farzı ala ve çıplak uyarıcılık görevi. Bu yeşil yol üstünde; “Kendini çok güçlü hissetmek belki çok kötü sayılmayabilir, ama o güç çok yolcuları da alabildiğine yıpratır...” ve tüm ezgilerde özdeş bir ayrımcılık tabiatıyla yaygınlaşır.

Paparacılara ve palavracılara inat melekselliği kanatlarında taşıyan martılar kentlere ölüm yolculuğuna başlayınca sular taşar, deniz kararır ve kara deniz ulaştığı her noktaya dek hak adına dalgalanır. Ve mutlulukla çağlayan o müstesna anlar, din bezirgânlarına en sert ve hazin sonları bir bir hazırlar. Böyle olmuştur daima tarih süzgecinden elenenlere çıplak gözle bakıldığında. Süreç müreç değerlendirmek, yenidünyaya dinsel düzen paparazziliği güdülemek bir yere kadar sürer. Ve hiç umulmadık anda uğultular bir anda yükselir ve paparacı şakşaklamalar aniden kesilir ve şok duraklama başlar.

O şaşkınlıktır işte akıl paralayan ve o paralizasyonda çarçabuk ateistlere de din ticareti girişimleri başlar, hür müteşebbislerce teistlere de bu siyasetdin pazarlanır…

Mavnaları asla paparacı palavralarına yük taşımayanlar, her eski tür yazıdan ve yeni hür yazıdan mana çıkarmayı bildiklerinden sustukça hanelerine günah yazılır. O inanç bütünlüğüyle de bu kür yazılar yazılır.

Bütün kazanımlara veya kaybedilenlere değecek veya değmeyecek bir devasa palavraya tutunmak hangi din ve mezhep mensubu olunursa olsunsun yasaklanmış bir ilahiselliktir. İleride eğer tuhaf bir neşe ve şaşkınlık geçirilmek istenmiyorsa bu paparacıların palavra cennet vaatlerine kanmamak lazımdır. Ayrıca hazzı dağıtmayı, hüznü defetmeyi bilenlerden olmaktır erdemlilik ve dindarlık.

Hiç çıkar yol ve çare kalmadığında bile kupkuru havayı içine çekip rahatlamak ve kuşkulu iç çekenlerden olmamaktır tüm varoluş felsefesi. Palavracı paparacıların, palaz pandıras kutsallara aykırı hale dönüştürdükleri hak din anlayışını hâkim kılmaları inanç eşitsizliği yaratmaktır sümme haşa. Bu her inanış biçimini hakir görme ve kendi dinlerini hakim kılma yarışına seyirci kalmak, onay ve güç vermek ise hangi dine ve akla hizmettir anlaşılmaz.  Ancak bu palavracı etapçıların, son düzlükte mutlak hesaba çekileceklerden olduğu ilahi hesap gününden evvel de kesinkes anlaşılacaktır.

O vakit şu sahte dünya dev bir ayaklanışa, paparacı palavracıların pupa yelken geldikleri gibi değil gerisingeri yüzerek ve kağıttan gemileri yüzdürerek gidişleri, hiçbir kutsal kitap sahifesinin izin vermeyeceği türden bir ayıklanışa sahne olacaktır. Cini kurnazlık ürünü söylentiler yayarak, palavra söylemler savlayarak, sonra kendi has yalanlarına bu doğru diye inanarak olmaz ezeli ve ebedi kurtuluş. Çünkü kurtuluşu müjdeleyenlerin yolundan sapmışlık sarhoşluğudur, bu ve benzeri yeni bir inanç modeli oluşturmak üzere adaletsiz kalkış ve çıkışlar. Aslında palavracılığın da, paparacılığın da Allah’ı kitabı paradır lakin lügatler yazmaz.

Allah bilir ama tanrı tanımazlar ile Allah bilir din tanımazlar da zamanla kendilerini bu ne idüğü belirsiz ve menşei mesnetsiz batıl inançların din olduğu ve aslından sayıldığı bu “siyasetdin”likten saymazlar belki ama kendi dinlerinden cayacaklar sanki…

18 Eylül 2014 Perşembe

YAZI, YAZGI VE CÜMLESİNE ÜÇ NOKTA…



Yazmak bir mihenk taşıdır, konuşmaktan sonraki evrede. O mihenk taşı öyle veya böyle bir kez atlanınca cümle yazgılar yazarın kapasitesine koşut cümleleşir ve sonu üç noktayla bitiveren yazılar doğar…

Yaklaşık bir aylığına kısa bir ara verince iyi cümleler kurmak, iyi yazılar yazmak ve tarihe gereken notu gereğince düşmek değilmiş gerçekten iyice anladık. Ayrıca gündem belirlemek yerine gündemi takip ederek kalemin, kelamın safsatasını yapmak da orta halli yazarlıkla bağdaşmaz.  Zaten yazıda zor olan şey, püf noktası sayılabilecek imaları nereye nasıl yerleştirilmesi durumudur. Bazılarına iyi gelebilecek, ölçüsü ve kararında gevezeliği harflendirip, imla kuralları çerçevesinde sıralamak yazı olunca, içi dolu edebi makaleler kalemlemek boşa emek harcamak sanki.

Fazlalığı ve arsızlığı çemberin dışına koymak mahirlik olsa da bu yazın denizinde yol bulup, yolcu olmak da iyice zorlaşıyor gitgide...

Elbette her yazı, herhangi bir olayda ve envai çeşit konuda bir noktadan da olsa hayata tutunabilir. Ama yazarlar veya böyle yazanlar hayata tutunduğunu sanarak kendi kendini aldatırlar sadece. Kitaplar dolusu yazdıktan sonra dahi hiç aldırmadan, çark ettiklerinde en ufak bir fikre saygı duymadan, eleştirilere asla aldırmadan birilerinin, beli bir kesimin dikkatini çekmek veya yüksek rakımlı tepelere şirin görünmek için yazmak en büyük kandırmacadır. Alfabeyi güçlü lehine, iktidar yoluna şekillendirmek en büyük ayıplılıktır. En güç olgu diye tarihe yazılacak biçimde bağımsız olmak ve özgür kalmak ise essahtan yazmaktır.

Harflerin ardındaki bu sürükleniş ve sürgün hayatı, kelimelerin akışında kayboluş, hayatın dilini ve hayatı unutuş anlamına gelmez, gelmemelidir de. Ama unutmalar ve unutanlar çoğaldıkça yazılar yazı değil kara yazgı olur veya yazarları kara yazgıya ayna tutar. En kötüsü ise olduğunca yoksul ama mazbut yaşamaya karşın bu kara yazgıya kökten direnebilmektir. Bu kara zenginleşmeye bulaşmamaktır, ucundan köşesinden.

Şu günlerde yazmak iğneyle kuyu kazmaktan da beter bir iş. İyi cümleler kurmak iyi yazmak demek değilse de bu beter işten sıyrılmak da gittikçe güçleşiyor. Çünkü iğneyle kazılmış kuyulara hapsolmuştur tüm yükseliş hikâyeleri. O nedenle cümlesine iyi veya kötü cümleler kurarak anlatmak, anımsatmak gerekir düşüş romanslarını.

Metalimsi sesler eşliğinde fırıldak gibi seyreden o hisli paragraflar karanlığı bile irkiltir ve korkutur. Her şey yoluna girecek mantalitesiyle klikleşen bir yazarlık hevesliliği silikleşen bir kozalaşmaya dönüşür zamanla. Ömrü kelebeğinkine benzer bu genleşen bağımlılığın. Önemli olan bu karanlığa bayrak açma dürtüsü ile tabutunda kapağı var girdabına savrulmaktır. Durduk yerde kamp cambazlığına soyunmak ise yazıları tersten yazmak, yazgıyı ise tersten okumaktır.

Oysa karanlığa kızgın kalarak kelimeler cemil cümlesine cümleleştirilince yazar da, yazı da yazgı da değişir kendiliğinden…

Yazarlık gayesi ve hevesiyle plastik bir şırıngayla harfleri kelimeleştirerek her tıkanık sayılan damara zerk etmek, temiz bünyelere zehir akıtmaktır olabildiğince. Bu en keskin zehri topluma boca etmek, hayatın gerçeklerinin üzerini kara bir örtüyle örtmek, açıkları kapatmak ve hazırola geçip emredin efendimler terennüm etmek resmen insanlığı yitirmektir.

İşin aslı yapılabilecek hiç bir şey kalmayınca akıllardaki aklar, zihinlerdeki demir perdeler şaha kalksa bile karanlığa yuvarlanış hızlanır. O hızla ters orantılı, fırtınanın ortasında yazarlık kara bir nokta gibi belirir ve son nefese kadar sürer macera. Tıpkı kara deliklerin yıldızları yuttuğu ve başka bir düzleme tükürdüğü bir fiziksel gerçeklikle sürer o serüven. Sürüklenilen o egzotik macerada uluslar arası arenanın yalanlarına aldanmamak ve küçük yanlışlar olarak farz edilen ulusal talanlara göz kapatmamak esastır. Çünkü yalanlar yanlışları ikiye hatta dörde katlar ve safdiller kendi yalanlarına bile inanırlar nihayette.

Ayrıca kutsal saptırmalarla beslenen ve desteklenen yalanlar her ne konu var ise kristalize eder, putlaştırır ve övünülen beyazlıkta zamanla kararır. Bu yok oluş sürecine merdiven dayanmasının ilk belirtileridir ve kaçış başlar, deli yüreklilik kaybolur. Bir sığınma stratejisi lobileştirilir.

O küçülmeler ve kayboluşlar ise haybeden değil harbiden yazarlığı diriltir... 

İyi veya kötü cümleler ile kurgulanan o sahte dünyaya başkaldırış ise tarihe hak ettiği notu düşebilme yiğitliğidir. Özgür ve özgün kalarak konuşmak ve konuşmaya çabalamak güçleştirilip faydasızlaştırılınca, ayni tavırla yani özgür ve özgün kalarak yazmak kesinleşir. İşte o keskinliktir yazarı yazar saydıran.

Yazarlık biraz da alevlerle dans eden kan kırmızıya duyulan yakınlıktır. Yazmak evrende bir yerlerde zaman durmadığı sürece daima var olmaktır. Yazı, yazgılara kara yazgılara neden olanların cemi cümlesine sonu üç noktayla biten algılar yaratmaktır.

Ve değerlenir üç nokta…

FINDIK KABUĞUNA SAKLI DÜNYALAR…



Kuzey doğuda bir yerde, üç beş dönümlük bir bal ormanı derinliğinde fındıkkabuğuna hapis kalmış, tutsak edilmiş fındık rençperliğine savrulduk ana baba hatırına…

Sağanak yağmurlar vurmadan evvel tam yıl özlemle beklenen hasadı yapmaya çalışan rençperlerden almışız bu solmaz aklı resmen anladık. Sözün ası, hası o rençperlerden saydık kendimizi bir süreliğine de olsa. Ucunda sarı sıcak ışığın yandığı upuzun bir tünele dalarak ayıldık. Aya merdiven dayadık sanki işin gerçeği. Camın içine hayat üflemek gibi zanaatkârlıktı, çeç çotanak hayatı ayalamak. Ay ışığında bulut saymak ile oyalanmak başka bir hikaye. Yağmur getirmeyeceklerden olanlarını selamların en alasıyla selamlamak ise geleceğe umut aşılamaktı aşk ile. İşin garibi yüksek rakımlarda kardan közden yanmıştı sert kabukların içindeki narin yağlı meyve. Ve yağmur şarttı doğanın tekrardan doğumu için.

Öylesine bir yenileniştir ki o filizlenme, taş çatlar ve suya hasret yeşillenmişlikler fışkırır yeryüzüne. Yeşilin o bin bir tonu denizin lacivert karasıyla ahenkle birleşince, cennetten bir köşe coğrafyada rençperlik etme aklı da rotayı şaşırır haliyle. Ve rençper aklı yağmur damlalarının kendi bir yılı yerine, geleceğin yüz yıllarına akacağını bilir ve pusar arından.

O öyle bir arınmışlıktır ki hiçbir kutsal kitap öğretileri karşı duramaz bu realiteye. Düşlenen doğanın özüne değen o damlacıklara öz vermektir aslında hakkı hukukunca. Yine de Heslenmeler, yandaşlıklar, ayrısı gayrısı yokmuş görünenlerce aykırı hislendirmeler o rençperlik aklını herslendirir sabır taşını çatlatırcasına. Nedense can suyuna kadar iliği kemiği emilir doğanın. Tabiatıyla tüm canhıraş uyarılar kaderden sayılır fırsat bu fırsat zenginliğinde. O kader kısmet girdabında o en kıymetlilik kasılmışlığı yer altı ve yerüstü akışkanlarını kara tünellerinden geçirir ve yapay havzalarında toplar. Bir acayip boşverdimciliktir ki yaşatılan fakirlik, en yakına dağılmış olsa da garabetler asla elektriklenmez rençper aklı.

Yağmurlar vurduktan sonra güneşi özlemle anan ve bekleyen, hasat yorgunu rençperlerden olduk bir ara ve o aralıkta aldık bu aklı…

Ürün bahçede kurudu topladık, sonra yağan yağmurda ıslattık topunu, parçalı bulutlara inat çiçek gibi açan güneşte zor bir hal harmanladık, tekrardan kuruttuk. Böyleymiş bu işin raconu öğrendik. Yarısını eski alışkanlıklarla eşe dosta dağıtmak üzere çuvalladık, diğer yarısını tüccara bağladık rekolte düşüklüğünden tırmanışa geçen ederine, bedeline. Edisi büdüsü, yekunu tutarı bir yana kaderimize keder kattık yine. Rençperlik aklı işte çok tonluk bahçelerde sıfır çekenlere ah vah ettik sırası geldiğinde. Her daim otuz kırk kantarlık rençperlikten gelmişliğin saflığından olsa gerek doğanın bu yeter artık boykotunu kırdık bu senede. Seneye bu tavırla eldekinden olmayacağımız kesin ama yine de fındıkkabuğunun içine can üflenmesine duacıyız şimdiden. Rekoltesi ne olursa olsun bu üretim periyotlarının kaymağını yiyen tüccarından, ağa para babalarına, yağmuru da güneşi de ayni özlemle bekleyen rençper renkliliğiyle bedduacıyız.

Neden bed dualar yapıldığını şu üç kuruşluk dünyada Hesiyle, kesiyle, cüssesiyle, kasasıyla kesesiyle, eşi dostuyla götürenler çok iyi anlar…

Yaratan müsaade ettiği sürece bu arsız vurgunlardan vurgun yemiş rençperlerden olacağımızı, yaşadıkça onlardan aldığımız akılla sözün özüne vuracağımızı ocağımıza hizmet sayacağız.

Evet, kuzeyde bir yerde, bir bal ormanında üç beş dönümlük bir mecrada yağmurdan kaçan, parçalı bulutlar arasından cılızca görünen güneşe el avuç açan rençperlerden olduk bir süreliğine. Çakma akıl iki adım gidermiş ama onlardan aldık bu zehir aklı. Ve haklı olduklarını, yerden göğe haklı olduklarını ama doğanın kendilerine sunduğu en doğal hakların bile yavaş yavaş ellerinden alındığını bu yarım akılla dahi anladık ve yerinde annakladık meseleyi.

Belki bir anı olarak kalacak bu derin annaklamalar ama yağmur da bizim, güneş de bizim, fındıkkabuğuna saklı dünyalarda…