20 Ekim 2012 Cumartesi

“EN” BELEDİYE BAŞKANI “BİZİM” BELEDİYE BAŞKANI…

“EN” BELEDİYE BAŞKANI “BİZİM” BELEDİYE BAŞKANI…
Bizim Belediye Başkanı, Orc’un yaz ortası yaptığı bir araştırmaya göre başarılılıkta ilk ona girmiş…

“ Demek ki yetişkinlere üç boyutlu filmler devam ediyor. İster Büyükşehir Belediyesi olsun, ister ilçe, belde belediyesi olsun şu belediye başkanlarını anlamak mümkün değil. Kimi makam yetkisini kullanarak hacıya hocaya gider, kimi tatile, kimi kendini yılın “en” biçimli en verimli belediye başkanı seçtirecek filmler çevirir. Kimileri ise yetinmez, durulmaz bir yerlere kendini en büyük başkan seçtirir. Elindeki başkanlığın kıymetine kıymet katacakmış gibi. Bunları kütüğüne kayıtlı olduğumuz kentin belediye başkanının yakın bir akrabası olarak söylüyoruz.

Kime sorsanız “enlerin” belediye başkanı odur.

Halkın belediye başkanı olmak ise zordur.

Halkın belediye başkanı olan kaldıysa eğer ne mutlu ona…

Bu zorlukları, başarısızlık cenderesini aşmak ise kolaydır. Bastır parayı yaptır bir anket gerçekten başarılı görünenler arasında sınırda kıyıcığa yazdırıver ismini, ahali şaşıversin. Yok, canım başkana haksızlık etmeyelim. Bak ortada kapı gibi anket var. Birilerine acı gelecek söz söylemek, asla şiarımızdan değil ama “göğe direk, denize kapak olmaz” …

Suya yazı çaldığımız bunca sürede idari erkânla yakınlaşınca, siyasi bağı ne olursa olsun onları kendimizden görmemizdir işin aslı. Misafir de olsalar bizden gördük ama ayıp olmaya başladı, misafirperverliği su istimaller. Yoksa çağırsalar da gitmesem, çağırmasalar da sitem etsem değil niyetimiz. Görünen köyün Kılavuza ihtiyacı olmaz ayrıca.

Beldede, ilçede, kentte her yapılanın belediye başkanının inisayitifinden ve desteğinden geçtiğini görmemek akıl karı iş değil. Ancak başkanların dilden dile gezmek çabası da bir garip çelişki. Belediye başkanlığının siyasette en tepeye tırmanmanın basamağı, vekilliğe uzanan siyasi yolculuğun ilk durağı veya yeniden seçilmek olarak görülüp yaşanması başkanlar açısından doğru olabilir. Körler ülkesinde şaşılar padişah olur demek bize yakışmaz ama halktan biri olarak belediyenin sunduğu bütün donanımın siyasi ikbal için kullanıldığını görmek,  erken seçimlerinin yaklaştığı şu günlerde haksız rekabet oluşturuyor sanki.

Sayıp sevmediğiniz, üzdüğünüz, kırdığınız, bunalttığınız birileri çıkar zamanı gelince eteğindeki taşları döker…

Adı sanı bilinmeyen, biraz araştırılınca çok önemli bir yapılanma olduğu veya olmadığı hissi veren veya sade vatandaşa öyle olduğu dayatılan bu anketşörlerin-anketlerin kime ne fayda sağlayacağı ortada. Gizli düşler, yerelden başlayıp genele devam edecek bu uyduruk anketlerle sanki.

İşte o zaman bu anketlere bütçeden kaç para ayrıldığını sorar o birileri...

Sorular kime sorulur, hikâye nasıl yazıldı, kim kimi destekledi de bu düzeyde bir sonuç çıktı, ilerleyen günlerde göreceğiz. Artık, Küresel sorunlarla ulus devletlerin baş etmesi konusunda projelerin yarıştığı bir dünyada hangi evlatlık proje veya projelerdir bu başarıyı getiren anlaşılması güç olsa da.

O övündükçe övünülen Güzel şehrim projesi ülkede alay konusu oldu pek yakında ama elimiz dilimiz varmadı haklısınız demeye. Top yekun rezil olduk cümle aleme…

Dünya âlem biliyor işin özünü ama suskun. Yarım ağız telaffuz edilse de gerçekler ihale bir araştırma şirketinin üzerine kalmış olabilir, her zaman olduğu gibi. Başarılı ise eğer belediye başkanı, bakacağız Bizim şehir bu başarıdan nasıl ve ne kadar nasiplenecek. Yıllarca boş verilmiş şu garip ilçenin payına ne düşecek. Elbette hiç ama belki beşer şaşar…

Evet, “En” Belediye başkanları bizde, bizimkisi. “En” Siyasi parti genel başkanları, il başkanları, ilçe başkanları, üst yöneticileri, milletvekilleri, bakanları, başbakanları, cumhurbaşkanları, işadamları, sanayicileri, gazetecileri bizde. Enlemi boylamı derin ülkeyiz vesselam. Ama işler bir türlü düzelmiyor, sorunlar arttıkça artıyor.

Önümüz seçim; öyle Orc-porc anketleriyle bir yere varılamayacağını da, kaçılamayacağını da görecek tüm ahali…

Olmuyor en belediye başkanı ve başkanları, olmuyor; biraz olsun size o makamı verenler veya vermeyenler için de çalışın..

Zaten “Abdal ata binince bey oldum sanır, şalgam aşa girince yağ oldum sanır” mış...

"YAŞAR NE YAŞAR NE YAŞAMAZ" LARA DİNİ BAYRAMLAR…

"YAŞAR NE YAŞAR NE YAŞAMAZ" LARA DİNİ BAYRAMLAR…
Pek yakında Kurban Bayramı var…

“ Kurban et bayramı, Ramazan şeker bayramı olalı beri maalesef dini bir ritüelden öteye gitmiyor bayramlar. İçi boşaldı onlarında, her şeyin içi boşaldığı-boşaltıldığı gibi.

Festival havasında geçen, tüketim çılgınlığını tetikleyen, kapitalizme koşut bir gelişmişlik veya gerileyiş hüküm sürüyor bu bayramlarda. Dostluk, paylaşım, yardımlaşma ve dayanışma en alt düzeye çekilmiş, dinin öngördüğü değerler ikincil plana itilmiş durumda. Sadece adı dini bayram…”

Cep telefonundan bir kısa mesajı bile, Türkçeyi hakkınca kullanarak yazamayanlar, bu bayramların baş itirafçısı, baş tenkitçisi olarak başköşedeler.

Eskiden yaşanan o naifliği, “Rengârenk resimli kartpostalların arkasına birkaç cümlecik tumturaklı bayram tebriği yazabilme güzelliği“ ni yaşamayanlar bugün el öpüyorlar çıkarları uğruna.

Çıkarsamaları da o yüzden anlamsız ve çıkarcı. Bize göre “ Yaşar ne yaşar ne yaşamaz “ hissiyatıyla anımsanacak bu bayramlar da. Bayram tebriği biçareleri ne anlarlar namelerden. Ara nağmede yitip gider alimcikler.  Kaderde tüm karanlıklara inat fasikül fasikül devirdikten sonra, çarık çürüklerle uğraşmak da varmış ne yazık ki…

Ne hikmetse gök pamuk tarlası, yer demirden gülle ve sırat köprüsü.

“Kurban kesenler, Sırat Köprüsü’nü kazasız belasız geçebilmek için o kurbanlara binecekler “ derler “yaşar ne yaşar ne yaşamazlara” engin bilgileriyle âlimler…

İyi de cehennem üzerinde kıldan ince kılıçtan keskin Sırat Köprüsü’nün varlığını vurgulayan ayet hükmü var mı ki. Sahte cennet bezirgânlarıyla bir olunca yalan dünyacılar havada uçuşur öngörüler. Büyükbaş ve küçükbaşlar kurtarıcı olur insanım diye geçinenlere.

Allah akıl fikir versin şu âlimlere, yaşar ne yaşar ne yaşamazlara da âlimlik…

Bu söylencenin kurban kesilmesini teşvikten öte bir gerçeklik içermediği apaçık belli. İlla ki kurban kesilecek, etinden tadılacak denilmesi de dini hüküm ve dayanağı net olmayan bir durum diyenler var. Ayrıca kurban kesilecek diye islamda bir dinsel zorunluluğun olmadığını da dillendirenler var.

Dilin ucundakileri yaşamaktan "yaşar ne yaşar ne yaşamaz" hale gelindiğini görmedikçe düzelmez hiçbir şey. Bayram seyran dinlemeden kurbanlıklar sırasına girilir.

Çalınan hayatları, asırlık kızgınlıklarla görmezden gelenlerin ilahlaştırıldığı, bu kuru gürültü günlerinde bayramlar da eski tadını yitirdi. Yıllarca gizli kalan, gizlenen gerçekler su yüzüne çıktıkça, ebabiller öter her celse ve dava bitmez, ahrete kalır. Maskaralıklar kara dolaplardan saçıldıkça yer gök efsaneden geçilmez. Eline su dökecekler sıraya dizilir ve o eline su dökülmez hilkat garibeleri övünür arsızca. Bayram keyfi böylece sürer gider.

Bereket versin ki bayramların zengin ve geniş içeriğini bilip, sayıp, anıp, berber mızıkası çalmayacaklar da var, sayısı az da olsa. Patavatsız ahenk cambazları, angusu-angutu, asmalı bahçelerde sarhoşlarken, sükseden uzak bayramlaşmalar da yapılır gül bahçelerde.

Süssüz, mütevazi, sükseden uzak bayramlaşmalar bu bayram da, yine bize kaldı..

"Yaşar ne yaşar ne yaşamazlara", Bayramları bayram yapan değerlere selam olsun…

TERÖRÜN RENGİ; KARAYA ÇALAN RENKSİZLİĞE ALDANMAK…

TERÖRÜN RENGİ; KARAYA ÇALAN RENKSİZLİĞE ALDANMAK…

Yanı başımızda bir iç savaş var…

“İmsaklı takvimin yaprakları gece gündüz terör yazıyor tarihe. Kaç cana bedel günler ülkenin vicdanında kara bir leke olarak yerini aldı.  Son otuz yıldır pimi çekili bomba üzerine tünemiş bir ülke olduk. Ve bu canım ülke günü birlik manevralarla canını kurtarmaya çalışıyor. Yüksek maliyetli alçak bir savaş karanlık odaklarca şekillendirilip, allanıp pullanarak sık aralıklarla piyasaya sürülüyor.

Artık seyirci kalarak beklenemez günleri yaşıyoruz.

İsimler üzerine yolsuzluklar, bedenler üzerine hırsızlıkların gölgesi vurmuş, körpe akıllara ve taze gövdelere terör belası ve şehitlik mertebesi yaftalanmış, mıhlanmışız inzivaya, kan ağlıyoruz her tabutla. Yüreğimiz yanıyor.

Öylesine bir karmaşa hüküm sürüyor ki ülkenin neresinde yaşarsa yaşasın mutlaka her insan vakti saati gelince yakalanıyor bu can pazarına, acılı hummaya. Kısacası baştan ayağa, tepeden tırnağa geleceğin mirasçılarına, gelecek kuşaklara borçlu harçlı, vereseli gitmekle başbaşayız.

Çünkü halkın alın teri yağmalanıyor, barınakları yıkılıyor, halkın idealleri paralanıyor, yavruları kucaklarından sökülüp alınıyor, tabutlanıyor. Bu pozitif ayrımcılık girdabında daha kaç nefes sönecek. Potansiyel suçlu görülüyoruz doğrulara değinenleri ama yetti artık bu terör belası…

Dostlar alışverişte görsün hesabı, zaman zaman kardeşlik masalları anlatılsa da aslında bu ayrıcalıklı istifadeler ortamında alabildiğine kamu kaynakları söğüşleniyor. iş bilirlik adına sahte gündemler yaratılıyor. Yani İşin rengi değiştikçe, kıskaca alınmış topluma sorunların üstesinden gelecek projeler üretmek yerine terör harmanlanıyor.

Hasadı gencecik canlara mal olan, kan ve gözyaşı olan bir çözümsüzlük dayatılıyor şu koca ülkeye. Lafa gelince meselenin halli bağlamında herkes üç aşağı beş yukarı ayni şeyleri söylüyor özünde. Ama değneğin iki ucu da boyalı şimdilik. Tutulduğunda ele bulaşan terör rengi, tek renk. Karaya çalan bir renksizlik hüküm sürüyor dağlarda, ovalarda, köyde kentte, her yerde.

Bu tesadüf değil, yıllardır sürdürülen kör olasıca koskoca bir teessüf. Lanet edilesi, telin edilesi bir yok oluş. Nasıl bitmez bu kirli savaş, nasıl bitirilemez, daha kaç gencini bedel olarak verecek bu ülke. Bu ülkenin hak ettiği pay otuz yıldan sonra bu olmasa gerek. Her defasında başlanılan noktaya dönmek, bu ülkenin kaderi olamaz, olmamalı da. Bu harcanış devam ettikçe, devlet yöneticileri, idareciler keskin ve derin uçurumları ortadan kaldırmadıkça, yiğitçe çıkıp dur denilmedikçe birlerinin işine gelir bu terör belası.

Pentagonyalı toplum mühendisleri, İthal ve yerli toplum mühendisleri birbirini gözü karalıkla uçuruma iten ve muhafazakar ideolojilere hizmet eden kamplaşmış-kamplaştırılmış bir toplum modelini kolayca ve acımasızca dizayn ederler bu topraklarda.

Ondan sonra gelsin bakalım 2023 gelebilirse. 2071…

Ülke güçlensin bölgesinde lider ülke olsun bakalım olabilirse. Egemen güçlerin hedefi her türlü sürdürülebilir muhalefete asla şans vermeyen, her türlü işgale açık kapı bırakan zayıf cılız, bekçi bir ülke inşa etmek orta doğuya. Özerk dedirtip özünü parçalamak, ileri demokrasi deyip demoklesin kılıcını sallamak halkın üstüne.

Gelsin bakalım sonra yeni Türkiye…

Bilip bilmezden gelenlere görüp görmezden gelenlere, duyup duymazdan gelenlere, yolsuzluğa bulaşıp varsıllaşmayı adet edinenlere, bir çift söz yeter aslında; Toprak suya kavuşunca aykırı otlar filizlenmez. Mukadderat tayinine birileri değil toplum karar vermeli. Hem de özgürce karar vermeli ki akan kan dursun, vatan ayniyle varolsun. Gerisi teferruattır.

Çünkü bu topraklar üzerinde yaşayan her vatandaş özgürlük halesini arzuluyor, Terör lalesini değil. Hukuk, herkese eşit hukuk istiyor. Dağ kanunu, orman yasasını değil. Kimseye muhtaç olmadan el avuç açmadan, yoksulluk sınırına uzak, emir kulu olmadığı bir yaşam arzuluyor. Özgür ve eşit bireyler olarak sesini daha etkin duyuracak, yıkıcı yakıcı yok edici, iç ve dış dalgalandırmalardan bıkmış usanmış ne pahasına olursa olsun tam demokrasi bekliyor.

Terörden medet umanında teröre karşı koyanında bu ülkenin vatandaşı olduğunu bilerek, rahat bir nefes almak istiyor artık ülke insanı. Muhabbetin iyice kesilmeye başlandığı şu günlerde madem kesintiye uğradık, atardamarlarımız kesiliyorsa günden güne, kayıplar onlarca binlere vardı ise bari topyekun hatalarımızla yüzleşelim.

Çünkü terör vurdu mu rastgele vurur. Bu vurgunun kürdü, türkü, lazı, çerkezi, çepnisi de olmaz. Kaza kurşunu da olsa gelir garibi vurur. Terörün cerahatli ucu nihayetinde hepimize dokunur, kanser bütün organlara yayılır, kemoterapi de çare olmaz sonra, cerrahi müdahale gerekir…”

Yanı başımızda komşudaki iç savaş devletin varlığını yok edecek gibi…  

16 Ekim 2012 Salı

TESKERELER VE KÜRT SORUNU VE GÖZYAŞI

TESKERELER VE KÜRT SORUNU VE GÖZYAŞI
Mecliste bir sınır ötesi savaş-savaşmama teskeresi geçti...

Ülkede;

"Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sosyal adalet, yatırım, sanayi, iş, aş, üretim, fırsat eşitliği yoksa bu eksiklikler gün gelir  zirve yapar ve ‘kürt sorunu’ diye dayatılır.

Zamanında köy boşaltmalar, insanlık dışı baskı, sindirme, kayırma, polis devleti görüntüsü ve imajı, yasakçı hukuk ve sosyal devlete inançsızlık varsa asıl önemlisi bir türlü sosyal devlet olunamamışsa; ’bölgede ve ülkede devlete güven azalır ve sarsılır’.
         
Geçmişte dört bine yakın köy, bir milyona yakın insan topraklarından, evlerinden barklarından edilmişse, sürülmüşse veya göçe zorlanmışsa, anayasanın 125. maddesi unutulmuşsa süreç işledikçe ’devlete güven yok olur’.

Çok kültürlü toplum olmanın özellikleri geliştirilmemişse, farklı etnik yapılar, farklı kültür, dil, din, ırk, mezhep kapsamında varlık sürdürme istemleri yıllardır görmezden gelinmişse, yok sayılmışsa, mozaik çatlatılmış ise, terörle mücadele yasası daima silah kullanarak uygulanırsa ’iç barış zedelenir’.

Geçmişten bu güne siyasi suç, siyasi polis, siyasi ceza, siyasi mahkum, DGM, Özel mahkeme, terörle mücadele timleri, Jitem, koruculuk sistemi, özel müdahale ekipleri ve netekim kart-kurtla, önlenemez çıkışı başlayan terör örgütleri ve türevleri varsa ve artık can yakan terör oluşturulmuşsa ufukta önlenemez  ‘kaos belirir’

Fişleme, dosyalama, infaz, yargısız infaz, işkence, gözaltı, gözaltı ölümleri, açıklanamaz kayıplar, faili meçhuller, askeri ve sivil yargı ayıpları, iz sürme, karalama, intikam duygusu varsa, nedensiz dayatmalar yapılmışsa ve yapılıyorsa ’siyasal şiddetin önü alınamaz’.

OHAL, MGK, Özel harp dairesi, Mit, koruculuk ve koruyuculuk sistemi, özel harekât, özel tim, profesyonel asker, terör polisi, halk çocuğundan asker-komando, jandarma, çekiç güç, sınır ötesi berisi-gerisi harekat, bölgede lider kolluk güç olma hevesi, zoraki açılım- yalan dolan saçılım, erken seçim, bir kerelik, yıllık ve daimi teskereler var ise ’maazallah savaş nükseder’…

Ülke genelinde özellikle doğu ve güney doğuda demokrasi yerleşmemişse, yerleşmesi istenmiyorsa, her şey  feodal kalıntılara ihale edilmişse, insan hakları ihlalleri yapılmışsa, ihlaller Avrupa insan hakları mahkemesine taşınıyorsa, devlet yüklü tazminatlara mahkûm olmuşsa, AB Normları ve ABD İstekleri kabul edilip uygulanıyorsa, uyum yasaları uyumsuzluk aşılıyorsa, bölgede sınır içi sınır ötesi teskereli tezkeresiz savaş, adı konmamış savaş, kirli savaş, iç savaş, terörle savaş, silahlı çatışma, alçak şiddette savaş, hain saldırı, eşkıya saldırısı, terör belası diye adlandırılan arbedeler gün ve gün devam ediyorsa ‘kardeş kanı aktıkça akar’…

Ordu iç güvenlikle uğraşmak zorunda bırakılıyorsa, siyasetin tıkandığı yerde bir gece yarısı düdük çalması bekleniyorsa, çalışan veya emekli paşalar Ergenekoncu, balyozcu, darbe eğilimlisi bahanesiyle susturuluyorsa, gazeteciler haksız yere içerde tutuluyorsa, ülke aydınları Silivri de metazori,  tatilde iseler ‘kan durmaz sınırlar dar gelir, miskı milli dışına taşılır.’

Savaş kışkırtıcıları, rantçılar, rantiyeler, baştan bozuk şantiyeler, stokçular, kan üzerinden siyaset yapanlar, silah tüccarları, kaçakçılar, uluslar arası sermaye ve yerli malı işbirlikçileri, taşeronlar, olağanüstü hal talancıları, vurguncular, silaha, mermiye ve maaşa bağlananlar ehliyetsizler var oldukça ve günden güne arttıkça ‘savaş bitmez.’
         
Artık Siyasal bilinç ve sınıf temelinde birleşilemiyor ise, din dil ırk mezhep ve etnik köken temelinde bir ayrışma öngörülüp ayrıştırma planlanmışsa, mezhepsel farklılıklar her fırsatta fişekleniyorsa, İmralı kuş uçmaz kervan geçmez bir ada iken ipek yolu olmuşsa, meclis imralıya İmralı meclise taşınmış ise, uyduruk projeler renkli basının bile diline düşmüş, malzeme olmuş ise ’kürt sorunu kolay kolay bitmez.’
         
Hoşgörü, demokrasi, çoğulculuk, eşitlik, bölgesel gelişme politikaları, demokratik haklar, ana dil kullanımı, ekonomik uçurumun ıslahı yerine yıllarca tekseslilik, baskı, yıldırma, sindirme, asimilasyon benzeri yaptırımlar, adam yerine koymamalar, adam sendeler, isyana teşvik etmeler, aşırı zorlamalar, dengesiz güç kullanımı uygulandıysa ’iç barış artık bu yöntemlerle de sağlanamaz’…

Ülke toprakları üzerinde federatif yapı veya Kürt devleti kurmaya yönelik bir parti varsa, legal illegal güçleri elinde tutuyorsa, parlamenterleri varsa, içerde ve dışarıda makro milliyetçilik düzleminde örgütlenilmişse, iş sorumsuzca kanlı eylemlere dökülmüşse, olan sadece halktan sade vatandaşlara ve evlatlarına oluyorsa, ‘bölgedeki gerginlik, köklü projeler olmadan silahla veya yüzeysel günü kurtaran içi boş açılım paketleriyle asla çözülemez’…

Tüm siyasi partiler ve parlamento düzeyinde ortak akıl, ortak irade ve ortak siyasi güç oluşturulmadıkça, Türkiye çapında ortak kamuoyu desteği sağlanamadıkça, halk projenin içine katılmadıkça, ne sanıyor ki bu halk bu idareciler bir nutuk atarım herkesin nutku tutulurla ‘kürt sorununa kalıcı ve sağlıklı çözüm üretilemez’…

Ulusal birlik, kanbağına dayalı ve kültürel benzerlik, yurttaşlık bilinci ve ulus devlet, emrivakisiyle değil istekli, zoraki değil hevesli gerçekleşemiyorsa, zedelenmiş kardeşlik yeniden inşa edilmiyorsa, sınıf temeline dayanmasa bile ortak değerlere saygı ve ülkenin iç karartan noktaya sürüklenmesi kaygısı bileşkesinde bile bütünleşilmiyor ise, bilgisiz, birikimsiz, iradesiz çözüm üretmede yetersiz iktidarlar ve ideolojiler yıllarca yanlışta ısrar ederek terörü önlenemez boyuta taşıma-taşıtma suçu işliyorlarsa, ‘tehlike çanları gün gelir herkes için çalar’…

Tüm bu yaşanan acıya, zulme, hüzne ve olumsuzluklara karşın, üst düzey siyasiler ve çanakçıları pısıp yüzlerini asıp, ona buna gözdağı verme cesareti gösteriyorsa, analar kanlı gözyaşı döküp beddua ediyorlarsa, farklı dillerde ağıtlar birbirine karışıyorsa, kimse akıllanıp uslanmıyorsa, Akan kardeş kanının durdurulması için, Kürt sorununu bir bölge sorunu olmaktan çıkarıp ülke sorunu sayan bir anlayışa geçilmiyorsa, sosyal siyasal ekonomik ve demokratik çözüm önerileriyle bezenmiş, birlikte yaşam garantisi sağlayacak bir ‘toplumsal kurtuluş meclisi ve toplumsal kurtuluş projesi’ hala oluşturulamıyorsa’ daha bölgede çok çiçekler solar…’’

Mecliste;

"Teskerelerle uğraşanlar, herşey bir yana kime nasıl, niçin, ne zaman gözyaşı dökülür veya dökülmezi tartışır"…      

ŞÜKRAN PANKARTLARINA ŞÜKRAN...

ŞÜKRAN PANKARTLARINA ŞÜKRAN...

Fatura halka çıkarılmaya başladı...

"Öyle eşsiz öyküleri vardır köyden kente göçün. Film gibidir hayatlar. Çatısı gökyüzü bir kentte kent pazarlarında savrulurlar, kırık dökük kaldırımlarda hayallenirler. Pazar tezgâhlarında sandıklar dolusu kitaplar yazılır gurbetliğe. Çok okumayı önemsemeden,  çok okumadan geçer hayat. Arada kenara çek hayat denildiğinde devreye girer, imaj yapımcıları yeni dünyalar sunuyor görüntüsü verirler. Oysa değişen hiçbir şey yoktur, şarkı ayni şarkı nakarat ayni nakarattır. Aslında sihirli kalemler tarzında lezzetinde ne varsa tadılacak o an gözler kapanır. Terapi niyetine de olsa ruhlara fatihadan başka okunmaz tek bir satır.

Çok yazdık çizdik olmadı. 'İyi ki oraya buraya asılan pankartlar var. Pankart çöplüğüne döndürülmüş Esenler’de aklına esen mesajlarını -hala-bu yönde iletiyor Esenlerliye. Bu çığırı açan öncülük eden belediyeyi ne yapmak gerek acaba. Kime şikayet etmek gerek. Dur durak yok bu kirliliğe.

Son günlerde şehrin muhtelif yerlerine, merkezi bölgelere -yine- palavracı yeteneği üst düzey pankartlar asılmış durumda. Modası çoktan geçmiş bu pankart yarışından, simyacıya sigortalanmak gibi medet umuluyor sanki. O klişelerin sahibi artık hangi pozisyondaysa ve kimlerse her durakta memnuniyet varmışçasına faturayı fukara mahalle sakinlerine çıkartıyor.

Taş yol, kaldırım, teretuvar ve sair belediye yatırımlarının ödeme emirleri hanelere ulaşmaya başladı.

Sayın başkanımıza çağdaş düzenlemeleri için, cadde sokak kaldırım söktürüp taktırmasından dolayı çok teşekkürler. İmza bilmem kim mahalle sakinleri. Zaten hep şu sakinlikten gelir ne geliyorsa başa. Sakin sakin durup, oturan mahalleli bir anda galeyana geldi, getirildi sanki. Düğmeye basılmışçasına bir dönem pankartlı eylem trafiği hızlandı Esenler’de.

Şimdi Faturalar bir bir gelince göreceğiz bakalım o pankartları...

Daha sağlıklı yaşamlar içinmiş gibi, kusursuzluk tutkusuyla birileri gerdiriyor ipleri, sallandırıyor şükran pankartlarını sakince ve acemice. Dişi kırılmış evren gevelemeden, çiğnemeden yutuyor her şeyi sanki. Sakin sakin durup dururken ne oynak bir canlanıştır, canlandırılıştır o sarpa sarmışlık.

Memnuniyetlik pankartlarını sallandır ki, memnuniyetsizlik fazla göze batmasın. Hangi sakin ve sakine bu oyuna figuranlık eder diye düşünmeden edemiyor insan. Yıllarca dirsek çürütmeye akıl zorlamaya ne gerek var ki. Sakince sallandır şükran paketini asıl sorunları-sınavları boş ver gitsin.

Ciddiyetle yaklaşmak varken sıkıntı veren meselelere as bir pankart cevapları cin akıllılıkla defet. Eziyetleri, perde önünü ve arkasını camgözlere havale et kurtul. Ne kolaycılıktır bu anlamak mümkün değil.

Muhalif tavır başta yalnızlığa egemenliktir, sonra katılımcılığın kıvılcımı. En görünür yerlere asılan bu pankartlar neyin ilacı, hangi zehrin panzehiri iyi hesaplamak gerek. Mahalle sakinlerini bu yolla mevcutlu hale getirmek hoş bir sada olarak da kalmayabilir gök kubbede. Pankartların içeriğine doymazlık tüm topluma sirayet ederse belediye pankart toplama görevlileri artı mesai yaparlar sonra. Pankart çöplüğü, pankart kirlisi bir ilçe olma konumunda sınıf atlanır böylece.

Zaten dil ile düğümlenen diş ile çözülmez. Hayat sonra serenat ister sizden ey sakinler sakineler. Eşsiz öyküleri olan köyden kente göçün, kentlileşememenin filmini de birileri çıkar çeker. Ve evlerimizde oturup o filmleri hep birlikte izleriz, çitlembik çıtlayarak…"

Belediyenin iki uzun üç kısa filmi çekilmeye başlanınca görülecek o uyduruk şükran pankartları...

GÖZLERDE GÖÇ ŞİİRİ, YALNIZLAŞMASI

GÖZLERDE GÖÇ ŞİİRİ, YALNIZLAŞMASI

Yalnızlaştıkça insan, birileri zenginler...

"Gözlerden öç alır her şiirsellik.

Eşi benzeri ucu bucağı yoktur ummanın. Narlı-harlı kuyuda denizin. Deniz, densizliği alır tuzla yıkar. Çünkü altı cehennem üstü cennettir. Yarı sıcak yarı soğuktur üzeri ama dibi buz taşıdır. Buz kütlesi dondurur gülden gönülleri. Ve istemek, arzulamak, meyillenmek üzerine kuruludur saltanat.

Eski bir su kuyusundan çekilen bir kova suda bile parlar rengârenk balıklar. Başlı başına hayattır çekilen kuyulardan. Deniz hem yüz-yıkan tadında hem doyasıya-iç tadındadır. Bilgi bilgi varılır huzura. Karpuz çatlatanı iç doyasıya “bilgilen” dir işin özü. Üstelik çam ormanları da sarp koylara saldırmış ise binlerce yıldır süren ayni dırdır şekillenir dillerde. Traverten kayalıklar da o dalaşmanın-hırlaşmanın öksüz çocukları olur yaşlı dünyaya. Oysa cennet ve cehennem çukurunda saklıdır değme hayatlar. Eşsiz mağaralar sessizleştiğinde ise dilekler tutulur. Astım bile tarih olur işlek bir ritimle eller uzatılınca, el verilince. Ve dörtyüzelli basamakla inilen antik çukurda bekler kutsal analar. Hayatın yüzüne dokunmak  işte orada gerçekleşir.

Arsızlar çukurunda ise anadan üryan seyirlikler baş döndürür. Zeusun yarı tanrı kızlarının da kumrularla dansı iç bayıltır inanmıyoruz denilse de. Mozaikten bir keklik çatlar ve dansa katılmamış melikler sofradan gagasını doldurup uçanları izlerler. Tüm bunlar dize gelmek ve yarı tanrı mabedindeki gaflara heveslenmektir.

Adam kayalardaki kabartmalar işlik evinde yan yana dizili çerçevelerin birinde adam olmamışı da saklar. Dert ziyafetine davetlilik bitince kıyı köşe nazar ayetleri sarkması da iç kabarmasındandır. Eninde sonunda tıkabasa ziftlenme ölüm çiçeği dibine ölümü bırakır oysa. Oysa köklerde aranan her pozisyonda kök salmışlıktır ummana-denize, başkaca bir şey değil. Yeraltı dereleri erezyonundan çökük tavanlı evlerde yaşamaya geçilince anlaşılır zaten kim tanrı kim tanrıça. Damlalı mağarada sessiz tarihin filmi izlenir üç boyutlu ve geç de olsa akıllanılır.

Çöl ortasında şiirsel devrimin ilk defası aç bırakır fikirleri. Açlık had safhada olduğundan ne yazık robot gibi öğrenilir incelikli ayrıntılar. Barut kokulu saraylarda, geniş boş odalarda geceler bu yüzden üşür. Ve sessiz süzülüşlü ürpertiler dolar cahil damarlara. Çünkü zaman da mekanlar da mumyalanmış tuzaklarla doludur.

Düğüm sona yakın bir bir çözülürken o acı gülüş dolar beyinlere. Beyler bayanlar o vakit tatil bağlamında diriliş yaşarlar kumsallarda. Kumdan kaleler iki görüş arası yıkılır ve ölmeye yatmak vakti gelir, çatar. Kapıda cennet, cehennemde suya hasretlik vardır artık sadece. Sonra sonrası yok boğulmak gibidir bir damla su da.

Beklenilen miras meğer kırkların konağındaymış denilir-anlaşılır ama hayıflanmak işe yaramaz. Epeyce geç kalınmıştır. Sakat amaçların yaman paylaşımından artırımlık nasiplik varsa doğup büyünen ve uğruna ölürüm denilen şehir koca bir mezar olur. Sığılamaz içine maalesef ganimet bolluğundan. Başı çınarlı yasemin kokulu lalezar kodeste en hassas terazi kaç zaman beklenir muammadır bilinmez.

Geçmiş ise zaman bir kere ve yorgun dönülmüş ise seyrü seferlerden inceden gölgelere uzanılır.  Ağrıyan başlar zahmetsizce yaslanır pamuk göğüslere. Upuzun sanılan hayat iki nokta arasıdır, cümlenin ardına koyulan.. Üçüncü nokta ise  umsan da ummasan da eşi benzeri ucu bucağı yok ummanda kaybolmaktır usulca. Çünkü o saatten sonra külah altına sinmişlik çaredir artık sadece.

Göçlerden öç alır bu yazısızlık…"

Zenginleştikçe birileri, bu gün gibi olur...
 

YÜZ GÖRÜMLÜĞÜ VAKTİ GELİNCE...

YÜZ GÖRÜMLÜĞÜ VAKTİ GELİNCE...

Bir zamanlar önce bir beşibiryerdeye peşkeşti, bu canım ülke. Anadan üryan bırakılmıştı insanlık. Yıllarca sürdü utancı ama şimdi yargılanıyorlar.

"O vakitler korkutulmadık, ecel terleri dökmedik desek yalan olur. Çocukluğumuzda Dedem Korkut Masalları derlerdi, korkardım masallar korkunçmuş diye. Çocuklara bunca korku nedendir, şaşar kalırdım. Büyüdükçe anladık, meğer masallar değil gerçekler korkunçmuş. Ondandır belkide balonlar patladıkça zavallı çocukların ürkmesi.


Geleceği kestirme gözümüz gerçekten kör. Anamalcı papazlar cam kırıkları üstünde yürütüyor, adam sendeci olmuş yurdum insanını. Ağırdan alan yok. Çetin kavgaların göbek adı ise güdümlü özgürlük, 'İleri demokrasi' olmuş. Sesini çıkartan yok. O nedenle; “ Yersiz ağlamayı üçledim. İlmi filme, sözü saza, aşkı dağlara, aklı bağlara emanet ettim. Senaryoyu üç sahnelik oyuna, oyunu piyese ve tek perdeye bağladım. Ve darağacında sallandırıldım. Tenim yüzüldü. 'Yakıldım'. Ne gülebildim ne ağlayabildim sadece akan yaş, gözkapaklarımdan indi sessiz. Boğazlarımızda yağlı urganın izi kalmış bir kere, o yüzden karalar bağladık. Böyle gerçeğin gözü kör olsun diye.

Milletin özüne özgü etik değerler, dilbazlar kurulunca bozuverilmiş. Denge dahileri pazar çantası boş dünyada, uysalımsı kent profili yaratmışlar, kentlerin ve insanlığın içini boşaltmışlar. İlistire dönmüş elenmiş hayatlar. Bir durun diyen yok.


İyi ki fosforu bol, kendinden tükenmez kalemler var.

Siyaset edep-haya olgunlaşmasını es geçmiş, şüpheleri ve dimdirekliği kırkambara kilitlemişler. Bir yazıvereyim diyen yok. Artık lidersiz kampanyalar özlüyor, öfke taşıyan isyancı yürekler. Devasa evrenin minnacık bir noktaya hapsedilmişliğine güveniyorlar. O küçücük noktadan derin ve densiz patlamayla bambaşka evrenler doğmayacak sanki. Yani devam eder sonsuzluk. İşin özü kendinizden izler bıraktınız ise samanyoluna, nokta koyarsınız ve cümle biter. Ancak bitmez yazı, o nokta başka bir cümleye başka bir yazıya zemin olur.

Böyledir işte raflar dolusu güvensizliği ve martıların gagasındaki susam taneciklerini, en dokunulmaz denilenleri ortaya sermek.


Bin senede bir arpa boyu yol almışlığımız var. Neon ışıklı uçurumlarda kaybedeceğiz demektir, göğe yapışık sevdalarımızı. Fesatlık ağına düşmüş üç karanfil. Kararmış yürekler. Bari kınında kalsaydı sevgisizlik, kurutmasaydı ideoloji pınarını.

Bir Zamanlar önce bir beşibiryerdeye peşkeş ülkeydi, ülkem. Şimdiyi izaha hacet yok. Tuzak çok önceden kurulmuş da görmemişiz, faka basılmış sanki. Dere tepe düz gittik bu günlere geldik vesselam. Eril ve dişil harflerden yayılan dizinlerle, “teslimiyet atmosferi” yaratanlara bir cümlecik yeter;

“ Beş kuruşa karanlık, ışık haram, beş para etmez sahte aydınlığınız ” 

11 Ekim 2012 Perşembe

Kırklar Kapusu'na Giriş

Kırklar Kapusu'na Giriş

Yazılanı anlamak gerek yazanı anlamaya çalışmak değil...

" Tarihin hafızasını yazı işletir. Sonra sanat olur, sonra da hayat. Hayatın ta kendisi. Sonra durduk yerde hapislik olur. Ve tarih yeni baştan başlar, sıfırlamadan. Sözlerin kaydıyla oluşur uygarlık. Her harfin bir resim, her resmin bir sembol olduğu günden bu güne, mahrem perdeler aralanır. Mateme dönüşür yalnızlıklar.

 ' Kurşun gibi ağır, kırmızı gelin çiçekleri. Bir kor parçası, üfledi yüreğime üşüten soğuğunu, ayazını. Kürküne büründüğüm ebruli felsefe kuşatılmış. Gölgesine uzandığım demir kanatlı özgürlük nabzımda atıyor. Dolduramadığım çile ilaç gibi yutulmalık. Tarih boyunca ne haksızlıklar var acımsı, yasak savıcı benzer yasalar, titreyen dillerde biçimlenir, isyanlar.'

Bakır ibriklerden dökülür büklüm büklüm güneş. Eski günlerdeki gibi saf ve temiz, ışık yelpazesi. İhale edilmiş ihraçlar ise ateşli sorgularda terler…

Taşa, palmiyelere, papirüslere işlenmiş, karşıyakanın altın ışıklarında yankılanan, yüzyıllar-binyıllar öncesinin sırrı. Gönül sarayına, geçici dünya süsü zorlanmaz. Hiçbir şey eskisi gibi kalmaz asla. Başka dünyalar dolsun ciğerime diyerek, sürekli uç noktalarda seyirteceğiz. Öleceğimiz güne dek, hayata dair ne varsa istifleyeceğiz. Tarihe not düşmek adına, inatla hararetle.

 ' Pırıl pırıl bir güneş doğdu. Güne uçuşuyor güller, bülbüller. Berrak havayı görmeden kirlenen yarışlara koruyucu duvarlar örülmüş. Kıyamet yolculuğu kıymete binmiş zamanı ahirde. Kıyamete yakın afra tafraya karnımız tok. Kıyam da kıyıma isyanımız atadan beridir..'

Bir varoluş sancısı bu sancı. Öykü sever gençlerin öykü kahramanına dönüştüğü. Yabancılaşan bir hayat çarparsa yüzlere, sonuç Donkişot sembolleşmesi. Eylem kuşuna dönüşmek evladır, hasbahçe balosunda olmaktansa. Tarihin belleğine kim kalıcı yer eder görülür, ileride.

 ' Cumhuriyet çalındı, viyaklayan dudaklara. Tek bir sıcak damla. Ay şehrinde nursuz bir gece cumhuriyeti alıp götürdüler. Ne ağız dolusu gülüşler kaldı, ne de ılık bir temas yüreklere. Ve artık resmigeçit izlemiyorum. Doğum gününde bandolar her seferinde, ölüm marşı çalacak korkusuyla.'

Tarihin hafızasını zayıflatır, ince ihmaller ve ince ince bir kar yağar…"  

Okumak gerek ilk emir gereği, okumak... 

Sonsuzluk Kapusu'na Varış…


Sonsuzluk Kapusu'na Varış…
 
Her yakınımız öldükçe...

"Ateşin rengine içim cız etti. Ben o ateşe yandım. Bari bu günlere Ata’nın ilkeleri yanmasın. Anlıyorum duygusal bir gün ve ışık zerresine yazılı hakikat. Romantik eğilimli yoğunlaşmalar eşiğinde vakit. Ne engellemeler ne serbestiler önemsenir oldu güpegündüz. Kararsızlığı ise ancak tarih cezalandırabilir. Ceberut saltanatı sürenler değil. Kararlılığı ise tarih baba, altın yaldızlarla düşer altın yapraklarına.
   
Yağmur bulutları fişekleyince zaferi, tek vücut olundu, kortej halinde cephe önü ve gerisinde. Bu direnişi görmek lazım, yaşamak ve hep bir ağızdan haykırmak. Çok ama çok gecikmiş iyi niyetle tek yürek olmak gerek.

Bir tehlike başımızda, bin tehlike köşe başlarında. Bu ucu bucağı yok gidiş yolunda dönülecek yüzlerce köşe var. Unutmadan, tarih çeşmesinden bir avuç soğuk sudur; kutsal isyan. Uyku mahmurluğunu bir çırpıda yok eden. Ön bahçede ateşe kızan terk edilmişlik, arka bahçede bayram. Ne vecizler saçıldı toprağa zamanında, şimdi fidana durdu hayat. Ekin yanıyor baştanbaşa. Her yirmi dokuz ekimde her isyanda bir hikmet var. Ne yazıktır bu gün özgürlüğü taksitle ediniyoruz. Çünkü hayata bağlanmanın güneşi tutulmuş ay çaresiz. Nesepsiz gücenikliklerin tortusu dibe vurmuş ve sular bulanmış.

Geride açıklanamaz önsezi eksiklikleri. Kızıla boyalı gökte bir çift kırlangıç. Kanatlarında ümit; kavgası yıllar önce verilmiş. Yeryüzünde dillenir nazlı al çiçekler, yerle göğün birleştiği yerde. Şanlı uğurlanışlar emanet millete. Bilmek gerek.
 
Toprağın bağrında kurtarılamaz denilen rehin ülke. Uzun çileler tarlasında erken hasatla, çok geç kurtarıldı. Kol kola yürüyüşlerin sıcağında hep ayni nida; tek ses tek yürek. Yüreklerdeki lamba sönmüşse ve küstah karanlık, zeytin karalığında çökmüşse yağ gibi kayar zaman. Zeminsel travma hat boyunda. Sadece; yüreklerdeki deli ateş tekrarlar anıları, kol kanat gerer yaratılara. Eğer, çekirdeğinde asalet varsa ve kaldıysa.
 
Önsözü olmayan el yazması kitabın son sayfasında, Ata’nın ateş gibi gözleri. O gözler ki hüzne boyalı. Kucak dolusu alev yakışır elbette yiğit ellere. Ateşin rengine yürek mi dayanır. Ben o renge yandım. Bari Ata’mın devrimleri yanmasın.
        
Çileden başka mülkümüz de yok…"

Yüreğimiz yanar...

TARIM ÜLKESİ OLMAK VEYA OLMAMAK


TARIM ÜLKESİ OLMAK VEYA OLMAMAK
 
Türkiye nüfusuna her yıl bir milyon kişi ekleniyor. Bu gidişle otuz yıl sonra nüfusumuz yüz milyonu bulacak gibi. O nedenle bugünden, yüz milyona bakan bir tarım sektörünün şimdiden planlanması gerekir. Türkiye çölleşmeye karşı savaş açarak tarımda; gelecekte kıtlığını yaşayacağımız ürünlere öncelik vererek, ürün çeşitliliğine ciddiyetle önem vermelidir.
 
Türkiye cumhuriyet tarihi boyunca, 87 yılda sanayide 192 kat, hizmet sektöründe 70 kat büyümüş olmasına karşın, tarımda ancak 10 kat büyümüştür. Nüfusa oranlandığında büyümek bir yana, korkulası bir küçülme yaşanmıştır. 70’lerin ortalarına kadar kendi kendine yeten bir ülkeden, dışa bağımlı bir ülke konumuna terfi ettirilmiştir ülkemiz.
 
12 Eylül darbesinden sonra ise tamamen dışa bağımlı, çiftçiyi üreticiyi darmadağın eden politikalarla tarım dışlanmıştır. İthalata kolaylık sağlayan yasa ve kararnamelerle müstahsil, ürünlerini elinden çıkaramaz veya yok pahasına tüccara satar hale getirilmiştir. Akaryakıt ve tohum fiyatlarındaki artış doğru orantılı taban fiyatlara yansıtılmamış, tarım kooperatiflerinin ve birliklerin içi boşaltılmış, işleyişine ve işlerliğine müdahale edilmiş, tarımsal üretici sahipsiz bırakılmıştır.
 
2000’lere kadar varıyla yoğuyla direnen tarım sektörü, 2000 sonrasında özellikle 2001 kriziyle yerle bir olmuştur. Devletin zerrece desteklemediği sektör, Türkiye’nin lider olduğu ürünlerde bile çayda, tütünde, fındıkta, pamukta egemen dünyanın biçtiği role rıza göstermiştir.
 
Dolayısıyla tarım sektöründeki gerileyiş, hayvancılık sektörünü de birebir etkilemiştir. Türkiye bugün çayını, fındığını, tütününü gerektiğince değerlendiremeyen; buğdayını, şekerini, çayını, çorbasını dışarıdan temin eden, eti dünyada en pahalı yiyen Hint fakiri bir ülke konumuna gelmiştir.
 
Dünyadaki küreselleşmeye koşut, devletin gücünü azalta azalta, hatta devleti ve devletçiliği dışlayarak, küreselleşme karşıtlarını çağ dışı kalmakla suçlayarak bu günlere gelindiğini çocuklarımıza öğretmek zorundayız. Devletin ekonomiden, sanayiden, tarımdan çekilmesini isteyenler, liberal ekonomi dünyada batınca tutuştu tutuşmasına da, devletçiliğe dönme nazlanışındalar şimdilik.

Tarımda ve hayvancılıktaki bu bitiş 80’lerden sonra izlenen yolun yol olmadığını acı bir biçimde ortaya koymuştur.
 
Bugünden ileri, yarının Lider Türkiye’si için tarımsal desteklemeler ivedilikle hayata geçirilmelidir. Doğrudan gelir desteği adı altında gübre ve mazot desteği artırılmalıdır. Topraksa toprak, tohumsa tohum, krediyse kredi üst düzeyde elle tutulur teşviklerle tarım sektörü canlandırılmalıdır. Çünkü çiftçi üretecek, fabrika işleyecek, geniş halk yığınları yiyecek. Bu çark herkesin bildiği gibi kendini döndürür. Üretim, üretim daha fazla üretim, işin aslı budur.
 
Ayrıca dünyanın hiçbir ülkesinde, 3. dünya ülkelerinde bile bizdeki gibi üretimi azalt, üretim yapma diye teşvik verilmez, ödüllendirirken, aslında onların geleceğini yok ettiğimizin  ne zaman farkına varacağız. İnsanı toprağına tohum serpmediği için ödüllendirme olur mu hiç. Bu ödül aslında onların geleceğini ipotek altına alma, bir nevi cezalandırma değil de nedir. Çocuklarımızın gelecekte açlığa mahkumluğu değil de nedir.
 
Bir bakmışız yüz milyon olmuşuz, Unu, yağı, şekeri olmayan koskoca bir ülke. Tarımı bitik, hayvancılığı sıfır, ekonomisi hak getire, sanayisi ithal ikame, tekstili kotalı ve hala AB kapısında. Helvamızı kim kavuracak, biz görmeyiz belki o günleri ama ya çocuklarımız…

FINDIK KURDU ÜRETİCİYİ VURDU...


FINDIK KURDU ÜRETİCİYİ VURDU...
 
 
Bu yıl fındık 4,3 liradan piyasaya indi...

"Babam fındık ekmeğiyle büyümüş. Buğday kıtlığında fındık unundan ekmek yaptıkları da olmuş, kandile takıp ışığından faydalandıkları da. Senede bir ayı bekleyip fındıktan elde ettikleri gelirle koca yıl geçindikleri de. 500 yılı aşkın süredir Doğu Karadeniz de fındık üretiliyor. 400 bin aile, yaklaşık 10 milyon nüfus hala fındıktan geçiniyor. Ne yazık ki üretici beş yıldır fındığını aynı fiyattan satmak zorunda.
 
Devlet fındıktan zarar ediyorum, fındık üretim fazlası var diyerek kenara çekilmiş durumda. Fındık ocaklarının sökülmesi ve alternatif ürüne geçilmesi için üretici teşvik ediliyor. Fiskobirlik kooperatif yapısı, örselendiğinden, geçmiş yıllarda olduğu gibi ihracatı kendisi yapamadığından iflas etmiş durumda. Kooperatif ile üretici arasındaki bağ kopmuş, üretici devletten medet umuyor. Sonuç; fındık üreticisi kaderiyle baş başa…
 
Oysa gerçekler çok farklı ve can yakıcı. Fındığın Türkiye ihracatına çok ciddi katkısı var. Sürekli ekonomik anlamda fayda sağlamış. İhracat ürünlerimizin temel ürünlerinden. Hiçbir zaman fındık ürün bazında Türkiye ekonomisine yük olmamış. Çünkü dünya üretiminin % 75’ine sahip olduğumuz bir üründen söz ediyoruz. Ve dünyada 800 bin ton fındık işlem görüyor. Fındık kullanım alanı ise % 80 çikolata, %15 pasta, %5 çerez vb… Özellikle çikolata sektöründe 650 bin ton fındıkla, 6 milyon ton çikolata üretildiği göz önüne alındığında fındığın bir sanayi ürünü olduğu, “ orman meyvesi “ denilip küçümsenmemesi gerektiği açıkça görülür.
 
Karadeniz’deki tarım topraklarının engebeli ve çok parçalı olduğu ve böyle olunca da üreticinin küçük çiftçi konumunda yaşadığı ortada. Toplam rekoltenin %65’ini işte bunlar, birkaç dönümle bir ton dolayında fındık üreten çiftçiler gerçekleştiriyor. Gerek ekonomik, gerek sosyal, gerekse arazi yapısı nedeniyle yöre halkı fındık üretiminden vazgeçemez. Alternatif ürünlere geçemez. 5000 hektar alan sökümü gerçekleşti gerçekleşmesine de, çoğunluğuna yine fındık ocakları dikildi.
 
Ortalama 450-500 bin ton fındık üreten bir ülke olarak bu üründen yararlanmasını bileceğiz. Devletin asli görevi, çiftçisini mağdur etmeden dünyadaki lider konumunu korumak olmalıdır.
 
Dünyanın iki yıllık fındık ihtiyacı bir yılda üretiyor olunabilinir. Eskiden üç ilde yapılırken şimdi otuz dokuz ilde yapılıyor olabilir. Ekim alanı 220 bin hektardan 700 bin hektara çıkmış olabilir. Yıllık rekolte 80-90 bin tondan, 700-800 bin tona ulaşmış olabilir.
 
Böylesi bir gelişme diğer üretici ülkeleri rahatsız etmesi gerekirken, rahatsızlık içten içe bizi kemiriyor. Çiftçi mutsuz, umutsuz, devlet çaresiz. Fındığın kilosu beş yıldır 4-5 TL civarında, maliyetine fındık satmak zorunda fındık üreticisi. Bakalım nereye kadar.

İhracat sayısı 150’lerden 10’lara düşmüşse, üretici tüccarın vicdanına bırakılmışsa, Fiskobirlik yok edilmişse, suç üreticinin mi? Bir diyet ödetiliyor ödetilmesine de önümüz genel seçim. İktidara ret oyu Karadeniz’ dede yayılırsa şaşmamak gerek…"

Tüccarlara fırsat doğdu, üretici kendi haliyle başbaşa bırakıldı...

EKONOMİYE GİZLİCE AYAR, ÇOK CAN YAKACAK


EKONOMİYE GİZLİCE AYAR, ÇOK CAN YAKACAK
Seçim ekonomisi-savaş ekonomisi denilirken; ekonomiye gizlice ayardan sonra piyasaların durumu halkın canını daha da yakacak...

" Para odaklı yaşam taklit eksenli sürdürüldükçe, al gülüm ver gülümle açılıyor tüm kapılar. Ve hayat dayanılmaz hale geliyor ekonomik açıdan. Her ne kadar ekonomi rayında, serbest piyasa denetimimizde denilse de işin aslının öyle olmadığı görülüyor. Piyasalar son günlerde allak bullak, ABD parası gün güne değer kazanıyor ülkede. Rekor kırarak değerleniyor lira karşısında. Tahtakale’nin belirlediğine mahkûm sektörler.
“Sakın cahillerden olma” kesin emrine karşın bu durum ya önemsenmiyor ya da görmezden, bilinmezden geliniyor. Halk nasıl olsa anlamaz diye. Şüpheyi terk etmek adama yakışmaz oysa. Senaryolar gittikçe kötüleşen bir hal alacak yakın zamanda. Paranın satın alma gücünün azaldığını söylememek ve önlem almamak suç-günah olmasının yanında ülke ekonomisine de ihanettir. Bu nedenle Ekonomiye gizlice ayar çekiliyor.
Bir paranın satın alma değeri “para biriminin satın alacağı mal, hizmet ve döviz niteliğiyle ölçülür”. Dünden bu güne belli tutara ayni değerlerin, dövizin edinilemediği bir gerçek ise işler tıkırında değil demektir. Paranın satın alma değeri en önemli ekonomik göstergedir.
Paranın satın alma değeri azalıyorsa, paraya yeni bir değer kazandırabilmek için ulusal para değeri yabancı para değerinden düşürülür. Kur ayarlamasına gidilir. Bu gün için söylenmese de yapıla gelen budur. Yıllarca bu ülkeyi içten içe sömüren ve sömürttüren enflasyon ve devalüasyon yüzünü göstermeye başladı yine. Kimse başka konjoktürel nedenlere bağlamaya kalkışmasın. Eğer para değeri düşüyorsa, fiyatlar yükseliyorsa ekonomi bilimine göre enflasyondan söz edilebilir pekâlâ. Enflasyon var ise devalüasyon da vardır.
Evet, gizli enflasyon var bu memlekette. Aynen gizli işsizlik gibi, gizli savaş gibi, gizli zenginleşme gibi. Açıkça belirlenememiş gösterilen ama apaçık nedenlerle para değeri yavaş yavaş düşüyor, düşürülüyor. Fiyatlar ağırdan ağıra el yakıyor. ABD krizi, Arap baharı derken bu seviyeye gelindi ve önlem almakta da gecikiliyor maalesef.
Dış ekonomilere kapıların kapatıldığı ekonomik yeterlilik günleri tarih oldu. Yenidünya düzensizliğinde küresel ekonomi masalından herkes etkileniyor hiç istemese de. Küresel kürecik düşüp yuvarlanıyor ve az gelişmişliğin, gelişmekte olmanın kucağında patlıyor. Egemen güçler sömüreceği emperyalleşeceği yer altı yerüstü zenginlikler peşine düşmüş çıkar yol arıyor. Hal böyle olunca işlek yolların dışında işlerin iyi işlemediği de dillere düşer. Kurtuluşun faturası da geniş halk yığınlarına kesilir her dönemde olduğu gibi. Ekonomi bakanı pek yakında acı reçeteleri açıklamaya başlar nasılsa. Başkaları harcar millet öder hesabı.
Ekonomik veridir, ekonomik göstergedir, devletin para ihtiyacından para değeri düşer. Hazinenin tıka basa parayla dolu olmasının pek önemi yoktur. Para gereksinimi kısa sürede hasıl olunca para değerini düşürme yoluyla tüketimin kısılması yoluna gidilir bir süre. Serbest piyasadan döviz, devlet eliyle çekilir veya sürülür günü kurtarmak için. Kurlar istenen seviyede dengede tutulmaya çalışılır. Bankalar devreye girer ve krediler kesilir. İskonto faizleri yükseltilir sırasıyla. Tüm bunların kısmen yapılmış olması da ülke ekonomisinin nerede olduğunu gösteriyor.
Sonuçta fiyatlar ve ücretler düşebilir. Ancak bu yöntemle üretim azalır, işsizlik devasa artar. İçinden çıkılması daha zor bir ekonomik kaosa sürüklenilir. Kemer sıkma filan da işi çözmez uzun süre. Bu gidişle, Bedene göre kalp olmayacağına göre ülkeyi akla gelmeyecek, dilin söylemekten azap duyacağı tehlikeler bekler maalesef.
Bu ülkede “gizli devalüasyon” yapılıyor. Türkçesiyle kur ayarlaması değer düşürme yapılıyor gizli saklı. Lira yüzde yirmilik bir değer kaybına uğradı diyenler var. Devlet erkânının AB-ABD turları yakında gerçekleşir. Aklını başına devşirmesi gerekenler analizleri yaptıkça-yaptırdıkça ürperiyordur eminiz. Ama yeterince uyaramıyorlar. Yakında acayip ekonomik sıkıntılar var bizi bekleyen diyemiyorlar. Enflasyonu torbaya doldurulan eşyalarla endeksleyip küçük gösterenler, liranın ABD parası karşısında gizliden gizliye devalüe edilmesine bakalım ne diyecekler. aydan aya gizlenerek açıklanan enflasyon rakamları şişince ve bütçedeki açık öngörülenin üzerine çıkınca gelsin zamlar, gitsin vergi oranlarındaki artışlar...
Kurlar üzerinden, döviz ve altın üzerinden son vurgunlar yapılıyor şimdilik. Kasalar dolduktan sonra krizi halkın üzerine yıkmaya gelecek sıra. Sen yanmasan ben yanmasam hesabı işletilmeye başlanacak, açık hesaplar kapanacak…"

Halkın canı yandıkça da Savaştır, sayımdır, seçimdir dinlemeyecek...

15 MİLYONLUK BORÇLANMAYA EVET DİYEN MECLİS…

15 MİLYONLUK BORÇLANMAYA EVET DİYEN MECLİS…

Esenler Belediye Meclisi Ekim ayı ikinci oturumunda 11 rapor içine sıkıştırılmış ilçenin geleceğini çok yakından ilgilendiren “2013 tahmini bütçesi” ve yıllarca arap saçına dönen ve dört gözle beklenen “1/1000’lik imar planı” görüşmelerine sahne oldu.

İlk olarak performans kitapçığı, ikinci rapor olarak 15 milyonluk borçlanmayı öngören tahmini bütçe bombası meclis üyelerinin kucağında patladı. Bir başka deyişle 2013 bütçesinin %7’si açık. Daha oylarken delinmiş bir bütçeyi onayladı meclis.

Perfomans, bütçe ve 1/1000 imar planları üzerine yoğunlaşan iktidar muhalefet konuşmaları tatsız tuzsuz oldu. Bunda meclis başkanlığını vekaleten yürüten muhteremin “aman siyaset yapmayalım, burası meclis” telkinleri etkili oldu. Baştan yenilgiyi kabullenişin ötesine geçemedi hiçbir hatip.

Hal böyle olunca, borçlanmayla denkliği zar zor sağlanmış veya öne çekilen yerel seçimlere kalem oynatma marifetiyle 15 milyon siyasi probaganda akçesi aktaran bir bütçe oy çokluğu ile güle oynaya geçti gitti.

Bu süreç ilçeyi nereye taşır, borçlanma boyutu ne kadara uzar göreceğiz.

Belediyenin icraatleri için” maket olarak değil, fiziki olarak görür halse gelinmiştir” övünmesi deklere edilse de “1/1000’lik  Yeni örnek paftanın” basit izolitleri meclis salonu duvarına bantlanınca komik durdu biraz kibirlenmeler.

On beş milyonluk borçlanmaya evet oyu veren meclisle esenlik şehri Esenlere eyvallah…

Herşey bir yana 185.500.000 lira gelir edeceğiz ama 200.500.000 lira harcayacağız varsayımı özellikle iktidar üyelerini hiç mi hiç rahatsız etmedi. Demek ki önceden harcama kalemlerine bir göz attılar, irdelediler. Kalem kalem göz çıkaran 2013 yılı ihtiyaç tutarlarını incelediler ki; Komşuda pişer bize de düşer heveslenmesiyle okey deyiverdiler sorgu sualsiz. Veya muhalefet üyeleri gibi şipşak bakıp, bazı harcama kalemlerine takıldılar ama boş verdiler siyasi terbiyeleri gereği; Büyüklerimiz en doğrusunu bilir, en alasını yapar. Bize de el kaldırmak düşer.

Pigme insanlar ıssızlığı bu olsa gerek, ya bilimsel insan sessizliğine ne demeli. Geveze akortlu bir dünyada, onca niyet birkaç satıra sığar…

İlçeyi borç batağına sürükleyen bu meclisin performansına maşallah…

200.500.000 liranın bir kısmı performansla ayan tahmini bütçeyle beyan işte böyle harcanacak;

Donatı alanı kamulaştırması 10.000.000,
Haber bülten aboneliği iletişim 200.000,
Dört adet çocuk dergisi 50.000,
On bir sayı 880 bin adet kentim gazetesi rakam yok,
Kamuoyu araştırmaları 60.000,
Sosyal doku araştırmaları 60.000,
Asfalt kaplama 6.000.000,
Belediye hizmet binalarının küçük onarımı 390.000,
Belediye hizmet binalarının güvenliği 2.620.000,
Belediye hizmet binalarının temizliği 700.000,
Tretuvar yapımı 8.400.000,
Tretuvar tamiri 1.800.000,
Yağmur suyu şebeke yardımı 1.250.000,
Metruk kaçak yapıların yıkımı moloz kaldırılması 1.300.000,
Tasarruf bilinci eğitimi 550.000,
Yaz spor okulları-yarışmalar-izcilik 750.000,
Yeni park yapılması-revizyonu 3.850.000,
Fitnes spor alanları-çocuk oyun grupları 495.000,
Cadde-sokak ağaçlandırma 140.000,
Mevsimlik çiçek-lale soğanı alımı dikimi 570.000,
Dış mekan süs bitkileri alımı 145.000,
Okul-camii bahçeleri revizyonu 462.000,
Kapalı spor salonu işletilmesi 210.000,
İşportacıların kaldırılması 215.000 Türk Lirası…

Vaatkarlığın abartılısı ölü doğumlara neden olur. O nedenle marketsel vızıltılı hengamelere uyanmak gerek. Rakamdır denilip geçilirse zekayla işlenmiş satır aralarına dikkat edilmezse, hüzün basar haneleri, evsiz barksızlara özgü sıcak düşleri ve kayıp yıllar başlar insan hayatında.

Esenlerin kayıp yıllarına kayıp yıllar eklemek kimsenin haddine değil, olmamalı da. Çünkü bu dünya ilahi adalet ile döner, zulüm olduğu an ise adaletten hiç kimse söz edemez…

KAPİTALİST TRAVMA VE REÇETESİZLİK VE SAVAŞ KAPIDA


KAPİTALİST TRAVMA VE REÇETESİZLİK VE SAVAŞ KAPIDA

Savaşlardan medet ummak yerine...

"
 Ekonomi hayatı belirler “  tezi eskiden marksizmle özdeşleştirilirdi. Artık günümüzde bu tezi kabul etmeyen toplum kesimi kalmadı. İlişkilerimiz, siyaset, günle-gece, yarınlar, geleceğimiz, kısacası hayatlar, hayatımız ipotek altında. Hayal gücünden bile yoksun politikacılar, tatlı su ekonomistleri, briyantinli gazeteciler daha düne kadar “ Özelleştime-serbest piyasa “ karşısında esas duruştaydılar. Bir anda uzunca süredir beklenen krizler patladı ve bütçe delindi. Saf değiştirmeler de inceden başladı. Toptan, perakende “sözde sosyalist “ oldular.
Pastadan pay kapabilme içgüdüsüyle yıllarca övüp durmuşlardı oysaki. Kapitalist kriz dünyayı sarınca önce teğet geçer ipine sarıldılar. Bir süre sonra o sav da fos çıkınca maalesef orta yerde kaldılar. İnsanca yaşamaktan, özgürlükten, demokrasiden söz edenlere “ Alternatifin ne kardeşim, bak komünizm bile çöktü nihayetinde, çare kim, çözümün ne “ deyip paylayanlar şimdi acze düştüler. Yani düzenin nimetlerinden aç gözlüce biraz daha faydalanmak uğruna devamlı maske değiştirenler bu sefer çırçıplak kaldılar. Kral zaten çok uzun zamandır çıplaktı, onlar göremiyordu.
Bu dalkavuklara göre “ Ekonomi, kontrol edilebilecek, insani amaçlara yönlendirebileceğimiz bir faaliyet alanı  “ olmadı ki hiç. Ekonomi, hayatlarımızı ona göre düzenleyeceğimiz bir zorunluluktu, hep bunu savundular ve zor oyunu bozdu. Görüldü ki ne bu zorunluluk anlayışı ne serbest piyasa ekonomisi ne de komuta ekonomisi gibi kapitalist anlayışlar toplumları ve dünyayı düzlüğe çıkaramadı, uçuruma itti.
Doğu bloğunun çökmesinden sonra toplumların kurtuluşu olacağına inanılan bu garip ekonomik model iyice açmaza itti dünyayı. Bu çöküş öncesi katılımcı ekonomiden söz edilemez olmuştu zaten. Kolektivizm rafa kaldırılmıştı. Ekonominin genel esasları üzerinde kafa yormadan toplumların sosyo-kültürel yapısına uymayan bu ekonomik sistemde diretildikçe diretildi.

Ekonomik hayatı dayanışma, özgürlük, adalet ve yaratıcılık gibi temel insani değerler üzerine oturtmak en mantıklı yol iken yoldan çıkıldı. Artık bizi teğet geçti diye inanmaya zorlanıldığımız bu kapitalist model önlenemez bir çöküş içinde. Tüm dünya ne yapacağını şaşırmış bekliyor. Yerine neyi koyacaklarını bilemediklerinden veya yenilgiyi kabullenemediklerinden gittiği yere kadar gider anlayışı hakim şimdilik.
Üretimi sabit bir grubun değil çalışanlardan oluşan bir konseyin yönlendirmesinin temel olduğu günlerin kapımızda olduğunu onlar da biliyor artık. Günümüzden ileriye üretim tüketim arasındaki ilişki ve dengenin toplumun katılımıyla, esnek ve demokratik bir biçimde planlanması gerektiği koşulu en serbest piyasacı ekonomistleri bile zorluyor. Çünkü oldukça işlek ve yepyeni bir ekonomik mekanizma beklentisi içinde uluslararası sermaye.
Büyük sermaye istesin veya  istemesin bütün çalışanların üretimde belirleyici unsur olacağı, direkt katılım sağlayacağı, toplumun tüm kesimlerine yönelik üretimin amaçlanacağı bir sistem var olacaktır yakında.

Asıl olan planlı ve programlı, sürekliliği olan, katılımcı ekonomik sisteme ihtiyaç duyulmasıdır. Bugüne kadar başarılı görülen mevcut sistem deprem yaşamış, artçı şokları da sürmektedir.

Eskiden Marks’ı eleştirenler, küfür kafir olanlar bugün gizlice satır satır Kapital’i okuyorlar. Ne garip bir dünya bu dünya…"

Yurtta barış, chanda barış diyebilmek ve dediğini uygulamak...

2 Ekim 2012 Salı

KÜRESEL YAĞMA STRATEJİSİ

KÜRESEL YAĞMA STRATEJİSİ

“Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını aramayı alışkanlık haline getirmiş ulusların önce onurlarını sonra özgürlüklerini ve daha sonra geleceklerini kaybetmeleri kaçınılmazdır.” diyor Mustafa Kemal.

Evet, son yıllarda ülkemizde yaşananlar tam bu ahvalde. Yıllarca hemde küreselleşme küresi çatlayana dek devinip duruldu peşi sıra. Küreselleşen dünyada layık olduğumuz yeri alacağız masallarıyla avutulduk.

Küreselleşme iyidir, hoştur yalanları duvara tosladı. İsveçliye göre 115 misli kötü ortamda yaşıyoruz ve mutlu olmaya çalışıyoruz yinede. Kıt kanaat geçinip hamdolsun diyerek hayatımızı güzelleştirmeye çalışıyoruz. Küreselleşme küresi kucağımıza yuvarlanınca ilk başta kendi kendine yetemez olduk. Reklam, görsel basın ve medya ile tüketim alışkanlıklarımızı bir güzel değiştirdiler. Halkın etki altında tutulmasıyla beğenilerimiz de yön değiştirdi. Standart sapmaların enlerini yaşadık. Dünya markaları ön plana çıkarıldı. Ulusal markalar unutturuldu veya kötülendi. Dolayısıyla dışa bağımlılık arttıkça arttı. Toplumsal fayda değil kar önde tutulunca da, karı kimin götürdüğü veya kimin götüreceği hiç mi hiç önemsenmedi. Ve vahim sonuç.Borç denizinde yüzen bir ülke olduk.

Güncelleme, düzenleme, ayarlama oldu zamların adı ve ayar çekildi üç beş ayda bir...

Oysa küreselleşme, sermayenin örgütlenerek tek yürek olması ve aynı merkezde atması değil miydi? Kandırıldık acımasızca. Gerçek ise şuydu: sermayenin örgütlülüğü kapitalizmin özünde vardır. Emek örgütsüzleştirildikçe sermaye örgütlenecek ve dünya koskocaman bir pazar olacaktı. Küreselleşme işte budur, buydu. Pazarın örgütlü sermayenin eline geçmesi veya açıkça hizmetine sunulmasıydı vahşice.

Uluslararası örgütlü sermaye böylelikle ürettiği mal ve hizmeti kolayca satar. Almayana da zorla katakulli ile dayatır. Toplumları çılgınlığa varan bir tüketim toplumuna dönüştürür. Lükse ve hazır mala yönlendirir. Ülkeleri üretimden uzaklaştırır, soğutur. Toplumların gelişmişlik veya gelişmezlik düzeyini hep tüketimle belirler. Yani endeks hep tüketimdir. Ölçü hep tüketim endeksleridir. Üretim, üreticilik ve üretkenlik unutturulur.

Ve küresel yağmabaşlar, komşular birbirine düşman edilir...

Küreselleşmenin dayandırıldığı ana strateji yani amacı, daha çok üretim daha çok kardır. Vahşi kapitalizm ancak yeni ürünler üretip satarak yoluna devam edebilir. İç çelişkiler ve zorluk yaşamasına rağmen muhalefeti ve alternatif modelleri hiç çekinmeden yok eder. Sindirip siler atar. Yani örgütlü uluslararası sermaye bu mantıksızlık içinde pazar ülkelerde ve geri kalmış ülkelerde korkusuzca cirit atar. Toplumları kürenin peşinde koşmaya heveslendirecekleri ise bol bol besler. Baldan yenmez bir cennet meyvesi olur böylece küreselleşme.

Sağı bir kenara solu bile küreselleşme mantığına uygun olarak biçimlendirirler. Yani ülke çıkarları ve gerçeklerine göre şekillenen her ulusal hareketi tırpanlar veya tırpanlattırırlar. Küreselleşmeye bir kez teslim oldunuz ise ortaya ülke yararına emek ve yürek koymak da zorlaşır. Çünkü popülist yaklaşımlara izin vardır sadece.

Aykırılar ise o nedenle bu nedenle toplanır, yığınlar halinde mahkeme mahkeme dolaştırılır...

"Ekonomik boyutu kısaca böyle. Siyasi ve sosyal boyutunda ise ortalık karıştırılır. Dört bir yanda en yakınlar, en yakın dostlar, komşular birbirlerinin boğazını sıkarlar emir büyük yerden geldi diye". İyi ki küreselleşme can çekişiyor da ülkemiz siyaseti birazcık da olsa nefes alacak.

Umarız tüm insanlarımızın daha rahat nefesleneceği günler yakındır. Umarız çare vardır. Dileriz dur diyenler çıkar...

GECEKONDUDAN KENTE SANCILI GEÇİŞ

GECEKONDUDAN KENTE SANCILI GEÇİŞ

Akılları binlerce kuşku kurcalarken, kentlerde kentlileşememe kimsenin umrunda değil...

"Uygarlığın kaynağı olan kentlerin uygarlığı yok etmek üzere olduğunun farkında mıyız? “ Sadece kamu hizmeti ile çözülemeyecek sorunları olan bir muammadır kent. Herkese düşen bir görev ve sorumluluk vardır. Kentsel dönüşüm veya kentsel yenileme açısından dünya deneyimini gözlemlemek önemli bir noktadır. Uluslararası platformlarda daha önceden özgürce tartışılmış ve belli sonuçlara varılmış bir konudur kent ıslahı.

Kentsel dönüşüm doğrultusunda pilot bölge olarak belirlenmiş Esenler’de, Esenler’in kentleşme açısından durum tespiti yapılmalıdır öncelikle. Siyasi kaygılarla yıllarca yok sayılmış, görmezden gelinmiş sorunlu şehirleşme yapımız bir kalemde çözülemez. Çözüm önerileri üzerinde yeterince tartışma yapılmaksızın, ortak akıl üretilmeksizin, bizim çözümümüz budur deyip dayatılan her ne olursa olsun sonuçta yine çözümsüzlüktür. Çözümler üretmek için soruna kent bilimci gözüyle yaklaşılmalıdır.

Bölgesel planlamayla bölgeler arası farklılıkları giderecek projeler belirlenmelidir. Uygulanacak projeler planlanırken bölgesel, kentsel, çevre düzeni, nazım imar planları ve kırsal planlar ölçeğinde ele alınıp değerlendirilmelidir.

Gecekondular, kaçak yapılar mevcut durumlarında bırakılmamalıdır. Yenileştirme, bina destekleme ve güçlendirme, çevre düzenlemeleri ile birlikte altyapı çalışmalarına gidilmelidir.

Topraktan daha çok fayda sağlanacak biçimde yeni yöntemler kullanılmalı ve çağdaş projeler önemsenmelidir.
Konut kooperatifçiliği çıkmazdadır. Düşük gelirli insanların da konut edinebilmesi için ciddi dönüşümler sağlanmalıdır. Kiralık konut yararlandırmaları için planlamaya gidilmelidir.

Sık sık imar afları, gecekondu afları çıkarmak, tapu tahsis belgeleri dağıtmak yoluyla kentsel rantlara göz yuman siyasi yapı kabuk değiştirmelidir.

Çıkarcı, köşe dönücü düşüncenin ve öyle düşünenlerin devri kapatılmalıdır. İyileştirme ve dönüştürme çalışmalarında adaletli bir paylaşım sağlanmalıdır.
Sağlıklı kentleşme için  konut arsa planlaması konusunda gerekli çalışmalar yapılarak halk mağdur edilmemelidir. Yerleşmeyi kentsel, turistik ve kırsal açıdan ele alıp ayrı ayrı değerlendirerek doğru bir kentsel altyapı uygulanmalıdır.
Bir biçimi ile sorunları yaratan özel, siyasi ve resmi makam sorgulaması yapılmalıdır. Medya da gerçekleri ortaya koyar biçimde yansız bir tutumla çözüme yardımcı olmalıdır.
Bireyi hem kentler hem de kırlar mutlu eder. Her ikisini de insanlara bir arada sunacak seçenekler çoğaltılmalıdır.
Sağlıklı yerleşim alanları planlanmalı; yeşili bol, düzenli ve temiz uyum kentler kentlileşemeyenlere sunulmalıdır.
Kent endüstrisi ve sanayisi konut yerleşim alanlarından çok uzağa taşınmalıdır. Sanayi ve endüstrinin doğayı kirletici üretim biçimlerinden arındırılması yönünde yaptırımlar uygulanmalıdır. Gerekli teçhizat ve donanımı gerçekleştiremeyen kurumlar ise üretim yapmaktan alıkonulmalıdır. Devletin ve yerel yönetimlerin lojman ve misafirhane türünden sosyal yapıları oluşturma sorumluluklarını yerine getirmeleri takip edilmelidir. Bir yasal zorunluluk olarak bu husus yeniden düzenlenmelidir.
Uygulanacak projenin maliyetleri denetlenmeli projelere finansal kaynak yaratılırken halkın zararına olabilecek ödünler verilmemelidir."

Evet kentlerde kentlileşememe kimsenin umrunda değil, Varsa yoksa yıkalım yapalım...

KÖYDEN GECEKONDUYA GEÇİŞİN SANCILARI

KÖYDEN GECEKONDUYA GEÇİŞİN SANCILARI
Kentsel dönüşümün konuşulduğu şu günlerde, yarın yıkımların can yakacağı bu şehirde herşey üçten beşe iktidardan yana...

"
1950’lerden sonra dengeli kalkınma modelinden vazgeçilmesi ve şehrin özendirilmesiyle kentlere göç başladı.Yatırımcıların keyfiyete göre yer seçimleri de eklenince göçe dayalı yapılaşma hızlandı.Yıllara göre ortalama 70-80 bin göç alan bir İstanbul oluştu. İnsan yerleşimleri; toplumsal ilerleme ve ekonomik büyümenin en önemli girdisini sağlar. Öyleyse yaşanılan yeri sağlıklı, güvenli, adil ve sürdürülebilir kılmak devletin ve yerel yönetimlerin görevidir.

Özünde barınmaktan altyapıya, eğitimden trafiğe, sağlıktan kültüre, issizlikten yoksulluğa tüm sorunlarla birlikte çevre sorunlarının halledilmesine yönelik çözümler araştırılmalıdır. Yeni yöntemler bulunup uygulanmalıdır. Devlet organlarının ve yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluklarını kentlilerle paylaşması şarttır. Bir araya gelinerek uygulanabilir çözümlerin hayata geçirilmesi için ortaklıklar, işbirlikleri kurulmalıdır. Uygar kent yönetimi ve yöntemleri ortaya konmalıdır.

Yerleşmenin temelinde yaşanabilirlik, sürdürülebilirlik ve adalet vardır. Yerleşme problemlerinin oluşmasında yerel yönetimler,sivil toplum örgütleri, problem merkezleri ve siyasi otorite ortaktır. Çözümün sadece devletten beklenmesi ise çözümsüzlüğe davetiye çıkarmaktır.Devlet yöreler arası eşitliği sağlayamadıkça, sosyal mekanizmalar oluşturmadıkça sorun ortadan kalkmaz. Kollektif bir yapı ile sorunların üzerine gidilmedikçe yerleşim sorunlarını çözümlemek hayalcilik olur.

Yık-yap, al-sat mantığı devletin ve yerel yönetimlerin 7000 yıllık kent olan İstanbul’a en büyük ayıbıdır. Kentsel rantların ekonomiyi, politikayı belirlemesi ve nihayet kentleri belirlemesiyle dengeli gelişme ve büyüme olanakları tırpanlanmıştır.

Göçe dayalı kentleşme evrensel bir sorun değildir. Sadece kalkınmakta olan ülkelere has bir olgudur. Nüfusu 20 milyona dayanan şehirlere bakıldığında, çoğunluğun 3. dünya ülkelerinde olduğu görülür. Gelişmiş ülkelerde ise büyük kentler nüfus kaybına uğrar. Ülkemizde yaşanan süreçte gecekondulaşma kaçınılmaz bir sonuçtur. Gecekondu, barınmaya eş anlamlı bir değerlendirmedir. Belki de bir dönem çözüm yolu olarak görülüp bir anlamda desteklenmiştir.

Yani devlet çözüm üretemediği için vatandaş kendi çözümünü üretmiştir. Ama bu masum barınma isteği zamanla kaçak yapılaşmaya dönüşmüştür. Yıllar yılı imar afları ile gecekondulaşma kaçak göçek apartmanlaşmaya terfi etmiştir. Ruhsatsız, plansız, projesiz ve denetimsiz binalardan oluşan mahalleler türemiştir. Bırakın mahalleleri mikro milliyetçilik bünyesinde şekillenen gettolar ilçe olmuştur. Gecekondular ticari meta haline gelince toprak arazi mafyalarının eline geçmiş toprağın ticari paylaşımı geliştirilmiştir.Yeni bir yasadışı kazanç kapısı aralanmıştır.Gecekonduların %90’ ı hazine ve kamu arazisi üzerine kurulmuştur. Araziyi kendi eylemiyle işgal edenler bu oranın %20’sidir. Yani  %80’i bu arsaları başkasından satın almıştır ve barınağını yapmıştır.

Bugün içinden çıkılmaz bir kent kaosudur yaşadığımız.

İstanbul 50 yıllık süreçte yasadışı bir kent olmuştur. İlgililer ise bu yasadışı kentleşmeye yıllar yılı seyirci kalmışlardır. Ve bizler bu yasadışı şehirde, bu şehrin ilçesi Esenler’de yaşamaya mahkumuz..."

Şimdi yüzlüğü bulunana seksenlik vaadediyorlar, mükemmel akıllı şehirlerde, kredi vb. hizmetlerde var, hayırlısı bakalım...