30 Kasım 2016 Çarşamba

EN VAZGEÇİLMEZ KURUM; POLİTİKA VE SAVAŞ…

EN VAZGEÇİLMEZ KURUM; POLİTİKA VE SAVAŞ…
 
Politika, insanlık tarihinde bin yıllardır en vazgeçilmez kurumdur. Politikacılar da öyle. Savaşlar da…
 
En vazgeçilmez görülen politikacılar da an gelir unutulur. Politikacılar çoğunlukla bir kurum çatısı altında oy verilerek seçilirler, beli zaman için para karşılığı görevlendirilirler. Bu görevlendirme doğrultusundaki tüm politik etkinlikler toplumda ve politika ile uğraşanlarda bir meslekmiş gibi algılanır. Oysa politika ve politikacılık aile boyu süren veya sürdürülecek, babadan oğula, anadan kıza geçecek bir meslek değildir.
 
Kara kaplı lügatta politika; Memleket işlerini idare için tutulan ölçülü yol, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı, siyaset, siyasa, yöntem olarak geçer. Bir hedefe varmak için karşısındakilerin duygularını okşama, zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanma ve benzer yollarla işini yürütme de tanım kapsamındadır.
 
Öyleyse politikacı da; Memleket için bu ölçülü yolda, devlet işlerini düzenlemek ve yürütmek, siyaset, siyasa ve yöntem geliştirmek için belli dönemler içinde para karşılığı tutulanlardır. Bir hedefe varmak için ise karşısındakilerin duygularını okşama, zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanma ve benzeri yollarla işini yürütendir.
 
Politikacılık, Politika tanımlaması içine girenler dışında bir mirasyedi politikasıyla, tehdit ve şantaj politikası ve aksak kıvrak politik duruş ile yürütülmemelidir. Politikacıların çoğunluğu için, politika adaletsizliğin, vurgunculuğun, yolsuzluğun, eşitsizliğin mihmandarlığına soyunma, soyma ve soyulma üzerine kurumlanırsa sosyal, ekonomik ve siyasal çöküntü peş peşe dizilir.
 
Politika çerçevesi belli olan hareket serbestisidir. Politikacı da öyle görüldüğü gibi tam serbest değildir…
 
Yazılı ve sözlü gelenek uyarınca kesin kural denilemez ama politika diye bir meslek olmayınca, politikacılar da kendilerini tam serbest sanınca, tüm politik kurumlar ve politikacılar, karşılaşılan her sosyal, siyasal ve ekonomik çöküntüde meseleyi ya dünya ölçekli ekonomik krizlere veya sözde meslektaş politikacıların peydahladığı savaşlara bağlarlar.
 
Yani politikacıların yenilme ve yenilenme dönemlerinde izledikleri politika şudur; her fırsatta soğuk savaş rüzgârları estirmek ve imkân yaratıldığında sıcak savaşı körüklemek.
 
Aslında her türden savaş; rasyonel ekonomik çöküş ve nasyonal politik çöküşün asosyal çıkmaz ile birleştiğinde gelinen en son noktadır…
 
Bu temel çöküşler emperyal sömürünün devamı ve iktidar egemenliğinin sürekliliğinin sağlanması için hoyratça kullanılır. Sosyokültürel, sosyoekonomik ve sosyopolitik dengeler gözetilerek kitlesel ve bölgesel savaşlar ustaca planlanır. Planlama doğrultusunda politika kurumları ve kurumsal politikacılar, ulusal veya uluslararası her sıcak savaştan etrafı kaplayan her türlü negatif havanın dağıtılması, içine düşülen çöküntünün üzerinin kapatılması için yararlanır. Ve usta politikacılar birikmiş suçlardan ancak bu sayede kurtulur ve aradan bir güzel sıyrılır.
 
İşte politik açıdan yanlış burada başlar. Sonuçta nelerin kaybedileceği iyi hesaplanmadan bile bile teoride birlik,  pratikte dirlik bırakmayan politikalara bel bağlanır.Siyasal, sosyal ve ekonomik çöküntüden kurtulmak için övülen ve övünülen tüm değerler bir bir dışlanır, sistemler bir bir yıkılır. Olan daima garip halklara olur. Ve insanlık çöker, rejimler tarz değiştirir, kendi memleketinde mültecilik başlar.
 
Oysa politika kurumları ve seçilen görevlendirilen politikacılar sosyal, ekonomik ve siyasal çöküntünün girdabından halklarını kurtarmak için vardır. Varlıkları önce tüm kirli savaşlara karşı durmak ile şekillenir. Sonra savaş karşıtlığını yüreklice dile getirmeli, haksızlığa ve vurgunculuğa, savaş ganimetlerinden pay kapışa karşı tek ses tek yürek haykırabilmelidirler. Ama haykırmazlar.
 
Çünkü kurumsal politika ve mesleksel politikacılar nedense çöküş nedenlerini adaletsizliğin hüküm sürdüğü her alanda, her bölgede, her belgede adaletsizliğin karşısında gereğince karşı durmadıklarına hiç bağlamazlar. Resmen savaşlardan beslenirler.
 
Şu fakir memleketin ana gemi partisinin cin politikacıları da, sağında solunda seyreden yan gemilerin hin tavırlı politikacıları da iki elin parmaklarını geçmez. Cinleri, hinleri bir araya toplansa bir avuç insan. Ama yığınlar acı içinde. Böyle giderse bu sosyokültürel, sosyoekonomik ve sosyopolitik travmadan, bu kılcal kanamadan tabandan tavana nitelik ve nicelik gözetilmeden her profesyonelleşmiş politikacılar, yarı profesyonel politikacılar ve amatör politik rol modeller nasibini alır. Bu toptan deliriş ve devriliş sürecidir. Yangın ana gemi partiden başlar filikalara ve forsalara kadar da uzanır.  
 
Tarihte En vazgeçilmez kurum; politika ve savaş. Bu minval üzerine politik apolitik tipler, cinler, hinler, dilbazlar meydana çıkar ve minareler yıkılır. Yine de sosyal, ekonomik ve siyasal çöküntü emperyal istilacıların pompaladığı savaşlarla asla düzeltilemez.
 
Tarihle sabittir; Politika ve politikacılar için savaş; günlük gündelik, yapay güç, suni görüntü, eksik vizyon, boş vitrin ve haybeden geçici güçlenmedir, o kadar… 

29 Kasım 2016 Salı

İSTANBUL’UN VE MARMARA’NIN “EN” BELEDİYE BAŞKANI…

İSTANBUL’UN VE MARMARA’NIN “EN” BELEDİYE BAŞKANI…

Belde belediyesi,  ilçe belediyesi veya Büyükşehir Belediyesi olsun hiç fark etmez. Hatta Cumhureisi sayesinde köy veya mahalle muhtarlarına kadar genişledi mesele.  Memlekette genelde olduğu gibi yerel yönetimler açısından değerlendirildiğinde de bir afra tafra. Çalışmayıp da belediye çalışıyor gösteren şu belediye başkanlarını anlamak ise hiç mümkün değil.
 
Belediyelerden yetişkinlere yüksek bütçeli üç boyutlu filmler devam ediyor…
 
Çoğu makam yetkisi ve belediye parası kullanarak hacıya hocaya, umreye gider, kimi tatile Avrupa’ya. İktidara yakını büyükşehir havuzundan beslenir ve hafızası kayıpları besler. Kimileri de vardır ki kendini yılın “en” belediye başkanı seçtirecek filmler çevirir. Bazıları bu kadarla da yetinmez, durmaz ve durulmaz belki de bol sponsorluk anlaşmalarıyla kendilerini bir yerlere başkan seçtirir. Elinde hakkınca ve halkın yararına yürütemediği başkanlığın bu şekilde kıymetine kıymet katacakmış gibi enleşir. Enine boyuna yiyiciler safını genişletir.
 
Bunları herkes de bilir ve görür. Ama söyleyemez. Söylüyoruz hem de nüfus kütüğüne kayıtlı olduğumuz kentin belediye başkanına yakın akraba ve İstanbul’un, Marmara’nın tek kadın belediye başkanına siyasi akraba olarak söylüyoruz. Gocunulacak bir durumları yok ki. Koca ülkede kime sorsanız, hangi yerel gazeteyi açsanız “enlerin” en belediye başkanı. Ama halkın belediye başkanı olan yok. Kaldıysa eğer sınırlı sayıda kaldı ve ne mutlu onlara.
 
İşte onlardan biri de İstanbul’un ve Marmara’nın tek kadın belediye başkanı. Her türlü zorluklara karşın ‘en’ olmayı hak eden bir halk dostu…

Şimdi birilerine ağır ve acı gelecek ama “göğe direk, denize kapak olmaz”. Şu suya yazı çaldığımız kısacık sürede siyasi bağı ne olursa olsun çağırsalar da gitmesem, çağırmasalar da sitem etsem değil niyetimiz. Doğruları saptamak ve yansıtmak.
 
Biliriz çünkü beldede, ilçede ve kentte her yapılan veya yapılmayan ne varsa, ‘en’ belediye başkanının inisayitifinden, desteğinden ve kösteğinden geçer.  Akıl karı bir iş değil ama böyle gerçekten. Tıpkı istanbul’un ve Marmara’nın tek kadın belediye başkanının içten dıştan karşılaştıkları gibi. Bu en olmakla övünen başkanların dilden dile gezmek çabası da bir garip çelişki. Belediye başkanlığının siyasette en tepeye tırmanmanın basamağı, vekilliğe uzanan siyasi yolculuğun ilk durağı olarak görülüp yaşanması başkanlar açısından doğru olabilir. Ama halka yazık olur.
 
Körler ülkesinde şaşılar padişah olur demek bize yakışmaz ama halktan biri olarak beytül malın ve  belediyenin sunduğu bütün donanımın siyasi ikbal için kullanıldığını gördükçe başka söz bulmak zorlaşıyor.

İstanbul’un tek kadın belediye başkanı gibi çalışmak lazım oysa. Öyle çalışmadan reklamı bol, sade vatandaşa adı sanı bilinmeyen, biraz araştırıldığında çok önemli bir yapılanma olduğu hissi veren ama önemsiz, tepeden dayatılan kurumlara kendini en başkan seçtirmekle yürümez gemiler. Belediye çalışıyor reklamı yerine halk menfaatine çalışmak gerekir.

Birde çok uluslu hikâyeler yazılıyor. Nasıl yazıldı, kim kimi destekledi hiç belli olmayan bir döngüde memleketin en çapsız belediye başkanlarından biri, bir bakmışsın uluslar arası düzeyde, en oluyor oralarda da başkanlığı kapıyor. Kimselere bırakmıyor.
 
Küresel sorunlarla ulus devletlerin baş etmesinin zorlaştığı özellikle mevcut iktidarın her alanda olduğu gibi ekonomik açıdan da dip yaptığı bu günlerde halkın belediye başkanlarına çok iş düşüyor.  Genel iktidara muhalif yerel iktidarlar, zor da olsa mevcut iktidarın eteğine yapışanlarla proje ve yatırımlar yarıştırmalıdır. Böyle bir başkanlık dönemi sonrasında dünya alem değer bilir. Halik bilmezse Malik bilir..
 
Zaten “Abdal ata binince bey oldum sanır, şalgam aşa girince yağ oldum sanır’mış.”…
 
Yani “En” Belediye başkanları bizde. “En” Siyasi parti genel başkanları, il başkanları, ilçe başkanları, yöneticileri, “En” milletvekilleri, bakanları, başbakanları, cumhurbaşkanları, işadamları, sanayicileri, “En” gazetecileri bizde. Biziz. Enlemi boylamı derin ülkeyiz vesselam. Ama memleket batıyor.
 
Bir belediye başkanı var ki İstanbul'da bileğinin hakkıyla “En” oluyor.  Marmara’nın tek kadın belediye başkanı olarak erkek egemen bir toplumda, erkek egemen siyasi tabloda tüm yoz avcılara, mevcut iktidar kalıntılarına bir güzel direniyor… 

26 Kasım 2016 Cumartesi

İSTANBUL'UN TEK KADIN BELEDİYE BAŞKANI…

İSTANBUL'UN TEK KADIN BELEDİYE BAŞKANI…
 
İstanbul’un ve Marmara Bölgesi’nin seçimle gelen tek kadın Belediye Başkanı Avcılar Belediye Başkanıdır. Yaklaşık 42 kilometre üzerinde yaşayan 450 bin Avcılarlının oy çağındakilerden yarısının oyunu CHP’ye vermesi ile seçilmiştir Belediye Başkanı. CHP hanesine %44 oran ve 106.505 oy yazdırmış, seçilmiş ve en zor ilçelerden birinde görev yapmaktadır. İstanbul ve Marmara’da tek olmayla övünmeyerek; "Bugünkü tablo ile bir kadın olarak gurur duymam mümkün değildir. Bu tablo işin ne kadar vahametini gösterir…" diyebilme yürekliliğini de her fırsatta dile getirmiştir.
 
Avcılar, kişi başına en az bütçeye sahip ancak en fazla hizmetin verilmesi gereken belediyelerdendir. Avcılar halkı, memlekette kadın ve erkek eşitliğinin yok edilmeye çalışıldığı ve kıyasıya İBB için yarışıldığı bir dönemde, İstanbul ve Marmara’nın tek kadın Belediye Başkanını seçme cesaretini göstermiştir. Elbette oy veren vermeyen tüm Avcılar halkı Başkandan ve Belediyeden hizmet bekleyecektir. Bu en doğal haklarıdır.
 
Başkanın seçildiği günden bu yana içten ve dıştan yığınla dertle uğraştığı da bir gerçekliktir. Belli bölge, alan, park, ana arterler ve sahilde önceki başkanlar döneminde olduğu gibi hala Büyükşehir Belediyesi ile boğuşmaktadır. İBB, Avcılar’da CHP’nin Sosyal Demokrat belediyecilik anlayışını uygulanmasını engellemek ve kamuoyunda zayıf düşürmek için bir çivi dahi çakmadığı gibi yapılanlara da mani olmaktadır.
 
Marmara Bölgesi’nde ve İstanbul’da CHP bayrağını dalgalandıran tek kadın belediye başkanına Topbaş zabıtalarının yaptıkları yetmezmiş gibi kaleyi içeriden fethetmek isteyen partililer Başkanı kuşatmış, arzularına ulaşamayınca da zaman içinde zehir zemberek pozlar takınmışlardır. Başkan baştan beri parti dışından olmak, partiye emek vermediği, aday olarak tepeden geldiği gibi konularda partisinin ilçe yönetimince dahi suçlanmıştır.
 
Oysa Başkan; seçim dönemlerinde CHP Avcılar ilçe örgütüne gönüllü destek sunmanın yanı sıra, CHP Bahçeşehir Belde Yönetim Kurulu Üyeliği ve Belde sekreterliği, CHP Büyükçekmece İlçesi Yönetim Kurulu Üyeliği, CHP Esenyurt İlçesi Yönetim Kurulu Üyeliği ve seçim organizasyon ve koordinasyonundan sorumlu Başkan Yardımcılığı, CHP İstanbul İl Kadın Kolları Yönetim Kurulu Üyeliği, Sağlık’ tan sorumlu Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur. Kayıtlı hayatına göre Üçüncü bölgede belde, ilçeler ve il düzeyinde aktif bir partili geçmişe sahiptir.
 
Ola ki partili geçmişi yoktur, Avcılar’a hizmet ise aranan, 1992 ila 2000 yılları arasında Avcılar ve Denizköşkler ‘deki sağlık ocaklarında sağlık ocağı hekimliği yapmışlığı kayıtlara geçmiştir. Yine mesleki açıdan 1999 ila 2013 yılları arası Özel Avcılar Hospital’da Başhekim yardımcılığı ve Avcılar Ambarlı Dolum Tesisleri’nde İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği danışmanlığı ve İşyeri Hekimliği yapmışlığı da vardır. Avcılar dahilinde tüm bu görevlerde bulunduysa eğer ve CHP’li olmayı da içselleştirdiyse mesele yoktur aslında.
 
Her şey bir yana, hoş buldukları yere, her boş arsaya, alanlara, meydanlara ve sahipsizleştirdikleri mekanlara kara bulut gibi çöken mevcut iktidar partisinin belediyecilik anlayışının tahakkümü Avcılar’da CHP’nin kazanmasıyla biraz olsun ötelenmiştir. Bu bile değeri gelecekte anlaşılacak bir kazanımdır. Yıllardır iktidar partisinin kazandığı civar belediyelere bakmak yeterlidir. Yoz yönetimler yüzünden yaşanamaz haldedir o garip ilçeler. Oraları yönetenler bile CHP’li belediyelerin bulunduğu ilçelerde belki de birçoğu Avcılar’da ikamet etmektedir. Birbiriyle ben merkezli kavgaya tutuşanların biraz Avcılar dışına çıkmaları gerekir, görsünler millet ne halde memleket nereye gidiyor. Siyaset yapmaları ve politikalar üretmeleri içinde malzeme olur ayrıca.
 
Avcılar’da olması ve yapılması gereken işte bu hâkim talancı anlayışa belediye başkanı, ilçe başkanı ve partililer dayanışmasıyla dik durulmasıdır. Ne yazık ki ilçe başkanı ve yönetimi de Avcılar’da iyi giden işleyişi bozan bir havaya bürünmüşlerdir. Partili olmayı sadece aday adaylığı ve adaylık çerçevesinde görenlerin, seçilmediklerinde kızan ve kıran rolü üstlenmeleri kısmen normaldir.  Ancak şık durmayan kendine yapılmasını istemeyecek dozda arayı açan ve bozan olmaktır. Ayrıca Başkanlık öylesine yaratılan demeçsel  araç maraç kriziyle asla zedelenmez. Makam yıpranır. CHP değer kaybeder. Bir akşamüzeri ikamet ettiği sitede Başkanın park halindeki makam aracının ön camına kurşun isabet etmesiyle de partidaşlar arasında esen soğuk hava bitmeli, buzlar erimelidir. Dostluk kazanmalıdır.
 
Zaten ilerisi düşünülmeden verilen beyanatlar yerelin dışında sadece yandaş besleme basına malzeme olur. Ayni besleme ve yanlı basında sekter kör kurşundan bahis olmaz. Yine de İstanbul’un ve Marmara Bölgesi’nin seçimle gelen tek kadın Belediye Başkanı, CHP’li Avcılar Belediye Başkanı yılmadan bildiğini okur.

24 Kasım 2016 Perşembe

EKONOMİ BATIK, SERVETLER ERİDİ, ERİYOR…

EKONOMİ BATIK, SERVETLER ERİDİ, ERİYOR…
 
ABD’de Trump kazandığından bu yana, Amerika piyasalarında ılımlı ve olumlu bir hava eserken, övünülen küresel sermaye neredeyse battı, dışa bağımlı kapitalizme hizmet piyasaları ise tam çakıldı. Ekonominin son yıllardaki kötü idaresine bu umulmadık ters esinti de eklenince kapitalist buhran şu garip memleketi de çarptı. Aslında dünya ölçeğinde gittikçe büyüyen bir ekonomik kriz vardı. İşte o kriz Trump’u başkan yaptı, başka diyarlarda kimleri ne yapar o yakında görülecek.
 
Küresel sermayeye endeksli bir ekonominin işlediği şu memlekette ceplerde ve yastık altındaki para yıllar içinde hissettirilmeden değer kaybetti. Bu günden sonrası itibariyle daha beter günler bekliyor yuttaşları. Ekonomistlere göre paranın gücü mevcut iktidar öncesi günlere geriledi. Her sıkışık dönem anımsatıldığında sol kesime mal edilen servet düşmanlığı açıkça yapılmadığı halde kişisel servetler mevcut iktidar döneminde yıllar içinde eridikçe eridi. Resmen servet kaybı yaşandı ve daha da yaşanacak gibi.
 
Özellikle son altı yıldır izlenen kredi tarzlı büyüme politikası, düşük büyüme oranları ile birleşince borç yükü de arttıkça arttı. Vaat edilen refah düzeyi alabildiğine düştü, istikrar da yerle bir oldu. Bu arada tarihi memleket kazanımları gibi özel kişisel servetler de toz oldu.
 
Bu günden yarına ekonomi rayında gidiyor demekle olmayacağı apaçık belli. Kısa veya uzun vadeli kredilere dayalı büyüme modeli tutmadı, borç tutarına da tavan yaptırdı. Bilhassa liranın dolar karşısındaki hezimeti borca borç ekledi. Günü kurtarmaya yönelik borç veren ülke olundu söylemine karşın, aşırı borçlanmaya kurlardaki bu oynaklık da eklenince memlekette yetişkin başına düşen borç yedi bin dolarlara çıktı. Bu borç mevcut iktidar öncesi bin beşyüz dolar civarındaydı. Bu gün itibariyle yetişkinlerin borcu neredeyse yediye katladı.
 
Her dönemde olduğu gibi, her dönemin adamları, zulasında üç beş bin civarında döviz bulunduranlar borcu bir kenara koyup, aklı sıra kur hesapları yaparak, kazandıklarını sanarak mevcut gidişatın iyi olduğundan dem vurabilirler.  Bol derin götürenler ekonomi profları da satın alabilir ve istediklerini söyletebilirler. Oysa ekonomik gerçekler hiç de öyle değil. Kapitalist düzenin can çekiştiği ve küresel ekonominin çöktüğü şu günlerde işler tam tersine döndü. Elbette memleketin yarısını oluşturan tek bir kişinin güdümünde ve her şeyi harfiyen eksiksiz bilen güruha bu ekonomik kaos anlatılamaz ve izah edilemez. Onlar inadına veya softa sevabına Amerikan dolarının mevcut iktidar öncesi 1,6 lira iken, kurun 3,5 lira seviyesine yanaştığını da bilmezden gelirler. Veya kur artışını kar sayarlar. Sadece döviz kurları üzerinden bir değerleme yapıldığında bile ekonomik durumun vahameti ortadayken krizi umursamazlar. Bu çok bilen tarikatının içinde kısa dönemde servet yapanlar da vardır mutlaka. İşte onların da nasıl edindikleri besbelli servetleri bu günlere yarı yarıya eridi. Bu malı götüren, can çıkar huy çıkmaz tayfasının haydan geldi huya gider diyeceği de aşikar.
 
Memlekette çalışan çabalayan ve didinen, geçim derdine düşmüş fakir fukaranın durumu ortada. Bu emekçi garip gurabayı düşünen yok. Bir de beslemeden beter aymazlar var. Çoğunluktalar. Onlar için ne gam var ne tasa. Tasa doldurulanla yetinerek, emek ve sermayeye uzak, sadakacısına sadakatle bağlı, kendi yurdunda mülteci gibi yaşıyorlar.  Bir yalancı mutluluk saçıyorlar etrafa. Ama memleket zenginleri, en zenginler bile mutsuz, bozulan ekonomi ile başları dertte. Çünkü günden güne onlar da yoksullaşıyorlar.
 
Öyle bir memleket ki bu memleket akıl melekelerini zorlayacak biçimde bir yerlere, tam dibe doğru sürükleniyor ayıkan yok. Millet açlık sınırında yaşamaya mahkûm edilmiş, zenginler bile bu iktidar döneminde dolar bazında yüzde altı civarında, servet bazında yüzde yediyi geçen oranlarda yoksullaşmış, denizlerde hala kâğıttan gemiler yüzdürülüyor.  Kimse söylentilere aldanmasın, abartılara kanmasın ne bilmem kaçıncı büyüyen ekonomi, ne de zengin mengin bir ülke işin gerçeği.
 
Kimseler servetine, malına mülküne de güvenmesin. Ekonomik verilere ve finansal göstergelere göre şu cennet memlekette yetişkin nüfusun yüzde yetmiş beşe yakın kısmı on bin doların altında bir servete sahip. Aslı astarı bu kadar, bir üflemelik zenginlik. Yüzde yirmi beşe yakın nüfusun ise on bin ila yüz bin dolarlık bir serveti var. Ve koskoca ülkede binde bir yetişkin nüfus ise bir milyon dolar ve üstü servet edinmiş gözüküyor. Bu yüzde yirmi beşler, binde birler ekonomik gidişattan mutsuz ve umutsuz, geride kalan sessiz çoğunluk ise mesut bahtiyar.
 
Zenginler, en zenginler mutsuzlar çünkü bu servet dağılımı tablosunda yer alan yetişkin nüfus dünyada zenginliğini en çok kaybeden ülkeler sıralamasında sekizinci sırada. Başka bir deyişle şu fakir memleket bu iktidar döneminde en çok zenginini yitirenler sıralamasında ilk onda. Son yıllarda haram helal ayırmadan yükünü tutan, bu sonradan görme can çıkar huy çıkmaz tayfasının oh iyi olmuş diyeceği aşikar.
 
Son yıllarda zenginlikler iktidar fırsatçıları ve hükümet yancıları doğrultusunda el değiştirmesine karşın zenginliğini koruyamıyor. Koruyamayacak. Sadece inşaat sektörünü motor alarak, emlak fiyatlarının fırlatılması patlatılması ve sıcak para parlatmaları ile ekonomi çarkı dönmüyor. Dönmez. Ekonomik açıdan ciddi bir darboğaz kapıda bekliyor. Ne işe yaradığı muamma Dünya Bankası bile,  Artan Kutuplaşma Ortamında Avrupa ve Orta Asya’da Ilımlı Büyüme Raporu’nda “ Petrol fiyatında düşüşler, yapısal sorunlar nedeniyle bu bölgelerde büyüme açısından zor döneme girildiğini” kaydediyor.
 
Nedense şu garip memlekette ekonomik belirsizliklerin artışı, ekonomik etkinlik hızının düştüğü kayıtsızca kamufle ediliyor. Özel yatırımların günden güne azalması ve ülke ekonomisine ihracat katkısının düşmesine bağlı ekonomik büyümenin yavaşlaması da bir şekilde gizleniyor. Son yıllarda memleketi de yakından etkileyen kapitalizmin her kriz döneminde baştan savmacılıkla ‘teğet geçer’ politikası izleniyor. Günlük ve fevri çıkışlarla ekonomiye vurulmuş darbeler sonradan mükâfatmışçasına sunuluyor. Bir dış politika zaafı turizmde yüzde seksen beşlere varan bir kayıp yaşattı şu fakir memlekete. Yirmi beş yıllık değer bir hamleyle sıfırlandı. Eski günlere dönmek için üç beş yıl geçeceği söyleniyor. Duyan işiten yok. Ekonomide bunca gerilemeye, kaybedişe karşın yine mevcut iktidar kazanıyor.
 
Ekonomi batık, servetler eridikçe eriyor, tüm ekonomik dengeler on beş yıl öncesine dönmüş mevcut iktidar hala prim yapıyor. Kırk bir kere maaşallah…

20 Kasım 2016 Pazar

KONUŞMA SANATI VE YAZGI...

KONUŞMA SANATI VE YAZGI...
 
Konuşma diline az biraz şiir dili karışınca gündelik hayatın gürültücülüğü durulur. O dirayetli şair duruşu gece gibi çöken sessizliği bozar. Suskunluğa isyana bozulanlar elbette çıkar ama fevri çıkışlar çıkarlar bozulduğunadır. Çünkü iyi konuşucular, diri koşucuları motive eder ve en kısa veya en uzun koşuların sonucunu belirler. Gün yitimi gibidir güzel konuşmak. Beklentilerin aksine becerilemeyince heyecan yitimi, hedef yitimi ve yön yitimi yaşanır. Kendisi ve eşyaları satışa çıkarılmış harap bir konağın değişen çağa direnişidir belki de susmamak. Konuşmak aklı çağa uydurmak, istilaya ayak diremektir sonsuza dek. Gözü dönmüşlüğün alarmı çaldığında artık beş paraya satın alınamaz hayatlar. Bol resimli cep romanlarından, seriyal filmlerden fışkırır tüm bireysel, evsel ve kentsel dönüşümler, kuşatır toplumları.
 
 “ Dönmeden, çark etmeden dimdirek güzel konuşurdum çok önceleri. Her gece ne şiirler dizerdim tesbihe. Teşbihte hata olmaz ama konuşmalarımın gölgesinde kalırdı hep dizeler. Ne sevinçler yaşardım beyaz örtüyle kaplanan. Ama her biri hayatın içinde örtülüverir, kirleniverirdi. Konuşma denizinde düşler de derin düşmeler de yaşardım şairane. Dizlerimde güç derman, aklımda ferman kalmayana dek izlerdim taşkın buluşmaları. Çift makas güzellemeleri gözlerimde fer kalmayıncaya dek gözlerdim. Sözlerdim. Göç çağrıştıran benzetmelerin içine dışına savrulurdum…”
 
Söze sağırlaşma konuşma sağaltımı ile düzeltilemez. Göç kuramı gereği ayni yel üst üste yıldızları vurmaz ve dökmez gül bahçesine. Güzel ve iyi, akıllı ve cesur olsa da tüm kürsü konuşmaları mukaddes eksiklikleri barındırır her tümcesinde. Eksiklerin tamlanması üzerine kurulur tüm metinler. Daima da imkânsızlık asasına dayanılır. Elden ele dolaştıkça sınanmalar, ayılır dil ve bezer. Ateşi sönen bir yangındır güzel konuşmak ve yıldızlara açık kara gecelerde ışır.
 
“ Hayli güzel konuşurdum çok önceleri. Bavullar toplandıkça yad ellere, en intizamlı şiirleri ardımda bıraktım. Konuşmaları da. Düştüm yollara memleket aşkıyla. Vaat edilen cennet çok yakınımdaydı. Veya çok uzaktı hep aradım. Gece yarılarından sonra ve şimdiye dek kısmet ve nispet çizgisinde çilerdim. Yıllardır bir ileri iki geri bir hayat. Hilafsız muhaliflik o günlerden kalma. Düalemi konuşarak öğrendim. Kal göründü kaldım, kürsü aşkıydı gitmek yok denildi geldim. Halifeden icazete gerek olmayan paylaşımlarda anladım, sadece konuşmakla da olmazmış. Veya nalına mıhına konuşarak…”
 
Saflık saf altın serip, ortalığı gerip laflamayla geçmez. Kalaylamadan saatlerce konuşmak ise bir başka sanat. Çürük çarık, çukur batak sözlerle porselenleşmek iyi satıcılık olabilir. Boyu posu yerindelik yetmeyince, konuşmak tek sayfalık resimli destanlara komik replikler hazırlamaktan öteye geçmez. Farkındalık formaliteyle başlar form devam ettikçe sürer. Ve formika masalarda kelime kelime işlenir sonat. Formülü içinde gizli konuşmaların kürsücüleri arada bir küserler. Ama umursamazlıkla her müzayedeye damgasını vurur kusursuz konuşucular.
 
“ Güzel konuşabilmek için kum fırtınalı çöllerde divaneliğin kavalını üfledim. Genizden akan ganimete odaklandım. Yalana dolana el sürmedim. Özgürlüğün bedeli kaç batman altın ise ödedim geçtim. Aklı paytak aslı yataklardan olmadım hiç. Ve hiç kollektif ortak aramadım kanmalara, yanılgılara. Çünkü hilafetin kalktığı gün doğdum, Denizin doğduğu gün öldüm. Cüppesine cüplediğim dünyada hakkınca konuşlandım. Konuştukça coşanlarda nece takiyeler gördüm, takunyalılarda düşen takkeleri hiç görmedim. İşte o yüzden susmadım hep konuştum…”
 
Sakınılmayan söz ağır ise eğer insan olan insanın ağrına gider. Olmayanın da acı gerçeği budur lakin farkına varmaz. Yalanlar çoğaldıkça, yığınla çağladıkça sükut durmak da yetmez. Derdestlenen değerlerden dersler çıkarıp dertlenmek, sözleri sarraf tartısıyla ölçüp tartmaktan başka işe yaramaz. Vicdani sorumluluklar yüzleri somurttukça umut ateşte kömürleşir. Ve kömür karası bulaşır tüm aykırı konuşmalara.
 
“ Ehline yakın derecede güzel konuşurdum önceleri. Zihniyet gelişi güzel değiştikçe asla gerilemedim. Lanet planet melanetini savurdukça, meliki maliki Allah kerim misali tenekeden plaketlere boğulmadım. Beyin fırtınalarında vahayı yaşadım. Açılsın tüm kara kaftan örtüler, hesaba çekilsin artık ölümlüler diye tarih babaya yazıldım…”
 
Ateşte açan çiçek damlasıdır söz. Ve konuşmak korkusuzca kor ateşe dalmaktır. Uzun lafın özüne yuvarlamaktır yaslı yaşlı dünyayı. Umut ise kömür gözlerdeki kızıl ateştir. Gözyaşlarına dudak değende ayrılıktan nasiplenmektir. Gözde konuşmacılık aykırı sözcüklerin sehpada sevişmesine veya haklı haykırışların darağacında ilk dansına yakılan ağıttır. Tüm kan çiçek bezeli konuşmalar ise tarihe atılan imzadır.
 
“ Şair gibi durur şiir gibi konuşurdum çok önceleri. Kürsüyü yar bilirdim nutku tutulmuşlara inat. Söylevlerim intizamlı, nazımlı ve hazmı zor türdendi. Eslerim olurdu susmaksızın. Sinkaflarım kaf dağının ardına  taşardı. Sur öttü sanki sabırla sustum. Yoksa sustuk mu susturulduk mu? Bilemedim…”
 
Bitti denilen izmler saftan görünüp safkan izli bütün kursal cüceleşmelere tur üstüne tur bindirir. Bilinçli konuşmak kalenderaneleri kahırlandıran kara çakıl taşlı kumsal uzadıkça, kara Denize sıfır yaşamaktır. Ve yüzmeyi, iş yüzdürmeyi bilmeden öğrenmeden, kendi ömründen çalmaktır. Uzun sözün kısası güzel konuşmak bir sanattır. İyi pazarlanırsa para eder belki ama oyalanıp boyansa da oya tahvil edilemez. Kara yazgı böyle. Yazıya, yazmaya bulaşınca bu değişmez gerçeği daha da iyi anladım.
 
Yazmak ise konuşma sanatını gereğince bilerek, daralan anlarda genişleyen anılardan, uzayıp kısalan kıssalardan, kasvetli hayat sahnesinden az çok demeden konuşmalık konu derlemektir…

18 Kasım 2016 Cuma

ÖRGÜTLÜ GELECEK “BAŞKAN” İLE GELECEK…

ÖRGÜTLÜ GELECEK “BAŞKAN” İLE GELECEK…
 
Bu kadar da olmaz denildikçe ‘ Olacak O Kadar’ diye denile başa olmadık işler geldi. Geldi de bir türlü akıl başa gelmedi. Şimdi başka bir tekerleme moda; Gelecek gelecek, gelecek ‘Başkan’ ile güzelleşecek…
 
Hayın darbe girişimi atlatıldı atlatılmasına ya zelzelesi geçmedi. Hemen peşinden demokrasi rafa kaldırıldı; yeni bir rejim oluşturuldu. Olağanüstü haller, çarpıcı kandırılmışlıklar, debre yalanlar, gece gündüz operasyonlar, görevden uzaklaştırmalar, sıcak baskılar, keyfi dayatmalar, demokratik örgütleri kapatmalar, asılmış vekilmiş kamuya reismiş tanımadan toplamalar, alnı secdede görünen Allahsızlara çıkartmalar, sert sansür, tecavüzlerin bin nevisine akıl dışı aklamalar, kanun hükmünde karar almalar, karanameleri istisnasız uygulamalar ve benzerleri ile idare edilen, sıkı denetim sıkıyönetimli bir rejim. Aslında resim başka, mevcut rejimi içinden çıkılamaz hale getirip karalamak, kötülemek ve başkanlığa kapıyı aralamak. Gündemi başkanlık tartışmaları ve anayasa taslakları ile işgal etmek. Şimdilik örgütlü muhaliflik gereksiz misali memleketi başkanlığa incelikle hazırlamak.
 
“ Sessizlik ve sersizlik bastırınca kara geceler iyice kararır. Alaca karanlıkta cehalet vurur sıkı sıkıya kapalı pencereleri. Uyartılar, baykuş çığırtısı kulak çınlaması tipinde yayılır ortalığa…”
 
İleri darbesel bir sel tufanı vurunca memleketi, memleketin özellikle en nadide iki büyük kentini; at izi it izine karıştı. Karıştırıldı. Behemehal Başkanlık iddiası dört bir köşeye yayıldı. Dirayetsizlikle dağıtıldı. Önce tarlanın ayrık otları temizlendi sonra iktidarı tek adam, parlamentoyu tek parti götürsün ittifakları hazırlandı. Sona yakın harika bir çıkış yoludur bu manzumeleri yazıldı. Daha kim kime yazılır ve yazılacak şimdiden kestirmek güç ama tüm ampullü tabelaların son değil yeni bir başlangıç yazacak biçimde ayarlanacağı kesin. Altına da bir dip not düşülür; ‘Örgütlü Gelecek Başkanlıkla Gelecek’.
 
Her şey komşuda pişer bize de düşer, Kötü komşu ev sahibi eder meselesi aslında. Yaklaşık bin kilometrelik sınırda savaş var üç milyon mülteci şu garip memlekette ev sahibi, yakında vatandaş. Atıp tutmalar bir şaka. Hele hele okyanus ötesi yakınlıkta en baba müttefik ABD’de pişenlere gelince. ‘ABD’yi Yeniden Harika Yap’acak aşırı dinci vasıflı, ırkçı tabanlı, artist özentili, faşist kovboy yenidünyanın en etkin gücü, dünyadaki mutlak gücün kara eli olunca veya kara karanlığın en kara güçlü tarafı kazanınca model belli oldu. Modelin dünyaya yansıması da yakında görülür. Hal böyle olunca şu garip memlekette ‘Ülkeyi Yeniden Harika Yap’manın yolu ‘Başkanlık’tan geçiyor süreci kapıya dayandı. Dayanır.
 
“Zaten sessizlik ve sersizlik bir akbaba çığırtısı, yoksulluk yoksunluk kulak çınlaması olarak halka yayıldıkça tüm yaşanmışlıklar ve yaşanmaz görünen yaşanacaklar birbirini takip eder…”
 
Öyle sıkı bir takip ki bu, Birleşmiş Milletlere turp gibi bir başkan Trump seçilince, Donald dünyayı bizim için donat denilince ABD ve AB’nin diğer faşist unsurları da cesaretlendi. Önlerinde öykünülecek bir örnek oluştu. İşte bu örnek ve örnekleme versiyonlar ilk başta Ortadoğu ülkelerini şekillendirir. Sonra, sonrası için Allah korusun. Tarihle sabit aslı astarı faşizm, oradan topyekûn savaşmaya uzayan bıçak sırtı bir yoldur bu izlenen.
 
 
“ Sessiz ve sersiz sonsuz eylemlilikte tüm masum çıkışlar bile, karga tulumba ak babaya teslim edilir. Kusursuz kurbanlar aranır, kurgulanışa…”
 
Bu eşsiz temaşa üçü bir arada bir temsille işler. Başkan; aynı zamanda başbakan, cumhurbaşkanı ve başkomutan olacak biçimde. Şimdilik dört dörtlük görülüp dört şekliyle hitap edilen biri de hazır kıta. Her şeyi zaten harika yapar, harika yapıyor ülkeyi. Ancak orta seviye inanç sarhoşluğu aniden yapıcı isyanlara yuvarlanırsa bu başkanlık hevesi ve heveslileri akla karayı seçer. Bulurlar papazı. Tıpkı tapılan dost ve mütemadiyen müttefik ABD gibi. İşte taraflar için sorun bu.
 
Belki bu zamane hevesi, parlamentoda derinlemesine ittifaklar katkısıyla referanduma gider. Referandumdan da belki başkanlık çıkar. Çıkar ama kim başkan olur hiç te kesin değil. İstenen, beklenen ve tek geçilen, şimdilik hak ettiği söylenen değil de aradan bir faşist çıkabilir ipi göğüsleyebilir mesela. Canlı örnek müttefik. Buralarda farklı işler sistem, başkalarına asla benzemez. Hiç çaktırmadan olanlar olur, bir çırpıda. Aslında Başkan kim olursa olsun bir gecede kendi partisi dışında tek bir parti bırakmaz. Demokratik kitle örgütlerinden rejime taş koyanlar kapatılır. Başkana karşı koyanlar bir bir tutuklanır. Akla gelmedik şeyler yaşanır. Genelge ve talimatlarla tüm ipler başkanın eline geçer. Her şey ama her şey başkanın aklına bağlanır. Öyle ki toplumsal akıl kiraya verme dönemi de kapanır. Paketler ağır ağır para basar. Kağıttan paketi fünyesiz patlatmak gibi bir şeydir bu baştan bozulma. İşte o gün geldiği zaman yıkıntılar arasında yakınmak, enkaza bilmeden veya bilerek kandırmaca methiyeler yazmak zevatı kurtarmaz, milleti de esenliğe çıkarmaz.
 
Ancak istibdat dönemi beklenenden çok kısa sürer. Her alanda Başkan ve başkanın adamlarının dedikleri olur. Gerçek demokrasiden çok uzun süre, çok canlar yanacak biçimde uzaklaşılır. Dönemin çağdaşı değil, dönemde çağdışı olmak üzere kurumlanır tüm özgürleşmeler. Keyfi idareye bağlı   ‘Örgütlü Gelecek Başkanla Gelecek’ iddiası da bu arada gerçekleşiverir. Ancak bu öyle bir özgürlüktür ki; izin verilen kadarıyla, izin verildiğince ve başkanın işine geldiği oranda sınırsız özgürlüktür. Çerçevesi belirlenmiş bir hürriyet. O sınırsız özgürlük dışında iktidarca kusurlu sayılan yürüyüşe devam edildikçe de çok canlar gider, köprü altından çok kayıp yıllar akar, ömür geçer.
 
Şu sıralar tarihle sabit bu kadar da olmaz dedirten acılar yaşatmış o gözü kara dönemleri, bilmezden görmezden gelip, ‘Olacak O Kadar’ tarzında loş hayallerin peşinde koşan, her katmandan edebi ağızlı edepsizler başkanlığa geçiş hakkında saydırıyorlar. Sıraklar sırıyorlar sıvıyorlar. Tertipli tezgahlı bir boş hayal satılıyor açıkça. Alıcısı da çok sanki kanmışlar da bol gibi görünüyor. Ancak son keresine son zerresine yürekleri hala yakan tarihten kesitler, beş para etmez sebepten tüm toplumsal kıyımlar, faşizme bulanmış o lanetli yıllar hatırlandıkça yumuşak geçiş zorlaşır. Bir bakarsın ‘Başkanlık’ da buharlaşır.
 
Taraflardan, demokrasi tabanlı ‘Örgütlü Gelecek’ için ve Demokles’in kılıcı ‘Başkanlı Gelecek’ için de bir çift söz yeter; “Zor oyunu bozar”…

15 Kasım 2016 Salı

ME-BU GÜNLER İÇİM YANIYOR…

BU GÜNLER İÇİM YANIYOR…
 
Doğruları kimin söylediği önemli değil, önemli olan doğrunun ta kendisidir. Yalanı ise kimin söylediği önemlidir…
 
Yalansız dolansız yazdıklarım bu düzen böyle gitmez diyenlerle beraber yazacaklarımı bekliyor sırada. Hak aşkına, halk aşkına, pir aşkına ben de bekliyorum. Bekleriz ama asla kurşun atmayız bu kadar insan kasabı varken düşküne. Zaten yeryüzünde masumiyet oldukça, masumluk simgesi nefes aldıkça doğruları vurgulamak daima içimizde yaşayacak.
 
Çok geçmedi üzerinden; bir mülteci bebek kıyıya vurdu. Utancından Deniz boğuldu. İki gün sonra unutuldu. Nerede kaldı insanlık. Kalmadı başka dert ülkemin gündemi Başkanlık…
 
Bu günler hep geçmişimizi konuşuyoruz. İşimize geldiği kadar arada sırada bugünü konuşuyoruz. Yarını ise hiç konuşmuyoruz. Sanki korkuyoruz. Geçmişi olmayanın geleceği olmaz ama geçmiş geçti yarını yaşayacağız. Resmen unutuyoruz. Oysa yarını ve umutları olmayanlar yok olmaya mahkûmdur çok iyi biliyoruz.
 
Bu memleket bu günler bir acayip. Hep Allah razı olsun diyorlar. Devlet millet sağ olsun. Bu günlerde bir gün de kul razı olsun, canlar gitmesin diyen yok…
 
“Bu günler
Bardaktan boşalırcasına akan gözyaşlarımı
Aşkın ile sildim.
Hercai menekşenin pejmürdeliği
Soğuk sıcak alaşımı
Bu günler.
Kan sızarken kör gecelerin
Üstünü örttüm.
Yalnızlığın Sevdasına kurşun attım
Genzim yandı, bir yanda kömür kokusu
Bir yana gülbeşeker yanakların.
Ekim yanıyor
İçim kanıyor
Bu günler.
Matemindeyiz susuzluğumuzun
Kana boyanırken Kerbela
Acıları pişiriyor, aşure diye dağıtıyoruz
Han sofralarına zulüm olmadan
Cancana pire döndük
Bu günler.”
 
Bu günlerde cenneti gösterip de cehennem azabı çektirenlere kanmayacaksın. Bu günler dışarısı Gül bahçesi değildir. Hep reklamasyon. Hayatın yanılma payı da yüksektir. Önce mevcutlu muhafaza edeceksin her şeyi. Daha iyisi varsa da, gerçekse bu günlerin getirdiği arkana bakmayıp yürüyeceksin. Ama insan satıp yarı yolda bırakmayacaksın. Ve asla aldanmayacaksın.
 
“ Yalancı baharla ısındığını sanırsın
Aldanma…
Peşinden neler gelir bilinmez,
Fırtınanın sessizliğinde...”
 
Bu günlerin getirdiği budur. Fırtına öncesi sessizlikteki bu günlerde emperyalizm dışsal bir olgu değil içsel ve bölgesel bir olgudur. İşbirlikçi sermaye nitelik değiştirdikçe çelişkiler daha da keskinleşerek ülkeyi çözümsüzlüğe götürecektir. Emperyalizm yeni alternatifler üreterek yeni arayışlara gidecek ve paylaşım ülkemiz üzerinden yapılacaktır. Ve bu bölüşümden payımıza düşen ise bölünme olasılığıdır.
 
Her türlü olasılık bir yana; Gül ağacı yola dikilmez, bağında güzeldir. Ekin tarlada sürülmez harmanda güzeldir. Tek öküz çifte koşulmaz, eşiyle yürürse güzeldir. Tek Adamla ülke yönetilmez, halk kendini yönetirse güzeldir.
 
Elbette güzellik kaybedilince anlaşılır. Bu günlerde orta öğretim ders kitaplarında kaldı yurttaşlık. Sanki vatandaşın dertleri bitti, kalmadı başka dert bu günler ülkemin gündemi Başkanlık…

FUARI SOLDAN DALGALANDIRDIK…

FUARI SOLDAN DALGALANDIRDIK…
 
Belki de her şeyin sonu gelecek günlere çok yakın Tüyap’ı da, fuarı da kendi çapımızda, elimizden geldiğince, aklımız yettiğince soldan dalgalandırdık. Kitap partnerimiz yanımızda değildi ama tek başına Edibin e tipinde geçen uzun ve sancılı yıllardan sonra, gecikmiş yazarlığımızı fırsat bilerek dost meclisine durduk. Kitapsever dostlara “Karadeniz Soldan Dalgalanır, Her Eylülde…” imzalamak üzere bu kez kitap sergisinin ardına oturduk. Konuklarımızı ağırladık, üç beş imzaladık takdim ettik. İhtiyarlık çöken yaşam öykümüzün portresi dostlarımızdan bazılarıyla, bu vesileyle otuz yıl sonra karşılaştık. Her biri yine genç, yine can, az biraz yıpranmış ama dirençli, çekingen ancak korkusuzdular. Onlar olduğu sürece ve beterin beterine dayandığı sürece bize karada ölüm yokmuş anladım.
 
Demokrasinin bir türlü bin türlü sebeple kurumsallaşamadığı, kitap kokusunun kitap korkusuna dönüştürüldüğü şu ülkede, engel ve yasak tanımayan bu buluşmanın tarafı olmanın gururu yeter adam olana. Senede bir gün üç beş saatliğine de olsa yeter de artar. Yurt insanı bir yudum kitap sıcaklığı peşinde koşarken, yazar önce kitapla buluşur, sonra kitap okurla. Ve yazar özlemle beklediği ve yıllardır aradığı dostlarıyla. Gerçi fuar yıldan yıla kan kaybediyor, kaybettiriliyor, işte böyle bir arenada kırılmaz zincirin sessiz sedasız parçası olduk. Bir kez daha anladım ki zincirlenemez bu toplum ve bu kitap kitap atan yürekler.
 
Hayatın anlamı silahını seçmek sanatında gizlidir. Okumak ve yazmak gibi her yaşamsal eylemin katlanılması gereken dramatik sonuçları da olabilir. Getirileri ve kazanımları da. Kitap almak, aldığını okumak, sonra biriktirmek ve nihayetinde kütüphane kurmak muhteşem bir tutkudur. Ve yazmak, yazamaya çalışmak da. Dünyayı anlatmaya heveslenenlerin aksine, yozlaşı dünyanın tozuna zerresine sinmiş ise yazmak, pek yaygın olmasa da tutkuların şahıdır. Zor iş yazmak. Konuşmak için hiç cesaret gerekmez, ağzı olan konuşur durur zaten. Ama yazmak, acayip cesaret ister. Kelimelerin sihrine kapılanda iki yaka bir araya gelmez hiç. Dünyaya kafa tutmanın, sömürüye ve adaletsizliğe başkaldırının, bozuk düzen var oldukça bitmeyecek kavganın insani ve siyasal yolu belki de böyledir. Yazmak ve yazılmak üzere kurgulanmış bu en disiplinli uğraşı özünde kesintisiz öğretidir.
 
Pek yakında bu gereksiz kin, garez ve aşırı şiddetin politik açıdan başkanlığa bağlanması arifesinde, fuarı “Yaş otuzbeş yolun yarısı eder” yılında zar zor yakaladık. Dünden bu güne bu fuarın kompartımanlarından nice kelime emekçileri geçmiş gitmiş, göçmüş. İçeride, dışarı da ve toprakta olanları var. Yıllardır bu peronda yetiştiklerimden bazılarının kompartımanların camlarından, hayatın tam ortasından çılgın devinimi bir güzel izledikleri hala gözümde tüter. Şimdi anladım ki meğer takılı her göz temasında kendilerini görürlermiş. Kendi kendilerine bakarlarmış. Kendilerini anlamaya çalışırlarmış. Meğer her anlık göz ucu temas unutulmayacak kalıcı izler bırakırmış. Anladım.
 
Yere göğe sığdırılamaz tarihi kırılmalar yaşanan şu bereketsiz günlerde ömrümden tarihi bir gün yaşadım. Yıllarca sınır tanımayışın kıldan ince kılıçtan keskin sınırında ömürlük bir nefes çaldım hayattan. Zalim felekle yüzleştim. Solun da soluna savrulmuş dalgalanmayla, itaatsiz portreler almanağına adımı, adımızı yazdırdık. Ve akıntıya karşı kürek çekmenin zorlukları bir anda bitiverdi sanki.
 
Kitaplarla kitaba uzanan bir yolculuk hikâyesine dönüştü soldan dalgalanmalar. Deli dolu dışarıdan bakmalar. Öylece durup dışarıdan baktığı sanılanların hayata attığı imzada, kitaplara kazıdığı dipnotlarda uyanışın gizli kodları saklıymış aslında. Ancak ezberler bozulmadan görülmezmiş. Bu gün filmi başa sardık ve öğrendik.
 
Yol ve yolculuk hikâyeleri ile demlenir hayat. Değer ve anlam kazanır. Bir gün yolun sonu görünür ve bilgelik çöker. Bilgi kalır. İhtiyar gevezeliği esir alır belleği. Doldurur bellek boşluklarını.
 
Ve yazı doğar, yazar kitap olur…
 
“ Yazar,
yer yüzünün okyanuslara döküldüğü derin sessizlikte tek başına yaşar.
 
Yazmak,
bir yaz mavisi yolculuğudur.
Akıl denizinde karakucak yüzmeyle başlayan.
Ve dahi okunmayla biten…
 
Denizler okyanuslara döküldüğünde
ok yaydan çıkmıştır artık
ve yaz döner kışa, kış kara kışa…
Ancak yazı dönmez asla
dimdirek direnir…
 
Yazmak,
Karadenizlerin ardı arkası kesilmeyen fırtınalarında
yürek hoplatan hoyrat dalgalara dayanmaktır.
Ve dahi evrende bir yerlerde var olmaktır hiçten birlenip…
 
Yazar,
Dünyanın bittiği denizin başladığı yerin sol derinliğinde yaşar
ve dahi yaşadığınca ağır
ağır ağır
yazar…”

11 Kasım 2016 Cuma

DURMA YOLCU…

DURMA YOLCU…

 
On yıllar geçti sevinemediğim
öz, umut, aşk, inanç selinde on yıllar.
Her yılın başı ortası sonu yangın yatırı
Yazgı kapkara hep yaşanmamışlık.
Kalmadı hatır yiğide hep kırk satır.

            Ay kızıla çaldı, güneş tutuk
            Anılar puslu, umut yitik…

Günler hala tank paleti gölgesi, yıllar jet hızı
ez geç, er geç faslında asırlar sarhoş.
Nice bin yıl var boynu bükük.
İhanetin onursuzluğu omurgasız heykellerde toz zerresi
beşikte sallandığını sandığında bebecikler.

            Can üşüdü, Kışlalı dondu,
            Nur söndü, Zuhal karardı…

Yirmide ulaşılamadı yirmi bire çakıldı mıhlar
Lakin ezeli kin ebedi, yandı yıkıldı on yıllar.
Piç oldu sevgililer, yad ellerde yarsızlık.
Sarsıldı inadına doğa fayladı yer küreyi
Sille tokat gariplere indi felaket.

            Boldu darlandı, düzdü düzlendi
            koca el küçüldü, ada pazarlandı…

Bir gün evet, evet Mehteran bir gün
karanlık kapkaranlık olmayacak dünya.
Ellerim bedenim titremeyecek asla
Karşıyaka’ da ellerim meşale sıcağı
aydınlığın tam orta yerinde dimdik duracağım.

            Mey nehrine uzanan ağaç köprüde ikinci bahar
            Geldi geçti altı çarpan, mevsim karakış, ömür ihtiyar…

Bir öykü ol öykünemediğim
Bir aşk ol tapınamadığım
Bir şiir ol besteleyemediğim
Bir roman ol bastıramadığım
Hayatımız kitap, kalınca roman kendin ol gel.

            Yıldızlar kaydıkça parmak ucu tutulanlar herkese yeter
            bin yıl yıllardan süzüldük, yüzyıllardan geçtik, On yıllar daha beter…

Geç erdim, kırklar sofasından ereğim dileğim
ablasının yeşil gözlerine ilmeğim.
Yirmi çift sıfırdan sonrası yalan yıllar
Merkezden dışarı şiddetli yeller
Yürek sızlar ayakta kalmak zorlaşır.

           Bin kez dur zorbalar duvarına karşı
           Bin bir kez yürü yolcu…