29 Nisan 2020 Çarşamba

nisan20-son


VİRÜS VAR –UMUT WAR…

Virüs var, sanki savaş var. Virüs doğurganlaşıp yayıldıkça, dönem şartları daha da ağırlaşıyor. Maddi manevi yıkımlar var. Ağırlıklı şekilsizlik var. Seyir halinde şimdilik anlık sapmalar var. Alışkanlıklarda ısrar, boş ısrarcılık var. İnanılmaz boyutta değişen yaşam öyküleri var. Yoksunluk var. Yoksulluk var. Var oğlu var. Var ki War…

Velakin virüs biçimlendiriyor yeryüzünü. Yani yeryüzü yarı açık cezaevi bazen kapalı. Virüse yakalanma aralığı da gittikçe daralıyor. Makas daraldıkça bilinç, bilinçaltı derinlik ve direnç önem kazanıyor. Kazanırken kazara da olsa virüs ile yakınlaşma riski de var. Virüs açısından dokunulmazlık. Ne ki vahametin daha yüksek noktalara çekilmesi asıl korku. Sirayeti korkulan.

Felaketi önlemek için filtreleme şart. Şartlar şurtlar var. Maske var. Hijyen var. Sosyal mesafe var. Fiziksel temas var. Çoğu var. Azı karar. Para yok. Adı var. Varı yoğu, uyum, duygu denkliği ve dengelilik ögelerine de riayet şart. Hala riyakarlık var. Adalet saraylarda var. Böylesi bozgunda duyarsız ve umarsız tavır dengeyi şaşırtan fenalıklara kadar gider. Virüs de birden işi bitirir.

İşte o yüzden fen bilimleri var. Hastaneler var. Ekip ekipman var. Yoktan var. Vardan yok. Virüs de var.  Doğurgan ve avare. Ve her yerde. Yok, etmeye programlı. Ve var olmak, hayatta kalmak için virüs ile sıcak-soğuk savaş var…

Çünkü virüs vücut buldukça var. Yanlışlardan vazgeçilmedikçe insanlığın varoluş temelleri kökten sarsılacak. Dünyada her şey medeniyet için sanılırken medeniyetin sadece hayat için olduğu güncellendi. Özellikle bilim ve fen. Tıp Sağlık. Sağlık sektörü. Komple. Önce insan, her şey insan için var…

Zaman, bilim ve fen nerede ve de kimdeyse, hiç gocunmadan almak ve yararlanmak zamanı. Bilimsel ve fenni birikimi ve de akılcı ilmi duyarlılıkları milletin her ferdinin beynine işlemek zamanı. Ne gezer, hala hava civa, civara kompleks. Daha zaman var…

Pandemiye rağmen atışmalar, sataşmalar, tabutta paslaşmalar. Üstelik pandemiye çekilen din iman ayarı. Hala ayar çekme merasimleri var. Azar azar bırakılacağı yerde hala azar var. Havar var, havyar var. Aksiseda bu. Aksi takdirde, takdir olmadık merkezlerden. Her şeyi başka mercilerden bekleyen yılgın konuma sürüklenmiş millet var. Bu varlıkta başta devlet sonra millet perişan. Resmen perişanlık var.

Ve dönem şartlarına uymamak da ısrarcılık bu kadar varken, virüsün  doğurganlaşıp yaygınlaşması tam barizken, tıpkı varidat ayazı. Bunca darlıkta varlık havası. Şunca varlıkta darlık hesabı. Bilançosu tunca işlemelik. Vara gele…

İzan mizan var. Vaka ayan beyan belli. Bu virüs salgınının önüne ancak “düşüncede, bilgide, sağlıkta, güçlü ve yüksek karakterli koruyucular” ve bilimsel korunmalarla geçilir. Bu virüssel doğurganlığın bitirilmesi şartıyla komple savaş şart. Savaş yok, savaşçı var...

Dar zihniyet ve eksik ciddiyetle karşılanan virüs salgını bir bir kronolojiye işlendi.  Çok tanıkları ve sanıkları var. Bu pandemide virüsü doğurganlaştıran, trajedilere yol veren çok dönem şarlatanları var. Nice memleket virüs tarafından kuşatılırken kuşku yok, endişeye mahal yok, korkmayın diyenler var. Despot ve sıradan iktidarlar var. Faşizan hükmedenler var. Var yok arasına sıkışmış nice var oğlu var. War yakın. Vay ki War…

Virüs geldi, kara büyü bozuldu. Meditasyon boyutunda kabullenişler kaldı modern dünyanın elinde. Medeni özgürlükler kısıtlandı. Gelecek provoke noktasına evrildi. Hayatlar durdu. Her şeyi bir anda dondurdu virüs...

Vardı yoktu derken, baştaki alaycı ve hafifseyen zümreler dâhil, topu tepeden tırnağa kendine geldi. Üslupsuz bir uyuşukluk hayatın içine işledi. İş doğrudan virüsten korunmak işgüzarlığına kilitlendi. Sakince temkinli. İlerisi gerisi nafile. Baştan sona baş ağrıtan arzu trafiği. Varan bir. Varan iki, bu salgın atlatılsa ikincisi hazırda. O da var…

Keşke virüs doğru anlaşılıp, yeryüzüne yayılmadan önce dönem şartlarına uyum zorlansaydı. Da bu kadar zorlanılmasaydı. Yine uyundu ve virüs akışkanlığı hayatı kendi içine daralttı. Ne var ne yok içini dışına. Keşke…

Madem virüs var, mutlaka bir umut var. Umut var. Umut-War…

CORONA VİRÜS EKONOMİSİ!

Devlet millet el ele, coronavirüse ekonomik açıdan çok zamansız yakalandı. Veya ekonomik manada en zordayken. Çıkmazdayken. Piyasalar dip yapmışken. Memleketin ekonomisi öyle beter bir halde ki, şimdilerde resmen Coronavirüs ekonomisi yani kriz ekonomisi uygulanması gerekliyken dahi uygulanamıyor. Pansuman tedbirlerle süreç atlatılmaya çalışılıyor…

Niyesi aması yok. Gelinen durum apaçık ortada. Coronavirüs de gelmiş vurmuş. İş başa düşmüş. Ve uzunca süredir memleket yönettirilenler iyice dara düşmüş. Millet aczine deva derdinde. Duyan yok hala hamaset. Hamarat kapitalizm ekonomiye ve her türlü toplumsal olaylara direkt hükmeder. Her çeşit siyasal ve finansal normlarla yaygınlaşır. Şu garip memlekette göz göre göre, on yıllarca kapitalizme bel bağlandı ve acı sonuç. Oysa “Ekonomik kalkınma Türkiye'nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir.” Bu şiar unutuldu, unutturuldu.

Şu fakir memleket için yüz yıl önce başlatılan kalkınma modeli, dünyayı kendisine hayran bırakan bir modeldi. Belki de Sanayi Devriminden sonraki en devrimci ataktı. Özünde cepheler ve savaş olsa da rota, barışçıl ve mükemmel çizilmişti. Yıllar yılı bu çizgiden sapıldı; “Yeni Türkiye Devleti cihangir bir devlet olmayacaktır. Fakat yeni Türkiye Devleti bir ekonomi devleti olacaktır.”

Olacaktı ama olmadı. Çünkü tarihteki ilk yenilgisini tadan ve bir kez daha yenilmek istemeyen emperyalizm son elli, altmış yıl sömür kurtul projesini uygulamaya geçti. Büyük destek ekonomileri uygulanarak, siyasal tercih yanlışları hayata geçirildi. Hele son on yirmi yıl tam bir facia. Hem de zamanında yapılmış tüm uyarılara rağmen; “Kendiniz için değil bağlı bulunduğunuz Ulus için elbirliği ile çalışınız. Çalışmaların en yükseği budur...”

En yüksek perdeden akla hayale gelmez oyunlarla salık verilen tarz tam tersine dönüştürüldü. Her fırsatta ulusalcılık karalanarak, evladiyelik saptırmalarla asrın ekonomik gelişim yaratısı önlendi. Engellendi. Rasyonel ve ekonomik hamleler yerli işbirlikçilerle birlikte geciktirildi. Reel projeler rafa kaldırdı. Ekonomi ve para pul işleri daima patates kafalılara bırakıldı.

Oysa en başından rota belliydi; “ Yeni Türkiye Devleti temellerini süngü ile değil süngünün de dayandığı ekonomi ile kuracaktır.” Eğer asrın ekonomik kurtuluş ve sosyal dönüşüm hareketi olan bu ekonomik reçeteye uyulsaydı tüm ekonomik kuşatmalar boşa çıkarılabilirdi. Emperyalizme ve kapitalizme bir ders daha verilebilirdi. Evrensel ölçekte patlak veren ekonomik veya mikrobik krizler hasarsız atlatılırdı. Çalışılmadı. Akıl başka şeylere çalıştırıldı. Sokma akıl ve sonuç; Coronavirüs ekonomisi dahi uygulayamayacak bir yürütme mekanizması. Kuvvetler ayrılığı birleştirildi ama yasama yasta, yargı tatil, yürütme hala ayni havada.  

Havadan kazanmak. Gereğince çalışmadan. Hep iktidar kalmak. Oysa; “Servet ve bunun doğal sonucu olan rahat yaşamak ve mutluluk yalnız ve ancak çalışanların hakkıdır. Yaşamak demek çalışmak demektir.” Şimdilik basılan ise çalakalem çabalama havası…

Havadan sudan sebepler yaratılarak egemenlerce sadece ezmeye dönük yazılan reçeteler uygulandı. On yıllarca. Dur diyen çıkmadı. Ve Türkiye'nin kuruluş senedi değersizleştirildi. Kapitalistleşmeye güdümlü ekonomi memleketin yörüngesine yerleştirildi. Boz düzelt, düzelt boz mantıksızlığıyla on yılların birikimi hepten düzlendi. Bitirildi. Yok edildi. Pervasızca harcandı. Hanedenlere paslandı. Yarım yamalak işleyen mevcut ekonomi dahi rayından çıktı. Çıkarıldı.

Yetmedi resmen küreselleşme oyunlarına figüranlık edildi. Kurucu emaneti zenginlik çarçur edildi. Kapitalist üst aklın önerdiği her denenen her ekonomik model çöktü. Diz çöktürdü. Öylece kalakalınacak günlere zemin hazırlandı.

Bu Coronavirüs salgınında tam kriz ekonomisi uygulamak lazımken; “Ekonomisi zayıf bir ulus yoksulluktan ve düşkünlükten kurtulamaz. Güçlü bir uygarlığa, kalkınma ve mutluluğa kavuşamaz. Toplumsal ve siyasal yıkımlardan kaçamaz.” İşte tam da sağlam ekonomi lazımken, kurucu aklı haklı çıkaran ve doğrulayan durum yaşandı…

Yani coronavirüs acımasızca doğurganlaşırken, mükemmel yeraltı zenginliği, muhteşem yerüstü fakirliğini doğurdu…

CORONAVİRÜS CEPHESİNDE DEĞİŞEN...

Coronavirüs, yeryüzünde felaket havasında ilerliyor. Felaket her milleti eşit derecede olmasa da, aynen ve taklit ölçeğinde etkiledi. Etkiliyor. Dünyayı takip verilerine göre, işleyen süreç hep aynı, milletler farklı. Fakru zaruretten, kendi memleketi içinde kalma veya kalmama, evde kalma veya kalmama koşuluna bağlanmış herşey. Herkes. Cümle alem. Sonuç, coronavirüs cephesinde şimdilik değişen hiçbir şey yok...

Tam felaket. Tam da; "Felaketler insanları, zeki milletleri daima azimli kılar ve yeni hamlelere sevk eder." Zamanı...

Sanki milletler topluluğu, coronavirüs sayesinde kendi başının derdine düştü. Bu düşüş virüse bağlı bir toplanma, toparlanma ve birleşme gerekliliğini kavratır mı? Onu zaman gösterecek. Görünen o ki, çok yakın zamanda felaketin, önemli sonuçlar doğurup doğurmayacağı anlaşılacak. Şimdiden belli değil. Ancak toplu kontur hamleler kaçınılmaz görünüyor...

Çünkü bir millet virüsle savaşta, ne zafer elde ederse etsin, o zafer süreklilik kazanmayacak. Olumlu sonuçlar vermeyecek. Çünkü diğer milletlerin de virüsle sürdürdüğü savaşı kazanması şart. O yüzden tıbbi dayanışma şart. Ekonomik yardımlaşma şart. Bilim paylaşımı şart. Aksi halde virüs bulaştıkça bulaşır. Her yere rahat taşınır...

Açıkçası, "Medeni olmayan milletler, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkum..." vecizini haklı çıkaran bir virüs felaketi yaşanıyor. O yüzden önce felaketten kurtulmak, peşinden virüs öncesi ve sonrasının doğru tahlilini yapmak şart. Yani evrensel açıdan vakaya akılcıl bakmak lazım. Yoksa felaket daha uzun sürer. Başka felaketleri tetikler...

Coronavirüs felaketi, hala israfa batmakla, öyle insaf ve merhamet dilenmekle de atlatılamaz. Akıl ve bilim çerçevesinde direnmekle atlatılır. Milli kudret, milli dayanışma ve sosyal yardımlaşma ile de yaralar sarılır. Yani birlik beraberlik, birliktelik varsa hem kötü cereyan eden vakalardan, hem de coronavirüs felaketinden kolay çıkılır...

Çıkış yolunda milletin yüreği ve dimağı arasındaki uyum da şart. Coronavirüsün fenalıkları, toplumsal ekonomik ve politik beceriksizlerle artsa da sonu yakın. Tünelin çıkışı göründü...

Herşeye karşın coronavirüs felaketinin esası, ilerleyişi ve kuvveti ne olursa olsun her millet eşit şartlarda. Eşitliği bozan, virüs tehdidine dayandırılarak yapılan fırsatçılık. Ahlakın ve erdemliliğin kaybedilmesi. Ve toptan güven kaybı...

Ayakta kalabilmek ise; "fikren, ilmen, bedenen, fennen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular" ve savaşçılara bağlı. Yani coronavirüsle yüzyılın savaşı zaruri...

Diğer yandan coronavirüsün dayattığı hayat memat meselesi. Hayati mesele. Milletlerin hayati tehlike içinde olduğu acı gerçeği. Tehlikeye ve can kaybına maruz yaşamda, söz konusu olan tek şey de radikal mücadele.

Yani asla korkmamalı ama korunmalı ve korumalıyız...

Asrın felaketi karşısında başarı, mutlaka milletin ve milletlerin güçlerini aynı istikamette birleştirmesiyle gelir. Bütünlük ve ortak hareket. Eylem ortaklığı. Ortak eylemlilik...

Yoksa milletler hiç beklemediği, asla umut etmediği başka felaketlere kapı aralar. En hafifine dayanamaz bir moda geçer. Yani yok oluşa sürüklenir...

Dünyanın bu aymazlığı devam ettikçe yaşanan son sahne...

O yüzden milletler arası güç birliği. El birliği, iş birliği şart. Şart çünkü hiç değil ise coronavirüs cephesinde değişen bir şeyler olsun...

KUTSAL KİTAPLAR, KUTSAL METİNLER...
Dinlerin tümünde, dinleri getirenlerin hayatları ve kutsal kitapları parça parça toplanarak, derlenerek yüz yıllar içinde yazıya geçirilmiştir. Hafızalarda kalan haliyle. Maalesef dinleme, derleme çalışmalarıdır gelecek günlere ışık tutan...
Oysa mutlaka orijinal belgeler de, kayıtlar da, Tanrı sözü sayılabilecek başka yazılı kanıtlar da var olabilir. Ancak hepsi zaman içinde ne hikmet ise yok edilmiş, yakıp kül edilmiştir...
Geriye kurmaca, şüphe uyandıran, gerçekliği ve gerçekçiliği zayıf, dayanağı muamma, materyaller sözde kutsal emanetler olarak kalmıştır. Hiç bir disiplin yöntemine uymayan, bölgeleri farklı, uzak ara bir zaman diliminde yaşamış veya yaşadığı öngörülen kişilerin, bütünsellik ve güvenirlik içermeyen analizleri ise kanıt sayılmıştır. Ve dahi kutsallaştırılmıştır...
Tüm dinlerde özellikle öncesi ve sonrasında iki yüz, üç yüz yıl belirsizdir. Fludur. Neden ise bu dönemin aydınlatılmasına dair hiçbir araştırma yapılmaz. Yapılsa bile bulgular kabul edilmez. Din mensuplarına gerçekler aktarılmaz. Yıllar yok farz edilir…
İşte bu yok ediş sürecinde ahlakın yerine siyaset geçer. Geleneksel ritüelleri dini vazife görmek ve istisnasız yerine getirme işleri de din sayılır. Kitapların temel felsefesinden kopulur. Kopuldukça dinler siyasallaşır, siyaset dincileşir...
Böylece Tanrısal değerlerden ve değerlemeden iyice uzaklaşılır...
Ve arada kalan insanlar da yeryüzü tanrıları icat ederler…
Dinleri tehlikeye atan, dinleri tehlikeli aşamaya getiren durum işte budur. Diğer yandan dinlerin kitaplarının kutsallığı ve nedenselliği yeterince anlaşılamamış ise veya dinden çıkarı olanlarca anlamsızlaştırılmış ise din daha fazla zaafa uğrar...
Kutsal metinleri, sadece metnin diliyle ezberlenen, ezbere okunan, sanki böyle okunması için uydurulmuş sanılan, sadece kutsiyet günlerinde anımsanan, anlamadan içlenilen manzumelere dönüşür...
Oysaki kutsal kitapları ve metinler dinlerin ahlaki teorilerini içerir. Örf adet, gelenek görenek ve kutsal hikâyeler ile beslenmiş örnek düzenleyicidirler. Değişik alternatifler öğütleyen, ahlaksal kuralları da kapsarlar.
Tüm kutsal kitapların tamamen ahlakı en yüce mertebeye çıkaran, akılcılığı öne çıkaran bir yapısı vardır...
Ancak tüm dinler ister yazılı, ister sözlü, isterse sonradan yazılmış olsun, kitapların dini olmaktan uzaklaştırıldıkça bozulmuştur. Bozulma ile beraber din mensupları zorbalık dinini kurmuşlardır. Tanrı'dan bile isteye kopmuşlardır. Ve her yaptıklarını din adına göretek, ifade ederek kitaptan ve Tanrı'dan dem vurmuşlardır...
Böylece dinler neredeyse çok kitaplı din olma vasfına evrilmişlerdir. Bu çok kitaplı, ilk tanrılı veya tek kitaplı, çok tanrılı din olma batağında, ahlaki kuralların yozlaştırılması ile birlikte Kutsal kitapların öğütlediği ve önerdiği modeller yok olmuştur.
Öyle ki bireyden bireye, toplumdan topluma değişkenleşen, kökeni aynı ama bambaşka dinler oluşmuştur.
Kutsal veya değil, kitapsızlığın en son aşaması ise çağı ne olursa olsun, ilk çağ ilkelliğine dönülmesidir...
Bu ilkelliğe zirve yaptırmak istenircesine dini ve dinci neşriyatlarla siyasi tüccarlık, prim yapar hale gelmiştir. Gelince de kutsal kitaplardan daha da sapılmıştır. Devamla, boyutu genişleyen kurgu eserlerle, dinler yolundan iyice saptırılmış, Tanrısallık bu arada hepten kaybolmuştur.
İşte bu kayboluş veya yok oluş girdabından kurtulmanın yolu yine dinlerin kutsal kitaplarıdır.
Dinlerin matematiksel formülü kutsal kitapların içindedir. Işık saklayan, aydınlanma gizleyen ve ahlaki değerler çerçevesinde kurtuluş öğütleyen kutsallıktır kitaplar.
Dinlerin kutsal kitapları ya da kutsal bilinen kitaplar bazen akıl ve mantık zorlayan aktarımlardır. Onlardan da vicdan sesi dinlenerek bizzat faydalanmak gerekir. Dinleri de bu kaynaklara dayandırmak gerekir...
Çünkü eğer dinler varsa ve vazgeçilmez bir olguysa, kitapların dinine, Tanrıların varlığına dönülmedikçe, insanlığın kurtuluşuna dönük çığlıklar işitilmedikçe, Tanrı ile yüzleşme çabası boşa heves olur...
Yüzleşince de, yüzleşmeye yüz gerekir…
O yüzden dinlerin kutsal kitapları sıkı irdelenmelidir. İrdelediğinde görülecek olan söylem ve söylentilerin doğrudan nakli, peşi sıra sıralanan bir dizi tarihi olayların varlığıdır. Yani varlığın vardığıdır.
Bu tarihsel aktarımların sırrını kavramak, aktarılan bilgilerin mantık süzgecinden geçirilmesiyle olur. İhmal edilemez, görmezden gelinemez şeylerdir dinler tarihine kazınan.
Belki putperestlik ve tek tanrıcılığın birbiriyle didiştiği devirler çok gerilerde kalmıştır. Ancak mücadele aynı dinlerin değişik mezheplerine mensupluk derecesinde cereyan etmektedir. Ve mezhepleri öne çıkaranların gücüne bağlı, ekonomik değerlerle orantılı dinsel vurgun hala sürdürülmektedir.
Bu çıkar peşindelik sosyal ve siyasal alanlara da kaydırıldıkça din özünü yitirir. Dokunulmazlık zırhı da delinir.
Yani batıl ve sapkın inançlarla beslenen dinlere körü körüne bağımlılık, resmen manevi değerleri de yok eder.
En ciddi tehlike ise şirk koşmaya varan noktalara sürükleniştir.
Maalesef o sürükleniş de din adına tescillenince, dinlerin kara kutusu kutsal kitapları ve kutsal metinlerine daha fazla gereksinim doğar.
Unutmamak lazım, Tanrının dinleri ve kitapların dinine dönmek, kutlu yolun erdemli yolculuğudur...

TEFSİR, TEFSİRAT, TAHRİFAT…

Kutsal kitap yakınlığı ve yatkınlığı, tefsir ve yorumlarla gerçeklerin din adına saptırılmamasını sağlar. Veya gerçek dışı dünyevi teşvikler için dinin kullanılmamasını. Direkt veya vekâleten. Çünkü kutsal kitabın “Biz onu anlaşılsın diye indirdik” hükmü işletilmelidir…

Kaide buyken kutsal kitap dışı dincilik, dinin esasını ve güzel yanlarını geniş kitlelerden gizler. Kitleleri başka yönlere kitler. Veya kitabın o yanını hiç tanıtmaz. O yüzden din, kutsal kitabından kopar. Kopuşa çare olarak basiret ve dirayetle atılacak adım, tercüme ve tefsirdir. Ehil müfessir kanaatidir…

Ancak bu kadar hassas alanda, hangi akla hizmet, bilerek ve bilmeyerek yanlışlar yapılır. Elbette nüanstır diye makul görülemez hatalar. Görülmemeli de ayrıca; “Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil dimağladır.”

Fikri dimağı işgal eden kutsal metinler, kutlu bilgiler vermesinin yanı sıra daha çok inanmayı teşvik eder. Böylece inanç direkt olmaktan çok vekâleten gerçekleşir. O yüzden ruhbanist tefsirlere bağlanan, asla deneyimlenmemiş hurafeler eşliğinde, tehlikeli testlerle din gelişmesi, geliştirilmesi tefsirat değil tahrifat, dinde tahribattır. Sadece tefsirlere dayanan ancak mealden farklı ve yorumsuz kabullenişe zemin hazırlayan bir yakınlaşma planıdır. Bu tip placard dinsel yakınlaşmalarla din, din dışı iddialarla ve vakant vakalarla izaha çalışılır. Bu çeşitlendirme tekeli, temel uzlaşıyı da yok eder.

Ve her alanda zayıflık baş gösterir; “Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir. Adeta halkı kapana kıstırırlar…”

Diğer yandan emin olunamayan bilgi, kaynak ve değiştirilmiş kanıtlar, tefsirlere girdikçe din tarifi ve dine bağlılık da tahrif edilmiş olur. Tersine savlarla yeryüzü hâkimiyeti, kutsal kitap önermelerinden uzaklaştırılır. Veya dinin tersine tefsir yöntemleri ile sözde yeni keşifler din kapsamına alınır. Her şeye kılıf bulan metinler dizayn edilir. Bu akla zarar tefsircilik ve ruhbani temsilcilik yanlışları yücelten bir maksada hizmet eder. Tanrısal ögeler de dini öğretilerin tamamen dışında insanileşir. Yani asılsız bilgi ve bulguların kutsal kitaba dayandırılması marifeti tefsircilik olur.

Tüm tefsirler irdelendiğinde bilgiler ve daha ötesi önemli görülen bulgular, taklitçi ve takipçi bir versiyon içerir. Sanki din adına her sunulan tek kültürlü bir önsezinin kalıplaşmış mantıkla dizaynıdır…

“Her şeyden evvel şunu en basit hakikat olarak bilelim ki, bizim dinimizde özel sınıf yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din, inhisarı kabul etmez. Mesela din bilginleri, mutlaka aydınlatmak vazifesi bu bilginlere ait olmadıktan başka, dinimiz de bunu kesinlikle meneder…”

Tanrıya ulaşma yolculuğunun ortak tutku belgeselciliği babında, tefsircilerin öngördüğü çizgide sürdürülmesi doğru farz edilir. Ama bu izin ve ruhsat kontrol edilemez ve etkisi kolay silinemez yanlışları da beraberinde getirir. Bir yanlış da bunun görmezden gelinmesidir. Hem de devlet baskısıyla…

“Zorba hükümdarlar hep dini alet edindiler; ihtiras ve istibdatlarını destek için ulema sınıfına başvurdular. Gerçek din bilgini, dini bütün bilginler hiçbir vakit bu zorba taç sahiplerine baş eğmediler, onların emirlerini dinlemediler, onlardan korkmadılar. Bu gibi din bilginleri kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfine dini alet yapmadılar. Fakat gerçekte din bilgini olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için bilgin sanılan, menfaatine düşkün, haris ve imansız birtakım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, muvafik-ı dindir diye fetvalar verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife namı veren müstebit hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cerrarlara iltifat ve onları himaye ettiler…”

Her şey açık seçik bilinmesine karşın biri çıkıp da bu tefsir yanlış, maksadını aşmış bir esaret diyemez. Hatta “Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil dimağladır.” Hiç diyemez.

Diyen varsa da, tefsir, tefsirat, tahrifat üçgeninde işleyen sisteme karşı çıktığı için…








DİN AYET, DİYANET...
Din, ayet ve Diyanet dünyasında din başka, Diyanet başka. Din, ayet başka Diyanet başka. Din evrensel, Diyanet yerel. Diyanet hiç nedensiz veya çok bilinmeyen denklemli bambaşka noktalarda gezinince, evrensellik de Allah'a kalıyor, maalesef...
Doğrusu Diyanet, dini bir kurum. Ve doğrulanmış din kurallarını anlatan, dine bağlı ve bağımlı bir durumu yaşayan bir kurul. Yaşar ve yaşatır. Yaşatmalıdır da. Amma velakin...
Diyanet asla din, ayet dışına çıkamaz. Ruhların ve bedenlerin arsız, pirsiz, sabırsız eylem ve duygularına hayatta yol veremez. Din ve ayet dışına taşıp yeni ama geri dini metotlar geliştiremez. Din işlerinin başında durup öylece geliştirme gericilik öneremez...
Yani Diyanet, din ve ayet çerçevesinde, din işlerini düzenleyen dini bir kurumdur. Yüksek kuruldur. Öyle de kalmalıdır. Kabahate kanatlanıp kala kalmamalıdır. Çünkü töhmet nöbeti kurumu zedeler...
Yanlıştır kesinlikle ama kurumlu kurul yüce makamlara ve mükkem mekanlara kurulup, kutsala inan, Allah'a iman ve dini uygulama pratiği ve yöntemlerini düzenler. O yüzden şatafata olur o kadar denir ve geçilir. Din bu. Kolay mı? Velevki...
Olur ama bu yüce kurum, yüce dini ve yüce milleti, takvası tekebbürden, takatı tekerrürden, tavrı tekelleşmeden zehirlenmişlerin elinden kurtarmak için vardır. Hakka hizmet için aladır. Kuruluş amacı budur. Kuruluşu da evladır. Evvel ahirde zenginliğe batmak, batıla kutsiyet vermek ve halka itikatı batıl yaymak için değil...
Diğer yandan Diyanet sosyal hayata ihanet ve kolpa kehanet içinde olanlarla zinhar teşviki mesai yapmaz. İlgi, alaka, iletişim kurmaz. Kuramaz. Kurmamalıdır da...
Bu yüce kurum sadece din, ayet doğrultusunda total arınmayı öğütler. Dinsel öğretiye uygun benliği ve belleği arıtma yolları salık verir. Aslolan da budur...
Bu çerçevede kurulmuş ve kurgulanmış Diyanet, tapınmayı sistemleştiren bir aygıt olmanın dışında, yanlış ve yanıltıcı bir role soyunmaz. Çünkü soyundukça kutsi kurum olma özelliğinden uzaklaşır. Belâgat ile çözülemeyecek belalara da çekim merkezi olur...
Diyanet kısır çekişmelerin uzağında, din ve ayet merkezli, en merkezi bir kurumdur. Hakiki hadislerden de beslenir. Beslenmelidir de. Ama dayanağı, kaynağı belirsiz beslenmez. Beslenemez. Ve dünyada asla art niyet beslemez...
Hattızatında devlet lehine de olsa,
kesinkes dini standartlardan milim sapma göstermez. Böyle lüksü de yoktur. Hele hele tanrısal değerler gözettiği savıyla, yönlendirme yapamaz, kişisel tercih hiç kullanmaz. Kullanamaz. Kullanmamalıdır da...
Çünkü anlık veya dönemlik kula kurumlanma kusuru, bu ulvi kurumu, kurumlu yüksek kurulu ve yüz yıllık kurulu düzeni zaafa uğratmaktan başka bir işe yaramaz...
Sözün özü din başka, Diyanet başka yerde duramaz. Olmaz. Din ve ayet başka Diyanet başka bir şey söyleyemez. O da olmaz. Din evrenseldir ve mahallileştirilemez. Diyanetin mahsusat dili, dinin evrensel dili ve mahlassız. Yani kurum saf müride has müretteb dil kullanamaz. Kendini kullandırmaz...
Diyanet, nedeni ve gerekçesi ne olursa olsun, din ve ayet otoritesi dışında, dünyevi bir otorite seçemez. Benimseyemez. Benimsetemez. Tanrı merkezli inanç ve iman kaynağı neyse o kaynaklara göre icra belirler. Önermeler önerir. Öğütler verir. Vermelidir de...
Aksi takdirde dinsel pratiğin bozulmasına, ben merkezli icracılığın oluşmasına ve kurumun güven kaybetmesine neden olunur. Tutkular ve kaprislere göre biçimlenen bir din modeli şekillenir. Ki bu kurgusal din anlayışı da din olmaz. Elbirliğiyle din bağlamında dinsizliğe davetiye çıkarılmış olur...
Ve dinsizlik hortlar. Din içinde kalmaya kendini zorunlu görenler bile, din başka Diyanet başka, der. Din ve ayet başka, Diyanet başka der. Başkalaşır. İpler kopar. Bambaşka idealler uğruna yer gök yarılır. Birbirinden ayrılır. En acısı da Diyanet, dinsel disiplin kurma varlığını, vasfını kaybeder. Bilimsel ilerleme ve felsefenin de hepten dışında yer alır. Yani Diyanet camiası cemi cümle sınıfta kalır...
Dini, ayeti, hadisi devleti idare etme propagandası haline getirdiğinden de gün olur suçlanır. Gün olur kapatılması gerektiği dillenir. Dillendirilir. An gelir kapatılmaya dahi çalışılır...
Diyanetin, din ve ayet harici bu radikal tavrı ve ortodoks tutumları da hesap günü gelince ne mevcut durumu, ne kendi durumunu, ne de Diyanet kurumunu kurtarmaya yetmez...
Mazallah yüz yıllık muktezat yerleyeksan olur...

BİZ KİMİZ BELLİ...

Elli yıldan beridir şu din ve millet işlerinin iç içe karıştırılması zamanla bozdu her şeyi. Bu bozulmayla birlikte, kötü gidişata her doğal karşıtlık, vatan düşmanlığı yakıştırması ile karşılaştı. Vatan hainliği kapsamına alındı. Hatta daha ileri gidilerek Dinsizlikle yaftalandı. Bu yakışıksız yakıştırmalar dört bir yana, hatta hiç hak etmeyenlere bile çok rahat sallandı. Hele bu salvolar coronavi çıkmazındaki Ramazanda, din maskesiyle otuz gün nasıl sürecek, sürdürülecek şimdilik orası belirsiz. Ama çok yakında kim zirve, kim dip yapar tastamam görülecek...

Çok duygulu veya hiç duygusuz oluşturulan her atmosferde, her önüne çıkana dağıtılan bu vatan hainliği, bu vatan düşmanlığı, bu iklimsiz hava durumu bize yakıştırılamaz. Hiç yakışmaz. Asla yapışmaz. Çünkü biz; "Kimsenin düşmanı değiliz, yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız..." Yani biz düşman da değiliz, hain de. Dinsiz de değiliz. Yılmaz yurtseverleriz. Belki en dincilerden bile daha dindarız. Çünkü biz; "Dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye Muhalif değiliz." Muhalifliğimiz başka bir mesele. Zaten günü gelir orada da haklılığımız tescillenir.

Mesela biz şu taraftayız. Sürü tarafında taraftar değiliz. Tabiri caizse biz; "Bir dinin tabiî olması için, akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır." tarafıyız. Yani biz Hak gerçek, saf dine mensubuz. Mensup olmasak da, kutsal dini ölçülere göre vicdanen dindarız. Kalben de dindar sayılırız. Çünkü dinin koyduğu kıstaslar her birimizi, bizi dindar kılıyor.

Çünkü "Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasde ve fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz." İşte bu sakınma yüzünden, din arkasına saklananlar tarafından elli yıldır sakıncalı sayılıyoruz. Tahsil fukarası yapay din eşrafından zatlar, tam yüz yıldır zaman kollayarak güzel dünyamızı cehenneme çeviriyor...

Çevirdikçe, Yaradan biliyor bunlardan daha bir sakınmak gerekiyor. Kurgu dinin baronları pervasızlaştıkça, sakıncalılık dozumuz artırıldıkça bunlar kan kaybediyor. Çünkü bizim doğru olduğumuz günden güne, bunlar tarafından güncelleniyor. Çünkü tırnak içinde; "Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir." Vicdan…

Bu dinde, yayılma ve gelişme dönemlerinde bile zorlama olmamıştır. İşte her işe din bazlı zorluk çıkaran kara vicdanlılarla, insan sıfatında insafsızlarla, dini tersine çevirenlerle bizim davamız.

Ortada böyle kutlu bir dava varken bile, her şeyi bile bile biz tırnak; “Samimi ve meşru olmak üzere her fikre saygı duyarız…” tırnak…

Ancak müsvedde bile olamayacak, vasıfsız din tasarımları ve tasarımcıları ile ahlaki yozlaşmanın da her an karşısındayız. Çünkü “Tehdide dayanan ahlak, bir erdemlilik olmadığından başka, güvenilmeye de layık değildir.” Şimdi din ve ahlak çerçevesinde gösterilen çıkar odaklı açılımlarla, güven kaybeden muhteremlere ne denir; “Herkesin yolu layığına açık olsun…”

Peki din ehlinden zannedilen, dine zeval vereceğini hiç düşünmeksizin tehditkâr açıklamalarla itimat yitiren zatlara ne demeli; “Zulüm ile abad olanın, akıbeti berbad olur…”

Biz, en müstesna günlerde, mütemadiyen kamuoyunu meşgul eden tüm yararsız işgallere ve yersiz işgalcilere de muhalifiz. Özellikle samimiyeti suistimal edenlere tam muhalif. Nedeni; “Samimiyetin lisanı yoktur. Samimiyet sözlerle açıklanamaz. O gözlerden ve tavırlardan anlaşılır…” Ve biz bakar görür anlarız.

Biz bilmeden, görmeden, anlamadan yol yürümeyiz. Mehteran adımı atmayız. Kötü ve abartılı dedikodulara da asla kulak asmayız. Asmayız ama tabldot kalleşliğe, tabiiyetsiz hainliğe, tamahkâr düşmanlığa, ikiyüzlü kardeşliğe de sorumsuzluk deyip geçmeyiz. İşte o yüzden hep hedef tahtasındayız. Ama “Saygısızlığın, saldırının, küçüğü büyüğü yoktur…” Onu da çok iyi biliriz. Ve ona göre tavır takınıp, akıl ve bilim perspektifinde gözüpek duruş sergileriz. Ve de pekala her pişkin, her çiğ hamleyi çok kolay savuştururuz…

Biz cehaleti bütün kötülüklerin anası sayanlardanız. Hele cehaletten beslenen taklitçi muhabbet ortaklığına, kör taklitçi din simsarlığına akıl defterimizde hiç yer yoktur. Kitabımızda yazmaz. Yoktur çünkü “Hiç bir millet aynen, diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü bir millet ne taklit ettiği devletin aynı olabilir, ne de kendi milliyetçiliği içinde kalabilir…” Yerli ve milli adaptasyonunda ve akla gelen her alanda yankısını bulan, bu temel gerçekliğe inanırız. Biz bu bağlamda, tam bağımsız düşünenleriz.

Biz esef verici, asılsız, kaynaksız tüm patentlemelere rağmen, cibilliyetini ve ciddiyetini bozmayan devrimcileriz. Biz; “Devrim yasası eldeki yasaların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki akımı boğmadıkça, başladığımız Devrim ve yenilik bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki dönemlerde de böyle olacaktır…” diyenlerin devrimci yolunda ilerleyen ve yarınlara güvenenleriz.

Biz kimiz, kim bizden, kim değil açık seçik belli. Besbelli. Hiç önemli değil ama kim bize dost, düşman kim? O da belli. Haliyle din iman, dinsizlik vicdan işi. Hiç belli olmaz. Hele hainlik meselesi? Hiç yorumsuz, katiyetle bize uğramaz. Uğrakları ise açık ve sarih.

Yüzüncü yılda, Biz kimiz ayan beyan belli de, peki siz?

24 Nisan 2020 Cuma

NİSAN 5


MİLLİ EGEMENLİK...
Tarih boyu hürriyet ve istiklal timsali olmuş bir millet, tek bir nurla beslenir. Milli egemenlik; "Milli Egemenlik öyle bir nurdur ki; onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur"...
Ve eşsiz bir millet...
Eşsiz bir kurtuluş harbi; "Bir milletin başarısı, mutlaka bütün milli güçlerin bir istikamette olması ile mümkündür. Bu nedenle bilelim ki, elde ettiğimiz başarı, milletin güç birliği etmesinden, ortak hareket etmesinden ileri gelmiştir."
Ve Milli Egemenlik...
Milli egemenlikte; "Millete efendilik yoktur, hizmet vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisidir..." Efendisiz efendilik...
Efendisiz bir dünya; "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir"...
Milletindir, milletindir, milletindir...
Ve milli görev; "Dünyada her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin, mesuliyetine ortak olur..." Ortaklık senedine tahammül göstermemekte, Milli Egemenlik gereğidir. Yanlışlara ortak olmamakta...
Değil mi ki; "Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküş vardır. Her ilerleyişin ve kurtuluşun anası hürriyettir..."denilmiş. Hem de tam yüz yıl önce...
Ve memleketin güzide çocukları. Çocuklar...
Hayatı başarmanın mihenk taşıdır çocuklar. Yarının büyükleri; " Büyük başarılar, değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımı ile meydana gelir"...
Milli egemenlik için mücadele...
Mücadele. Mücadele sürekli ve yılmadan; "Türk milleti yeni bir iman ve kesin bir milli azimle, yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin dayandığı esaslar, tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli egemenlikten ibarettir."
Onun için her zaman ve her yerde sürekli mücadele; "Bir çok güçlükler ve engeller karşısında bulunduğumuzu biliyoruz. Bunların hepsini inceleme ile gayret ve iman ile millet aşkının sarsılmaz kuvveti ile birer birer çözüp sonuçlandıracağız."
Milli Egemenlik tek şart. Şartı şurtu şu; "Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir."
Çünkü; "Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz" asla...
O yüzden mutlak hakimiyet milletindir. Diğer yandan bilinmeli ki; "Bilelim ki, milli benliğini bilmeyen Milletler başka milletlere yem olurlar."
Tıpkı yüz yıl önceki gibi...
Yüzyıl önce ve yüzyıl sonrası için de milli egemenlik kıblesi besbelli; "İstiklal, İstikbal, Hürriyet, Herşey Adaletle kaimdir..."
Milli egemenlik eşittir: İstiklal, İstikbal, Hürriyet, Adalet...
Yoksa...

TARİH YAZILDI...
Tam yüz yıl önce bu vazgeçilmez topraklarda, tarih yazıldı. Topyekun. Tek bir düsturla; "Bu millet hiçbir zaman hür olmadan yaşamamıştır, yaşayamaz, yaşamayacaktır." Salt Hürriyet için...
Çünkü bu millet asla esirlik kabul etmeyen bir millettir. İşte bunu unuttu emperyal dünya. Unutanlara; "Milletlerin tarihinde bazı dönemler vardır ki, belli amaçlara erişebilmek için maddi ve manevi, ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı doğrultuya yöneltmek gerekir." Anımsatıldı...
Kutlu tarih anca böyle yazılır. Yazıldı...
Yüz yıl sonra, çok yazık oldu dememek için kulak vermek gerek büyük kurtarıcıya. Kutlu kurucuya; "Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır."
Uzunca zamandır nitel şaşkınlık. Nicel dağılmışlık. Sanki nicelik niteliğe kazanınca hakikat biraz kaydı. Tam bağımsızlık şiarıyla yazılan tarih ve tarihi yapanlardan bir kısım uzaklaşma perçinlendi. Bu gidişle per perişan günlere istikamet kayması yaşanması da muhtemel...
Oysa tam bağımsızlık; "Tam bağımsızlık denildiği zaman doğal, siyasal, mali, adli, askeri, kültürel ve her alanda tam bağımsızlık anlaşılır demektir" denilmiş. Tam yüz yıl önce...
Demek ki ilelebet var olmak için, tarih yazanlar ve tarih yapanların, devrimci yolundan asla şaşmamak lazım...
Tam yüz yıl önce söylenen ve yazılan gibi. Bir daha çaresiz dönem yaşamamak için; "Bir millette özellikle, bir milletin iş başında bulunan yöneticilerinde özel istek ve çıkar duygusu, vatanın yüce görevlerinin gerektirdiği duygulardan üstün olursa, memleketin yıkılıp kaybolması kaçınılmaz olur." Savına sarılmak lazım...
Yani tam yüz yıl sonra, yeniden tarih yazılacak boyutta bir gerileşmeyi, bu vazgeçilmez topraklar yaşayabilir diye kesin uyarıyı dikkate almak lazım...
Topyekün imha dönemini öngörme basiretini...
Peki Ata'sı gibi tarih yazacak, tarih yapacak yiğitler çıkar mı? Çıkar...
Çıkar çünkü; "Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz çalışkanız. Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz..."
O nedenle son yüzyıl içinde tarihi yapanları yok sayarak, tarih yazanları, yazılan tarihi, büyük destanı yok sayarak bir yere varılamaz...
Hele tarihçi koltuğunda oturup, çarpık sallamalarla tarihi ıskalatanlara da kanmamak gerekir. İnanmamak lazım gelir. Hele tarihi yazdığını sanarak, tarih yapanlara ve tarih yazanlara dil uzatanlara hiç. Ve asla...
Ismarlama tarihçilerin tek korkusu; "Türk çocuğu, ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır..." Korkusu...
Çünkü o kuvvet tarih te yazar, tarih te yapar...

TARİHİ YAŞAMAK...
Tarih doğrudan sapmaz. Eğilmez, bükülmez. Tarih hiçbir zaman; "Bir milletin kanını, hakkını, varlığını inkar etmez." İnkârcılar tarihi bilmeyenlerdir. Veya işlerine öyle gelenlerdir. Tarihte örnekleri çok. İçteki düzenbazlardır...
Hani dönemi yaşamak, tarihi yaşamak denir ya asıl mesele odur. Yaşamadan sallamak ise salaklık ötesi ve dönekliktir...
Bu yanardönerlerin topuna ezcümle; "Bu millet kılı kıpırdamadan, dava uğruna canını vermeye razı olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım." Cesaretidir.
Tarihe, tarihi ve çarpıcı bir not daha; "Arkadaşlar, devrimimiz Türkiye'nin yüzyıllar için mutluluğunu üstlenmiştir. Bize düşen onu kavrayarak ve takdir ederek çalışmaktır."
Ve o kutlu tarihten, tarihi yaşayanların özyaşamlarından ders çıkarmaktır...
Tarihe, tarihi bir ders notu daha; "Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları, yorulsanız bile beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar."
Yorulmadan, yılmadan, usanmadan tarihi yaşamak ve tarihi var edenleri yaşatmak. İşte bütün mesele bu...
Nasılı yok, şöyle; "Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin dünyasına onlarla kavuşacaksınız."
Binbir dalevara çevirerek, tarihi yozlaştırmak değil, bizzat tarihi yaşamak gerekir. Tarihle iç içe bugünü yaşamak...
Çünkü; "Bu memleket dünyanın beklemediği, asla umut etmediği ayrıcalıklı bir varoluşa sahne oldu. Bu sahne en az yedi bin senelik bir Türk beşiğidir"...
Öyle eşiğe beşiğe masallar ile tarih yazılmaz. Tarihi yaşamak böyle olmaz. Ayrıca tarihi yaşamak asla kendine mal etmeden yaşamaktır; "Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve sosyal inkılapların gerçek sahibi kendisidir"...
Diğer açıdan tarihi yaşamak kendini bulmaktır. Duygusuz, bulgusuz aslını, kendini inkar eden tarihini de inkar eder. Ve bağımlı hale gelir.
Oysa tarihi yaşamak; "Ben yaşayabilmek için kesin olarak, bağımsız bir ulusun evladı kalmalıyım. Bu yüzden bağımsızlık bence bir hayat sorunudur." Diyebilmek ve mücadele etmektir...
Kimin için değil, herkes için, hem de hemen şimdi özgürlük, hürriyet ve tam bağımsızlık...
Çünkü; "Bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmaktan kurtulamaz..." Bilmek gerekir.
Kurtuluş tarihin içinde saklı. Kurtuluşa kadar Ata'nın yolunda. İzinde...
Tarihten asla silinemez iz ise şu; "Tarihi yaşadığımız gibi yazdık. fakat geleceği Cumhuriyete inananlara, onu koruyanlara ve yaşatacaklara emanet etmek lazımdır..."
Tarihle sabit gerçeklik ise emanete hıyanet olmaz. Olur sa...
Formun Üstü
Formun Altı

VATAN KAYBI...

Bir zaman gelir, sokma akıl, kofta fikir durur; "Canımı kurtarayım derken, Vatan kaybedersin." Vatan...

Ağır ağdalı, konuşulduğunda ise hep vatan aşkı, millet sevdası. İş icraata geldiğinde ricat. Hep bir mucize hevesi, mucize bekleme. Kurtarıcı aranma. Ve sadece kendini ve efradını kurtarmaya çalışma. Her türlü doğru tavrı ise mukavemet sayma. Muhalif gösterme. Talih değiştirecek tarihe sırt çevirme.

Çağdan çekinmeden lafta dini vazifeler gereği gevreme. Gevşeme. Sık sık gömlek değiştirme. Asla ve kata değişmeme ve değiştirmeme. Hep aynı kalma. Oysa "Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir." Daha fazla hürriyet…

Bu, vatan kaybı çok canlar yakar. Kaybın kazanımı da; "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıhta bütün vatandır" denilerek Vatan eylenmiş, bu vatan. Evrensel eylemlilik ise; "Son erkeğe, son kadına dek mücadeleyle" sürdürülmüş. Cephelerde süngüleşerek kutlu bir zafere imza atılmış. O güzelim insanlarla. O güzelim imzayla. Namı değer...

O nedenle can, mal, mülk derdinde olmadan; "Vatanın müdafaasına iştirak, şiddetli istekle vuku bulan vatanperverliktir." Diye tarihe kazınmış macera. İşte aslolan mucize budur.
                                                                                                          
Mucizevi biçimde haritada hatlar üzerinden karşılıklı kuvvetler yığılır. Mühim zamandır. Mühimmat ve erzak gerekir. Umut Kağnılar ve kadınlarla gelir. Donan çocuklarla. Temennilerle. Eldeki Tayyarelerle. Şiar Kurtuluşa kadar savaş...

Vatan kaybı ecnebi haritalar üzerinde muhtemelen çok evvelden belli. Yerlilerinde ise belirsizdir. Daha muharebeler devam ediyorken sınırlar çizilmiştir. Harbi istemezlerden, cephede çarpışmalar sürerken içeriden alt üst eden bombardımanlar. En kötüsü. En haince. Hayırsız tayfa. Mandalanıp canını kurtarmak isteyenlerin umumi taarruzu. Vatan ne ki. Ne gerek. Sünepe iman tahtası. Ve silah cayırtısı.
                                                                       
Gölgeler büyürken, yükselen marşın uğultusu vurur zamanı. Yükselen inancın neferleri. Ve bir zaman gelir mezalime direnç, Vatan kaybını önler. Öyle ki "Milleti ve vatanı için özgürlüğü ve egemenliği için özveri..." gösterenler yeni bir vatan kurar. Göstermeyenler ise canlarını bile kurtaramazlar. Çünkü "Birlik ve beraberlik ölümden başka her şeyi yener." Bu keskin inançla Vatan kurtarılır. Nice savaşlar kazanılır. Yani "Egemenlik verilmez alınır"...

Baştan sona bin bir çile, son anda tek hamleyle, vatan kaybedilemez...

Değil mi ki; "Zafer, zafer benimdir diyebilenindir. Başarı ise başaracağım diye başlayarak sonunda başardım diyebilenindir". Kutlu zafer gerçekleştirilir.

Beklenmedik bir zamanda, bildik inançla gelir zafer; "Gerektiğinde bir tek fert gibi yekpare azim ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, Elbette büyük bir geleceğe layık ve aday olan bir millet..." olur. Vatan kaybını bilenlerin, bilimle yaşayanların kabiliyetidir bu kutlu çıkış. Var oluş.

Yani tarih kayıp vatandan, Vatan yaratanları yazar. Unutmaz; "Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr etmez.” Yazıklar olsun unutanlara ve inkâr edenlere.

Çünkü Vatan kaybı sokma akıl, kofta fikirle bir anda olur. Yani her an, her zaman canımı kurtarayım da ne olursa olsun derken hem candan hem Vatandan olunur.

O yüzden unutmamak gerekir; “Bu millet tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Türk milletinin geleceği bugünkü evlatlarının doğru görüşü, yorulmak bilmez çalışkanlığı ile büyük ve parlak olacaktır.”

Ey Türk Milleti, unutma savaş kaybı, zafer kaybı arzuhalcilerini. Unutma. Bunların peşin satıcılığı; Vatan kaybı.

KORDONBOYU...

Kordonboyu ve yedi düvelin virüslerine karşı koyanların anısına...

Kordonboyu lacivert kara. Işıltılı yakamozlar yüzüyor Ege'de. Pencereler rengârenk. Kırmızı beyaz. Mavi atlas ıslak ve sıcak.

Efzon kuşatmasından bu yana tam yüz yıl geçmiş. Efradı adide denize dökülmelerinden bu yana. Samanyoluna yükselen o kalın puntalı istikamet ise hiç unutulası değil. Tabela tam bağımsızlık. Not defterlerine kaydedilmiş anılardan bir demet, istiklal...

Harlanan Helenizm İstilası. Emperyal saldırı. Tanığı ve sanığı ise Egemen Dünya...
                                                                                                     
Tarihi misyonun ilk limanı Kordonboyu.  Binyılların düşmanlığının yegâne sebebi. İzmir. İzmir arafta. Lafta müdafaa-i Avrupa. Şaik şaibe Şarki Akdeniz'den Ege'ye, Boğazlar yoluyla Karadeniz. Yani Anadolu'yu mümkün olduğu kadar minyatürize etme rüyası. Sehpayı devirmek, kordonu çekmek. Osmanlı'dan arta kalanı boylu boyunca denize gömmek.

Ancak heves tutmadı. Emperyalist plan geri tepti. Direk Grek denize döküldü…

Pervaporation zırhlılarından Kordonboyu’na çıkartılmış kolordular,  kutsal ilan edilen, takdis bekleyen havadaydılar. Çabucak hava değişti, aslına döndüler. Çok acımasız bir role büründüler…

Tehditkâr bir vınlama yayıldı Anadolu’ya. Ama Anadolu tınmadı hain uygulamaları. Ağırdan Anadolu içlerine dek ilerledi iç karartan kuşatma. Hak hakikat uyanıldı. Hakkıyla Kutsal İsyan. Hal niceydi. Niyetlenildi. Per perişen ayaklanıldı. Ve kutlu mücadele geri püskürttü hellenic istilayı. Yedi düvel kuşatmayı. Gerisingeri. Geldiği yere. Kordonboyu’na gönderdi onca gam kasavetten sonra işgalci milletleri.

Tek tabanca peşine düşüldü, ımperialistic cüretin...      


Ahali Kordonboyu'nu kaplamış Gazi'yi görme derdinde. Maiyetini kucaklama gayretinde. Kadifekale’de Albayrak...

Geride kalanlara hayıflanıldı yürekten; 'İzmir iyi de ah ah... Selanik...'

Kordonboyu zafer alayı. Kordonboyu'nda gecikmiş imbat zamanı. Martılar canhıraş çığlıklarla düğün ediyorlar. Rıhtıma vuran mutedil dalgalar kara sevdalı. Vatan aşkı. İskelede Kurtuluş damlacıkları. İsli lambalar istikamet veriyor. Efeler zerre zerre Karşıyaka'ya…

Karşıyaka'ya doğru dağılıyor heyelan. Efeleniyor zeytinlikler. Yayılıyor zeybek havası. Kordonboyu'nda gösterişli karargâh. Etrafı renkli güneş şemsiyeleri altına sığınmış matmazeller. Mat bakışlı fesli beyler. Pasajlar paşalarca sarılmış. Sarıklılar, melon ve fötr şapkalı levantenler. Kosmopolitan kurtuluş…

Bir zamanların Konak istikametine doğru. Tam işgalden kurtuluş anı. Anadolu ile bütünleşme heyecanı. Ağır zulmün boğuluşu. Kozmopolit sevinç. Gümüş sırmalar saçılmış Kordonboyu’na…
                                                                                                           
Pek hayra alamet değil. Konak Mahallesi'nden dumanlar yükseliyor. Ansızın başlayan büyük yangın. Yenilginin ardından çıkarılan. Alevsel sarsıntı. Yalazı Kordonboyu’nu da vuruyor. Alev canavarı yutuyor cümle civarı…

Bir zaman evvel işgalci zırhlılardan Kordonboyu’na çıkarılan kolordu artıkları, kaçarken yakıyorlar İzmir’i. Her şeyi. Kordonboyu hiç unutmadı o yükselen alevleri ve kesif dumanı. Ve kutsal gaza ve biricik Gazi’sini. Unutmadı…

Duman oldu yedi düvelin virüsleri, tam yüz yıl önceydi. Duman edenlerin anısına...