25 Kasım 2020 Çarşamba

AD10S AMİGO

AD10S, DİEGO ARMANDO MARADONA...


Az çok futboldan anlayanlar zaten bilir, anlamayıp aldırmayanlara da gönül rahatlığıyla denilebilir ki; o çok büyük bir armağandı dünyaya, dünya futboluna. O futbol tanrısının tılsımlı sol eli, sihirli sol ayağıydı. Ve ansızın göçüverdi sonsuzluğa. Adios, Diego Armando Maradona...


Fakir memleketlerin, fakirinde fakirlerinin sosyal yaşamında, faşist diktatörlerin üç fe’sine karşılık, üç 'S' çok önemli yer tutar; Sanat, spor ve siyaset. Kuşkusuz dünya gerçeğidir bu geniş açılı üçgenler. Spor deyince de illaki futbol...


Futbol işte deyip geçilemez öylece. Çünkü futbol ilerlemeye veya gerilemeye koşut roller üstlenir sosyal hayatta. Yani futbol sanattır resmen ve siyaseti de çok yakından etkiler. Ve öyle futbolcular vardır ki; pek az da olsalar salt futbolcu işte deyip geçilemez öylece. Çünkü onlar, futbolda değişimi tetikler, hayatta devrimleri izlerler. Tıpkı Diego Armando Maradona gibi...


Siyasal iktidarlar yıllanır ve yıpranır, eskir ve ivme kaybeder belki ama Diego Armando Maradona futbol içi ve dışı tüm aykırılıklarıyla hep taze kalacak. İktidarı yıkılmayacak. Hep canlı ve ölümsüz yaşayacak...


Çünkü doğru bildiği yoldan, izlediği rotadan asla sapmadı. Kimseye, hiç bir güce biat etmedi. Ve hep kazandı. Taraftarlarına inandı taraftarları da ona ve mevcut iktidar gücüne güvenenleri, kof güce tapanları çim sahalarda daima alt etti. Topunu yeşil sahaya gömdü... 


Hatta sorgulanabilir yanlışları bulunsa da, kendini zirveye taşıdı. Tutundu. Futbol deyince ilk akla gelenlerden oldu. En birincisi. On numara, beş yıldız.  Çekinmeden neşteri vurdu futbol tarihine. Nice siyasal iktidarlar bile kaybetti, hezimete uğradı, o hep kazandı…

 

Tek kaybı şu, hep kendi kendisini maddi ve manevi zarara uğrattı.  Asla muhalifliğinden ödün vermedi. Aykırı yaşadı. Hiç sakınmadı, korkmadı. Bazen hoyrat ve çekilmezdi ama yine de sevildi. Sevgisi eksilmedi...

 

Yani faalken veya bıraktıktan sonra da spor deyince, hele futbol deyince dünyadaki fakir memleket çocuklarının sevgilisi ve önderi oldu. Kurtuluş parolası oldu. Amatör ruhlu sanki yarı profesyonel bir profesyoneldi. Ve bu yüzden en çok taraftara sahip futbolcu oldu, Diego Armando Maradona. 


Hakkındaki onca söylentilere rağmen,  stadyumlar çınladı onunla. Yendikleri sinir içinde ama saygıyla terk etti yeşil sahaları. Dönemine ve dönemlere kalıcı imzasını attı; Diego Armando Maradona... 

                                                   

Siyaseten sosyalist birileriyle çok iyi anlaşıyor ve benzeşiyor diye hiç yadsınmadı. Sevildikçe sevildi, gelmiş geçmiş en beğenilendi öyle kaldı. Unutturulamadı. İçten içe istense de yok sayılamadı. Aşağılanamadı. Canla başla inandığından hiç dönmedi. Hep savaştı. Sportif başarılarda lider rol üstlendi. Şanla şatafatla yetinmedi. Kariyerini övünülecek boyuta taşıdı. Yıldız üstüne yıldız taktı. Yeri geldi önüne gelene çattı. Ama dost, arkadaş kalmayı da bildi. Elbette futbol içerisinden dışarısından düşmanları da oldu. Yılmadı. Kimseyi ezeli düşman saymadı. Böylece yaşarken efsaneleşti. Zirvede bırakmayı da becerdi. Sonuç ortada yüzyılın üç 'S' starı, futbolun en takdir gören patronu ve proleteri...

 

Futbol da bir sanat ise ki öyle, Diego Armando Maradona futbola da, siyasetine de sol ayağıyla ince bir ayar çekti. Ve daha delikanlı yaşında, gönül rahatlığıyla gün geçtikçe kirlenen dünyadan çekti gitti...


AD10S, DIEGO ARMANDO MARADONA, AD10S AMIGO...

İŞGAL İHTİLAL

 İŞGAL, İHTİLAL...


Yüz küsur yıl evvel muazzam devletler dünyası, darboğaza düşen  Osmanlı'ya borç vermedi. Ve 06 Ekim 1875'te imparatorluk resmen mali iflasını ilan etti. Bu ilanla içeride ve dışarıda karışıklıklar arttı. Özellikle Balkanlar cadı kazanına döndü. Dört bir yanda cephe üstüne cephe açıldı. Peşine 1 Eylül 1876'da Abdülhamit tahta kuruldu. Üç dört ay sonra Meşrutiyet ilan edildi. Ve alaturka demokrasi başladı...


Osmanlı resmen iflas edince 1881 Muharrem Kararnamesi ile Duyunu Umumiye kuruldu. Yani Genel Borçlar İdaresi...


Kurulan, Osmanlı devlet tahvillerini temsil edenlerden kurulu bir idare meclisi. Modern bürokrasiyi de doğuran beş binden fazla çalışanıyla, kan emici bir sistem...


Öyle ki, vilayetlerin vergilerini, tuz ve tütün tekellerini doğrudan yöneten bir model. Benzer gelir kaynaklarıyla hareket alanı genişleyen, yönetimi eline geçiren veya yönetmesi için izin verilen idare. Masraflar düşüldükten sonra kalan ne varsa Osmanlı'nın borçlarına ayıran bir kurum. Toplananı vadesi gelen borçlara ve faizine aktaran yani Osmanlı Devleti gelirlerinin üçte birini yabancılar lehine yöneten bir yapı. Yani yarı sömürge bir imparatorluk adımı. Devletin diğer gelirlerine de göz koyan, devletin parçalanmasına dönük ekonomik bir girişim...


İş buraya gelmeden hemen önce Rus harbi. 1877 ve 78 yıllarında Ruslar hiçbir ciddi muhalefet ile karşılaşmadan 1878 şubatında Yeşilköy'e dayandı. Padişah anlaşma yapmak zorunda kaldı.


Anlaşma 3 Mart günü Ayastefanos'ta imzalandı. Toprak ver kurtul mantığıyla yıkımı başlatan ilk adım da böylece atıldı. Özerk Bulgar Devleti, Sırbistan-Karadağ ve Romanya'ya bağımsızlık verildi. Ruslara ise Batum, Kars, Ardahan, Doğubeyazıt bırakıldı. Aynı yılın Haziranın da iddia doğru ise Bosna Hersek, Avusturya'ya verildi. Kıbrıs'ın İngiltere tarafından işgaline göz yumuldu...


Bir yandan toprak ver kurtul siyaseti, diğer yandan kuşku çağı böylece açıldı. Açılım tam 30 yıl sürdü. Osmanlı hepten batmaya ve batırılmaya dönük manevralarla iyice köşeye sıkıştırıldı. Hepten borçla yaşayan bir devlet konumuna getirildi. Artan borçlarını ödeyemez duruma gelince de alacaklı banka ve bankerlerin zararını kapatmak için Duyunu Umumiye kuruldu...


Umuma yetmedi elbette ve hantal devlet muazzam devletler tarafından bölündü. Haliyle işgal edildi ta ki Anadolu İhtilali dur diyene kadar.


Dur, dur...

SAKLAMA KABINDA İNSANLIK

 SAKLAMA KABINDA İNSANLIK...


Melun virüs gezegeni çarptığından beri saklama kabında insanlık. Saklama kabında melul millet. Periyodik kapatmalara karşın sakınmazlık hala had safhada. Umursamazlık dünya çapında. Hele de virüs pik yaptıkça nefes almak, hayatta kalabilmek zorun zoru iken. Yani maskeler ardında yaşam, maskeler arkasında tebessüm. Tereddüt ve tekerrür. Terennühat masked ball...


Bu bayıltıcı, bunaltıcı atmosferde neyin ne yerine koyulduğu açıktan açığa zafiyeti kesinleştiriyor. Artık afiyeti ve sağlık beklentili psikolojileri çevrimiçi ihtiyaçlar belirliyor. Kapsam dışılık ise geniş kapsamlı güveni boşa çıkarıyor. Zaaf budalası çıkarcılara korku hediyesi ömür boyu. Zaten hayat herkese işkence. Yaşanan para, din ve eğitimsizlik üçgeninde vicdan boşalması. Katlanılmaz olan akıl bocalaması. Hayatın yarısı karantina, yarısı saklama kabında demlenen ise yalan dünya. Saklamak, saklanmak tamam da nereye kadar, ne zamana dek? Acayip belirsizlik...


Bir melub virüs vurdu yeryüzünü, yüzsüzlük pik yaptı. Aşısına gereksinim iyice netleşti. Şimdilik provada. Haliyle virüssel havalar program dışı değişti. Havadan sudan yıpranmalar ve sıradanlaşmalar umutları geciktirdi. Evlerden dışarı eziyet ve şikayet. O kadar. Şikayet edilen günler sıralandıkça da saklama kabı. Devasa yanlışlıkları aklama çabası. Çaplanan saklama kapları derin donduruculu buzdolabına. Peşine yanlıştan dönme zamanı yakınlaştıkça, virüs üzerinden çarpıtmalar. Çark işlesin güzergahına güzellemeler...


İnsanlık dışı, vicdani eksiklikle atılan adımların davayı bambaşka yerlere götürdüğü biline biline, batan gemiden mutlu inme edebiyatı. Hora hevesi. Hevesin heder olacağı, gerçek dünyalar ise saklama kabında. Umursamazlık, saçma sapan uydurmalarla pekişen umarsızlık resmen insanlık ayıbı...


Bir melun, melub virüs yayıldı dağa taşa, denize karaya, yeryüzüne, ayıldı, bayıldı, dağıldı insanlık. Yerden göğe alınterine saygı ve terbiye hiç kalmadı. Emek, anlak ve ahlak tarafını tutanlar yine sakıncalı sayıldı. On yıllarca sakınılan ne varsa, saklama kabından sıyrıldı. Sarı madeni dünyanın, mudemi insanlığın sıtkı sıyrıldı. Matem dünya çapında ve insanlığa aykırı haller çatkapı. Bulaşı içi, bulaşı dışı bu bulanık günlerde, virüs virülans el ele. Ve nedense gerçekleri saklama telaşındaki insansılarda elden ne gelir mazereti...


Sanki yaygın kanaatlerin tersine, kanaatkar bir dünya bu virüs virülans belasını alt edecek. Sakınmadan, saklanmadan salınanlar türbülansa savrulacak, bilimsel akılla direnenler kazanacak bu savaşı. Dünya alem, akıl ve bilim evrenin yenilmesine engel olacak. Kurulan yeni de, kabına sığmayan karabatak virüs, saklama kabındaki insanlığın kölesi olacak...


Vursan vurulmaz, öldürsen değmez, mutu mutasyona bağlamış melanetpiş bir virüs dikildi insanlığın karşısına. Mutluluklar tırpanlandı. Gündelik yaşam felç oldu. Gezegen başıboş gezenenlerin muta beklentisiyle kafadan çarpıldı. Yeryüzü gökyüzü, mutaassıpların muti tavrıyla, resmen virüse çakıldı. Batağa odaklandı. Karabataklığa  kundaklandı. Her savruk adımda insanlık avlandı. Tavlandı. Kavı tutuştu, tavı kaçtı, tadı ekşidi. Sonuç saklama kabında insanlık. Sırça fanus, sırça köşk, sırça saray saklaması... 


İş ciddiye binince sırra kadem basan insanlık, gecikmeli rötarlı melonkorona virüsten kaçma ve saklanma derdinde. Ancak iman gücüyle sakınmazlık hala revaçta. Ciddiyat yoklamaları raporlara girmiş, virüs pik üstüne pik yapıyor, ciddiyet yoksunları havanda su dövüyor hala...


Sırra eren akıllarda ise saklama kabı gecikmesi, eksik kapatma pişmanlığı. İnsanlık onuru zedelenmesi...

YAZMAK YAZARKEN DARAĞACI

YAZMAK, YAZARKEN DARAĞACI..


Artık gecikmişlik yeter, yeterince geç kalındı deyip

yazmak, yazarken darağacına asılmak gibi bir şey. Zaten yazmaya dair ne varsa yazıldı deyip durmak ise ölüm. Veya nasıl olsa bir gün mutlaka yazılır diyerek susmak ise yaşarken ölmek. Ancak gereksiz tutku ve entrika girdabına düşmeden, düşürülmeden yazmaktır önemli olan. Sonrası darağacı olsa da, ölüme yiğitçe hoşgeldi safa geldi diyebilmek...


Yazsan bir türlü yazmasan bin türlü deyip, hayatın dini neyi gerektiriyorsa, neyi emrediyorsa hiç çekinmeden yazmak ise hakikat ve marifet kapısı. Toptan imha ve inkâr politikalarına katlanmak da yazmanın karşılığı...


Zaten adalet, uzlaşma, hoşgörü ve barışın ertelendiği kör olası tarih hafızasından başkaca ne beklenebilir ki? Yine de kendine has bir dili olan ve meramını anlatabilenler icazet ve talimat beklemeden yazar, yazarlar. Yazamayanlar ve okumayanlar ise havanda su döver. Hatta havadan sudan sebeplerle...


Gerçi bölük pörçük hayata yazsan ne yazar, yazmasan ne yazar? Ayrıca total hafızanın derinliklerinde nice çetrefilli meseleler. Ucu kime dokunacağı belirsiz karanlık düşler. Biteviye aklı kurcalayan zindani sırlar. Ve herkes kendi dilinde kendi dinini yaşarken ve ortak dilde ölüp giderlerken elden başka ne gelir. İşte o yüzden yazılır. Ve yazıldıkça yaşanan şehrin hüznü çöker gönüllere ve çok uzaklara. Yalnızlığa itilmiş sokaklara. Yazmak işte böyle bir iştir... 


Yeminlerin tersine her aldanış, her aldatılış isyan damlasını damlatır aklın eşiğine. Ve kurşun gibi yaralar zihni yazmamak. Kurmaca kahramanlar yaratmaya, kutsal kitaplardan şifreler devşirmeye hiç baş vurmadan ateş rengine dönüşür anılar. Ve yazılanlar sonsuzluk kapısına dayanır. Zaten ertelenmiş yazarlık gözünü budaktan, sözünü dudaktan sakınmaz. Yani birden sakıncalı listesine girmektir biraz yazmak...  


Şimdi neyin, nesi yazılmalı ki, ölçü  kaçmasın? Düşünce bu ancak ayıbın ayıbı, herkese yeter derecede arttıkça hayatlara mahkûmiyet dadandıkça, iki kaşın ortasını düşünüp gel de yazma... 


Yazmak özü, sözü, sesi bir olmaktır. Geniş fotoğrafın detaylarında gizlenmeden, erinde gecinde darağacında asılmak  pahasına denizle yüzleşmektir. Bu kadar...

KG KİTAPLAR

 KILIÇLARIN GÖLGESİNDE KİTAPLAR...


Kılıçların gölgesinde de olsa akıl erdiğince, zihin yettiğince, güç tükettiğince yetkinliktir  kitap. Ancak cehennemi avuçlarında hissedenler, cennet masalları anlatabilirler. Tıpkı kılıçların gölgesinde kitap yazmak gibi...


Her kitapla, gizemli tekrarlar içeren ve aktörlerinde değişkenlik taşıran ve de şaşkınlık yaratan anılar basar sonbaharı. Kılıçtan keskin kışı. Ve sihirlenmeler anında gündeme düşer... 


Düşer çünkü sudan sebeplerle ilk fırsatta, özü gözlerden sakınmak ve savruk afra tafralar  taçlandırmaz mevsimleri...


Mevsimler boyu sızlar yürek. Dökülen inciler, acı gerçekler, tıklım tıkış yaşananlar, saçma sapan hayaller, asılsız söylenceler ve sığ çakışmalar yüzünden. Ve çarpar tufanı türdeş, acayipleşme..


Kılıçların gölgesinde yakılan kitaplar, beklenmedik bir anda gerçek hayata dönmek ve ıslatan sağanaktan kurtulmaktır. Hasat sonrasına kalmadan. Tarlada, bahçede, ocakta, ağaçta, makinada büyümektir. Zaten eşi leşi bir kapta. Sırf görüntü sarfı ve sömürü sarraflığı yüzündendir yurtseverlik...


Yurdu saran büyülü anlarda adamsıların adımları fulelenirken, flulaşan  atmosferde dost, düşman postunda. Beş paraya baazar.  Para üslup bozar. Ve bozgunlarda çaresizliğe övgü dizilir, kitaplar olmasa... 


Olmasa kitaplar, kılıçların gölgesinde doğan boşlukta, ön yargılar kesin yargılara terfi eder. Büsbütün gerçeküstü sunilik basar metezori yolculukları.  Bilinçli polemikler  suyun akarını başka mecralara çeker. Ve çekilmez dertlerle boğuşulur...


İşte kılıçların gölgesinde kitaplara kesilmenin ana nedeni budur. Bunun elbette bir günahı vardır. Cezası da. Günü gelir ödenir ve kırgınlıklar yürekte korlanır. Basmakalıp kurgular, kurgulananlar neticesinde, kurana da saygı kaybedilir.  Tüm kuramlar mühürlenir.  Mühür her daim  hürriyetlere manidir...


Manidar olan etik dışı cılız tutkular ve baba korkular. Boşluktan ve yokluktan doğan karakterler ve  faşizm çizgisi.  Hat, hükümranlık ve hükümlülük hattı. Hatta zebanilerle beraber müebbetlik...


Kılıçların gölgesinde sabit, tükenmez, kurşun kalem elde. Kıyıda kırmızı elbiseli örük saçlı özgürlük ve deniz mavisi kızgınlık. Elden geldiğince kitaplara dalgalanıyor. İllaki insanlığa dair her manzara.  Dünya her kitapla adeta yeniden şekillenir.  Taşınamaz, kanıtlanamaz, yanıtlanamaz, okunamaz ağırlıkta...


Yine de Kılıçların gölgesinde kitaplar yazılır...

16 Kasım 2020 Pazartesi

KG SİSTEM

 KILIÇLARIN GÖLGESİNDE SİSTEM...


Kılıçların gölgesindeki tüm sistemlerde sosyo-ekonomik çözümler, total çözümlerin belirlenmesi ve uygulanması tam tamına inanç ve biat temelli siyasete tabidir...


Ayrıca çözümsüz kalan 

her işin Tanrı'ya havale edilmesi metaforu, amacı baştan belli kusurlu kurguların enjeksiyonunu da kolaylaştırır. Ve toplumlar akıl ekseni dışına siner. Yaratılan sahte sinerjiyle birlikte demokratik devlet anlayışı orijinine uyulmaksızın, din odaklı devlet kanalına girilir...


İstim üzerinde salt reformdan bahisle amambüyük sermayenin izni ölçüsünde her kanaldan acı sürprizlere açık yenilenmeler ve gerginlik yaratan değişimler uygulanmaya başlanır.


Ancak ismi var kendi yok olduğundan hiçbiri çare olmaz. Çünkü kutsal temalı kuşatmalarla ancak ve sadece, mal ve zenginliklerin el değiştirmesi, yoğun yağması, asırlık kazanımların kaybı dibine dek sürer gider...


Sürgit daralan sosyal ve toplumsal kesimlerin pik yapan muhaliflikleri reformcu özellik taşımasa da, isyan ve aykırılıklara  neden olduğu savıyla suçlanır. Oysa içsel ve dışsal dünyanın etkisiyle karşıtlık zayıftır. Abartılır. Ayrıca despot ve baskıcı iktidar egemenleşmesi, resmi hareketlenme kanallarını da bir güzel tıkamıştır. Yine de her haklı devinim, iktidar karşıtlığı sistem karşıtlığı görülerek tırpanlanır...


Yani kılıçların gölgesinde, inanç ve biat özellikli sistem dayatmasıyla en temel özgürlükler bile kaldırılır. Birinci elden işlem tamamlanır...


Zaten on yıllardır devlet içinde devlet arayışı sembolik yöntemlerle geliştirildi. Aramalarla uyduruk buluşlarla prim yapıldı. Geleneksel inancın temsile katılımıyla kutlu birleşme gerçekleşti. Piramid kuruldu. sistem kuruldu...


Özgürlük alanlarını daraltan, temel hakları kısıtlayan, eğitimden ekonomiye bütün modelleri anlık ve değişken olan yeni kurgu sistem, çılgınca bütün kanalları ele geçirdi. İstemli ve sistemli biçimde her ciddiyetsiz adımı Tanrı'dan havale boyutuna indirgedi. Böylece karşı konulamaz ve karşı çıkılamaz bir adem-i merkeziyetçilik yaratıldı...


Yalnız zorlanılan her olay ve dava, tek seslilik bağlamında yine Tanrı'ya havale edildi. Yani asla demokratik olmayan bir devlet anlayışına kutsiyet kazandırılmaya hız verildi. Hükmediş hegemonyası yaygınlaştırdı...


Yaygın itaat ve biat anlayışının, söndürülmesi çok zor yangın çıkaracağını savunanlar, asli unsurlardan sayılanlar tamamen ötekileştirildi. Her radikal veya ılımlı radikal söylem, sistem karşıtlığı ve ayrışma temelinde görülüp, kılıçların gölgesine hapsedildi...


Böylece egemen güçlerin denetiminde bir sistem kazanıldı, siyasal körlük sağlandı. Binlerce yıllık üstün devlet tecrübesi acze düşürüldü. Devlete hissedilen inanç ve güven zedelendi...


Tarihe not, akılları kurcalayan binlerce soru olmasına rağmen, sorulara yanıt arama girişimleri din odaklı cezalandırılır kategorisine sokuldu...


Oysa ucube sistemin toptan 

Tanrı'ya havale günleri gelip çattığında, kılıçların gölgesi güçlü sistemdir, sermaye gücüdür falan dinlemez...

KG KİTAPSIZLIK

 KILIÇLARIN GÖLGESİNDE KİTAPSIZLIK…

Kılıçların gölgesinde yoldan çıkan kitapsızlara da belletmek lazım kitabı. Kitap önemlidir ve okunasıdır. Hiçbir kitap kallavi kütüphanelerde cilt kapaklarına göre sıralanıp, saklanılası değil. Hiç okuyan ile okumayan bir olur mu? Kitaplar raflarda durdukça elbette değer kaybetmez, an gelir değeri anlaşılır ama okundukça çok daha değerlidir. Çünkü okundukça umuttur, mutluluktur, muştudur, yol arkadaşıdır, yoldaştır. Salt erişim amaçlı, ederine satılır ama asla satmaz…

Satmadan, satılmadan kırk satır mı, kırk katır mı? dayatmasına aldırmadan, gözünü kırpmadan kitabın büyülü dünyasına dalanlar, kısır dünyalarına hatırlı bir kişi, hayati bir vaka, varoluş sırrına bir bilgi kıvılcımı daha ekleme fırsatı yakalarlar. Tıpkı ‘en iyi kitapları okuyarak, geçmişin en değerli insanlarıyla, hırçınlaşan deniz ortasında buluşmak ve havadan sudan konuşmak gibi’ veya en derin mevzulara çivileme dalmak gibi…

Dalgakıran misali dünyalar dolusu kitap bakılsa ne yazar. Yazarın ne yazdığını anlamadıktan sonra. Boş vakit eğlenceliği değil ki kitap, kitap cephanedir. Sıralı cehalet savaşlarında ayakta kalmanın ilk şartı. Çünkü vahşet dünyasında, övünülen silahların, öldüren cephanenin yerini yaşayan ve yaşatan kitap alır. Namluya kitap sürüldüğünde, tetiğe basılınca oku patlaması, patlar. Zamanı değiştirme şansı doğar…

İşi asla şansa bırakmadan kitap yolculuğuna özgüdür erdem. Her dem ibadet eder gibi okumanın ve harlı hürmetin getirisidir, karakter ve karizma arasında sıkışmadan ayaklanmak. Kitaptır aklı yücelten...

Kılıçların gölgesinde doğan kitap korkusu ve hissedilen kitap kokusu arasına sıralananları, tek hedef doğrultusunda yaratıcı yöntemlerle buluşturan vazgeçilmez soluktur kitap. Nefestir, ulaktır, uyarıcıdır, enfestir. Orijinal gerçeklik, gerçeğin ta kendisidir. Derinlemesine düşünme ve düşleme tasarımcısıdır. Ve bir batında yaşamın akışını değiştirendir. Asla mevcut düzene tabi olmayan, tutkulu bir yolculuktur kitap coşkusu. Geçmişten geleceğe zamanda yolculuk…

Zamanda yolculuk, zamanı ölçme makinasıdır kitap. Hayat eskizini asla eskitmeyen. En dakik, en sahici sihir. Zifiri karanlığı düşündürten, zehri sağaltan, insanlığı yücelten, uygarlığı ayağa düşürmeyen. Sonsuza dek yaşayacak ve paylaşılacak saf cevherdir…

Kitap ince günceli, nice hünerlidir. Bazen buzul sıcağıdır. Yalımlı yanardağ serinliğidir. Kara kaplı aşılıp geçmiş zamandan yansımalar yakalandıkça, geleceğe kutlu yolculuktur…

Güneşin zaptına yol veren heybetli bir teleskoptur kitap. Zirveye çakılı ışıkları yutan denizdir. Kitap denizdir, kitaplar okyanus. Kitaplara girenler okyanusun denizi. İnanç çağını canlı tutan mutedil dalgalardır kitap. Kanlı ‘Kılıçların Gölgesinde Tanrılar ve Dinler’e aldırmadan en hassas geleneklere dahi meydan okuyan. Pişmek ocağında kemale erdiren en keskin dost.

Vakitli vakitsiz tek kişilik hücrelere atılmaya ve ansızın çıkmaya neden, kitaplar okutan ve vakti zamanı gelince yazdıran ise kılıçların gölgesinde yoldan çıkan kitapsızlardır. Bu kitapsızlar kimlerdir? İyi bellemek lazım…


Kılıçların Gölgesi

 KILIÇLARIN GÖLGESİ...


Yeryüzü dinlerinin ya kutsallık bahşedilen kitapları vardır ya da kutsal sayılan metinleri. Bir de Tanrı, tanrılar, din getiriciler, dinler ve kutsal kitapları da içeren kitaplar vardır. Tıpkı "Kılıçların Gölgesinde Tanrılar ve Dinler" gibi…


Dinleri anlayabilmenin,  tanımanın ve kabullenmenin temeli kutsal kitapları veya kutsal sayılan metinleridir. İlk referans onlardır. Diğer yandan mevcut kutsallığı hakkıyla irdeleyen kitaplar da kendi çapında bilgi hazineleridir. Bu özenli çalışmalar dinler tarihin aynası, tanrısallık kaynağına ışık tutan özgün değerlerdir.


Kitaplar, din olmanın ve dini yansıtmanın yanı sıra ahlaksal kurallar ve öğretiler bütünüdür. Belki de dinlerin zorluklar yaşaması ve hatta yeni dinlerin doğmasının ana nedeni kitap bütünlüğünün bozulmasıdır. Dinsel ahengin çözülmesidir. Yani dinlerin ve kitapların ahlaksal felsefesinin içinin boşaltılmasıdır…


Boş ve geriletici süreç ahlakın yerine siyaset geçmesi ile sonuçlanır. Böylece egemen siyasetin güdümünde geleneksel ritüeller bile dini vazife sayılarak din içine çekilir. İstisnasız yerine getirilen bu dini pratik de din olur. Tanrının ve tanrısal kitapların uzağına düşülür ve zamanla kitap dininden hepten kopulur. Kopuldukça dinler daha da siyasallaşır, siyaset hepten dincileşir. Tanrısal değerler ve değerlemeler tamamen siyasetin inisiyatifine geçer. 


Arada kalan insanlar da, çıkar yol bulamayınca, kitapların dışına taşarak yeryüzü Tanrıları icat ederler…


Dinler için tehlikeli aşama işte bu durumdur. Diğer yandan dinleri ve kitaplarını, tanrısal kutsallığı ve nedenselliğini yeterince anlamayı önleyen dinden çıkarı olanların tahakkümü, işi içinden daha da çıkılmaz hale getirir. Mevcut dinler iyice zaafa uğratılır. 


Dinlerin kitapları ve kutsal metinleri de, salt metnin dilinde ezberlenen, şiirsel okunan, uydurma kutsi günlerde anımsanan, anlamadan hüzünlenilen manzumelere dönüşür.


Kitaplarların ahlaki teorileri, örf adet, gelenek görenek ve kutsal hikâyelerle beslenmiş örneksel derlemelerinden hiç ders çıkarılmaz. Daima alternatifler öğütleyen dokusuna, ayrıntıladığı ahlaksal kurallara ve akılcılığı öne çıkaran yapısına asla önem verilmez.


Ne yazık ki bu yıkıcı atmosfer, tüm yeryüzü dinlerinin ister yazılı, ister sözlü, isterse sonradan yazılmış kitaplarına bu bakış açısı, zorba din mensuplarına hazır zemin yaratır. Ve dinlerin çoğu neredeyse, çok kitaplı din olma vasfına evrilir. 


Bu çok kitaplı tek tanrılı veya tek kitaplı çok tanrılı din batağı, ahlaki kuralların yozlaştırılması, kitapların öğütlediği ve önerdiği modelleri de yok eder. Öyle ki bireyden bireye, toplumdan topluma değişen, kökeni aynı bambaşka dinler oluşur.


Kutsal veya değil kitaplara saygısızlığın, yaygın kitapsızlığın son aşaması da hangi çağda olursa olsun, ilk çağ ilkelliğine dönüştür. İşte bu tersine dönüş kayboluşu veya yok oluşu günceller. 


Kurtuluş belki yine dinlerin kitaplarıdır. Dinlerin matematiksel formülü ahlaki değerler çerçevesinde kurtuluş örgütleyen kutsallıktır. Özellikle akıl ve mantık zorlayan aktarımlara ve kimi yoz kaynaklara dayandırmadan vicdan sesinin dinlenmesidir. Vicdanın sesini doğrudan duyabilmek için, dinlerin kutsallık bahşedilen kitaplarını ve kutsal sayılan metinlerini anlamanın en vazgeçilmez olgu olduğunun kabullenilmesidir.


Kabul gördüğü ve olduğu kadarıyla "Kılıçların Gölgesinde Tanrılar ve Dinler" kitabı da bu saptamalar doğrultusunda naçizane Tanrı varlığına ulaşma, Tanrı ile yüzleşme çabasıdır...

Hebenneka

 “HEBENNEKA”

 

Atatürk, özlü ve özenli Türkçe konuşan, çok iyi bir hatipti. Resmi görüşmelerin dışında genellikle, tatlı bir Rumeli şivesi ile konuşurdu. Hangi yaşta olursa olsunlar, sevdiklerine ‘Çucuk’ diye hitap ederdi. Maiyetindekilere ve çevresindekilere de genellikle, “Çucuk” diye seslenirdi. Babacan bir tavırla “Beri bak çucuk” derdi…


Yaşamın içindeki bazı kelimeleri özellikle Rumeli ağzıyla söylerdi. Örneğin okudum yerine ‘ukudum’, topçu yerine ‘topçi’, tabanca yerine ‘tapanca’, öptük yerine ‘üptük ‘, kulübe yerine "kulüba’ diyen tipik bir Rumelili şivesi yapardı…

 

Kızdığında kullandığı en ağır kelime ise ‘Hebenneka’ idi…


Çocukları ve gençleri aşırı severdi. Sevmesinin yanı sıra onları çok iyi tanırdı;


“Yaşamının son yıllarında bir eylül akşamı, gençler iki sandalla Florya açıklarında kıyıya yakın geziniyorlardı. Gençler bir ara Deniz Köşkü’nden bir sandalın kendilerine doğru geldiğini fark ettiler. Atatürk; ‘Çucuklar, eğlenmeniz çok hoşuma gitti. Aranızda bulunmayı arzu ettim…’ Gençler Atatürk’ün bizzat kendisinin kürek çektiği sandalı da aralarına alır ve üç sandal denize açılır. Atatürk; ‘Afferin Çucuklar…” der.

 

Gençler minnettarlıklarını dile getirir. Atatürk: ‘Çucuklar, ben bu inkılâbı sizin babalarınızla, dayılarınızla, analarımızla velhasıl bütün vatandaşlarımızla yaptım. Şimdi eğlenmek sizin hakkınız. Ancak görüyorum ki, bana karşı güveniniz çok kuvvetli. Size bir soru soracağım: Kabiliyetsiz bir milletin başında bulunsaydım, bu inkılâbı yapabilir miydim? İçlerinden biri: ‘Atam, siz kabiliyetsiz bir milletin başına gelemezdiniz. Çünkü kabiliyetsiz milletten böyle şef çıkmaz.’ diye atılır. 


Atatürk heyecanla gencin elini sıkar: “Çucuklar işte bunu söylemenizi bekliyordum…”

 

Güvenini asla boşa çıkarmayacaklarına inanır ve çocuklara, gençlere sonsuz derecede güvenirdi. Çocuklara, gençlere ve ailelere her fırsatta öğütler verirdi;

 

"Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız! Çocuklar geleceğindir. Çocuklar geleceği yapacak adamlardır. Fakat geleceği yapacak olan bu çocukları yetiştirecek analar, babalar, kardeşler hepsi şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki, yetiştirecekleri çocukları bu millet ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı ve faydalı olabilecek şekilde yetiştirsinler. Hiç olmazsa yetiştirmek lüzumuna inansınlar. Okullardan başka; gazeteler, küçük dergiler köylere kadar yayınlanıp dağıtılmalıdır. Bizim köylümüz ne gazete ne dergi okumaz. Bilenler bilmeyenleri toplayıp, okutmayı onlara okumayı anlatmayı bir vazife bilmelidir."

 

Çocuklara ve gençlere daima çalışmayı tavsiye ederdi;

 

"Türkiye Cumhuriyeti’nin, özellikle bugünkü gençliğine ve yetişmekte olan çocuklarına hitap ediyorum: Batı senden, Türk’ten çok geriydi. Manada, fikirde, tarihte bu böyleydi. Eğer bugün batı teknikte bir üstünlük gösteriyorsa, ey Türk Çocuğu, o kabahat da senin değil, senden öncekilerin affedilmez ihmalinin bir sonucudur. Şunu da söyleyeyim ki, çok zekisin. Bu belli. Fakat zekânı unut. Daima çalışkan ol..."

  

Atatürk mavi bakışlarıyla insanı titreten, sert görünüme sahipti ama bir o kadar da hoşgörülüydü;

 

“Bir halk toplantısında, bir genç hiç çekinmeden Atatürk’e: Paşam, size diktatör diyorlar, ne dersiniz? diye sorar. Atatürk; "Çucuk, ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın, yanıtını verir.”

 

Ve Atatürk tüm ‘Çucuklarına’ kendisini özlediklerinde, korkmadan aynaya bakmalarını salık verir. Bir okul ziyaretinde öğrenciler Atatürk’ün etrafında bütünleşir.  Sevinçle alkışlarlar. Ancak bir küçük çocuk kenarda duruyordur. Bu durum Atatürk'ün dikkatini çeker. Onu yanına çağırır: ‘Çucuğum, neden durgunsun? Derdin mi var? Hasta mısın?' diye sorar. Çocuk: ‘Bir şeyim yok efendim' der ve arkasını dönüp, gözyaşları gizlice siler. Atatürk: ‘Niçin ağlıyorsun Çucuk? Ağlamana çok üzülüyorum'' der. Çocuk, gözlerini Atatürk'e diker: ‘Atam, seni böyle yakından görmek isterdik gördük. Sevindik. Sıramızı savdık. Bir daha seni ne zaman göreceğiz? Onun için ağlıyorum.’ yanıtını verir.

 

Atatürk çocuklara döner: ‘Siz Türk Çucukları her biriniz benim parçamsınız. Bende sizin. Beni ne zaman görmek isterseniz, aynaya bakın.''

 

İşte o aynalar, Ata’yı layıkıyla selamlama, aynanın içinde Atatürk ile buluşma merkezidir. Cumhuriyet Meydanı’ndaki aynalar yetişkin hazirunun çoğunu göstermese de, çocukların hepsini Atatürk olarak gösterir. Atatürk’ün dinlendiği yerden; ‘Afferin Çucuklarım…’ dediğini de her çocuk duyar.


Kime ve kimlere ‘Hebenneka’ dediğini de yetişkinler…

Büyük Kurtarıcı

BÜYÜK KURTARICI’YA, 82 YILLIK MAHCUBİYET...


Büyük Kurtarıcı, yüz yıl önce memleketi yakalandığı hastalıktan antiemperyalist reçeteyle kurtardı. Ama seksen iki yıl önce yakalandığı hastalığın pençesinden kurtaracak tıbbi reçete bir türlü bulunamadı. Ve Büyük Kurtarıcı, On Kasım saat dokuzu beş geçe ölümsüzleşti...


Büyük Kurtarıcı’nın kurtuluş reçetesi, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlikti. İlacı ise; “…Hangi İstiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, planlarıyla, yükselebilsin. Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir..." Memleketin kurtuluş ve kuruluşundan, Büyük Kurtarıcının ölümsüzlüğe yürüdüğü ana dek uygulanan reçetenin özü bu. Sonradan millete hissettirmeden bu kutlu yolu terk ediş cilalandı. Ve on yıllardır uygulanan bin bir reçeteyle daha da gerileyiş tescillendi.


Ve kutsal emanete hıyanet ve seksen iki yıllık mahcubiyet, doğdu…


Kutlu doğan ve ebediyen yaşayacak olan Dünyaya ibretlik bir hayat, tarihe dahiyane liderlik hikayesi, göndere çekilen Ayyıldız. Uyduruk reçete simsarlarınca, on yıllardır provokasyonlara projektör tutularak yıkılmaya çalışılıyor. Gösterdiği amaç ve hedefe durmadan yürümeye ant içenler ise suskun. Zaten ant da kaldırıldı. Yeminsiz bir yaratı tasarımı. Yeminden dönmeyenler ise salt sevgi saygıdan gayrı silahı, yazdıklarından gayrı kurşunu olmayanlar. Ve “Birinci Vazife”ciler nöbette. Horlanan ve zorlanan Millet sessiz, fikir beyansız. Bir ölümcül hastalık. Oysa dünyada ölümüyle, ölümsüzlüğü tescilleyen tek lider, Büyük kurtarıcı...


Gariptir, on yıllardır asılsız iftiralarla yıpratılmalara rağmen, karşıtlığına zirve yaptıranlara rağmen, memlekette hiçbir dönem olmadığı kadar yükselen değer, tek lider konumunda yine o. Büyük Kurtarıcı. Devrimci yolunu izle yeter…


On yıllardır hiç utanmadan Büyük Kurtarıcı öyleydi böyleydi diyen vefasızların, millet için özveriyle yaptıklarını unutan ve unutturanların, 82 yıldır her 10 Kasım’da kendine özel kürsü kurdurup, altın mikrofonu kaparak göstermelik ajitasyonla, değme ağlamacılara taş çıkartacak denli gözyaşı dökümlü döktürenlerin reçetesi zehirli. Her seferinde on yıllardır lafta kalanlar gibi yeniden diriliş ve yepyeni reçete edebiyatı. Resmen emanete ihanet toptancılığı.


Müflis tüccarlık. Hırslı hitabet ve Büyük Kurtarıcı’ya 82 yıllık mahcubiyet…


Tam seksen iki yıldır her 10 Kasım’da günün mana ve önemine binaen yerli işbirlikçi burjuvazi ağzı. Emperyalizmi denize döken Büyük Kurtarıcı felsefesinden kopuşla ihanet, kapitalizm destekli zoraki hitabet. Eğer an itibariyle yükselen değer konumundaysa, ki her salise öyle olmalı övgü üstüne övgü. Kanmamak gerek ama her defasında sarsıcı kapılma…


Öyle ki kim gerçek, kim sahte belirsiz, at izi it izine karışmış. İşler arabsaçı. Zaten işler karışınca on yıllardır alışıla gelmiş viraj alma hali. Büyük Kurtarıcıyı düşman ilan edenler bir gün paçası tutuşunca, yine onun paçasına yapışırlar. Resmen siyasi rant ikiyüzlülüğü. Gizli amaçlar uğruna günü kurtarma seferberliği. On yıllardır böyle. Yeni bir şey değil…


Zaten yüzyıla erişmeden emperyal düzenekli gizli emellerin birçoğuna ulaşıldı. Büyük Kurtarıcının emaneti rejim değiştirildi. Adalet rafa kaldırıldı, özgürlükler kısıtlandı, laiklik yok edildi. Memleket zifiri karanlığa hapsedildi. Ancak o kadar değersizleştirme senaryolarına rağmen, şimdinin ve yarınların yükselen değeri yine Büyük Kurtarıcı. Onu yok etmenin imkânsızlığı bir kez daha görüldü. Yakında uluslararası patronlar ve patron payandaları da çark ederler. Çünkü toptan iflas kapıdan içeri, düşman başına...


Seksen iki yılda belki de ilk kez iflasa bu denli yaklaşıldı. Yaklaşılır elbette, milli ve yerli, mukaddesat emanetçisi, lafta devrimcilerin yaptıkları ortada. Bu ucube devrimcilik on küsur yıldır hiç beğenmedikleri Büyük Kurtarıcının kurduğu, bizzat elindeki avucundakini sermaye olarak verdiği, öncülük ettiği yüzyıllık birikimleri zevkle, sırf kendilerinden olanlara üç beş paraya sattılar savdılar. Beklenen oldu, beter bozulma, hep aynı terane ve sonuç sıfır…


Bu gibi bitik durumlarda sığınılacak tek liman daima Büyük Kurtarıcıdır. Tarih yazan, literatürlere geçen, manifestolara kaynak olan, başucu başvuru kitaplarına ilk sayfadan giren, Büyük Kurtarıcı yine yeniden yükselen değer. 


Doğru yanlış, 'keşke Yunan kazansaydı' da Büyük Kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk’e, onsuz geçen seksen iki yıldan sonra bunca pik yapan mahcubiyet yaşanmasaydı.


Her 10 Kasım’da, Büyük Kurtarıcı ’ya 82 yıllık mahcubiyet...

9 Kasım 2020 Pazartesi

CENDERE, YÜZYIL

YÜZYIL, CENDERE...
İki yüz yıl önce yeni dünya kurulurken, çok uluslu büyük devletler veya dev imparatorlukların yıkılması gerekiyordu. Zaten sömürgeler isyan içindeydi. Çıkan ayaklanmalara destek olunarak veya ayaklanmalar çıkartılarak, parçalanmalara hız kazandırıldı. Azınlıktan uluslaşmaya geçişin önü açıldı ve beklenen son. Çok uluslu büyük devletler veya dev imparatorluklar yıkıldı. Yerlerine küçük ulus devletler kuruldu...
Tam 200 yıl sonra yeni dünya düzeni kurgusu, dünyaya tam hakim olmak için ulusdevletlerin yıkılmasına karar verdi. Çünkü emperyal yayılmaya bu ülkeler engeldi. Engelleri ortadan kaldırmak için göstermelik reformlarla denetim ve yönetimin yıkıcı unsurlara geçişi sağlandı. Sonra merkezi devleti güçlü kılan ordular zayıflatıldı. Gereken modernizasyon ertelendi. Bürokrasi abartıldı. İdari ve adli eksiklikler çoğaltıldı. Dinsel ve mezhepsel yaralar kaşındı. Planlı biçimde, tarihte iptal olma denklemini çözecekler, hiyerarşik biçimde tırpanlandı ve beklenen son...
Ulus devletlerin dünya enerjisi üretenleri başta olmak üzere, örnek olmak babında ayakta kalabileceklerin yıkılması için düğmeye basıldı. Dünyanın jandarmalığına soyunmuş gelişmiş ülkeler, yeni dünya düzeni ve işbirlikçileri daha ulus devlet olmaz tavrıyla, süresini tamamlamamış olanlar dahil tümünü tarihe gömmek için yarışa girişti.
Sosyo ekonomik tüm krizleri asla hafifletmeden, bölgesel yıkım bataklıkları oluşturarak, yapmak istediklerini yapmak için, ulus devletleri bu bataklığa çekti. Egemen dünya, mikro milliyetçi ve dinsel şiddetli akımların kullanılmasıyla ulus devletlerin ayakta kalma şansı azaltıldı. Görünen o ki yarınların 100 veya 200 yıllık dünya düzeni programı işleme koyuldu...
Ulus Devletler yerine, direnç göstermeyecek taklitçi, nüvesi ısmarlama devletçikler kurularak yeni dünya şekillendiriliyor. Dünyanın çöllerine göllerine bozuk maya çalınıyor. Tutarsa, tarihle sabit tutarlılıkta dünyayı kapsayan savaşlar gerektirmeyecek, bölgesel kirli ve kurgu savaşlarla güçler dengesi oluşturuluyor. Umduklarını bulamayanlar başta olmak üzere, bu yeni dünya düzeninde, düzenin destekçisi olarak yaşama ümidini koruyanlar da kendi sonunu hazırlıyor...
Peki nereye ve ne zamana kadar bu korunma ve korumacılık sürer, onu da verilecek tavizler belirliyor. Zaten avantaj bir şekilde çoktan kaybedilmiş veya kaybettiririlmiş olduğundan, ne tür kurgu dayatılırsa kabullenmekten başka çare kalmıyor...
Yeni yüzyılın çilesi ya da acı gerçeği...
Senol Bas, Adnan Kaymakçı ve 2 diğer kişi

UŞAK, KUŞAK, KUŞATMAK

UŞAK, KUŞAK, KUŞATMAK...
Büyük abi, sonuç belli de her seferki gibi kimi seçtiğini sürüncemede bırakarak dünyayı süründürüyor. Spekülatörlük ediyor. Zaten hangi başkan adayını seçerse seçsin hiçbir şey değişmeyecek. Eski tas eski hamam. Şeytan üçgeni hazır, uşak, kuşak ve kuşatmak...
Şeytani üçgenin manyetik alanında memleketler. Kuşatmadan kurtulmak zor. Çünkü on yıllardır tam bağımsızlığı ver, ileri demokrasi al yarışı yapıyor ülkeler siyaseti. Afra tafralı tavır, alan satan razı pozisyonunda yarı sömürge tavrı...
Garip ama gerçek, yıllardır merkezi otorite eksenine hapsolmuş özgürlüksüz bir demokrasi realitesi veya en temel özgürlükleri bile kısıtlayan, dünya ölçeğinde sonun başlangıcını geciktirme çabasında bir ülke. Az gelişmiş ülkenin, az gelişmiş akıl cambazlığı. Parola tam bağımsızlığı sat, en ileri demokrasi satın al. Emperyal pazarın en cazip müşterisi olma hevesi...
Hangi Emperyalist oyunun, hangi şiddetli tavsiyedir bu vahşi kapitalist süreci yaşatan? Daima bir sır gibi saklanır. Küresel organizasyonun jandarması, en iyi sır tutan ve en mükemmel saklayanları daima müstakbel ortak görür. Görür ama ortağını çeşitli tezgah ve icatlarla güçten düşürmekten de hiç çekinmez. Karşılıklı en aciz kalındığı anda ise 'bizim çocuklar' denilen güruh devreye sokulur. Böylece olmayan demokrasi hepten sıfırlanır...
Çünkü tam bağımsızlık talebi ileriye dönük güçlendikçe, ülke siyaseti anında frene basar. Bastırılır. El freni çekilir. Tüm geri kalmışlığa mahkum ülkelerde durum böyle işler. İşletilir. Sonra içeriden dışarıdan gelişmeye mim koyanlar, tam bağımsızlığı bir kenara bırakmak koşuyla yeni ileri demokrasi satın almaya yönlendirilir. Ve yeni merkezi otoriteler kurulur. Ve büyük abi kurgunun her anını yakından denetler...
Ülke tarihinin aşina olduğu, muslukların açıldığı lale devri hep belli zamanlarda yaşanır. Kısa sürse de, geleneksel anlayış tüm ağır kusurları bir nebze örter. Bu geçiş dönemleri on yıllardır kullanılan kanıksanmış bir yöntemdir. Yönü yöntemi bellidir, tam bağımsızlığı ucuza sat, fahiş rakamlara demokrasi satın al. Demokraside demokrasi olsa...
Yani büyük abiye hangi başkan adayı seçilirse seçilsin, büyük abi daima aynı oyunu tezgahlar. On yıllardır ayan beyan yaşananlar, açık seçik bunlar olsa da, türlü bahanelerle zayıflatılan rejim en nihayetinde daha otoriter bir çerçeveye oturtulur...
Demek ki ana gaye on yıllar boyu saklanarak içten içe işlenen, önce istikrarı boz sonra tam bağımsızlığı yok et ve ithal ikame demokrasiyle yönettirmeyi denet açılımıdır. Bu projeksiyonda tüm aktif ve alternatif unsurlar uyuşturulur. Uymayanlar, uyumayanlar da...
On yıllardır açık gizli faşist uygulamalarla, uydurma taktiklerle biçimlenen ülke siyaseti resmen kan kaybetti. Kaybettirildi. Ve tam bağımsızlığı sat, ileri demokrasi satın al tavsiyesine uyanlar, büyük abinin karakterine uygun olanlar merkezi otoriteyi kuşandı..
Bu kuşaktan kuşağa geçen kuşatılmayla birlikte, özgürlükler ve demokrasi kuşa döndöndürülür. Kuş da uçup gider. Uzun zaman önce uçtu gitti...
Yani büyük abinin işine böyle geldi. Aslolan başkan demokratmış, cumhuriyetçiymiş hiç farketmez. Yani değişen hiçbir şey olmaz...
Senol Bas, Ülkü Aras Karatay ve 1 diğer kişi
Beğen
Yorum Yap

5 Kasım 2020 Perşembe

KAPTAN AMERİ

KAPTAN AMERİKA

 

Beklendiği gibi birden, Biden öne geçti, Trump sarardı. Sarı turp başkanlığı kaybetmek üzere. Son anda bir antik kuntik ayar çekilmez ise seçimin sonucu belli. Biden. Bu kez anketler, medya, sanal dünya ve gerçek dünya yanılmadı. Emperyal yayılmacılığa hizmet eden tüm enstrümanların yanı sıra müteahhitler, kiralık satılık konut krallığı ve dünya emlak baronları ve baş baron, ABD Başkanlık yarışını toptan yitirdiler...

 

Demek ki yığınla parası olanlar da bazen kumar kaybedermiş…

 

Yani acı turp çift dikiş yaparak, dünyayı bir kez daha ters köşeye yatıramadı. Yenidünya düzeni, yeryüzü suları ve kara parçaları birden dolu dolu nefes alacak kadar zaman kazandı. Biden de, o kadar. Amerika bu…

 

Dünya tam da en orantısız formatla değişmez biçimde dizayn edilecekken, eyaletsel siyasal irade ve amerikal marka seçimci teknik es verdi, başkanlık el değiştirdi. Değişen başka bir şey yok aslında. Aynı her şey tek değişen ad ve tip…

 

Elbette pek değişen bir şey olmaz. Amerika bu. Borazanın tisi birazcık baskın çıktı ve eşek filin gölgesinde kalmadı. Şimdi Ortadoğu başta olmak üzere, dünyanın krize mahkûm edilmiş tüm bölgelerinde haritalar, maddi bedeller karşılığı yeniden çizilebilir. Yani salt kazanmaya şartlanmış, her türlü kirli yoldan kazanmaya bilenmiş, çaylak çıraklık; dünyaya hangi Amerika’yı vadetti yakında o da anlaşılır. Hangi hayaller söner görülür…

 

Hangi ABD yalakaları birden, Biden bizden babında el etek öpme yarışına tutuşur, çeteleleri tutulur…

 

Ve asıl kaybedenlerin kim olduğu, uygulamaya geçilecek politikalar çerçevesinde çok yakında belli olur.  Dünyanın bir köşesi kazanırken, sanki dünyanın en uzak köşeleri ilk kaybeden olacak yine. Baştan kaybedenlerin başında, en çok kaybeden ise para birimi dolar, euro ve peso’dan sonra gelen Türkiye… 

Küresel sermayenin desteklediği dünya düzeninin özü, filler tepişir çimenler ve karıncalar ezilir. Eşekler de izler. Böyledir ancak kapitalizm ve kapitalizmin dünyaya dayattığı kanlı sistemler, büyük sermayenin tuzağında. Çok sıklıkla gerçekleştirilen bölgesel bazda şok vuruşlar, emperyal sistemin çökmesine biraz daha mâni olur. Belgeler ve bölgeler etrafında ekonomik ve siyasal kaoslardan biraz daha beslenilir. Ama bu baş belası sistemin dayattığı sistemsizliğe kurban dünya krizin pençesinden asla kurtulamaz.

 

Öyle ki yeni seçilen Captan America da kurtaramaz. Belki de Kaptan Putin ile el ele vererek yeni bir dünya kurmaya çabalarlar. Kurarlar ama yine de kurtaramazlar. Dünya kapitalizminin bu derin krizine, kapitalizmin yıkılmasına ne onlar ne de peş peşe yıkılan, yıkılmaya çalışılan ulus devletler de asla çare olmaz. Zaman ilerledikçe, kriz zayıftan zengine herkesi yutar. Başkanlar da terör hattına çekilir, danışıklı dövüş başlar. Belki de ortalık daha da gerilir ve üçüncü paylaşım savaşına veya bölgesel paylaşım müdahalelerine kapılar aralanır.

 

İşte tüm bunlar Oval Ofis'ten dünyayı ovalayarak oluşturulur. Bu deneyim ve ipe sapa gelmez tavırlarda geri vites yapmayan bir başkanla, ancak ABD’nin klasik söylemi, dünya ülkelerine de ihraç edilen ulusal güvenlik söylemi hayat bulur. Ve egemen küresel sermaye ve küresel güvenliğe başka başka tehditler eklenmek suretiyle Captan America havası çaptan düşene kadar devam ettirilir.

 

Zaten Dünyanın her kıtasında, her bölgesinde, her ülkesinde iyice kirlenen siyasal sürecin getirisi başka ne olabilir ki? Başka bir netice beklemek de eyyamcılık olur. Haliyle kirli politik ortamlar, kendi umulmadık liderlerini de yaratır. Bugünden yarına tüm siyasi liderler de bu kirli yayılmanın suçlusu. Büyük sorumlular, kin ve nefrete dayalı bir siyasi kurumlanmayı yaratanlar, kimsenin kazançlı çıkamayacağı savaşları başlatanlar…

 

İşte o yüzden en fakir ülkelerde ve de şu zengin memleket de dahi üstüne vazifeymişçesine ABD başkanlık seçimi lotosu, lotaryası prim yapar. Ilımlı ve çalımlı fundamantalistler, alımlı aydın pozunda mevcut iktidara koşut ABD’cilikten dem vururlar. Geçmişin mandacı zihniyeti bu turp suratlar, Trump yaygaracılığıyla cenaha geçer göçer edebiyatı yaparlar. Yaptırılırlar.

 

Sonuç birden değişen atmosferle Captan America olan Biden. Biden, şimdi yüzde yüzü Müslüman şu garip ama bereketli ülkenin başkanlık heveslilerini nasıl hizaya çekecek? Soru bu. Yanıtı çok yakında birden güzergâh değiştirip yakınlaşma gülücükleri atanlara bakılır ve anlaşılır…


DEPREM İMAJ MONTAJ

 DEPREME İMAJ VE MONTAJ…


İzmir’i, civar illeri dolayısıyla memleketi vuran Ege depremi sonrası, destek yardım ve göçükten can kurtarma çalışmalarının yanısıra, imaj ve montaj çalışmaları da toz duman devam ediyor. Arama kurtarmacılara eklemlenmiş, sözcüler bakanlar, asıllar vekiller, gözcüler gözü dönmüşler, devlet hükümet, hükümet çapında belediyeler ve depremsel yalnızlığa çözüm üretenler, üretmek isteyenler İzmir'de...


Bu kez vatandaş ses çıkarmaksızın, pusmuş beklemiyor. Şaşırmış belki ama aklı başında, tüm çalışmaların odağında. İzmirli zamanla yarışan insanüstü çabaya maddi manevi destek oluyor. Ağzı laf yapan yetkililer ve şişirilmiş ümmetçiler kayıplarda. Açıklanan telafi rakamları ise kentin acısını gideremez boyutta, trajikomik... 


Yine de yaşamsal bir senfoni kenti yakalamış. Dayanışma temel dayanak. Tek bağlayıcı söz  çözümsel göz, ortak akıl ve içselleştirilmiş demokrasi. Başka hiçbir şey işlemiyor, para hiç geçmiyor İzmir'de...


On yıllardır devleti devletlisi elele, rant uğruna yerkabuğuna yapılan yanlışlarda hiç payları yokmuşçasına davrananların kentsel iyileştirme ve dönüştürme sinyalleri vermesi ise imaj tazeleme. Depremi siyasi malzemeye dönüştürme çabası, montaj gereksinimi...


İmajı ve montajı doğal hale getiren, her fırsatta altyapı ve çevre şartlarını zorlayan, mevcudu geliştirmeyen bir zihniyet hala zirvede. Hatta bu faydacı zihniyetin yaptıklarıyla,

mevcuda artı yükler getirdiği,  yeni sorunlar doğmasına sebep olduğu da besbelliyken...


Kralı çıplak gösteren bir deprem daha. Merkez üs Ege, yediyle vurulan İzmir...


İzmirliler canlarını kurtardıklarına sevinemeden, hayatı yenilemek üzere yeni borçlanma yükü, yeni finans maliyeti ile başbaşa. Böyle giderse büyük sarsıntı bir süre daha devam eder. Ama sahte bir imaj yayılıyor ortalığa, montaj tabirler ve temelsiz telkinlerle. Genel siyasi otorite çıkarcı ve köşe dönücü tekelleri kırmak yerine, sanki onların yanında gibi. Yerel yönetimler ise çarpıklığa çanak tutan bir tavır yerine, kente ihanet edenleri ve kentsel rantları iç edenleri deşifre etme peşinde.  Otoriter merkez siyasi yapı timsah göz yaşları dökerek, doğan kaostan sıyrılma peşinde...


Her vuran depremdeki gibi yine vatandaşın canı gitmiş, eli darlanmış, beli kırılmış, hayatı kaymış, siyasal erk ne yazık ki hala rantsal paylaşım işinde...


Acı gerçek, merkezi erk ile yerel yönetimler deprem gerçeğinde bile birleşemiyor. Uyumlu çalışma, birbirlerini destekleme görüntüsü sıfır. Böyle görüntüler verilmeye çalışılsa da zemin kaygan. Etraf enkaz...  


Ve medyasal montaj. Ana gemi medya nedense tüm gerçekleri ortaya koyan, yansız bir tutum sergilemiyor. Depremde dahi üç maymunu oynayarak suni tartışmaya yeni açmazlar ekliyor...


Oysa İzmir burası. Güzel İzmir, kentsel, kırsal, bağsal, denizsel, turistik ve rantsal açılardan ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutulması gereken tarihi bir kent. Öyle göstermelik tedbirler, kartonsu protip projelerle geçiştirilemez bir kent İzmir. Yaşanan deprem, travma tamam da asıl mesele bu...


Ayrıca siyasi-resmi mercilerin, yaraları saramaması, çözüm üretememesi demek İzmir'i kaybetmek demektir...