30 Aralık 2019 Pazartesi

ARALIK-3


EGE MARMARA, AKDENİZ KARADENİZ…

Suni bir kanalla Marmara'yı Karadeniz’e açmak aslında Çanakkale Boğazı vasıtasıyla başta üç Denizi bir deniz eylemektir. Belki de henüz açıklanmamış bir kanal da oraya vurulur. Yeni kanal açılır. Sanki emperyal sinsi amaç Montrö üzerinden Türkiye'nin elini zayıflatmak. Montrö’yü delerek Amerika'yı Karadeniz karasularına sokmak. Hem de topuyla, füzesiyle, conisiyle, 6. filovari savaş gemileriyle…

Hedef memleket faydasına veya rant ekonomisi gösteriliyor ama dayatma ve restleşme seviyesine bakıldığında işin daha ileri bir aşamada seyrettiği ortaya çıkıyor. Şimdi muhalefete yumuşak davranılıyor ama muhalefet gelişip yaygınlaştıkça baskın güç kullanılacağı da apaçık. Bu suni kanala ticari perspektiften bakarak olur verenler, kanal açıldığında n’olur kesinlikle düşünmüyorlar, bilmiyorlar.

Milyarlarca dolar harcanarak kurulacak kanal çevresine yepyeni bir yerleşim merkezi neden ve nasıl kurulur bakmak lazım. İncelemek lazım. Sadece suyolu işletmeciliği değil, yerli yerine daha başka neler yapılacak bir irdelemek lazım. Bu fikri projeyi teknik açıdan denetlemek lazım.

İlerisi gerisi düşünülmeden rantçı kafa ve çokuluslu girişimle açılacak bu suni kanal projesi, Ege, Marmara ve Karadeniz’i tek Deniz yapar belki ama memleket güvenliği de tehlikeye girer. Doğudan, Batıdan, güneyden gelen tehditlere kuzeyden de gelebilecek olanlar da eklenir. Sözün özü, ısrar edilen kanal yarıldığında büyük felaketlere neden olacak, çok ağır jeopolitikal sonuçları olacak yanlış bir tutumdur.

Öyle ki, Montrö geçerliliğini yitirir ve memleketin üç tarafı Deniz suları üzerinden yolgeçen hanına döner. Ege, Marmara ve Karadeniz’in, hatta Akdeniz’in suları bu suni kanal sayesinde ısınır. Sıfır noktası kurulur. Yani bu kanal yeni bir Boğazlar Anlaşması gerektirir. Deniz hakimiyeti elden kaçar.

Bu suni kanal bahanesiyle okyanus ötesinden demir alan savaş gemileri, Karadeniz'de demir atacak liman ararlar. Yani şimdilik dünyada tek istisna kalan, Karadeniz dahi Amerikan gölüne döner.

Artık bunu kim ister, kim istemez zaman gösterecek. Ama taraflar hareketlenme öncesi erketede. Proje Amerikanvari. Önce içerideki muhalefet kırılacak, sonra dışarıdan destek aranacak. Çıkar odakları devreye girecek.

Öyle veya böyle bu kanal vurulunca Akdeniz’den Ege’ye, Marmara’dan Karadeniz'e düşman ülkeler, düşman kardeşler içten dışarıdan hayatı etkileyecek. Egemenlik hakları da tehlikeye girecek.

Bu suni kanalın rotası, doğayı da yüce davayı da tarumar edecek. Marmara’yı bölecek, Trakya’yı öksüz bırakacak. Yabancılaşma Karadeniz'e taşınacak.

Marmara’yı Karadeniz'e birleyecek bu uçuk suni kanal çevresindeki araziler de, katarlılar başta araplara geçecek. Kanalın açılma ihalesi de Çinlilere verilecek. Geçiş hakkı önceliği de Amerikalılara verilecek. Vatan evlatlarının payına düşecek ise asgari derecede maliyete katılım ve projeye asgari ücrete amelelik olacak…

Yoğun tartışılması gereken suni bir kanalla Marmara'yı Karadeniz’e açmak aslında kanal ötesi bir yaratı. Sinsi gaye Çanakkale Boğazı vasıtasıyla dört Denizi bir deniz eylemektir.

Make; Marmara, Akdeniz, Karadeniz, Ege.. Dört deniz koca bir göl…

İSTANBUL MARMARA, MARMARA TÜRKİYE'DİR...

İstanbul Marmara, Marmara ise Türkiye’dir…

Marmara’dan Karadeniz'e açılacak bir kanal, Çanakkale Boğazı’ndan giren ağır silahlarla donatılmış, jetler yerleştirilmiş harp gemilerinin rahat seyahatini sağlar. Çünkü Montrö anında tarih olur. Kıble şaşar. Şimdinin erleri, bu gün olmaz diyenler de vakti zamanı gelince, bu gel geç kolaylığına selama durur. Özellikle 6. Filo benzeri Amerikan filolarına…

Hemen peşinden şu cennet memleketin tüm kuruluş belgeleri sırasıyla tartışmaya açılır. Tehlike çanları çalmaya başlar. Tıpkı tam 100 yıl önce Marmara'ya doluşan emperyalist harp gemileri gibi. Fiili işgal başlar.

Durum, kaçak kule, asma köprü ve çılgın kanal derken el altından aynı oralara varacak gibi...
Kıytırık çed raporları, İstanbul'un bağrına zehirli bir hançer saplama girişimini onaylıyor. Bu gidişten geri durulmadığı takdirde devlette devamlılık esastır genel algısı da sekterlenecek. Ulusal çıkarları yok edecek vasıfta, bu ucuz yapacağız tutturuşu ve tutkusu siyasal tarihin en büyük ayıbı olarak kara kaplıya işlenecek.

Kanal yapılsa da yapılmasa da, yapılsın veya yapılmasın, kalkışması bile vicdanlarda, özellikle kamu vicdanında asla aklanamaz yaralar açacak. Bu tapınakçı zihniyet kurgusu kanala, geçit veren hevesliler, proje ileride akıl ötesi sonuçlar doğurduğunda da kaçacak kanal bulamayacaklar. Sıraya çekilecekler.

Mevcut kanalizasyonlar bile bu cinayeti işleyenleri veya cinayete ortaklık edenleri taşımayacak. En modern arıtma düzenekleri bile bir seçim geçim yatırımı olduğu açık projeyi artmayacak. Bu çılgın girişimcileri arıtmayacak. Yani çılgın proje adı altında dış kredi arama ve sağlama çılgınlığı asla affedilmeyecek…

Büyük çılgınlık gerçekten. Marmara’dan Karadeniz'e bir kanal açarak arap coğrafyasının ekâbirlerine vurgun vurdurmak elbette dünyanın en büyük çılgınlığı. Akla hayale sığmaz proje çılgınlığı. Hedef iki bölgeye de hükmedecek sermayenin hacıağa babalarına, yapay deniz manzaralı dünyalıklar kurmak. Yüz, 150 milyar dolarlık bu kanal projesiyle, Amerikan piyadelerinin gözetiminde ve korumasında, geleceğin dünya kaçaklarına lüks konaklama imkânı sağlamak.

Bu kanal projesi öylesine sağlıksız ve imkânsızı bağlama ki, Trakya'yı memleketten koparacak. Balkanya komşuluğuna hapsedecek. İstanbul’u ikiye bölecek. Marmara suni yoldan Karadeniz'e bağlanarak İstanbul'un bir yanı yabancılaştırılacak. Şehrin iki yakası kurulacak. Anadolu toprakları daraltılacak.

Yani yerli ve milli olmayacağı baştan belli bu kanal operasyonu ile hiçbir tehlike arz etmeyen Karadeniz'den de düşman kuşatması başlayacak…

İstanbul Marmara, Marmara ise Türkiye’dir…

Marmara, maddi manevi kaynakçalık adına Türkiye'dir. Bu suni kanal dört bir yanda düşman yararına işleyecek. Kaynaklar el değiştirecek. Açıkça emperyalist proje havası estiren bu projeye, acı verecek bu neşter yarasına sessiz kalmak bölgesel bir depresyonun uzantısıdır.

Yani sadece İstanbul özelinde bir karşıtlık olamaz. Yalnızca Büyükşehir Belediye Başkanı direnişiyle çılgınlığın önü alınamaz…

Diğer yandan Marmara’yı Karadeniz'e bağlayacak bu yapay boğaz etrafında kurulacak vaha hariç, kilometrekarelerce çorak çölsü arazi yaratılacak. Marmara’nın İstanbul başta diğer illerine de katmerli zarar verecek. Marmara ve Karadeniz kıyıları Amerikanlaşacak. Tarih tekerrürden ibaret misali Türkiye toprak kaybeden Anadolu’ya hapsolacak.  

Çanakkale Boğazı’ndan giren, Marmara’yı bir çırpıda geçip soluğu Karadeniz’de alacak.

Yani bu çılgın kalkışma Ege, Akdeniz, Marmara ve Karadeniz’i yakından ilgilendiren bir toplu intihardır. Resmen öz kıyımdır. Öze kıyımdır. Kimse boş verdimci davranamaz. Meseleye siyasi bakamaz. Para pul ile açıklayamaz. Böyle yasal veya yasa dışı bir hak yok.

Ey İstanbullu, İstanbul Marmara, Marmara ise Türkiye’dir…



KARADENİZ KARADENİZLİLERİNDİR

Karadeniz'in hâkimi Karadeniz'e kıyısı olan ülkelerdir. Büyük ortağı olunan bir göl denizdir Karadeniz. Girişi çıkışı, Montrö ile güvence altına alındığından boğazlardan elini kolunu sallayarak kimse geçemez. Karadeniz'e kolaylıkla giremez. Dünyanın jandarmalığına soyunan, ileri demokrasi götürücü Amerika, hiç giremez. Girse de silahsız, sınırlı süreli, maksat beyan ederek. Girer ve çıkar…

Şimdi Karadeniz'den Marmara'ya İstanbul üzerinden bir kanal vurularak Amerika'ya aşkın hizmette sınıf atlanıyor. Büyük olasılıkla Montrö bozulacak. Lafta parayı veren geçecek. Karadeniz savaş gemileri yüzen bir göle dönüştürülecek.

Sanki şimdinin projesi de değil gibi. Yüz yıllık. On on beş yıldır yeniden kafaları kurcaladığı da apaçık. Arap sermayesi kanal güzergâhında, milyonlarca metrekare toprak almaya daha on yıl öncesinden başlamış. Gerçekler ortaya çıktıkça atarlanmaya hiç gerek yok. Savunusu yersiz. Proje açık. Şahsı şeyhi, yandaşı yakınları çok önceden çılgın proje civarında yer kapatmış.

Yani bu kanal ile Karadeniz, Karadenizlilerin olmaktan çıkacak, çıkarılacak...

Diğer yandan İstanbul'a vereceği zararlar hat safhada. Hem de ne zarar; tarihe darbe, doğayı tahrip, barajların devre dışı kalması, susuzluk, deprem tetiklemesi, ekolojik dengenin bozulması, coğrafi yapıda köklü değişiklik, geri dönülemez tahribat ve yüz yüz elli milyon ton hafriyat...
Ormanlar, sulu tarım alanları, Uçan canlıların göç yolları, Deniz canlılarının üreme alanları yok olacak. İnsani yaşam zorlaşacak…

Bu çılgın kanalizasyon etkisi ile ilk başta Karadeniz, Karadeniz Ülkeleri, Karadenizliler kaybeder. Sonra İstanbul. Daha sonra misak-ı Millî içindeki millet...

Kazananlar ise rantçı üç beş yandaş, Amerika, Katar ve benzeri orta doğu ülkeleri ve küresel sermaye…

Çılgın projeye makul, mantıklı ve bilimsel bir izahı olmadan girişilmiş olduğu da belli. Sanki Karadeniz ile Marmara arasına, Amerika korumasında 1-2 milyonluk bir arap birliği kantonu kurulması için çaba sarf ediliyor.  gizliden gizliye dosta düşmana toprak satılıyor.

Karadeniz Karadenizlilerinken, yarın Amerika savaş filoları, egemen sermayenin ticaret filoları bu kanal ile Montrö’yü delecek. Sonra Karadeniz'de yıkımlar, yangınlar ve kurgu felaketler ile çıplak kalan araziler de imara açılacak. Ortadoğu ülkelerinin kara parasına yatırım imkânları yaratılacak.

Bu acayip bir soygun sistemi. Vahşi kapitalist sistem, çılgın kanalizasyon projesi ile dağıtım kanallarını çoğaltacak…

Karadeniz'i Marmara'ya bağlayacak, İstanbul'u perişan edecek bu kanal ile gelecek yabancı sermaye ve sıcak para akışına, Karadeniz’in geleceğinden vaz geçiliyor. Mevcut iktidarı 3-5 yıl daha rahatlatacak diye memleketin geleceği pazarlanıyor.

Unutulmamalı Karadeniz Karadenizlilerindir...

Onun için kendini, kentini, Karadeniz’i kurtarmak için, Karadeniz'i Karadenizlilere bırakmak için, memlekete ihanet projesi olduğu açık kanala, kazma vurdurmamak lazım.

Çünkü bu vurdumduymazlıkla Marmara ve Karadeniz biter. Elden Gider. Kanal civarı da toptan arapların olur.

Acı gerçeği görmek lazım. Sonrasında hepten geç kalmış olmamak için...

KANAL İSTANBUL...


Britanya Türk Gazeteciler Birliği, geleneksel yeni yıl yemeğinde, çalışmalarını Londra'da sürdüren Türk gazeteciler bir araya geldi.  Yemekte, yıllarca Hürriyet gazetesinin İngiltere Temsilciliği'ni yapan usta gazeteci Faruk Zabcı'ya meslektaşları tarafından "vefa ve saygı plaketi" verildi. Yemeğe BTGB Kurucusu ve Onursal Başkanı Gazeteci yazar Mustafa Kemal Erdemol da katıldı...

İngiltere'de çeşitli gazetelerin Londra muhabirleri ve temsilcilerinin katıldığı etkinliğe BTGB Kurucusu ve Onursal Başkanı Cumhuriyet yazarı Mustafa K. Erdemol, Faruk Zabcı, BTGB Onur Üyesi Birol Yiğitcan, BTGB Başkanı Metin Güneş'in yanısıra, gazeteciler Mihrişah Safa, Nevsal Elevli, avukat-gazeteci Aynur Gökyıldız, Rahati Başar, Celal Sönmez ve Halil Yetkinlioğlu ile BTGB dostları Gülçin Aydın Dural, ressam Cevdet Akman, Ayten ve Ray Story, Cem Ulutuncel, Alaattin Güraslan ve Umay Yiğitcan katıldı.

BTGB Başkanı Metin Güneş yemekte yaptığı konuşmada artık geleneksel hale gelmiş olan Noel yemeğinde yeniden birlikte olmanın mutluluk verici olduğunu belirterek, "Aramızdaki dayanışmayı, sevgiyi yitirmediğimizin en iyi örneği bu buluşmalar oluyor" dedi."Bu gece iki arkadaşımıza özel olarak hoş geldin demek istiyorum. Uzun zamandır aramızda göremediğimiz gazeteci ağabeyimiz Faruk Zabcı ile artık Türkiye'ye dönse de hep özlediğimiz arkadaşımız Mustafa K. Erdemol hoş geldiler" diyen Güneş konuşmasını, "Nice Noel yemeklerinde buluşma dileğiyle" sözleriyle bitirdi.

Bu proje; yalnızca ihale yoluyla birilerini zenginleştirecek, ihale üzerinden biri ya da birilerinin alacağı komisyonlar nedeniyle bir rant projesi olmaktan öte bir projedir.

Bu proje; Arap Emirliklerinin diktatör yönetimlerine özenen bir kafanın ve yönetim özleminin ötesinde bir projedir.

Kanal İstanbul'la doğal yaşamın katledilmesi, bitki ve canlı yaşamına ölümcül bir darbe vurulması, İstanbul’un su kaynaklarının en önemli bölümünün neredeyse yok edilecek olması söz konusu.

Bu projeyle, zaten bilinçli bir biçimde yok edilme noktasına getirilen Türkiye tarımının önemli ayaklarından birisi olan Trakya'nın bitirilmesi söz konusudur.

Projenin 100 milyar TL'yi aşacak olan maliyetinin ise, zaten derin krizde olan ülke ekonomisini felakete sürükleyeceği, açlık ve yoksulluk sınırında yaşam savaşı veren milyonlarca emeğiyle geçinen insanımızın sırtına yeni ve taşınamaz yükler getireceği apaçık ortadadır.

Yeni beton yığınıyla o bölgeye taşınacak olan 1,5-2 milyon nüfusun yaratacağı trafik yoğunluğuyla İstanbul trafiğinin iyice içinden çıkılamaz bir noktaya gelmesi kaçınılmaz olacaktır.

20 bin kamyonla taşınacak olan milyarlarca metreküp hafriyatın çevre ve trafik açısından getireceği sorunlar devasa olacaktır.

Ama asıl önemlisi; Kanal İstanbul Projesi, ABD’nin Montrö nedeniyle dilediği gibi çıkamadığı Karadeniz'e rahatça savaş gemilerini çıkarabilmek için dayattığı bir projedir.

Böylelikle ABD, Rusya’nın at oynattığı bir alanda karşısına dikilmek ve onunla bilek güreşi yapabilecek bir noktaya gelebilmek özlemini giderebilecektir.

Bu da Karadeniz'in son derece tehlikeli bir biçimde ısınabileceği anlamına gelmektedir.

Bu iki dev gücün bilek güreşini daha da ileri noktalara taşıması bölge ülkeleri açısından çok vahim sonuçlar doğurabilecektir.

Unutmamak gerekir ki; filler tepinirken olan çimenlere olur...

KANAL İSTANBUL (1)

İstanbul üzerinde askeri siyasi ekonomik rantsal ekolojik çevre turizm konularında hem içerden hem dış kaynaklı oyunlar oynanıyor. Yazık olacak…

İktidar sıkışınca kriz hat safhaya çıkınca halkın dikkatini başka yönlere çekerek durumu idare etmeye çalışıyor. Krizin büyüklüğüne göre gündemi belirliyor.

Kriz büyükse dış konularda İsrail düşmanlığını iç konularda kanal İstanbul’u tartıştırıyor.

Belli ki hükümetin İstanbul halkının yararına bir planlaması yok. İpin ucu kaçmış durumda. Ranta dayalı yağmalama düzeni hâkim.

İBB’yi çalışamaz hale getirip yetkilerini elinden alıp işlevsiz hale getirmeye çalışıyorlar. Para kredi konusunda bize güvenmeyin başınızın çaresine bakın diyorlar. Diğer taraftan belediye personel alımını biz belirleyeceğiz diyorlar. Tabi ki olan İstanbul halkına olacak.

Aslında hükümet kendi ayağına kurşun sıkıyor. İstanbul halkı bu gelişmeleri dikkatli takip ediyor. Oysaki İBB ye yardımcı olmaya çalışsaydı İstanbul halkını cezalandırmasaydı puan toplar takdir görürdü.

Ankara ve İstanbul’daki başta imar suçları önümüzdeki dönemde Ak partinin başını hayli ağrıtacak. Sözün özü yerel seçimle iktidar oldular. Yerel seçimle gidecekler.

İstanbul’un şuan nüfusu 16 milyon bu sayı gittikçe artıyor. Ranta yağmalamaya yönelik anlayış İstanbul’u çok büyük bir felakete götürüyor. Devasa sorunlar karşısında çözümsüzlük noktasına çoktan geldik geçtik bile.

Ne olacak bu İstanbul’un hali? İstanbul büyümeli mi, yerinde mi saymalı geleceği nasıl olmalı hedefleri ne olmalı. Sorunlar ortada peki çözüm nasıl olmalı?

Gelecekteki İstanbul tarihin turizmin sporun başkenti olmalıdır. Yeni cazibe merkezleri yaratılmalıdır. Örneğin 5 milyonluk Kırklareli, Edirne vb. İstanbul’daki fabrika ve sanayi işletmeleri buralara taşınmalı. Yeni cazibe merkezleri asla deprem riski olan yerlere yapılmamalıdır.

Bu durum İstanbul’a göçü frenleyecek insanları yeni yerleşim yerlerine yönlendirecektir. İstanbul asla büyütülmemelidir. 40 sene sonra İstanbul’un nüfusu 60 milyon olacaktır. İstanbul’u bu rakamı asla taşıyamaz. Hedef İstanbul’u küçültmek olmalıdır. 

Bugün var olan su kaynaklarını rant uğruna yok etmek yeni imar alanları yaratmak ormanlarını yok etmek ekolojik dengesini bozmak gelecekte felaket olmaz mı? 6.5 şiddetindeki ve üzerindeki bir depremde milyonlarca insanın ölümüne sebep olmak davetiye çıkarmak düşünmesi bile facia.

Melen barajında ciddi problem var. Gövdesi çatlamış baraj su tutmuyor. İstanbul yağışta almazsa ciddi su sıkıntısı yaşayacak gelecek yıllarda. Melen barajının su tutmamasının suçlusu kim. Kamuoyunun neden gündeminde değil. Suçlular ve bunu yapanlar hakkında neden işlem yapılmıyor. Hani İstanbul’un 2050 ye kadar su sorunu olmayacaktı.

Bir acı gerçekte mevcut İstanbul’daki barajların ömrünü tamamlaması. Ömerli’den Terkos’a, Alibeyköy’den Çekmece’ye barajların dibinde korozyon tabakası oluşmuş suyla toprağın teması kesildiğinden dolayı zehir üretmektedir. Denizden su basarsan olacağı budur. Elmalı barajı devre dışı. Sazlıdere barajını da Kanal İstanbul için imha et. Yandı gülüm keten helva. 

Peki, bu sorunların sebebi yeni başkan İmamoğlu'mu geçmişte yönetenler mi?

Bu şehrin geleceği kurban ediliyor. Gelecek nesiller Istanbul'u yönetenlere bu kararı alanlara aferin demeyecekler bu kesin.

Gelecek yazımda Kanal İstanbul’u basında tartışılmayan yönlerini yazacağım.

Hoşça dostça kalın.

STATÜKOCU KONGRE

Kongreler ve kurultaylar kronolojisinde yerel süreç tamamlandı. Sonuç statüko korundu…

Siyasal ömrünce doğru siyaset yapanlar da, diğerleri de toptan kaybetti. Bir kayıp kongre daha. Etiket siyaseti yapanlar da iki yıllık eforu bir ayda sarf ettiler. Şimdi bolca dinlenirler. Gözden kaybolurlar. Despotik diyet zamanı ise bir bir ortaya çıkarlar.

Yine yıpranmış örgüt eleştirisi ve kısır çatışmalar kongreye taşındı. Otantik paylaşımlarla facebook siyaseti, gerçek siyasetin önünde seyretti. İdeoloji ve disiplin, kimlik bunalımı ve kabileci siyasiler yüzünden iyice unutuldu. Hipnotik ve mistik tertipler ile iç siyasete yön verildi. Evrensel değerlerden bir adım daha uzaklaşıldı.

Bu siyasal boyut, beklenen eylemlilik ve siyasal patlamayı gerçekleştirmekten çok uzaktı. Ezber bozan bir itiraz ortaya koymaları mucize, hangi kurguya çanak tutacakları ise besbelliydi. Çünkü dünyayı algılama da yoğun eksiklikleri bulunan bir düzenek oluşturuldu. Umut, evrim, değişim, devrim laflarda kaldı. Yenilenmeyi gerçekleştiremeyecek kalıtsal hastalık hâkim kılındı.

Kongreler ve kurultaylar kronolojisine, kronik bir hasar daha kaydedildi. Kongrenin merkezine bir çatışma ve ucuz rekabet yerleştirildi. Çöküş odaklı kapışmalar, otoriteyi benimseyen kurgucu yapıyı yeniden kurdu.

Öylesine gerçekleşen, statükoculuğu bariz kongrede, blokçu atraksiyon tutku ve yetki arasına sıkıştı. Yanlı ve muğlak bilgiçlik vazgeçilmez hatalar yaptı. Komplesi hataların büyüsüne kapıldı. Atışma yayıldı. Ve motivasyon düştü, bloklar çözüldü.
                                                       
Yani aradan sıyrılma senaryosu tuttu. Kongre cambazlığı mevcuda isyanı bir kez daha bir güzel uyuttu. Çağdaş politika koşullanmasının önü kesildi. Tekelci bir zihniyet oluştu ve tepkici çoğunluk politik güce dönüşemedi.

Gerçi ömrü doğru siyaset yapmak doğrultusunda geçenler bu sonu en baştan gördü. Bildi ve uyardı. Ancak baştan savıcı hâkim algı, geri adım atmadı. Yanlışta ısrar etti. Destek için gerekli sempatik imaj ve güven bir türlü kurulamadı. Kongreye rasyonel bir içerik de sunamadı. Diğer yandan içi boş zıddına siyaset, bahisçi yığılma odaklı karşıtlık akılcı aktarım sağlayamadı.

Ve provokatif kongrecilik hem kazandı, hem de kaybetti…

Kurultaylara dönük kongreler kronolojisine, elbirliğiyle bu siyasal travma ve yaygaracı kongre eklendi. Zamanında istikrarsızlığı perçinleyen gelenekçi siyaset anlayışının da işi bitti. Ve güç zehirlenmesinin devamına karar verildi. Meşhur kongre kılavuzluğu da siyasi mezarlık oldu.

Kongreler ve kurultaylar takvimine ilişkin yerel tahmin tuttu.  Tahlili tek cümle; siyasi üslup ve kongre fenomenliği dip yaptı…

Yerelde kifayeti kongre, kifayeti siyaset, kifayeti parti içi demokrasi. Sırada statükoyu tescillememesi beklentisiyle gidilecek İl Kongresi var…

GAF

Bu kadar derde müptela edip, acıyı miras bırakanlar neyle büyür, gaf ve yanılgılarla. Dünyanın en zor işi, bilinçaltındaki yanılgıyı doğruya çevirebilmektir. Yapılan gaflardan dönmek ise imkânsızdır. Ancak çok kolay halledilir bir toplum olduk son yıllarda…

Kongreler süreci yaşıyor CHP. Daha delege seçimleri sırasında umarım yanılırım diyerek, sosyal medyada şu anekdotu aktarmıştım. Şimdi makaleme alıyorum:

Rahmetli İsmet İnönü bir genel seçim öncesi, Diyarbakır meydanında halka seslenirken derki:

- Güneydoğuda toprak reformu yapacağım, oylarınızı ona göre kullanın…

Seçimler biter bir süre sonra tekrar Diyarbakır’a geldiğinde hatırlatırlar;

- Paşam seçim öncesi toprak reformu yapacağınızı söylemiştiniz.

- İnönü: Evet dedim ama siz yine toprak ağalarını seçtiniz, demek ki toprak reformunu istemiyorsunuz.

Evet, Kongre süreci işlemeye başladı. CHP kurultaya gidiyor. Umarım bu süreçte yine delege ağaları seçilmez…”

Zaten iş yaşamında ve siyasette hiçbir şey gizli kapaklı kalmaz. Birkaç ilçe sonucuna bakıldığında her şey anlaşılıyor. Sanki bu anekdot yine geçerli. CHP üyelerinin büyük bir bölümü su kaçağı gibidir, boşa akarlar. Delegeler enerjilerini parti içi tartışmalarla geçirirler. Ve CHP bir türlü düzelmeyince de, Türkiye düzelmez.

Oysa nefret ve cehaleti, sevgi ve bilgi yener. Kesinlikle yener…
Ancak, bir zaman önce başka bir konuda dediğimiz gibi; “Akıl söylenen kurallar dizgesinin dışına çıkmayarak, aforoz edilmenin önüne geçer. İnancın metalaşıp ticarileştirilmesine, iktidarın ele geçirilmesi için siyasallaşmasında bir mahsur görülmez.
Egemenlik, akıl numaralarının resetlenip güncellenmesiyle, komplo teorileriyle beslenip toplumu birbirine kırdırıp, sisteme entegresiyle devamlılık arz eder…”
Tam da dediklerimiz gerçekleşiyor…
Diğer yandan gaf ve yanılgılar unutuldukça devamlı laf. Devamlı gaf. Hikâye şu;
Bizim Bebe Ruhi mikrofona yetişmeyen boyuyla, kürsüden konuşuyor. Devlet büyüğünün yağcısı da karşısında oturuyor:

Ruhi: Devlet büyüğümüz göreve geldiğinden beri bir sürü insana iş verdi. Karşımda oturan yağcı abimiz şahittir.

Yağcı abimiz: (Oturduğu yerden) aynen katılıyorum Ruhicim.

Ruhi: Devlet büyüğümüz birçok okul yurt kreş yaptı, yağcı abimiz şahittir.

Yağcı abimiz: Aynen katılıyorum Ruhicim.

Ruhi: Yol yaptı, yolunu yaptı servis yaptı yağcı abimiz şahittir.

Yağcı abimiz: Aynen katılıyorum.

Ruhi: (Kızarak) bu yağcı abimiz yalaka, hırsız, rüşvetçidir.

Yağcı abimiz: (Hızını alamaz-yüksek sesle) aynen katılıyorum Ruhicim.
Faşizmin dışı yaklaştıkça, içi yaşandıkça öğrenilir. İşte o günlerdeyiz. Dost dostun aynasıdır. Dostluğu unuttuk. Sorgulayan dürüst toplum isteyen değil vurdumduymaz insanlar olduk.
Açıkçası Bu kadar derde karşın hala  laf ve gaf tuzağındayız…

                                                                                                                                      
Faşizmin dışını yaklaştıkça, içini yaşadıkça yaklaştıkça, içini yaşadıkça görürsün.
Faşizmin dışını yaklaştıkça, içini yaşadıkça görürsün.












CHP ESENLER BAŞKANINI SEÇTİ…
Esenler K. Topbaş Kültür Merkezi’nde yapılan CHP Esenler ilçe kongresinde iki aday yarıştı.Mevcut başkan Bülent Ütebay ve eski ilçe başkanı Cemal Kaya’nın yarıştığı kongrede Bülent Ütebay yeniden başkan seçildi…
CHP Esenler İlçe Başkanlığı yarışında, Cemal Kaya: 162, Bülent Ütebay: 187 oy aldı.
Ve Bülent Ütebay bir kez daha CHP Esenler İlçe Başkanı oldu.

KONGRE UMUDU

Tekrardan iktidar için veya tekrarı engellemek ve iktidarı almak için yaklaşık bir ay kıyasıya köşeler tutuldu. Günler boyu söylevler atıldı. Kafa kol ilişkiler kuruldu. İster istemez bir inanç belirdi…

Ortak inancın tarafları kaybetme endişesi ile yüzleştiler gün ve gün. Ve kazanma arzusuyla da rahatladılar. Sonra belki de on birde bir, ilk kez, çirkin laf atmalar, atıflar ve atışmalar havada uçuştu.

Hem de düğün salonlarından kurtulan bir kongrede,  adı Kültür Merkezi olan da…

Ne yazık ki Kültür Merkezi’nde taraflar sakınmadan bel altı aşağı vurdu. Yakışmadı. Delegeler şaştı. Kongre havası bozuldu. Ve günler geceler boyu sürdürülen sıkı çalışmalar ne yazık ki siyasi olgunlaşma düzeyine erişemedi. Meyvesini veremedi.

Kongreye gelenlerin izlediği bu kötü resital ve anında değişen hava tercihleri an ve an etkiledi. Değiştirdi. Zaten kimin hesabına çalıştığı hiç belli olmayan, isteklerini sabırsız ve tehditkâr, çok yanlış bir içerikle açığa vuranlar sonucu etkiledi. Karaborsa kuyruğundaymışçasına oyu at kurtul aceleciliği seçimi damgaladı.

İşin aslı el birliğiyle oluşturulan bu güven ve güvensizlik atmosferinde pek de güvenoyu alması mümkün görünmeyen, aynı resmin tekrar duvara asılması sağlandı.

Sağlandı çünkü azımsanan mevcuda karşı, ayrıntılı rapor, öğreti içeren açıklamalar, anlaşılır hesap sorgusu, derin huzur, sınırsız serbesti, hür irade ve özgürlük sunumu hiç yoktu. Hele öfke kontrolü hiç yoktu. Daha en başta çoğunluğu elde etmiş havasında kimseye danışmayan, sormayan, uyarılara aldırmayan ben bilirim afrası tafrası kutsal kongresel arenaya hâkim olur sanıldı. Küçük çapta doğan kriz bile iyi yönetilemedi.

Ne yazık ki, bir cendereye sıkıştırılmış olsa da umudun merkezi kongre ve dokunulmazlık simgesi kürsü ziyan edildi…

Umut başka baharlara kaldı. Elbette bir taraf kaybetti diğer taraf kazandı. İşin özünde bu var. Ancak geleceğe taşınabilecek demokratik kongre umudu el birliği ile yok edildi…

Sanki tarikat mantığı da çöktü, mevcut iktidara karşı adı sanı meşhur ekip te tel tel çözüldü. Çözülecek ve çözülmesi gerekli sorunlar ise yine yarınlara kaldı. Doğrusu yine belirsizliğe havale edildi.  İş Allah'a kaldı.

Bir açıdan da bu kongre, verilen siyasal vaazların geçersizliğini kanıtladı. İman ve güven arasına sıkıştırılan tek renkli veya çok renkli seçiciler, konuşmalara hiç bakmadı bile. Aldırmadılar dinlemediler. Kavgalaşmalara ise can siperane taraf oldular. Sadece fedakâr fedai pozunda laf dinlediler, gizli görevlerini bir güzel yerine getirdiler.

Sakin sessiz, ağırbaşlı sade sol kitle ve o kitlenin mücadele aşkı ve kitlesel kavramsal birlik manzarası elbirliğiyle bir tarafa atıldı. Bitmeyen ve bitmeyecek kavganın fitili bir daha ateşlendi. Artık bundan sonra bu yangın sönmez. Dikiş tutmaz. Fırça darbeleri yetmez. Yama tutmaz.

Çünkü dünyanın tüm doruklarına hâkimmiş algısı yeni dönemde, makamlara daha da yerleşir…

Diğer yandan ahkamcı kesim, özen ve dikkate davet edildiğinde kızıp bozaran tayfa, tüccar terziye boyunun ölçüsünü aldırdı. Bu ucuz tarife siyasetçilerinin işin sonuna gelip gelmediklerini ise süreç belirleyecek.

Ne yazık ki olan denizin bittiğini çoktan gören, yalnızlaştırılan siyaset yolcularına oldu...

Yalnızlaştırma sebebi görülen, her sıkışmada ileri sürülen o yaldızlı zincirin halkaları da tek tek kırıldı. Burnundan konuşanlar batış işaretini çaktılar. Geciken plaketleri gönül rızasıyla aldılar. Gerçi hırçınlık ve hakaret çıtasını birlikte yükselten bir teatral gösteriyi sunanlar ve oh olsun izleyicileri yine öz eleştiri yapmazlar. Bu pinokyol burunlu tarafgirlik yine değişmez.

Değil mi ki, bunlar her halta zafer diye sevinirler. Yarış diye öykünürler…

Çünkü kaleye çıkamayanlar, vadilere yerleşir ve vedaları çabuklaşır. Ne yazık ki vaatleri bitmez tükenmez. Seçkin savaşçılıkları ise hiç işe yaramaz. Yaramaz çünkü kurgulanan bir aylık senfoni, bir saat içinde çöktü. Yeni seçkinler grubunu çok rahat ortaya çıkardılar. Özgül ağırlığı belli kabiliyetlerin bir daha seçilmesini sağladılar...

Peki, bu iktidar ve intihar kavgasında, zihin ve düşün toparlanması gerçekleşti mi, hayır. İleride gerçekleşir mi hayır. Umut hayır…

Hayır, çünkü bu kongreyle birlikte yine aynı kuşkular, kırılmalar, alınganlıklar, kırgınlıklar, düşmanlıklar ötekiler berikiler, asılsız bilgiler bir güzel tescillendi. Bir kongre daha umudu yedi bitirdi.

Bundan sonra bu tip kongrelerle umuda yolculuğun başlatılamayacağı da bir güzel netleşti mi. Mi acaba?
KONGRE BİRLEŞİMİ…

Kürsü kullananların ve kürsüye çıkacakların birbirine benzer söylemlerine ilişkin baştan tek cümlelik bir yanıt verilirse şu olur; O işler hiç de sizin dediğiniz gibi değil ve asla söylediğiniz gibi de olmaz.

Olmaz çünkü herkesçe biliniyor ki; “Yukarıdan aşağıya kurgulanan bir yarış asla demokratik bir yarış değildir. Ancak aşağıdan yukarıya gerçekleşen yarış demokrasi gereğidir ve demokratiktir. Hatta demokratik devrimdir…”

Öyle demokrasi havarisi kesilmek yerine yıllar yılı yapılan kongrelerde ve bu kongre aşamasında hangi değerlerin referans alındığını vurgulamak gerek. Ayrıca kâşif olmaya da hiç gerek yok. Çünkü yıllarca her şey gözlerin önünde cereyan etti. Hemen hepsi birlikte yaşananlar.

On yıllardır izlenen hep aynı biçim siyaset. Baştan kilitlenmiş, bağlanmış kitle, kaygan zeminli politik arena ve tek hedef kazanma arzusu. Ve de salt kazanma doğrultusunda sembolize ve minimalize edilen ortak değerler.

Geleceğe dönük teorik tartışmalar yerine kısır pratik eleştirileri, eylem ve mücadele pratiği yerine tekrarlanan slogansı yaklaşımlar. Hedefsiz yönelim ve yönetim taktikleri. Sıradan soyut tanımlamalar. Reel gerçekler yerine soyut rakamlar. Rakamlar üzerinden tanımlanması kolay, realize edilmesi zor siyadal içerikler.

Varsa yoksa incelikli duyarlıklar üzerinden kaba saba hesaplaşmalar. Ne program, ne tüzük ne de proje. Vazgeçilmez ilkeler, temel ideoloji ve yaratıcı teorilerin uzağında, mevcut projeksiyona acayip anlam yüklemeler. Tutmayan hedefler üzerinden demlenip, çıkıp yeniden umut vaat etmeler.

Yani talep ve özlemleri bir kez daha geleceğe bırakmalar...

Kongrenin özü, siyaset yapma işinin aslı, yine her türlü yapmacık tipe bürünebilenlere, mevcudu benimsemişlere ve anında farklı bir kimliğe, lafta gelişmeye dönük bir karaktere dönüşenlere kalmış. Ve onlardan çözüm beklentisi de yine delegelere bırakılmış…

Oysa yazılan senaryo hep ayni. Sahnelenen peşi sıra hep benzer senaryolar. Yıllar içinde gerçekleşen olağan kongrelerin on birinin, onunda bizzat bulunmuş bir delege ve süreci birebir takip etmiş partili saptaması maalesef bu. Gittikçe alışkanlık yaratan bu durum, öyle yanlı tutumlarla hafifletilmeye çalışılacak ve taraf olunup geçiştirilecek bir durum değil.

Her defasında yaşanan veya yaşatılan, kongre öncesi ve sonrasıyla, dar kadro zihniyeti ile gruplaşmalar. Ayrıca hücresel bölünmeler ve dağınıklık. Benzer formda sergilenen zafer getiren zaaflar. Nedensiz ayrışma ve gereksiz aykırılaşmalar.

Bu bağımlı siyaset atmosferinde kısmen bağımsız kalanların, adaletli değerlendirmelerine, doğru algılama, nitelikli anlamlandırmalarına, yarınlara umut yüklemelerine ise kayıtsızlık, aldırmazlık ve kibir taslama...

Peşine daha da artan uyumsuzluk. Ortak yönelimde ve eylemde buluşma eksikliği. Çok parçalı yapıların, üstünlük kurmak için birlik olma gerçekliğinden tamamen kopması. Siyasi mücadelenin yükseltilmesi ve halk yığınlarının mücadeleye katılması yönünde teorik fikir eksikliği. Doğal taban ile siyasal ortaklığı hiç kuramayış. Bu siyasi kuraklıkta, kolektif çalışma pratiğinden de nedensiz kaçınmalar.
Ve bilinen beklenen son. Aidiyet zayıflaması. Yılgınlık. Yorgunluk. Yıpranmışlık. Ve hezimet…

Hep ayni ve benzer sonuç. Çünkü “İdeolojik birliktelik kuramayanların, ortak siyasi işler üretmesi tesadüftür ve tamamen şansa bağlıdır. Ortak pratik içinde olmak, ideolojik birliktelikten geçer." Asıl sorun bu.

Yerelde genelde grafik tutmayınca, beklenen başarı gelmeyince, aktüel talepler ve üst akıl talimatlarıyla yine benzer sonuçları almaya dönük format. Her zaman o meşhur hâkim düşünce çerçevesinde geliştirilen belli belirsiz formül.

Çok bilinmeyenli siyasal denklemin bilinenleri, geçmişi inatla reddeden, benzer ifadeleri yan yana koyarak, bilindik rakamları alt alta toplayarak, asla kendinde suç bulmayan, fikri sabitler, taktik kurnazlıklar peşinde koşanlar. Mevcut model dışına asla çıkamayanlar.

Asla bu hak edilmeyen, asla kabul edilemez aşamaya gelene dek mutlak değişimci tavır ortaya koyamayanlar. Yoğun delege katılımlı seçimli kurullarda kaybı veya kazanımı tercih tiplerine bağlayanlar. Aynı eksenden olup aradaki nüansı savunanlar…

İşte bunlar ile varılacak son daima bu son olur. Resmen hedeften sapma. Yerelde ve genelde yarıştan kopuş.

Bumerang gibi. Ve yine aynı koşullanmayla, aynı siyaseti netleştiren yapıya zorunlu kılınma. Doğrulardan kaçış.

Ve dönem gelişmelerine epey uzak, soyut ikilemler ve bildik kişilerle toplumdan kopuk, siyaset. Yaşanan onca enteresan yenilgiye rağmen, yok oluş sürecini sil baştan devam ettirmeyi aktif siyasetten sayma.

Yani siyasi otorite kurmak ve sadece içeride egemen olmak üzerine bir örgütlenme. En acısı da geçmiş dönemlere kıyasla daha keskin ve katı gruplaşma. Böylece yanlışa direnme ve dayanışma eğilimini kısıtlayan, devrimci ruhu da yok eden siyasi barikat kurmalar. Açık gizli yol kapatmalar.

Diğer yandan mevcuda tepkisizliği makamla, mevkileştirmeyle sağlama alma. Benzer çatışmaları da bu merkezde halletme.

Yani tek istek, sadece parti içi iktidar olmaya dönük bir hava yaratmak. Ve havasından geçilmeyenlerin dizayn ettiği sonu bilindik bir kongreyi daha yaşatmak.
Ve lafta demokrasi arenası bu kongrede bunca olumsuz somut veri ve istatistiksel gerçeklik varken, mevcut işleyişi ve yönetsel mekanizmayı yenileme iddiaları. Ne denir, açıkça hayalcilik.

KONGRE İKİLEMİ…

Herkes her şey bir yana, açıkça ve gerçekten alttan yukarı bir siyasi üslup ve politik çizgi sorunu yaşanıyor. Ve saklı hedefe ulaşmak için, her yol, her araç sakınmadan kullanılıyor. Bu usul moda olmuş bir kere. O yüzden sadece içe açık, dışa tamamen kapalı ve tutarsız bir modelde hala ısrar ediliyor. Bu modelin geneli kapsamadığı, kapsayamayacağı çok belliyken, hala aynı katı prensipler doğrultusunda sürecin tek hâkimi bizleriz fenomenliği sürdürülüyor.

Süre gelen bol atışma ve boş çatışma temelinde eşitsiz ve dengesiz, sürekli krize açık politik paralellikler inşa ediliyor...

Nedendir bilinmez, bilinse de işe gelmez, elde muazzam bir örgütsel dinamik bulunmasına rağmen, merkezi otoritenin kontrolü dışında bağımsız siyasi bir üslup, yeni ve çağdaş politik bir usul geliştirilmiyor. Değişmez kadermişçesine ard arda kırılmalar yaşayan mevcut politik statü terk edilemiyor. Ciddi başarısızlığa rağmen, özel ve güzel komiteleşerek, sanki anlaşılmayacakmış gibi hatalı yanların, aleni eksikliklerin üstü kapatılıyor.

On yıllardır bir türlü yakalanamamış başarı, belki bu kez yakalanabilir propagandasına girişiliyor. Bu çok kere deneyimlenmiş durum, ilginç bir şekilde görmezden gelinerek, bilinçaltına işlemiş atıl siyaset yapma üslubunun devamı destekleniyor.

Bu zikzaklı şartlı odaklanma ve mevcut siyasi çizginin her şey pahasına korunmasını, geniş halk yığınlarına anlatmak ve kavratmak ise mümkün değil.

Çünkü hangi siyasi duygunun, hangi eylemlilik ile birleştiğine bakan geniş yığınlara bu siyasi model artık inandırıcı gelmiyor...

Tüm bunları bile bile, bir avuç kitlenin ve çare arayan halkın, politik bilinci ile alay edercesine, ağır sorumlulukmuş gibi aynı siyasi yaklaşımları güncellemek asla doğru değil. Şematik bir tavırdan öteye gitmez. Başarı da getirmez.

Burada nedensellik eleştirilerine girmeden, mevcut mantığın yapısını ve sırlarla dolu ayrıntılarında bilindiğini ifade etmek gerekir…

Şimdi adaylar ve adaylar lehine konuşacaklar bu kesin ve değişmez kılınan formatı acaba hangi formüllerle savunacak? Günden güne dibe vuran bu yönetsel ağı ve benzer yeni bir kurgulamayı savunma noktasında bakalım nasıl bir mantık üretecekler. Elbette çok zor iş bu yapacakları iş. Asıl beklenti belli iken üslup, usul ve yöntem olarak bitmiş bu modeli yeni beklentiler çerçevesinde bakalım nereye oturtacaklar. Bakalım değişken algıları nasıl birleştirecekler...

Gerçi yön ve yol gösteren, akıl şaşırtan rehberleri çok ama onlarınki de gözü kara, şartlı, belli niyetli bir bakış açısı.

Onların bu buharlaşan yapıya, bunalıma nasıl katkı koyduklarını, kongresel sürece ilişkin her defasında nasıl taraf olarak bakış açısı saptırdıklarını ve derin yorumları kongre sonrası kendi mercasına ertelenmeli.

Belirleyici formda görünüp, her açıdan tıkanmış bu siyasi üslubun devamı, kısır politik çizginin kişisel çıkarlar doğrultusunda yeğlendiğine bir kez daha birlikte tanıklık edilecek. Değişim dönüşüm için gerekli adımı inatla atmayanların eleştirileri dinlenecek.

Ve özeleştiri de yapılmayacak. Bir nebze de olsa ben de sorumluyum denmeyecek. Üzerimize düşen sorumluluğu paylaşmak anlamında, tırmanışı süren bu gerileyişe karşı durmak gerçekleşmeyecek.

Gereğince karşı duramayanlar suçlu. Ben de suçluyum denilemeyecek.  Ancak; “Bir önceki kongrede ilçe başkanlığına aday oldum ama siz değerli delegeleri ki, bu gün çoğunluğu yine ayni delegeler, sizi ikna edemedim. Bağımsız bağlantısız, ekipsiz, grupsuz başkan adayı olarak, iddia ettiğimiz sola, sosyal demokrasiye yaraşır ve yakışır, yenilikçi siyaset yapma modelini size kabullendiremedim. Canınız sağolsun. Demek ki sizi başkanlığı kazanacak seviyede siyasi ütopyamıza dahil edemedim. Tekrar özür dilerim” diyen çıkabilir.
Kongre ikilemi...

KONGRE NE YAZIK Kİ...

Ne yazık ki bu kongre yine çaresizmişcesine yapısal bozukluğu devam ettirecek. Çünkü çözüm unsurları olarak görülenler bir takım siyasi güçlerce denetime tabi tutuluyor. Daha da keskinleşen, keskinleştirilen bir kutuplaşma ile örgütsel işlerlik yok ediliyor. Bu siyaset biçimi, parti içi kısmi başarı getirse de halk kesimlerinde ne yazık ki dayanışma hissi uyandırmıyor. Uyandırmayacak. Siyasal hiyerarşinin bağımsız bir karakter taşıyamayacağı, taşımadığı daha baştan belli.

Diğer yandan tabandan kopmuşluk, dirençli safları sıklaştıramayış, cesaretli kortejleri kuramayış, değişik siyaset üstü safhalar ve tablolar ileri sürülerek gizleniyor. İletişim eksikliği, halk kesimlerine yönelme zayıflığı, motive isteksizliği, etkin ve yoğun bir sol blok yaratamamak hep uçuk kaçık nedenlere bağlanıyor.

Ne yazık ki doğru tahliller, çarpıcı analizler hiç yapılmıyor. Sözde demokratik metodlarla, diktatöryal ve statükocu yönetiş tipine her zaman yol açılıyor. Zor bir hal, yeni siyaset yapma usul ve yöntemini savunanlar daima yalnızlaştırılıyor. Biçimsel yenilenme hep erteleniyor, rafa kaldırılıyor. Herkesi kendine bağımlı kılmak amaçlı girişimlerle çeteleler, listeler tutuluyor.

Ne yazık ki bir kısır döngü aygıtı, tuhaf siyasi formülasyonlarla demokrasi mücadelesini tırpanlıyor.

Ve sonuçta gelinen siyasi açmazda, yönetsel çıkmazda hiçbir dahli olmayanlar özeleştiri yapmak, özür dilemek zorunda kalıyor.

Oysa politika belirleme süreçlerinde, belirleyici güç olanlar hep bunlar. Ayni ekipsel mantalite. Süreçleri yönetecekleri bir bir belirleyenler de bir başkası değil. Ayni kutupsal birlik. Ama en nihayetinde memnun olmayanlar da onlar. Memnun gözükenler de, isyan edenler de, ağır eleştirilenler de hep bunlar.

Ama hiç özeleştiri yapmayanlar da bunlar. Asla evrensel sol değerlerle bağdaşmayan yitik bir modeli on yıllardır hayata geçirmeye çabalayanlar da bunlar.

Bunların bu hakları var mıdır yok mudur, yanıtı kongre sonrasına bırakılmalı. Kim kazanırsa kazansın gelecek dönem hesaplaşma dönemi olacak.
Çünkü akıllarda erimiş bir yönetim tarzı profiliyle hala parti içi iktidarın peşinde koşmak, topluma yabancılaşmış bir iradeyi ödüllendirmektir. Bu ödüllendirme nereye kadar gidecek, bir yere gitmez ama yarınlarda onu bol bol konuşulacak.

Eğrisi doğrusuyla hala benzer bir hiyerarşiyi işaret etmek, siyasi model istikrarsızlığının devamıdır. Ve yenilgiyi baştan kabulleniştir. Son söz , değerli delegelerin.

Son söz olarak, başarılı olmak, kitlesel başarıya ulaşmak öncü adımların, öncü siyasetçilerin işi. Başarı politik öncülüğün gereğidir. Eğer ortada yoğun problemler, yürek yakan mağduriyet ve yığınla tepkiler varsa politik güç olunamamış demektir. Bu dağınık veya atıl bloklaşmalarla organize edilememiş bir örgüt ve örgütün sahipsiz bırakılmışlığı var demektir. Baştan sona siyasal davranış ve yetki kullanım yetersizliği var demektir. Bunca travmaya rağmen hala yeniden yönetmeye çıkmak da yersiz ve sebepsiz demektir.
Çünkü tüzük-madde 5 "partililer toplum hayatının ve parti görevlerinin gerektirdiği yetenekleri kazanmak, partinin sorumluluk yerlerine, Parti'nin başarılı, bilgili ve yetenekli üyelerinin seçilmelerini sağlamak için sürekli çaba harcarlar.
Siyasal yaşamda erdemliliğe, üretkenliğe, yeteneğe ve emeğe uygun yükselmek esastır.
Partililer bu ilkelere uymakla, Parti yöneticileri de bu ilkeleri uygulamakla yükümlü ve sorumludurlar..." diyor.
İşte bu yükümlülük ve sorumluluk sahibi biri ne yazık ki, partili arkadaşlarına, değerli delege arkadaşlarına sesleniyor da gelin bir ilki birlikte başaralım diyemiyor.

Gelin bir ilki birlikte başaralım...
Formun Üstü

KAPILARI AÇMANIN BEDELİ

Biz ne yapacağız, bu güne kadar ne yaptıysak yine onu mu yapacağız. Hiç bir şey yapılmadığı için yine aynısı mı olacak. Konu karışık, anlatması, anlaması güç…
                                                                                                                                   
Evimize misafir geldiğinde öncelikle kaç kişi geleceğini tespit eder ona göre hazırlık yaparız. Öyle ya gelen misafiri bir yerlerde oturtacağız, ikramlarda bulunacağız gerekirse evimizde yatıracağız...
Misafir baş tacı, geleneklerimiz arasında en üst sırada yer alır…

Konu, Türkiye toprakları sınırları içerisine gelecek olan misafir olunca işin rengi değişir. Öncelikle gelenler misafir mi, yoksa kalıcı mı onun tespitini yapıp çeşitli önlemler alınmalı. Adı misafir mülteci olan göçün rengi değişmiş, iktidar tarafından vatandaşlık verilmiştir. Verilmiştir de ne olmuş denilebilir, işte zurnanın zırt dediği delik burası olmuştur, olmaya devam ediyordur, maalesef devam edecektir...
Hem de sorunlar katlanarak büyüyecektir…
Eğitim, sağlık, konut, ulaşım, işsizlik, su, elektrik, beslenme konularında toplumumuz etkilenmiştir, ahlaki çöküş maalesef yaşanmıştır. Din kavramı zaten kendi içimizde dönüşüme uğramışken daha da çöküşe uğramıştır. Kısacası bu kadar yoğun göçün olması dahası, gelen misafirlerin kalıcı olması, üstüne üstlük kendi evin gibi davran denilmesi durumu çok vahim hale getirmiştir.

Buraya kadar ki yazdıklarım başımıza gelenlerdi. Peki yeni geliyor olan elli bin mülteci için ne yapacağız, öncesi için önlem alınmamış ise bundan sonrası için ne olacak. Bu soruları gerekli mercilere sormak gerekmez mi tabiiki gerekir ve paşa paşa cevap vermeleri beklenir...

Bu göçlerin getirileri ve götürülerini düşünmeye dahi korkuyorum çünkü gelen misafir sayısı çok ve durum odur ki kalıcıdır. Kültür seviyeleri çok zayıf olduğu için ahlaki çöküş devam edecek mi cevap tabii ki evet, sosyal ve ekonomik anlamdaki çöküş daha da büyüyecek mi, kaçınılmaz, kesinlikle. Buraya kadar olan bizim olumsuz anlamda etkilendiğimiz bölümdü.

Şimdi gelenlerin Suriyeli ya da başka orta doğu ülkesinden oldukları değil de ,insan olduklarını düşünürsek orası çok daha vahim ve içler acısı. Hiç günahı olmayan çocuklar, onlar sadece evlerinden, varsa iki parça oyuncaklarından ayrılıyorlar, onların dünyası ev, aile ve oyuncaktan ibaret. Ya eğitim yaşı gelmiş olanlar ya da eğitimleri yarım kalmış çocuklar. Empati yapmaya kalkarsak hepsini kucaklamak isteriz. İki ucu düşündürücü değnek. Yetişkin kadın ve erkekler onlarında bizlere faydası olmadığı üstüne üstlük zararlarını deneyimleyerek yaşadık. Kısacası sorunların büyüyerek  devam edeceği kaçınılmaz.

Mevcut iktidarın yaptıkları yapacaklarının teminatıdır deyip bitirmek lazım. Artık yazacak çok da şey kalmamıştır.

Kapılar tekrar açılmış, bize kalan beklemektir…