KONGRENİN ORTASI
Kongrenin
ortasına doğru beyin fırtınası başladığında, determinist etikten uzak,
tasarlanmış itirazlar ve hırsla baskın basanındır mantıksızlığı ortamı gerer. Yüksek
gerilim bir yana tüm unutulanlar bir bir anımsanır. Ve her şey ince
hesaplaşmalar üzerine detaylanır. Haliyle bu yersiz
hırs, kasıtlı ve asılsız göndermeler, birçok soruyu akla getirir. Sorulara yanıt
hep aynıdır; Makam bilmeyenlerin bestekârlığı…
Böyle
şekillendirilmeye çalışılan kongre ve komplo dolu kompozisyonda, organizasyona
sıkı sıkıya sarılmışlar da takınılan pozlara ve pozisyona aldanıp kısa dalgalı
makamlara gayretlenir. Ve makamsız bestekârlık ile notaya değil rakama dayalı beste
bir kez daha prim yapar. İşte bu metronom cereyanın heyecanına kapılanlar ise yenilenme
devrinin geçtiğinin çok geç farkına varırlar.
Kongreler
mevsiminde vaat ve vaazlar, hesaplı veya hesapsız nidalar yine kürsüleri
kaplayacak. Söylemesini bilenlerin söylevi, algısı ve yankısı ortada organize
işleri kimin dümenlediğini kısmen hisettirecek. Yani kanun çalarken çömlek çatlar
hesabı kabuk çatlayacak. Çatlak çini cinliği yan basacak. Her hal ve tavır, aslında
erki berki birmiş, bu iş bitmiş makamsızlığına işaret edecek. Eder mi eder.
Çünkü makamsız
mekansız sarf edilen ve sarf edilecek sözler, gelip geçici her dalgayı durdurur.
Durduk yerde keyifler kaçar. Kaçar çünkü müzi ile müziç, müzikten hiç anlamaz. Ayrıca
sıradanlaştırmaya direnen yürekler orta ve uzun vadede asla yalpalamaz. Rotaları
değiştiren gerçek nota, nota nota yayılır. Çünkü yüksekten düşmek, yüksekten
bakanların boşa zaman harcamışlığına armağandır. Yılbaşına teselli ikramiyesidir.
Bozuk düzende, düzeltilecek
çok şeyler söz konusudur ama usul ve makam bilmezler hep benzer nota imlerini
hitleştirir. Kongre ortası ilk belirti ise makamlı makamsız, ünlü ünsüz, mekansızlık
benzeşmesidir. O kadar…
Yani kaçınılmaz
solfej yerine, eklerin büklerin, ekiplerin takiplerin köklere uyumsuzluğu tetiklemesiyle,
ekipman modelinde yolu birleşen, yol birleştiren bir moda devrilmedir. Bu kongrenin
makam bilmeyen bestekârlarca çepeçevre kuşatılması sonucudur.
Oysa her şeyin
bir haddi hududu vardır. Hadler aşılıp hudutlar geçildiğinde kendini ondan
bundan sayanlara veya saymayanlara kıssadan hisse hakikat öğretilir. Veya ortada
kötü bir alışveriş olduğu kulaklara öğütlenir. Önemli olan besbelli makam mekân
ayarsızlığını, reel siyasetle yoğurmak ve politika kazanına doğramaktır.
Çünkü savruk
kavruk, sihirsel ve sinirsel iletiler ile siyaset yörünge ve rota şaşırır. Şaşırtır.
Özellikle iç ve dış etkilerle, kesik tutuk yönlendirmelerle güdülen, diktelenen
politika ve politik uygulamalar kongre yanıltır. Diktalamaya dönük istikamet hemen
kongre ortası anlaşılır ve alternatif olmaktan uzaklaşılır. Uzak ara görülen ise
kongrede netleşir.
Çok kötü bir
alışkanlıktır, kof siyaset hapını gözü kapalı yutmak. Nasıl olsa yuttururlar diyerek
haddi hudutu bir yana bırakmak ise ters nota basmaktır. Dut yemiş bülbülleri
altın kafesinden çıkarıp kongreye hazırlamaktır. Karşıtlığı harmanlamaktır.
Elbette ‘her kongrenin başı ve sonu vardır.’
Ve kongrenin tam ortasında, kitabın ortasından okuyacaklara ve konuşacaklara ortam
doğar. Onca yıldan sonra gelen ihtişamlı günlerde, bir nevi
makam ve mevki susamışlığıyla, suslamak ve yeni suskunlar yaratarak aradan
sıyrılmak kompozisyonu tek notadan çalmaktır. Çalınmaz. Çalıma yalnızca makam
bilmeyenlerin bestekârlığı denilir ve tek kalemde geçilir.
Bu kongre
kompozisyonunda, mevcut makamlar ve mevkilerden düşüleceği gibi makamlara ve
mevkilere gelmek de düş olarak kalabilir. İki benzeşenlere benzemeyip farklı
bir rota izleyenler ise, beş sekizlik notalı eski bir besteyi aklın duvarına
yazarlar.
O yüzden şimdilik yapılan, mevcut aymazlığa küçük bir uyarı, yarın ise bekraund itibariyle dipnotlar hak
edenlere ayan beyan nota verilebileceğinin ikazıdır.
Onun için bu kongre
porte düzleminde, kongrenin henüz ortasında notaların doğru okunması için sol
anahtarına dikkat…
KONGRENİN BAŞI
Her kongrenin başı ve sonu vardır…
Kongre dönemlerinde, başı ile sonu arasında
yaşanan süreç temsile, tartışmaya, işlevselliğe kapalı, açıkça bir fantezidir. Yani kongre makyaja dönük
yorumların yarıştırıldığı, hepten kafaların karıştırıldığı, tatlı dilli, algı yaratmaya
dönük bir çerçeve ve bu çerçevede ana karakterler üzerinden ayrışma ve toplaşmadır.
Sonu ise başka bir muamma.
Kongreler ne yazık ki, özünde
dayanakları belli olan ancak sessiz, tezsiz, hedefsiz ve asla estetik olmayan,
çok basit ve cılız günlük örneklerle güdümlenen, rol kapma yarışına dönüştürülmüş
durumda. Alenen böyle bir görüntüsü var.
Son yılların politika düzeninde
kongreler; başından sonuna kadar, parti üyelerini, taban kitleyi, propaganda
yöntemleri geliştirerek yenileme ve saflara katma işlevi görmez halde. Umuda
yolculukta mevcut duruma isyanı ve şartları değiştirecek kadroları ve temsil
kabiliyeti yüksek öncüleri benimsemez katılıkta. Seçmez ve seçtirmez
pozisyonda…
Yani kongre denildiğinde ilk akla
gelen, kongrelerin; özellikle umut yaratmaya dönük adımları ve adamları
kongrelerde, sürekli kongre başı olanlar aracılığıyla dışlayan, öteleyen bir mod
olduğu. Kabul edilir değil ama gerçek bu. Kabullenmeyenler ile hakikati dayatanlar
ise saf dışı ettiği. Sola ve diğer sola hatta Sodeme, kapılar kilitlendiği. Kapatıldığı…
Hal böyle olunca, umut ve beklenti
temelinde doğan açık gittikçe büyür. Büyür çünkü her kongre ile çözüm arzusu ve
gerileyen şartlara çare bulmak benzer merkezden, kongrenin başı tayin edilenlere
bırakılır. Bırakıldıkça aynı sığ model yansıtılır. Yansıtıldıkça bir başka çare
bulamazlar. Yine de onlardan kurtulmaya çare kalmaz. Yani çaresizlik mantığın
önüne geçer. Hâkim mantaliteye riayet artar.
Bu gereksiz hâkimiyet, kongrelerin
başında ve sonunda farklı bir yönetsel tavır ortaya koyamadıkları için, ilerisi
için belirleyici bir rol üstlendikleri de pek söylenemez. Sadece her zamanki
gibi provokatif bir anlayış baştan sona egemenlik kurar. Ve nihayetinde merkezi
otorite her şeyi üstlenir. Her işin üstesinden gelir. Kaçış ve çıkış yolu da
her zaman budur.
Aslında her kongre kendi politik
koşullarına göre krizden çıkartacak, imkânsızı mümkün kılabilecek, potansiyel
içeren yerli malı bir dokuyu dokumalıdır. Alışılagelen eşitsiz ve dengesiz
bileşenler ile uyumsuzluğu artıran, iç buhranı tetikleyen bir mekanizmayı değil.
Ancak kongreler ve tescilli kongre
yürütenler, sürekli kendini tekrarlayarak, eskimiş müessese olma vasfına
devamlı katkı sağlar. Böylece iyice derinleşen kriz ve işlemeyen, işletilmeyen
bir modelin alt başlıkları olurlar. İlk soğuk sıkım zeytinyağı misali.
Bu belli tip yarışlarla belirginleşen
kongreler aslında, ta en başında kesin bir sonuca işarettir; baştan bitkinlik,
ortada bıkkınlık ve sonuçta imkânsızlık. Çünkü böylesine eşitsiz ve tekelci bir
kongre formatında, başka bir formül üretmek neredeyse imkânsızdır. İmkânsızlığın
üreteceği de imkânsızlık olur. Ve hiçbir tasarım geliştirmeden, eski tip
siyaset yapma biçimine teslimiyet güncellenir. O kadar.
Oysa halk, kitleler, sınıflar, aç bilaç
ve yoksul kesimler, düzey farkını kapatacak, uçurumları kaldıracak, kapitalist
rejime kafa tutacak, tutkulu ve cesaretli partililerin kongre başı olmasını
ister. Başı sonu oynamayan dava adamları ister…
Sonu başında belli bu kongreler;
bileşenleri uyumsuz yapıları, parti içi ve dışı işleyişin başına getirdikçe
sadece şu olur; zaman çok çabuk geçer ve vardır bir hikmeti.
Her kongrenin sonu, bir diğerinin
başıdır…
ATEŞKES SAVAŞLARI
Yeryüzünde en modernize edilen, en
gerekli gereksiz görülen obje, silah. Gelmiş geçmiş en yoğun stoklanan da
silah. Ya savaş çıkarsa düz mantığıyla. En çok hurdaya çıkan da silah. Huzura
çıkan da. Huzur ve güvenlik maksatlı kullanılsa da, kullanılmasa da devasa
yatırımlar yapılan da. En çok ayrılan para da silaha…
Elbette bir piyasası, hatırı sayılır
bütçeli bir pazarı da var. Silah geliştirici, büyük sermaye temsilcisi
ülkelerin elindeki silah stoğunu eritecek silah tüccarları da mevcut. Ambalajlayıp
ambalajlayıp stokları eritecek güçleri de.
Bunun için tek olması gereken savaş.
Savaş ekonomisi. Savaş ekonomisi ve sürdürülebilir savaş. Yeryüzünün birçok
köşesinde abartılı savaş tanzimleri. Militarizm. Şiddet ve silah kullanımının
yaygınlaşması, ağır silahlar kullanımı.
Komple sömürüye yeşil ışık…
Savaşsız bölge bırakmadan atıl
savaş teknolojisini transfer. Sonra bölgelerin kaynaklarına çökme. Köleleştirme.
Asimilasyon ve diktatoryal rejimler yoluyla savaşlara uzun ömürlü rol biçimi. Arada
bir ateşkes. Sonra ateşkes süresini de aradan çıkaracak yeni savaş.
Ateşkes, Savaş, Ateşkes süreci. Asla
Barış olmadan, barışa çıkan yollar tıkanarak savaş…
Bölgeler, ülkeler ablukaya
alınarak, öncelikli uydulaşan ülkelere lafta bağış, aslı astarı yığınla borç
silah desteği…
Emperyal düzlemde eldekini çıkarma,
stok savma. İleri savaş ve silah teknolojisine geçiş…
Büyük sermaye bu savaş teknoloji
ile geleceğini güven altına alır. Egemenliğini devam ettirir. Ulusal ve
sınıfsal kargaşaları tetikler. Ulusları yalan yanlış etkiler. Uluslararası kirli
savaşları planlayarak yeni pazarlar yaratır. Ve satar.
Genel amaç pentagonyonel politik
programlar dâhilinde eğitilmişlerin, bu ticaretin paydası haline getirilerek
tekerleğin dönmesini sağlar hale getirilmesi. Amaç budur. Varlık sebebi olmayı
kanıtlama yönünde ortaklık.
Sonra büyük sermaye ve kurulu
düzenin işleyeceği yeni formülleri de meşrulaştırmak. Daha sonra savaş
felsefesi ile donatılmış kitleleri savaşa sürüp, cepheleştirmek. Kıyasıya
savaştırmak.
Ateşkest. Ateş kesince silah satmak.
Gizlenen borç usulünde hibe silah aktarımları. Ve stokları kullanmak,
kullandırtmak. Faturayı tutsak alınan bölgelere ve bölge ülkelerine ve
insanlarına kesmek.
Artık en modern ticaret yapmanın
yolu, olan çoluk çocuk bölge insanlarına olurmuş, canlara olurmuş düşünmeden
yakmak yıkmak. Acıları unutturmak. Çok uluslu medya yoluyla yaşananlara yabancılaştırmak.
Çarpık düzene sözcüler üretip, düşünsel özgürlükleri hepten kısıtlamak. Asla barış
istememe gericiliği yaratmak. Yaratıyı dinleştrmek. Etki daraltmak yetki
genişletmek…
Savaş kültürünü dayatarak safha
safha savaştırmak. Savaş ve savaşın büyük fotoğrafından soyutlanmak. Ateşkes
savaşlarına boyun eğmek.
Ve sınırsız derecede modern silah
teknolojisinin çok gerisinde silahlanma ve ateşkes savaşları…
KÜRESEL DE…
Küresel birlik, ulus devletleri bir
bir yok ediyor. Yok, etmek için fırsat kolluyor. Küresel bombardımanlarla,
asalak kurumlaşmalar programlandırıyor. Sonra dünya temizliği. Dünya tanıklığı…
Gözler önünde çöküş kapsamlı
kapışmalar. Kamplaşmalar. Zorla kabullendiriliyor. Meşru hale getiriliyor. Ve
Devrim karşı Devrim provaları…
Egemen sermayeye dayalı haraç mezat
satışlar. Silahlı güce endeksli haraç toplama sistemi. Sistemsizlik…
Tekelci Mafya ekonomisi…
Dünya bu tür örgütlenmeler ve kukla
modellerle dopdolu. Postmodernizmin kısa tanımı da bu. Bizzat sömürü…
Bu arada küresel sermaye, siyaset
ve iktidarları da bir güzel dizayn ediyor. Edemediklerini soktuğu cenderede
bunaltıyor. Bunalım yaygınlaşınca bilimsel düşünce ve yöntemlerden de maalesef
kopuluyor.
Ondan sonrası varsa yoksa direnişi
yükseltecek dinamiklerin de tırpanlanması. Tırpan, modernizmi pratikleştirecek
kurumsal yapıların içine de vuruluyor. Çağdaş ölçütlü fikir ve dinamikler yok
sayılıyor. Çökertiliyor. Sonuç dikensiz gül bahçesi…
Otoriteyi benimseyen ve benimseten
kurgu iktidarlar. Gerici modernizm. Fantastik sıradanlaşma. Pop fantezi
sıradanlaşması. Yeniçağ küreselleşmesi…
Ulus devletler küresel sermaye ile
bütünleşme çabasından vazgeçmedikçe yok olma tehlikesiyle baş başa. Sonu bilindiği
halde bu derinliği olmayan ilişkilerde ısrar, esrar. Bu ilişkiler zamanla bir
başınalığı da perçinliyor.
Sözde sağlam dostluk dayanışması…
Yaşanan döneme, karanlık siyasi
tercihlerle yön verme eğilimi. Küresel birliğe açık davetiye. Ve itiraz edilemez
çapta çapsızlık. Sonuç savruk gelişmeler. Ve tehlikeli yakınlaşmalar. Peşinden ağır bunalımlara yakın tanıklık.
Küresel sermayenin birlik ütopyasına,
bilimsel ve akılcı yorumlar yapılmadıkça daima bu tuzağa düşme. Onca bağ ve
yeterli ayrıntı mevcutken, kutsallık derecesinde mevcuda tapınma. Mevcuda
tapınma ve iç hesaplaşma. Bunlarla ertelenemeyecek muamma.
Bunca erteleme, Ulus Devletleri yok
etmek için erketeye yatmış küresel sermayeyi heveslendiren bir durum.
Ve Devrim karşı Devrim projesi…
Her türlü karalama sonrası küresel gizil
gücün, ulus-devletin kökünü kazıyacak role soyunması. Ve açık sanıklık.
Kapitülasyoncu kapital kepazeliği…
Tüm bu atraksiyonel küreselciliğe
karşı durulmadıkça, direnilmedikçe ulus devlet projeleri rafa kalkar. Ulus-devletler
de toprağa.
Küresel birlik yönettiği savaşlarla,
içini dışına çıkardığı Ulus devletleri de bir güzel sömürgeleştiriyor.
Ve bizzat sömürü. Başlıyor…
CHP ESENLER İLÇE KONGRESİ 22
ARALIK’DA…
CHP Esenler, İlçe kongre delegesi seçimlerini üç haftalık
etapta tamamladı. Sıra ilçe kongresine geldi. İlçe yönetimi kongrenin 22 Kasım
2019 tarihinde yapılacağını açıkladı. Görünen, kongrede mevcut başkan Bülent
Ütebay ile eski başkanlardan Cemal Kaya adaylaşacak…
İlçe kongre delegesi seçimlerini 17.11.2019 tarihinde dokuz
mahallede, 24.11.2019 tarihinde altı mahallede yapmıştı. İlçedeki delege
seçimlerinde uzlaşı sağlanamayan Turgutreis mahallesinde de 30.11.2019
tarihinde 09-11.00 saatleri arasında seçim yapılarak delege seçimleri
tamamlanmış oldu.
Mahallelerde delege seçimlerinin tamamlanması ve delege
listelerinin kesinleşmesinden sonra kongre tarihi ve yeri açıklandı.
Açıklamada “ Partimizin 30. Eylül 2019-MYK kararı uyarınca
’37. Olağan Kurultay’ süremize esas olan, ‘ Esenler ilçesi 11. Olağan
Kongresi’nin 22 Aralık 2019 saat 10.00’da yapılmasına karar verilmiştir…”
Buna göre, CHP Esenler İlçesi 11. Olağan Kongresi 22 Kasım
2019 Pazar günü, saat 10.00’dan itibaren K. Topbaş Kültür Merkezi’nde
gerçekleştirilecek.
HİÇ
Açık tanım; ‘Bütün varsayımları,
olasılıkları dikkate alıp, içindeki doğruları söyleyene dürüst insan denir.
Siyasetçiyse dürüst siyasetçi denir.’ Düştük yollara. Hiç diyarında dürüstlük. Mumla
arar olduk…
Yalancının mumu iki adımlık. Şanı
namı bir yana, ‘Ey bana kendini adam diye tanıtan, Şu halime-hallere bak da
önce kendinden utan’…
Utku nutku tutulmuş sen, sen hiç?
“Kırık bir tahta iskeleden
sonsuzluğa baktın mı hiç
Veya bir tren garında yalnızlığını
bekledin mi hiç
Köşe başı meyhanesinde körkütük
olup içtin mi hiç
Özlem ekip yollara sensizliğini sakladın
mı hiç.
Kırık bir tahta iskeleden
sonsuzluğa baktın mı hiç
Veya bir tren garında yalnızlığını bekledin
mi hiç
Köşe başı meyhanesinde körkütük
olup içtin mi hiç
Özlem ekip yollara sensizliğini sakladın
mı hiç.”
Yok. Yok, çünkü Hiç diyarında; ‘İnsanlar gerçek
düşündüklerini, yüzlere bakarak değil içinden söylerler.’ Çünkü korkarlar…
Oysa ‘Dünyanın en korkak insanları diktatörlerdir.
Gölgelerinden bile korkarlar. Hoca hocayı, diktatör diktatörü hiç sevmez.’ Hiç
biri dürüst insan sevmez. Aslında korku karşılıklı korkudur.
Zaman farkındalık zamanı. 'Haydarpaşa garındayız, biz her
şeyin farkındayız.’ Biliriz de demeyiz
bilirkişi formunda. Çünkü ‘Ahmak iki dedi, ben bir dedim. Cahil
üç dedi, ben bir şey demedim.’ Nedeyim.
Hiç
diyarında yokluğu, ‘yoksulluğu eşitlediler şimdide intiharları eşitliyorlar.’ Hiç
yokluğu. Varı yoğu bir yana, ‘Havalar ayaz. Bizim oralara kar yağmış. Felek
çarkın kırıla. Yirmi yaşımdaki gençliğim ile karakışlarımı geri ver.’ Vermez. Vermez
çünkü ‘Hayatta hiçbir şeyin tekrarı yoktur’…
“Bu gecede yokluğunun
ertesi
Bu senede gidemedim.
Kar yağmış Çevrimçayır’a
Beklememiş Kasımı.
Yeni yeni konaklar yapılmış.
Son yanan ışık ta söndü
Son gecenin ayazında.
Akpınar kar altında
Kimsesiz kaldı mezar taşlarımız.”
Bu senede gidemedim.
Kar yağmış Çevrimçayır’a
Beklememiş Kasımı.
Yeni yeni konaklar yapılmış.
Son yanan ışık ta söndü
Son gecenin ayazında.
Akpınar kar altında
Kimsesiz kaldı mezar taşlarımız.”
Hiç. Daha ne olsun. Her yanda açık açık İnsana şiddet. ‘Kadına
şiddet. Şiddet; dövmek ve öldürmekten ibaret değildir. Yaşam tarzına ve
düşüncesine baskı yapmak ta bir şiddettir.’ Hiç uğruna. Kimi kimsesi
olmayanlara…
“Kimi gökyüzünde uçuyor
Kimi deryada yüzüyor
Kimi yeryüzünde yürüyor
Herkes kendi aleminde
Bense bir hırka derdinde
Niye dara(sorguya) çekildim
Ben Hallaç-ı Mansurmuyum.”
Kimi deryada yüzüyor
Kimi yeryüzünde yürüyor
Herkes kendi aleminde
Bense bir hırka derdinde
Niye dara(sorguya) çekildim
Ben Hallaç-ı Mansurmuyum.”
Duyanlara duymazlara dürüstçe bir soru; ‘Ağaçlar
meyvelerini dallarına asarlar, zalimler ise mazlumları darağacında asarlar.’
Niye?
Buralar
ayaz. Bizim oralara kar çarkın kırıla.
FİLTRE
Gelişmiş ülkelerde artık inşa edilmeyen, olanların da
kapatılması sürecine geçilen termik santrallerden, memlekette kurulu on beş
tanesinin, iki buçuk sene daha filtresiz bacalarla çalışarak çevreye tehlike
saçması, zehir akıtması, doğayı ve insanları zehirlemesi yanlışından şimdilik
dönüldü…
Döne döne bacalara filre takması ertelenen bu Termik
santrallerin, Mwh Kurulu güce sahip kapasiteleri ve sahipleri şöyle;
Afşin-Elbistan -A 1.355-Çelikler Holding, Seyitömer-600- Çelikler Holding, Tunçbilek-365- Çelikler Holding, Orhaneli-210- Çelikler Holding, Afşin-Elbistan
B-1.440- EÜAŞ -Kamu,18 Mart Çan 320-EÜAŞ-Kamu,
Çayırhan-620- Ciner Enerji, Kangal-457- Konya Şeker, Soma-990- Konya Şeker, Kemerköy-630- Limak, İçtaşYeniköy-420-
Limak, İçtaşÇatalağzı-300- Bereket Enerji,
Yatağan-630- Bereket Enerji.
Basit anlamda termik santral; kömür, linyit, ya da
akaryakıtla işleyerek elektrik enerjisi üreten santral. Yani fosil yakıt başta,
doğadaki diğer enerji türlerini işleyerek, elektriğe çeviren büyük aygıt.
Bu santraller bağlamında Filtre ise, Bacalardan atılan yabancı
maddeleri süzüp ayıran, alet veya aletlerden oluşan düzenek. Santrallerin
kaçınılmaz tehlikelerinden karbondioksit, azotoksit, ağır metal, civa atığını
denetleme ve önleme mekanizması.
Başka bir bakış açısıyla bu termik santraller memlekete gereğinden fazla kurulduğu söylenegelen
santraller. Talepten daha yüksek arz sunuyorlar. Yani üretiyor ama satamıyor.
Veya sattığı kadar üretiyorlar. O nedenle tam kapasite ve sürekli çalışmayan
tempoları var.
Ve termik santraller 2013 yılında özelleştirilmeye başlandı.
Devlet yıllar içinde kömürlü termik santrallara gerekli yatırımı yapmadı. Filtre
sistemleri takmadı, atık sahalarını doğru planlamadı. Yatırım yerine
özelleştirme yeğlendi. Bunları özel sektöre satarken de süre tanındı. Çevre
yatırımları için tanınan süre, Anayasa Mahkemesi iptal kararına rağmen tekrar
Meclis’ten geçti. Anayasa Mahkemesi ise 2014 ve 2017 yıllarında iki kez, bu en
kirli, zehir saçan termik santrallerin, 2019 yılı sonuna dek çevre
yatırımlarını yapmalarına karar verdi.
Yani ikisi Kamu, kalanı özel bu termik santrallerde 2013
yılından bu yana yasal çerçevede, gerekli düzenlemeler yapılmadı. Yapılmadı
çünkü santrallerin bacalarına filtre takılması ve çevre düzenlemeleri zorunluluğu
2013’ten bu yana dört kez ertelendi. Bir daha ertelenebilirdi. Ertelendi de.
Veto yiyen, yasa ile sınırlama veya muafiyet getirilmek
istenen kükürt gazlarının önlenmesine yönelik desülfürüzasyon ünitelerinin
yapılması. Yani bacalara filtre. Oysa Termik santrallarda Kükürt gazları başta,
azotoksit gazları, karbondioksit, ağır metaller ve kül gibi dört ana kirletici daha
var. Termik santrallarda bu diğer kirleticiler için hiçbir arıtma, tutma,
depolama ve imha gibi yasal yaptırım maalesef yok. Düzenek de yok.
Bacalara filtrenin yanı sıra kül depolama sahasındaki küllerin,
yeraltı suyunu kirletmesi de ayrı problem. Yeraltı sularının kirliliği ve
zehiri en ücraya taşıması da. Yani desülfürüzasyon ünitelerinin yapımı ile termik
santralların çevreye zarar vermesi ortadan kalkmıyor. Böyle bir şey yok. Yani bu
santrallar, kapatılmadıkça tehlikesi artan şekilde süren santraller.
Tehlike büyük; ‘termik santrallerde, diğer katı yakıtla
çalışan santrallerde uçucu kül adı verilen küçük kül partikülleri baca gazları
ile birlikte sürüklenerek kazanı doğrudan kat eder. Bu partiküllerin, herhangi
bir tedbir alınmaması halinde çevreye vereceği zarar oldukça büyüktür. Bununla birlikte
katı yakıtla çalışan tüm santrallerde cebri
çekme, yani; kazan içinde işi biten gaz-kül parçalarının bacadan dışarı
atılmasını sağlayan fanlardan önce mutlaka bir kül tutucu yerleştirilerek uçucu
küllerin bacaya gitmesine...’ engel olunmalı. Sonra da filtreleme sistemi…
Asıl filtreleme sistemi ise açık tehlikeye rağmen filtre
takma kararlarını erteleyen, meclis bacalarına ve mebuslara. Yeter artık
memlekete millete verilen bunca zarar…
MECLİS
Rejimi koruma ve idame ettirme görevi meclisindir. Rejimi
meşru zeminlere yöneltme görevi de, idareyi organize de…
Devlet yönetiminde meclis ve mebus çok önemlidir. Milletin
Meclise üç beş yılda bir kez istenilen yönde, yön vermesi için cahilliğe itildiği
ülkelerde meclis daha da önemlidir. Elbette böyle ülkelerde, iktidar her zaman
istediğini elde eder. Eder ama hiç değilse muhalefeti de olur. Eleştiri olur. Devlet
yönetimi içerik ve üslup kazanır.
Ancak meclisin vasfı ve ağırlığı
yok edildikçe, devre dışı bırakıldıkça zulmeden iktidarlar oluşur. Kendinden ve
dar çevresinden başkasını düşünmeyen liderler başa geçer. Onları indirmekte zor
olur. Yola getirmek de güçleşir. Ve egemen güçlerin inisiyatifinde sığ modeller
oluşur.
Defaten dostlar düşman olur, Düşmanlar dost…
Vakti zamanında Sultan, Meclis-i mebusan'ı
feshettiğinde, idareyi tekeline aldığında, mekanizma kendinden saydığı zatların
eline geçti. Kuşku ve korku arttıkça yükselenler daima liyakatsızlar oldu. Nitelik
düştü. Millet baskı altında tutuldu. Birlik beraberlik çözüldü. Jurnalcilik
yoğunlaştı. Mozaik çatlamaya başladı. İç dış düşmanlar arttı ve abarttı.
Sultan Devleti kurtarma derdindeki vatansever
iç dış mihrakları hain düşman ilan etti. Şanlı geçmişe sığınan ve sarayların
boş karanlığına gömülen bir Sultan'a dönüştü…
Sonuç borç batağı. Dibe vuruş. İç dış düşmanların
çoğalması. Bağımsızlık isyanları. Devlet içinde devletler. Makedonya'da Sırplar,
Balkanlarda Bulgarlar, Yemen’de Araplar, Girit'te Rumlar, içeride Ermeniler…
Durmaksızın halk düşmanı yöneticiler ve taraflı
atamalar…
Meclis olmayınca İdare, idare bozulunca devlet
hastalanıyor ve kısa zamanda sayısız cephede savaşlar. Ve kapitalizme ayarlanma,
emperyalist abluka…
Meclis olmayınca olur da işletilemeyince, geçmişte
başa geldiği gibi önce rejim sonra devlet çöküyor…
Allah'tan meclise inanan, millete güvenen bir
lider çıkıyor ve yeni kurulan meclise itimatlı ve kendi kendini kurtaran bir
millet yeni bir devlet kuruyor. Millet ve meclisi yeni bir devleti on yıllarca
sırtlıyor.
Bu gün uzun yıllar sonra yine meclis pasifize
edilmiş diyen çok. Kontrol mebuslar da değil. Artık idare atanmışlara geçmiş diyenler
de…
Seçilmişler hâkimiyeti işlemiyor. Moral
değerler çökmüş. Saltanata özlem artmış. Meşruiyet sorunu yaşanıyor. Teokratik
özdeşlik önemseniyor. Tek parti saltanatı var. Hilafet arzulanıyor. Allah'ın
yeryüzünde gölgesi aranıyor. Yüz yıl önce vatan kurtaranlar, İstiklal
mücadelesi yapanlar, muhalifler ihanetçi sayılıyor. Diyenler çok…
Tarihi gerçekliktir, meclis işlemeyince, işletilemeyince
rejim zayıflar. Meşruiyetini kaybeder. Dostlar düşman, Düşmanlar dost olur,
Diğerleri de. Diyenler de çok…
AKILLI KENT
Akıllı kentlerin
inşa edildiği dünyada, yıllarca akıldışı yönetilmiş koca kentte akılları
binlerce kuşku kurcalar. Kusursuzluk nereye kadar. Kentler ve kentliler;
Uygarlığın kaynağı. Ve uygarlığı yok etmek üzere olan da, farkına varılsa da
boş verilen de onlar. Diğer yandan sözde uygar kent yönetimi ve yöntemleri…
Ve anlaşılmaz
gerçek; kent yönetimi ve yöntemlerinin zor değiştirilmesi. Özellikle barınmadan
altyapıya, eğitimden trafiğe, sağlıktan kültüre, issizlikten yoksulluğa artan
sorunlarla birlikte, çevre sorunlarının da arttığı bir kentte, bir başkasına
iznin çok geç verilmesi.
Böylece
sıkıntıların ve açmazların halledilmesine yönelik, çözüm bazlı ortaya koyulması
gerekenlere, iş işten geçtikten sonra çok geç ulaşılması. Alışkanlıkların
devamıyla kentlerdeki çarpıklığın artması ve bir türlü kentlileşememe acı
gerçeği.
Sonuç merkezden
yerele, asla kimsenin umurunda olmayan, defaatle faydalanılan biçare kentliler
ve sorun yumağı kentler…
Akıllı kentlerin
inşa edildiği dünyada hala ruhsatsız, plansız, projesiz ve denetimsiz
binalardan oluşan mahalleler. Metrolar. Gettolar. Mikro milliyetçilik
bünyesinde şekillendirilen kentliler.
On yılların
birikimi, evrensel sorun göçe dayalı kentleşmeye ek olarak, kentlilerden
kısılıp her neden ise bakılma zorunluluğu bulunan, geçici göçmen
statüsündekilerle kentleri metezori paylaşım. Yani içine düşülen bölgesel
travmanın dayattığı başka bir sorun.
Yakın ileride
kenti ve kentlileri, kenti yönetenleri çok yakından olumsuz etkileyecek başka
bir sorun daha. Belki de başlıca sorun.
Ayrıca
düşünülmesi gereken bu kentlere yığılmanın sadece kalkınmakta olan ülkelere has
bir olgu olduğu. Nüfusu yirmi milyona dayanan kentlere bakıldığında, çoğunluğu
üçüncü dünya ülkelerinin kentleri. Gelişmiş ülkelerde, büyük kentler nüfus
kaybına uğrarken, geri bıraktırılmış ülke kentlerinde aşırı büyüme. Abartılı
kent yaşamı. Artan nüfus. Akla zarar biçimde bu çağda hala kaçınılmaz sonuç
olarak görülmesi. Ve çözümsüz sanılması.
İşte bu kaotik
kent çıkmazında, iki kere başkan seçmeye zorlanan kentliler, kentlerin
kraliçesinde tarihi bir karar verildi. Güvenildi. Kentli yıllar sonra akıllı
davrandı ve her şey çok güzel olsun istedi. Şimdi bu güvenin boşa çıkarılmaması
gerekli. Günden güne geleceği karartılan kenti, kentlileri ve kenti yönetmeyi
görev edinenleri çok zor günler bekliyor.
Zor çünkü akıllı
kentlerin inşa edildiği dünyada kentleşme ve kentlileşme üzerine durum tespiti
yapılmaksızın, yalnızca siyasi kaygılarla yerleşim kolaylığı sağlanmış kentte, yıllarca
yok sayılmış, görmezden gelinmiş sorunlar bir çırpıda halledilemez. Kentin sorunları tek elden, bir kalemde
çözülemez. Ortak akıl üretilmeksizin, kent bilimci gözüyle yaklaşılmadan kentin
sorunlarına çözüm dahi önerilemez. Yıllar yılı yapılan gibi çözüm diye her
dayatılan yeni çözümsüzlükleri doğurur.
Hele kenti
içinden çıkılmaz sorunlara boğan, kentlilerin gözünü boyayan, eski kadrolarla
sağlıklı, güvenilir, adil ve sürdürülebilir bir yönetsel mekanizma hiç
kurulamaz.
Kentsel
rantların ekonomiyi, ekonominin politikayı belirlediğini bildiği halde,
nihayetinde dengeli gelişme, gerçekçi büyüme ve hakça paylaşım olanaklarını
tırpanlanmışların artık dinlendirilmesi gerekir. Yaklaşık yirmi
beş yıllık süreçte koca kentin yasadışı bir kent olmasına göz yumanlar, uzak
yakın ilgililer, yasadışı kentleşmeye yıllar yılı seyirci kalanlara, yine
yeniden kamu hizmetlerini emanet etmek muammayı artırır.
Akıllı kentlerin
inşa edildiği dünyada, yönetimlere kendi kentlileri içinden yönetsel yetkinliğe
sahip akılları, akılcı dönüşüm ve çağdaş yenilenmeyi sağlayacak, uygar kent
yönetimi ve yöntemlerine adaptasyonda zorlanmayacak, yetki ve
sorumluluk yüklenecekleri yüklemek şarttır.
Yoksa akıllı
kentlerin inşa edildiği dünyada, şu tarihi kentte akılları binlerce kuşku
kurcalar…
SİGORTACILIKTA ÜRÜN
REKABETİ
Son yıllarda sigorta sektöründeki şirketler ağırlıklı olarak yabancılaştı. Şirket evlilikleri ile başlayan bu yabancılaşma yurtdışı pazarlardaki başarılı uygulamaları da sektöre taşıdı. Böylece sigorta sektöründe şirketler 200 dolayında ürünle üst düzey bir rekabete giriştiler. Prim üretiminde lokomotif oto sigortaları olsa da gelecekte farklı poliçelerin öne çıkacağı bir gerçek.
Kanunen 2008 yılından itibaren hayat dışı sigortalar 18, hayat sigortaları için 8 ana branş uygulaması var. Ancak sigorta şirketleri bu 26 branşta yoğun bir rekabete tutuştuklarından farklı teminatları olan çok sayıda ürünle pazarda. Bunca ürün çeşitliliğine karşın her sigorta şirketi aslan payı ürünlerin dışında farklı alanlarda gelecek planları yapıyor. Riskleri güvence altına alan her alanda farklı bir ürün sunma çabasında.
Farklı branşlaşma
peşinde olmaları piyasaya yeni ürün sunmalarını engellemiyor. Bireysel ve
kurumsal çözümler içeren poliçelere rağmen hala her şirket için üretimin %
50’sini oto sigortaları oluşturuyor. Her ne kadar büyüme stratejilerini değişik
sigorta poliçeleri üzerine kursalar da sigorta şirketlerinin vazgeçilmesi kasko
sigortaları.
Yenilikçi ürünler ise kısa ve uzun vadede pazar payına etki edecek sağlık, konut, ferdi kaza, seyahat ve sorumluluk sigortalarını kapsıyor. Genelde her sigorta için benzer tablolar mevcut. Elbette farklı branşlara yönelmiş şirketler de yok değil. Onlarda motor branşlar ve motor dışı branşlarda yaklaşık yarı yarıya prim üretimi sağlıyorlar. Buradan çıkarılacak sonuç, temel branşlarda eksik bulunmadığı ve paket çözümlerle branşların desteklendiğidir. Yani Türkiye’de olmayan ürün kalmamıştır denilebilir. Sadece sigortalı müşteriler için cazip fırsatlar ve talebi artırıcı indirimler söz konusu olabilir.
Bir başka üzerinde durulması gereken planlama ise; orta ölçekli işletmelerin sigortaları ile bireysel ürünlere ağırlık kazandırılması olabilir. Kişi başına düşen milli gelire oranla üretilen sigorta primi %1,6 olan bir ülkede tüketiciyi korumaya yönelik ve internet bazlı sigorta ürünlerinin artırılması sektöre nefes aldırabilir. Standart sigorta, paket poliçe uygulamaları yerine çeşitlendirilen ve geliştirilen ürünlerle seçme özgürlüğü sunan ürün yelpazesi ile müşteriye ulaşılmalıdır. Türk sigorta pazarı mevcut potansiyeli ve cazibesiyle çok uluslu sigorta şirketlerini de içine çekmiştir. Firmaların daha net finansal sonuç almaları için sigorta ihtiyaçları doğuyor denilebilir. Bu nedenle yabancı pazarlardaki genel ürünler de hacmi artırabilir.
Genç bir nüfusa sahip Türkiye’de sigortalılık bilinci yaygınlaştırılmalıdır. Sigortalama ve sigortalanma bilinci toplumda yerleştikçe sektörün büyümesi desteklenebilir. Yoksa hiçbir sigorta şirketi enflasyonun üzerinde belli rakamları yakalayan bir büyüme gerçekleştiremez. Sıcak satış, sıcak temas sigortacılığının yerine internet üzerinden poliçelenme, poliçelendirme sigorta şirketlerini istedikleri hedeflere ulaştırmayabilir.
Ülke realitesi göz
önünde bulundurularak farkındalık ve talep özentisi oluşturmak, sigorta bir
ihtiyaçtır alışkanlığı kazandırmak sektörü rahatlatabilir. Çoğunluğu yabancı sekiz,
on sigorta şirketi hegemonyasında yol alan sektörde dünyaya örnek Türk banka
sigortacılığının eski işlerliğine kavuşturulması güveni artırır.
Ancak son yıllarda özel
veya devlet yerli bankaların yok denecek seviyede azalması sigorta
şirketlerinin de yabancılaşmasını güncelledi. Hal böyle olunca sigortaya uzak
bir toplumda dünya ölçekli uygulanan ürünlerle yerel müşteriler ne derece
heveslendirilebilir irdelemek gerek. Aktüerlerin, ürün yerine yerel
müşterilerin ihtiyaçlarına yanıt verecek ürün yelpazesi oluşturması daha
rantabl sonuçlar verir…
KAFİRUN
Kafirun dönemleri, ilk bakışta inkârcı görünmeyen ama saf
inkârcılardan olma çarpıklığını gözler önüne sergiler. Asıl sıkıntı bu esrik
tetiklenme ile ‘Birlik’ ilkesinin sembolünü de görmezden gelmektir. Görmezden
gelenlerdir. Bu yüzden üstünkörü okumak yetmez…
Oysa devamlı ve ısrarla okunur; “ Kul yâ
eyyuhe’l-kâfirûn. Lâ a’budu mâ ta’budûn. Ve lâ entum âbidûne mâ a’bud. Velâ ene
âbidun mâ abettum. Velâ entum âbidûne mâ a’bud. Lekum dînukum veliye dîn.” Ama
nafile.
Saklı sembol apaçık bellidir; inanç özgürlüğü. İşte
görülmezden gelinen tam da budur. Dini inanç ve kanaatinden dolayı kınama veya
kınanma. İnanç ve ibadet serbestisini yok sayıp, hâkim din ve mezhebi
bağlamında kitleleri, mezhep karşıtlarını baskı altında tutma. Göz korkutma. Tatbikat
budur.
Bu ahval ve şeraitte dine dörtte bir derkenar, unutulur;
“De ki; Ey kâfirler. Sizin
taptıklarınıza ben tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak
değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim
dinim banadır.”
Anayasal güvence altına alınmış olsa da, Kafirun hep ayni
merkezdedir. Yani mesajı anlamamak, emrolunanı işine geldiği şekilde
yorumlamaktır. Merkezi kuvvetle mevcut dine müdahale…
Sonra dini araçlaştırıp, lafta din odaklı keyfe keder
yönetimler kurmak. Asla inkârcı olmayanları bile, uyguladıkları ölçü çerçevesinde
inkârcı sayarak küffarcı bir yola koyulmak. De ki Kafirun olsunlar. Kime ne?
Meziyetmiş gibi iş tutulan dünya toptan kafirun.
Öyle olunca, ‘Birlik’ sembolünü hiçe sayan, inanç ve
vicdan özgürlüğünü yok sayan bir idari modelin, dine gerçekçi bağımlılığı ve
ileri sürdüğü mana dünyası elbette sorgulanır. Sorgulanmalıdır. Çünkü dinde
olmayan din bilginleri sınıfına aşırı hürmet, hükümranlığı ve buyrukları da
çarpıtır.
Böylece dine uygundur değildir, hiç tartışılmayan
fetvalarla güdümlenenler, olur olmaz hadislerden etkilenenler bu Kafirun
dönemlerinde uyduruk ve kesinlikle dine uymaz eylemlerde bulunurlar.
Bulunmaktan hiç çekinmezler. Dinci kılıklı arsızlıkla kapı çarpılamayı, atılan
çarpıları halletmeye dönük teşkilatlanmayı kendilerine özel hak zannederler.
Ve bu haksız ısrarcılık iktidara boyun eğiş yerine
zamanla başkaldırıyı günceller…
Öyle ki Kafirun’u dahi doğru, dosdoğru okumaktan aciz,
mealini bilmez, bilse de anlamaz bu cenah, durmaksızın milletin dini, inayeti, Diyaneti
ile oynar. Dinsel alandaki her türlü müdahaleci tutumu meşrulaştırır. Meşru
görür.
Kula kulluk bağlamında bağımlılığa ezcümle; “ Kul yâ
eyyuhe’l-kâfirûn…”
On yıllardır oluşturulmaya çalışılan dini hiyerarşi ve
iktidarı ele geçirme tutkusu ile pekiştirilen itaatçılar, aslında zamanla ‘Birlik’
ilkesine de ters düşer hale gelirler. Tanrı ile kul arasına giren bir azgınlaşmaya
tutulurlar.
Kafirun dönemecindeki bu işaret diliyle tapınma aslında
ciddi bir yol ayrımıdır. Yoldan çıkıştır. İnkârcı görünmeyen inkârcılardan olma
çarpılmasıdır. Kutsal çağrıya aldırmayışla kafa üstü çakılmadır.
Denir ki; “…Lekum dînukum veliye dîn.”
TEK PARTİ İNCELİĞİ
İktidarı yücelten, muhalefeti de yükselten çok
çeşitliliktir. İşte ince çizgi bir araya getirilen bu farklılıklardır. Yani
devlette aslolan tek tip yerine, özgür düşünce denizidir…
Kurtuluş Savaşı düşünsel çeşitlilik ile kazanılmıştır.
Farklılıkların bütünleşmesi ile. Birinci mecliste öyle. Tek parti dönemi de.
Hepsinde de çoğulcu bir gelenekten beslenilmesi nedeniyle başarı sağlanmıştır.
Başarıyı etkileyen, yüz yıllarca çok çeşitlilik barındıran bir kültüre
aşinalıktır. Çeşitli milletlerin aynı çatı altında yaşamışlık alışkanlığıdır.
İşte asla yok edilemeyecek olan, bu çeşitliliklerin
uzlaşısıdır...
İlk meclis, Meclis denetiminde Kurtuluş Savaşı ve yeni
devlet kurma, parçalara ayrılmış vatanın ve ayrıştırılan milletin egemen
güçlere isyanıdır.
Tek parti dönemi ile süren zaman diliminde ise iktidar ve
muhalefeti ortaklığa zorunlu kılan Anadolu'da verilmiş olan anti-emperyalist
silahlı mücadeledir. Asker, politikacı veya asker politikacı, sivil temelde
kurulan yeni yapının o silahlı mücadeleyi iliklerine kadar yaşamasıdır. Ve
anti-emperyalist ideolojinin iktidara taşınmasıdır.
Yani yıllar yılı milliyetçi komünist, muhafazakâr liberal,
ıslahatçı birlikçi düşünce akımlarının anti-emperyalist bir çizgide buluşması,
amaçta birliği getirmiştir. Ortak bilinç, ortak nokta vatan savunmasıdır.
Cumhuriyetin devamlılığının sağlanması da. Bu keskin iradeli beraberlik ve
egemen dünyaya karşı çıkış, çok partili rejime geçişe kadar sürdürülmüştür.
Tek parti rejimi sonrasında, bağımsızlık ve sulh üzerine
kurgulanmış siyasal yapı iç ve dış müdahaleler ile yıpratılmıştır.
Bağnazlaştırılmıştır. Tasfiye edilmiştir. Muhtıra ve faşist darbeler ile
devlette millet de köklü değişimler yaratılmıştır. Dış dinamiklerin güdümünde
üstyapılar dizayn edilmiştir.
Daha kuruluşundan itibaren, yeni rejimin krizler doğurduğu,
resmi ideolojinin bildik özgürlükleri kısıtladığı savı ile Cumhuriyet yıllarca
tartışmanın merkezine oturtulmuştur. On yıllarca bu merkezde laftan tespitlerle,
çok renkli ve çoğulcu sistem karalanmıştır. Ve karşıtları yaratılmıştır.
Kurtuluştan bugüne güç dengeleri üzerinden çeşitliliğin
uyumu bozulmuş, farklılıklar hep kaşınmıştır. Çarpık mekanizmanın ürettiği
siyasal özneler sıklıkla bu merkezde kullanılmıştır.
Öyle ki rejim için en vazgeçilmez unsurlar, zararlı zarar
verici konumlara getirilerek tarihi muhataplıklar yok edilmiştir.
Yüz yıl önce canla başla kurulan, dünyada ilk ve tek devlet,
anti-emperyalist savaşların öncüsü bir millet, mikro milliyetçi projelerle
ayrıştırılmıştır.
Yani emperyal güç ve egemen sermaye, bir türlü unutamadığı
yüz yıl önceki yenilginin acısını çıkarma gayesini daima diri tutmuştur. Vahşi
kapitalizm tek parti döneminden sonraki yılları incelikle dizayn etmiş ve nihai
aşamada memleketi yine tek parti sürecine hapsetmiştir.
Ancak bu tek parti dönemi ilkinin tersine, düşünsel
çeşitliliği kültürel farklılıkları yok eden ve kampları daha da katılaştıran
bir politikayla yoğurulmuştur.
Gelecek adına asıl tehlike işte budur…
YOK ASLINDA BİR BİRİMİZDEN FARKIMIZ
Çocukken yeni tanıştığımız insanlara nerelisin demezdik.
Sormak aklımıza gelmezdi. Nereli olduğu bizleri hiç mi hiç ilgilendirmezdi.
Ailemize sonradan katılan şahısların bile hangi dine veya mezhebe mensup
olduklarını sorgulamazdık. Bilemezdik. Bizim için önemli olan onların iyi insan
olmalarıydı…
Önemsenen iyi insan, doğru karakterlilik ve aile içindeki
duruşlarıydı. Bizlere olan yakınlıkları çok önemliydi. Çocuksu saflıkla
severdik herkesi. Bu çocuksu sevgi büyüdüğümüz zamanda sürerdi. Ve hala
sürmekte…
Büyüklerimizin anlattığı anılar içerisinde en anlamlı olanı
gayrı müslim olan komşularıyla olan anılarıydı. Anlatırken yüzlerindeki ifade
sıcacık olurdu. Ve yoğunlukla anlatılan onların içtenliklerini sergileyen
konulardı...
Ülkede maalesef yine gündem, mezhep tartışmaları. Bu kadar
anlamsız konuyu ısıtıp ısıtıp önümüze sunmalarının sebebini hepimiz
bilmekteyiz. Ayrıştırmak amaçlı. Gündem değiştirmek amaçlı. Böyle olduğu
kesin...
Başarılı oluyorlar mı bazen. Ancak daha çok birbirimize
kenetlendiğimiz de kesin…
Önemli olan bu densizliği kimlerin neden yaptığı. Türkiye
Cumhuriyeti bu ayrıştırmaların yapılmasını hak etmiyor. Asıl acı işte burada
gerçekleşiyor. Bu densizler kesinlikle bizden ayrışıp, kendi acımasız çukurlarında
yaşamaya mahkûmdurlar. Yine de ayrıştırmaya devam edeceklerdir. İsimlerini
tarihe kara kara yazdırmak pahasına. Hem de kalın, kalın puntolarla.
Hiç unutulmayacaklar. Çünkü aynı hatayı yapmaktan, kötü
örnek olmaktan bir türlü vazgeçmiyorlar. Ama mutlaka bir gün yaptıkları çıkacak
karşılarına...
Ben bu ülkeden başka bir yerde yaşayamam...
Bu kadar çok kültürü,
rengi bir arada barındıran ülkemizi bu kadar kolay harcamak ancak vatanını
sevmeyenlere mahsustur…
Hani hep derlerdi ya, Türkler çok misafirperver, iyi
niyetli, temiz yürekli. Şu dönemde hiç bir şey eskisi gibi olmasa da, ben
inatla diyorum ki evet, Türk insanı hala çok temiz, yürekli, hala çok içten ve
hala yok aslında bir birimizden farkımız.
Evet, yok aslında bir birimizden farkımız. Hepsi bu, gerisi
safsata…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder