EGE MARMARA,
AKDENİZ KARADENİZ…
Suni bir kanalla Marmara'yı Karadeniz’e açmak aslında
Çanakkale Boğazı vasıtasıyla başta üç Denizi bir deniz eylemektir. Belki de
henüz açıklanmamış bir kanal da oraya vurulur. Yeni kanal açılır. Sanki
emperyal sinsi amaç Montrö üzerinden Türkiye'nin elini zayıflatmak. Montrö’yü
delerek Amerika'yı Karadeniz karasularına sokmak. Hem de topuyla, füzesiyle,
conisiyle, 6. filovari savaş gemileriyle…
Hedef memleket faydasına veya rant ekonomisi gösteriliyor
ama dayatma ve restleşme seviyesine bakıldığında işin daha ileri bir aşamada
seyrettiği ortaya çıkıyor. Şimdi muhalefete yumuşak
davranılıyor ama muhalefet gelişip yaygınlaştıkça baskın güç kullanılacağı da apaçık.
Bu suni kanala ticari perspektiften bakarak olur verenler, kanal açıldığında n’olur
kesinlikle düşünmüyorlar, bilmiyorlar.
Milyarlarca dolar
harcanarak kurulacak kanal çevresine yepyeni bir yerleşim merkezi neden ve nasıl
kurulur bakmak lazım. İncelemek lazım. Sadece suyolu işletmeciliği değil, yerli
yerine daha başka neler yapılacak bir irdelemek lazım. Bu fikri projeyi teknik
açıdan denetlemek lazım.
İlerisi gerisi
düşünülmeden rantçı kafa ve çokuluslu girişimle açılacak bu suni kanal projesi,
Ege, Marmara ve Karadeniz’i tek Deniz yapar belki ama memleket güvenliği de
tehlikeye girer. Doğudan, Batıdan, güneyden gelen tehditlere kuzeyden de
gelebilecek olanlar da eklenir. Sözün özü, ısrar edilen kanal yarıldığında büyük
felaketlere neden olacak, çok ağır jeopolitikal sonuçları olacak yanlış bir tutumdur.
Öyle ki, Montrö geçerliliğini
yitirir ve memleketin üç tarafı Deniz suları üzerinden yolgeçen hanına döner.
Ege, Marmara ve Karadeniz’in, hatta Akdeniz’in suları bu suni kanal sayesinde ısınır.
Sıfır noktası kurulur. Yani bu kanal yeni bir Boğazlar Anlaşması gerektirir.
Deniz hakimiyeti elden kaçar.
Bu suni kanal bahanesiyle
okyanus ötesinden demir alan savaş gemileri, Karadeniz'de demir atacak liman ararlar.
Yani şimdilik dünyada tek istisna kalan, Karadeniz dahi Amerikan gölüne döner.
Artık bunu kim ister, kim
istemez zaman gösterecek. Ama taraflar hareketlenme öncesi erketede. Proje
Amerikanvari. Önce içerideki muhalefet kırılacak, sonra dışarıdan destek
aranacak. Çıkar odakları devreye girecek.
Öyle veya böyle bu kanal
vurulunca Akdeniz’den Ege’ye, Marmara’dan Karadeniz'e düşman ülkeler, düşman kardeşler
içten dışarıdan hayatı etkileyecek. Egemenlik hakları da tehlikeye girecek.
Bu suni kanalın rotası,
doğayı da yüce davayı da tarumar edecek. Marmara’yı bölecek, Trakya’yı öksüz
bırakacak. Yabancılaşma Karadeniz'e taşınacak.
Marmara’yı Karadeniz'e birleyecek
bu uçuk suni kanal çevresindeki araziler de, katarlılar başta araplara geçecek.
Kanalın açılma ihalesi de Çinlilere verilecek. Geçiş hakkı önceliği de Amerikalılara
verilecek. Vatan evlatlarının payına düşecek ise asgari derecede maliyete
katılım ve projeye asgari ücrete amelelik olacak…
Yoğun tartışılması gereken suni bir kanalla
Marmara'yı Karadeniz’e açmak aslında kanal ötesi bir yaratı. Sinsi gaye Çanakkale
Boğazı vasıtasıyla dört Denizi bir deniz eylemektir.
Make; Marmara, Akdeniz, Karadeniz, Ege.. Dört
deniz koca bir göl…
İSTANBUL MARMARA, MARMARA
TÜRKİYE'DİR...
İstanbul
Marmara, Marmara ise Türkiye’dir…
Marmara’dan
Karadeniz'e açılacak bir kanal, Çanakkale Boğazı’ndan giren ağır silahlarla
donatılmış, jetler yerleştirilmiş harp gemilerinin rahat seyahatini sağlar. Çünkü
Montrö anında tarih olur. Kıble şaşar. Şimdinin erleri, bu gün olmaz diyenler
de vakti zamanı gelince, bu gel geç kolaylığına selama durur. Özellikle 6. Filo
benzeri Amerikan filolarına…
Hemen
peşinden şu cennet memleketin tüm kuruluş belgeleri sırasıyla tartışmaya
açılır. Tehlike çanları çalmaya başlar. Tıpkı tam 100 yıl önce Marmara'ya doluşan
emperyalist harp gemileri gibi. Fiili işgal
başlar.
Durum,
kaçak kule, asma köprü ve çılgın kanal derken el altından aynı oralara varacak
gibi...
Kıytırık
çed raporları, İstanbul'un bağrına zehirli bir hançer saplama girişimini
onaylıyor. Bu gidişten geri durulmadığı takdirde devlette devamlılık esastır genel
algısı da sekterlenecek. Ulusal çıkarları yok edecek vasıfta, bu ucuz yapacağız
tutturuşu ve tutkusu siyasal tarihin en büyük ayıbı olarak kara kaplıya
işlenecek.
Kanal
yapılsa da yapılmasa da, yapılsın veya yapılmasın, kalkışması bile vicdanlarda,
özellikle kamu vicdanında asla aklanamaz yaralar açacak. Bu tapınakçı zihniyet
kurgusu kanala, geçit veren hevesliler, proje ileride akıl ötesi sonuçlar
doğurduğunda da kaçacak kanal bulamayacaklar. Sıraya çekilecekler.
Mevcut
kanalizasyonlar bile bu cinayeti işleyenleri veya cinayete ortaklık edenleri
taşımayacak. En modern arıtma düzenekleri bile bir seçim geçim yatırımı olduğu
açık projeyi artmayacak. Bu çılgın girişimcileri arıtmayacak. Yani çılgın proje
adı altında dış kredi arama ve sağlama çılgınlığı asla affedilmeyecek…
Büyük
çılgınlık gerçekten. Marmara’dan Karadeniz'e bir kanal açarak arap
coğrafyasının ekâbirlerine vurgun vurdurmak elbette dünyanın en büyük
çılgınlığı. Akla hayale sığmaz proje çılgınlığı. Hedef iki bölgeye de hükmedecek
sermayenin hacıağa babalarına, yapay deniz manzaralı dünyalıklar kurmak. Yüz,
150 milyar dolarlık bu kanal projesiyle, Amerikan piyadelerinin gözetiminde ve
korumasında, geleceğin dünya kaçaklarına lüks konaklama imkânı sağlamak.
Bu
kanal projesi öylesine sağlıksız ve imkânsızı bağlama ki, Trakya'yı memleketten
koparacak. Balkanya komşuluğuna hapsedecek. İstanbul’u ikiye bölecek. Marmara
suni yoldan Karadeniz'e bağlanarak İstanbul'un bir yanı yabancılaştırılacak. Şehrin
iki yakası kurulacak. Anadolu toprakları daraltılacak.
Yani
yerli ve milli olmayacağı baştan belli bu kanal operasyonu ile hiçbir tehlike
arz etmeyen Karadeniz'den de düşman kuşatması başlayacak…
İstanbul
Marmara, Marmara ise Türkiye’dir…
Marmara,
maddi manevi kaynakçalık adına Türkiye'dir. Bu suni kanal dört bir yanda düşman
yararına işleyecek. Kaynaklar el değiştirecek. Açıkça emperyalist proje havası
estiren bu projeye, acı verecek bu neşter yarasına sessiz kalmak bölgesel bir
depresyonun uzantısıdır.
Yani
sadece İstanbul özelinde bir karşıtlık olamaz. Yalnızca Büyükşehir Belediye
Başkanı direnişiyle çılgınlığın önü alınamaz…
Diğer
yandan Marmara’yı Karadeniz'e bağlayacak bu yapay boğaz etrafında kurulacak vaha
hariç, kilometrekarelerce çorak çölsü arazi yaratılacak. Marmara’nın İstanbul
başta diğer illerine de katmerli zarar verecek. Marmara ve Karadeniz kıyıları
Amerikanlaşacak. Tarih tekerrürden ibaret misali Türkiye toprak kaybeden Anadolu’ya
hapsolacak.
Çanakkale
Boğazı’ndan giren, Marmara’yı bir çırpıda geçip soluğu Karadeniz’de alacak.
Yani
bu çılgın kalkışma Ege, Akdeniz, Marmara ve Karadeniz’i yakından ilgilendiren
bir toplu intihardır. Resmen öz kıyımdır. Öze kıyımdır. Kimse boş verdimci davranamaz.
Meseleye siyasi bakamaz. Para pul ile açıklayamaz. Böyle yasal veya yasa dışı bir
hak yok.
Ey
İstanbullu, İstanbul Marmara, Marmara ise Türkiye’dir…
KARADENİZ
KARADENİZLİLERİNDİR
Karadeniz'in
hâkimi Karadeniz'e kıyısı olan ülkelerdir. Büyük ortağı olunan bir göl denizdir
Karadeniz. Girişi çıkışı, Montrö ile güvence altına alındığından boğazlardan
elini kolunu sallayarak kimse geçemez. Karadeniz'e kolaylıkla giremez. Dünyanın
jandarmalığına soyunan, ileri demokrasi götürücü Amerika, hiç giremez. Girse de
silahsız, sınırlı süreli, maksat beyan ederek. Girer ve çıkar…
Şimdi
Karadeniz'den Marmara'ya İstanbul üzerinden bir kanal vurularak Amerika'ya aşkın
hizmette sınıf atlanıyor. Büyük olasılıkla
Montrö bozulacak. Lafta parayı veren geçecek. Karadeniz savaş gemileri yüzen
bir göle dönüştürülecek.
Sanki
şimdinin projesi de değil gibi. Yüz yıllık. On on beş yıldır yeniden kafaları
kurcaladığı da apaçık. Arap sermayesi kanal güzergâhında, milyonlarca metrekare
toprak almaya daha on yıl öncesinden başlamış. Gerçekler ortaya çıktıkça atarlanmaya
hiç gerek yok. Savunusu yersiz. Proje açık. Şahsı şeyhi, yandaşı yakınları çok
önceden çılgın proje civarında yer kapatmış.
Yani
bu kanal ile Karadeniz, Karadenizlilerin olmaktan çıkacak, çıkarılacak...
Diğer
yandan İstanbul'a vereceği zararlar hat safhada. Hem de ne zarar; tarihe darbe,
doğayı tahrip, barajların devre dışı kalması, susuzluk, deprem tetiklemesi,
ekolojik dengenin bozulması, coğrafi yapıda köklü değişiklik, geri dönülemez
tahribat ve yüz yüz elli milyon ton hafriyat...
Ormanlar,
sulu tarım alanları, Uçan canlıların göç yolları, Deniz canlılarının üreme
alanları yok olacak. İnsani yaşam zorlaşacak…
Bu
çılgın kanalizasyon etkisi ile ilk başta Karadeniz, Karadeniz Ülkeleri,
Karadenizliler kaybeder. Sonra İstanbul. Daha sonra misak-ı Millî içindeki
millet...
Kazananlar
ise rantçı üç beş yandaş, Amerika, Katar ve benzeri orta doğu ülkeleri ve
küresel sermaye…
Çılgın
projeye makul, mantıklı ve bilimsel bir izahı olmadan girişilmiş olduğu da belli.
Sanki Karadeniz ile Marmara arasına, Amerika korumasında 1-2 milyonluk bir arap
birliği kantonu kurulması için çaba sarf ediliyor. gizliden gizliye dosta düşmana toprak
satılıyor.
Karadeniz
Karadenizlilerinken, yarın Amerika savaş filoları, egemen sermayenin ticaret
filoları bu kanal ile Montrö’yü delecek. Sonra Karadeniz'de yıkımlar, yangınlar
ve kurgu felaketler ile çıplak kalan araziler de imara açılacak. Ortadoğu
ülkelerinin kara parasına yatırım imkânları yaratılacak.
Bu
acayip bir soygun sistemi. Vahşi kapitalist sistem, çılgın kanalizasyon projesi
ile dağıtım kanallarını çoğaltacak…
Karadeniz'i
Marmara'ya bağlayacak, İstanbul'u perişan edecek bu kanal ile gelecek yabancı sermaye
ve sıcak para akışına, Karadeniz’in geleceğinden vaz geçiliyor. Mevcut iktidarı
3-5 yıl daha rahatlatacak diye memleketin geleceği pazarlanıyor.
Unutulmamalı
Karadeniz Karadenizlilerindir...
Onun
için kendini, kentini, Karadeniz’i kurtarmak için, Karadeniz'i Karadenizlilere
bırakmak için, memlekete ihanet projesi olduğu açık kanala, kazma vurdurmamak
lazım.
Çünkü
bu vurdumduymazlıkla Marmara ve Karadeniz biter. Elden Gider. Kanal civarı da
toptan arapların olur.
Acı
gerçeği görmek lazım. Sonrasında hepten geç kalmış olmamak için...
KANAL İSTANBUL...
Britanya Türk Gazeteciler Birliği, geleneksel
yeni yıl yemeğinde, çalışmalarını Londra'da sürdüren Türk gazeteciler bir araya
geldi. Yemekte, yıllarca Hürriyet
gazetesinin İngiltere Temsilciliği'ni yapan usta gazeteci Faruk Zabcı'ya
meslektaşları tarafından "vefa ve saygı plaketi" verildi. Yemeğe BTGB
Kurucusu ve Onursal Başkanı Gazeteci yazar Mustafa Kemal Erdemol da katıldı...
İngiltere'de çeşitli gazetelerin Londra
muhabirleri ve temsilcilerinin katıldığı etkinliğe BTGB Kurucusu ve Onursal
Başkanı Cumhuriyet yazarı Mustafa K. Erdemol, Faruk Zabcı, BTGB Onur Üyesi
Birol Yiğitcan, BTGB Başkanı Metin Güneş'in yanısıra, gazeteciler Mihrişah
Safa, Nevsal Elevli, avukat-gazeteci Aynur Gökyıldız, Rahati Başar, Celal
Sönmez ve Halil Yetkinlioğlu ile BTGB dostları Gülçin Aydın Dural, ressam
Cevdet Akman, Ayten ve Ray Story, Cem Ulutuncel, Alaattin Güraslan ve Umay
Yiğitcan katıldı.
BTGB Başkanı Metin Güneş yemekte yaptığı
konuşmada artık geleneksel hale gelmiş olan Noel yemeğinde yeniden birlikte
olmanın mutluluk verici olduğunu belirterek, "Aramızdaki dayanışmayı,
sevgiyi yitirmediğimizin en iyi örneği bu buluşmalar oluyor" dedi."Bu
gece iki arkadaşımıza özel olarak hoş geldin demek istiyorum. Uzun zamandır
aramızda göremediğimiz gazeteci ağabeyimiz Faruk Zabcı ile artık Türkiye'ye
dönse de hep özlediğimiz arkadaşımız Mustafa K. Erdemol hoş geldiler"
diyen Güneş konuşmasını, "Nice Noel yemeklerinde buluşma dileğiyle"
sözleriyle bitirdi.
Bu proje; yalnızca ihale yoluyla birilerini
zenginleştirecek, ihale üzerinden biri ya da birilerinin alacağı komisyonlar
nedeniyle bir rant projesi olmaktan öte bir projedir.
Bu proje; Arap Emirliklerinin diktatör
yönetimlerine özenen bir kafanın ve yönetim özleminin ötesinde bir projedir.
Kanal İstanbul'la doğal yaşamın katledilmesi, bitki ve canlı yaşamına ölümcül bir darbe vurulması, İstanbul’un su kaynaklarının en önemli bölümünün neredeyse yok edilecek olması söz konusu.
Bu projeyle, zaten bilinçli bir biçimde yok edilme noktasına getirilen Türkiye tarımının önemli ayaklarından birisi olan Trakya'nın bitirilmesi söz konusudur.
Projenin 100 milyar TL'yi aşacak olan maliyetinin ise, zaten derin krizde olan ülke ekonomisini felakete sürükleyeceği, açlık ve yoksulluk sınırında yaşam savaşı veren milyonlarca emeğiyle geçinen insanımızın sırtına yeni ve taşınamaz yükler getireceği apaçık ortadadır.
Yeni beton yığınıyla o bölgeye taşınacak olan 1,5-2 milyon nüfusun yaratacağı trafik yoğunluğuyla İstanbul trafiğinin iyice içinden çıkılamaz bir noktaya gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
20 bin kamyonla taşınacak olan milyarlarca metreküp hafriyatın çevre ve trafik açısından getireceği sorunlar devasa olacaktır.
Ama asıl önemlisi; Kanal İstanbul Projesi, ABD’nin Montrö nedeniyle dilediği gibi çıkamadığı Karadeniz'e rahatça savaş gemilerini çıkarabilmek için dayattığı bir projedir.
Böylelikle ABD, Rusya’nın at oynattığı bir alanda karşısına dikilmek ve onunla bilek güreşi yapabilecek bir noktaya gelebilmek özlemini giderebilecektir.
Bu da Karadeniz'in son derece tehlikeli bir biçimde ısınabileceği anlamına gelmektedir.
Bu iki dev gücün bilek güreşini daha da ileri noktalara taşıması bölge ülkeleri açısından çok vahim sonuçlar doğurabilecektir.
Unutmamak gerekir ki; filler tepinirken olan çimenlere olur...
KANAL İSTANBUL (1)
İstanbul üzerinde askeri siyasi ekonomik rantsal ekolojik çevre turizm konularında hem içerden hem dış kaynaklı oyunlar oynanıyor. Yazık olacak…
İktidar sıkışınca kriz hat safhaya çıkınca halkın dikkatini başka yönlere çekerek durumu idare etmeye çalışıyor. Krizin büyüklüğüne göre gündemi belirliyor.
Kriz büyükse dış konularda İsrail düşmanlığını iç konularda kanal İstanbul’u tartıştırıyor.
Belli ki hükümetin İstanbul halkının yararına bir planlaması yok. İpin ucu kaçmış durumda. Ranta dayalı yağmalama düzeni hâkim.
İBB’yi çalışamaz hale getirip yetkilerini elinden alıp işlevsiz hale getirmeye çalışıyorlar. Para kredi konusunda bize güvenmeyin başınızın çaresine bakın diyorlar. Diğer taraftan belediye personel alımını biz belirleyeceğiz diyorlar. Tabi ki olan İstanbul halkına olacak.
Aslında hükümet kendi ayağına kurşun sıkıyor. İstanbul halkı bu gelişmeleri dikkatli takip ediyor. Oysaki İBB ye yardımcı olmaya çalışsaydı İstanbul halkını cezalandırmasaydı puan toplar takdir görürdü.
Ankara ve İstanbul’daki başta imar suçları önümüzdeki dönemde Ak partinin başını hayli ağrıtacak. Sözün özü yerel seçimle iktidar oldular. Yerel seçimle gidecekler.
İstanbul’un şuan nüfusu 16 milyon bu sayı gittikçe artıyor. Ranta yağmalamaya yönelik anlayış İstanbul’u çok büyük bir felakete götürüyor. Devasa sorunlar karşısında çözümsüzlük noktasına çoktan geldik geçtik bile.
Ne olacak bu İstanbul’un hali? İstanbul büyümeli mi, yerinde mi saymalı geleceği nasıl olmalı hedefleri ne olmalı. Sorunlar ortada peki çözüm nasıl olmalı?
Gelecekteki İstanbul tarihin turizmin sporun başkenti olmalıdır. Yeni cazibe merkezleri yaratılmalıdır. Örneğin 5 milyonluk Kırklareli, Edirne vb. İstanbul’daki fabrika ve sanayi işletmeleri buralara taşınmalı. Yeni cazibe merkezleri asla deprem riski olan yerlere yapılmamalıdır.
Bu durum İstanbul’a göçü frenleyecek insanları yeni yerleşim yerlerine yönlendirecektir. İstanbul asla büyütülmemelidir. 40 sene sonra İstanbul’un nüfusu 60 milyon olacaktır. İstanbul’u bu rakamı asla taşıyamaz. Hedef İstanbul’u küçültmek olmalıdır.
Bugün var olan su kaynaklarını rant uğruna yok etmek yeni imar alanları yaratmak ormanlarını yok etmek ekolojik dengesini bozmak gelecekte felaket olmaz mı? 6.5 şiddetindeki ve üzerindeki bir depremde milyonlarca insanın ölümüne sebep olmak davetiye çıkarmak düşünmesi bile facia.
Melen barajında ciddi problem var. Gövdesi çatlamış baraj su tutmuyor. İstanbul yağışta almazsa ciddi su sıkıntısı yaşayacak gelecek yıllarda. Melen barajının su tutmamasının suçlusu kim. Kamuoyunun neden gündeminde değil. Suçlular ve bunu yapanlar hakkında neden işlem yapılmıyor. Hani İstanbul’un 2050 ye kadar su sorunu olmayacaktı.
Bir acı gerçekte mevcut İstanbul’daki barajların ömrünü tamamlaması. Ömerli’den Terkos’a, Alibeyköy’den Çekmece’ye barajların dibinde korozyon tabakası oluşmuş suyla toprağın teması kesildiğinden dolayı zehir üretmektedir. Denizden su basarsan olacağı budur. Elmalı barajı devre dışı. Sazlıdere barajını da Kanal İstanbul için imha et. Yandı gülüm keten helva.
Peki, bu sorunların sebebi yeni başkan İmamoğlu'mu geçmişte yönetenler mi?
Bu şehrin geleceği kurban ediliyor. Gelecek nesiller Istanbul'u yönetenlere bu kararı alanlara aferin demeyecekler bu kesin.
Gelecek yazımda Kanal İstanbul’u basında tartışılmayan yönlerini yazacağım.
Hoşça dostça kalın.
STATÜKOCU KONGRE
Kongreler ve kurultaylar kronolojisinde yerel süreç tamamlandı. Sonuç statüko
korundu…
Siyasal ömrünce doğru siyaset yapanlar da, diğerleri de toptan kaybetti. Bir
kayıp kongre daha. Etiket siyaseti yapanlar da iki yıllık eforu bir ayda sarf
ettiler. Şimdi bolca dinlenirler. Gözden kaybolurlar. Despotik diyet zamanı ise
bir bir ortaya çıkarlar.
Yine yıpranmış örgüt eleştirisi ve kısır çatışmalar kongreye taşındı.
Otantik paylaşımlarla facebook siyaseti, gerçek siyasetin önünde seyretti. İdeoloji
ve disiplin, kimlik bunalımı ve kabileci siyasiler yüzünden iyice unutuldu. Hipnotik
ve mistik tertipler ile iç siyasete yön verildi. Evrensel değerlerden bir adım
daha uzaklaşıldı.
Bu siyasal boyut, beklenen eylemlilik ve siyasal patlamayı
gerçekleştirmekten çok uzaktı. Ezber bozan bir itiraz ortaya koymaları mucize,
hangi kurguya çanak tutacakları ise besbelliydi. Çünkü dünyayı algılama da
yoğun eksiklikleri bulunan bir düzenek oluşturuldu. Umut, evrim, değişim,
devrim laflarda kaldı. Yenilenmeyi gerçekleştiremeyecek kalıtsal hastalık hâkim
kılındı.
Kongreler ve kurultaylar kronolojisine, kronik bir hasar daha kaydedildi.
Kongrenin merkezine bir çatışma ve ucuz rekabet yerleştirildi. Çöküş odaklı
kapışmalar, otoriteyi benimseyen kurgucu yapıyı yeniden kurdu.
Öylesine gerçekleşen, statükoculuğu bariz kongrede, blokçu atraksiyon tutku
ve yetki arasına sıkıştı. Yanlı ve muğlak bilgiçlik vazgeçilmez hatalar yaptı. Komplesi
hataların büyüsüne kapıldı. Atışma yayıldı. Ve motivasyon düştü, bloklar
çözüldü.
Yani aradan sıyrılma senaryosu tuttu. Kongre cambazlığı mevcuda isyanı bir
kez daha bir güzel uyuttu. Çağdaş politika koşullanmasının önü kesildi. Tekelci
bir zihniyet oluştu ve tepkici çoğunluk politik güce dönüşemedi.
Gerçi ömrü doğru siyaset yapmak doğrultusunda geçenler bu sonu en baştan
gördü. Bildi ve uyardı. Ancak baştan savıcı hâkim algı, geri adım atmadı. Yanlışta
ısrar etti. Destek için gerekli sempatik imaj ve güven bir türlü kurulamadı.
Kongreye rasyonel bir içerik de sunamadı. Diğer yandan içi boş zıddına siyaset,
bahisçi yığılma odaklı karşıtlık akılcı aktarım sağlayamadı.
Ve provokatif kongrecilik hem kazandı, hem de kaybetti…
Kurultaylara dönük kongreler kronolojisine, elbirliğiyle bu siyasal travma
ve yaygaracı kongre eklendi. Zamanında istikrarsızlığı perçinleyen gelenekçi siyaset
anlayışının da işi bitti. Ve güç zehirlenmesinin devamına karar verildi. Meşhur
kongre kılavuzluğu da siyasi mezarlık oldu.
Kongreler ve kurultaylar takvimine ilişkin yerel tahmin tuttu. Tahlili tek cümle; siyasi üslup ve kongre
fenomenliği dip yaptı…
Yerelde kifayeti kongre, kifayeti siyaset, kifayeti parti içi demokrasi. Sırada
statükoyu tescillememesi beklentisiyle gidilecek İl Kongresi var…
GAF
Bu kadar
derde müptela edip, acıyı miras bırakanlar neyle büyür, gaf ve yanılgılarla. Dünyanın en zor
işi, bilinçaltındaki yanılgıyı doğruya çevirebilmektir. Yapılan gaflardan
dönmek ise imkânsızdır. Ancak çok kolay halledilir bir toplum olduk son
yıllarda…
Kongreler süreci
yaşıyor CHP. Daha delege seçimleri sırasında umarım yanılırım diyerek, sosyal
medyada şu anekdotu aktarmıştım. Şimdi makaleme alıyorum:
“Rahmetli İsmet İnönü bir genel seçim
öncesi, Diyarbakır meydanında halka seslenirken derki:
- Güneydoğuda toprak reformu yapacağım, oylarınızı ona göre kullanın…
Seçimler biter bir süre sonra tekrar Diyarbakır’a geldiğinde hatırlatırlar;
- Paşam seçim öncesi toprak reformu yapacağınızı söylemiştiniz.
- İnönü: Evet dedim ama siz yine toprak ağalarını seçtiniz, demek ki toprak reformunu istemiyorsunuz.
Evet, Kongre süreci
işlemeye başladı. CHP kurultaya gidiyor. Umarım bu süreçte yine delege ağaları
seçilmez…”
Zaten iş yaşamında ve
siyasette hiçbir şey gizli kapaklı kalmaz. Birkaç ilçe sonucuna bakıldığında
her şey anlaşılıyor. Sanki bu anekdot yine geçerli. CHP üyelerinin büyük bir
bölümü su kaçağı gibidir, boşa akarlar. Delegeler enerjilerini parti içi
tartışmalarla geçirirler. Ve CHP bir türlü düzelmeyince de, Türkiye düzelmez.
Oysa nefret ve cehaleti, sevgi ve bilgi yener. Kesinlikle
yener…
Ancak, bir zaman önce başka bir konuda dediğimiz gibi; “Akıl söylenen kurallar dizgesinin dışına
çıkmayarak, aforoz edilmenin önüne geçer. İnancın metalaşıp
ticarileştirilmesine, iktidarın ele geçirilmesi için siyasallaşmasında bir
mahsur görülmez.
Egemenlik, akıl
numaralarının resetlenip güncellenmesiyle, komplo teorileriyle beslenip toplumu
birbirine kırdırıp, sisteme entegresiyle devamlılık arz eder…”
Tam da dediklerimiz
gerçekleşiyor…
Diğer yandan gaf ve
yanılgılar unutuldukça devamlı laf. Devamlı gaf. Hikâye şu;
Bizim Bebe Ruhi mikrofona yetişmeyen boyuyla, kürsüden
konuşuyor. Devlet büyüğünün yağcısı da karşısında oturuyor:
Ruhi: Devlet büyüğümüz göreve geldiğinden beri bir
sürü insana iş verdi. Karşımda oturan yağcı abimiz şahittir.
Yağcı abimiz: (Oturduğu yerden) aynen katılıyorum Ruhicim.
Ruhi: Devlet büyüğümüz birçok okul yurt kreş yaptı, yağcı abimiz şahittir.
Yağcı abimiz: Aynen katılıyorum Ruhicim.
Ruhi: Yol yaptı, yolunu yaptı servis yaptı yağcı abimiz şahittir.
Yağcı abimiz: Aynen katılıyorum.
Ruhi: (Kızarak) bu yağcı abimiz yalaka, hırsız,
rüşvetçidir.
Yağcı abimiz: (Hızını alamaz-yüksek sesle) aynen katılıyorum Ruhicim.
Faşizmin dışı yaklaştıkça,
içi yaşandıkça öğrenilir. İşte o günlerdeyiz. Dost dostun
aynasıdır. Dostluğu unuttuk. Sorgulayan dürüst toplum isteyen değil
vurdumduymaz insanlar olduk.
Açıkçası Bu
kadar derde karşın hala laf ve gaf tuzağındayız…
Faşizmin
dışını yaklaştıkça, içini yaşadıkça yaklaştıkça, içini yaşadıkça görürsün.
Faşizmin
dışını yaklaştıkça, içini yaşadıkça görürsün.
CHP ESENLER BAŞKANINI SEÇTİ…
Esenler K. Topbaş Kültür Merkezi’nde yapılan CHP
Esenler ilçe kongresinde iki aday yarıştı.Mevcut başkan Bülent Ütebay ve eski
ilçe başkanı Cemal Kaya’nın yarıştığı kongrede Bülent Ütebay yeniden başkan
seçildi…
CHP Esenler İlçe Başkanlığı yarışında, Cemal Kaya:
162, Bülent Ütebay: 187 oy aldı.
Ve Bülent Ütebay bir kez daha CHP Esenler İlçe Başkanı
oldu.
KONGRE UMUDU
Tekrardan iktidar için veya tekrarı engellemek ve
iktidarı almak için yaklaşık bir ay kıyasıya köşeler tutuldu. Günler boyu
söylevler atıldı. Kafa kol ilişkiler kuruldu. İster istemez bir inanç belirdi…
Ortak inancın tarafları kaybetme endişesi ile
yüzleştiler gün ve gün. Ve kazanma arzusuyla da rahatladılar. Sonra belki de on
birde bir, ilk kez, çirkin laf atmalar, atıflar ve atışmalar havada uçuştu.
Hem de düğün salonlarından kurtulan bir kongrede, adı Kültür Merkezi olan da…
Ne yazık ki Kültür Merkezi’nde taraflar sakınmadan bel
altı aşağı vurdu. Yakışmadı. Delegeler şaştı. Kongre havası bozuldu. Ve günler
geceler boyu sürdürülen sıkı çalışmalar ne yazık ki siyasi olgunlaşma düzeyine
erişemedi. Meyvesini veremedi.
Kongreye gelenlerin izlediği bu kötü resital ve anında
değişen hava tercihleri an ve an etkiledi. Değiştirdi. Zaten kimin hesabına
çalıştığı hiç belli olmayan, isteklerini sabırsız ve tehditkâr, çok yanlış bir
içerikle açığa vuranlar sonucu etkiledi. Karaborsa kuyruğundaymışçasına oyu at
kurtul aceleciliği seçimi damgaladı.
İşin aslı el birliğiyle oluşturulan bu güven ve
güvensizlik atmosferinde pek de güvenoyu alması mümkün görünmeyen, aynı resmin
tekrar duvara asılması sağlandı.
Sağlandı çünkü azımsanan mevcuda karşı, ayrıntılı
rapor, öğreti içeren açıklamalar, anlaşılır hesap sorgusu, derin huzur,
sınırsız serbesti, hür irade ve özgürlük sunumu hiç yoktu. Hele öfke kontrolü
hiç yoktu. Daha en başta çoğunluğu elde etmiş havasında kimseye danışmayan,
sormayan, uyarılara aldırmayan ben bilirim afrası tafrası kutsal kongresel
arenaya hâkim olur sanıldı. Küçük çapta doğan kriz bile iyi yönetilemedi.
Ne yazık ki, bir cendereye sıkıştırılmış olsa da umudun
merkezi kongre ve dokunulmazlık simgesi kürsü ziyan edildi…
Umut başka baharlara kaldı. Elbette bir taraf kaybetti
diğer taraf kazandı. İşin özünde bu var. Ancak geleceğe taşınabilecek
demokratik kongre umudu el birliği ile yok edildi…
Sanki tarikat mantığı da çöktü, mevcut iktidara karşı
adı sanı meşhur ekip te tel tel çözüldü. Çözülecek ve çözülmesi gerekli
sorunlar ise yine yarınlara kaldı. Doğrusu yine belirsizliğe havale
edildi. İş Allah'a kaldı.
Bir açıdan da bu kongre, verilen siyasal vaazların
geçersizliğini kanıtladı. İman ve güven arasına sıkıştırılan tek renkli veya
çok renkli seçiciler, konuşmalara hiç bakmadı bile. Aldırmadılar dinlemediler.
Kavgalaşmalara ise can siperane taraf oldular. Sadece fedakâr fedai pozunda laf
dinlediler, gizli görevlerini bir güzel yerine getirdiler.
Sakin sessiz, ağırbaşlı sade sol kitle ve o kitlenin
mücadele aşkı ve kitlesel kavramsal birlik manzarası elbirliğiyle bir tarafa
atıldı. Bitmeyen ve bitmeyecek kavganın fitili bir daha ateşlendi. Artık bundan
sonra bu yangın sönmez. Dikiş tutmaz. Fırça darbeleri yetmez. Yama tutmaz.
Çünkü dünyanın tüm doruklarına hâkimmiş algısı yeni
dönemde, makamlara daha da yerleşir…
Diğer yandan ahkamcı kesim, özen ve dikkate davet
edildiğinde kızıp bozaran tayfa, tüccar terziye boyunun ölçüsünü aldırdı. Bu
ucuz tarife siyasetçilerinin işin sonuna gelip gelmediklerini ise süreç
belirleyecek.
Ne yazık ki olan denizin bittiğini çoktan gören,
yalnızlaştırılan siyaset yolcularına oldu...
Yalnızlaştırma sebebi görülen, her sıkışmada ileri
sürülen o yaldızlı zincirin halkaları da tek tek kırıldı. Burnundan konuşanlar
batış işaretini çaktılar. Geciken plaketleri gönül rızasıyla aldılar. Gerçi
hırçınlık ve hakaret çıtasını birlikte yükselten bir teatral gösteriyi sunanlar
ve oh olsun izleyicileri yine öz eleştiri yapmazlar. Bu pinokyol burunlu
tarafgirlik yine değişmez.
Değil mi ki, bunlar her halta zafer diye sevinirler.
Yarış diye öykünürler…
Çünkü kaleye çıkamayanlar, vadilere yerleşir ve
vedaları çabuklaşır. Ne yazık ki vaatleri bitmez tükenmez. Seçkin
savaşçılıkları ise hiç işe yaramaz. Yaramaz çünkü kurgulanan bir aylık senfoni,
bir saat içinde çöktü. Yeni seçkinler grubunu çok rahat ortaya çıkardılar.
Özgül ağırlığı belli kabiliyetlerin bir daha seçilmesini sağladılar...
Peki, bu iktidar ve intihar kavgasında, zihin ve düşün
toparlanması gerçekleşti mi, hayır. İleride gerçekleşir mi hayır. Umut hayır…
Hayır, çünkü bu kongreyle birlikte yine aynı kuşkular,
kırılmalar, alınganlıklar, kırgınlıklar, düşmanlıklar ötekiler berikiler,
asılsız bilgiler bir güzel tescillendi. Bir kongre daha umudu yedi bitirdi.
Bundan sonra bu tip kongrelerle umuda yolculuğun
başlatılamayacağı da bir güzel netleşti mi. Mi acaba?
KONGRE BİRLEŞİMİ…
Kürsü
kullananların ve kürsüye çıkacakların birbirine benzer söylemlerine ilişkin
baştan tek cümlelik bir yanıt verilirse şu olur; O işler hiç de sizin dediğiniz
gibi değil ve asla söylediğiniz gibi de olmaz.
Olmaz çünkü herkesçe
biliniyor ki; “Yukarıdan aşağıya kurgulanan bir yarış asla demokratik bir yarış
değildir. Ancak aşağıdan yukarıya gerçekleşen yarış demokrasi gereğidir ve
demokratiktir. Hatta demokratik devrimdir…”
Öyle
demokrasi havarisi kesilmek yerine yıllar yılı yapılan kongrelerde ve bu kongre
aşamasında hangi değerlerin referans alındığını vurgulamak gerek. Ayrıca kâşif
olmaya da hiç gerek yok. Çünkü yıllarca her şey gözlerin önünde cereyan etti.
Hemen hepsi birlikte yaşananlar.
On yıllardır
izlenen hep aynı biçim siyaset. Baştan kilitlenmiş, bağlanmış kitle, kaygan
zeminli politik arena ve tek hedef kazanma arzusu. Ve de salt kazanma
doğrultusunda sembolize ve minimalize edilen ortak değerler.
Geleceğe
dönük teorik tartışmalar yerine kısır pratik eleştirileri, eylem ve mücadele
pratiği yerine tekrarlanan slogansı yaklaşımlar. Hedefsiz yönelim ve yönetim
taktikleri. Sıradan soyut tanımlamalar. Reel gerçekler yerine soyut rakamlar.
Rakamlar üzerinden tanımlanması kolay, realize edilmesi zor siyadal içerikler.
Varsa yoksa
incelikli duyarlıklar üzerinden kaba saba hesaplaşmalar. Ne program, ne tüzük
ne de proje. Vazgeçilmez ilkeler, temel ideoloji ve yaratıcı teorilerin
uzağında, mevcut projeksiyona acayip anlam yüklemeler. Tutmayan hedefler
üzerinden demlenip, çıkıp yeniden umut vaat etmeler.
Yani talep
ve özlemleri bir kez daha geleceğe bırakmalar...
Kongrenin
özü, siyaset yapma işinin aslı, yine her türlü yapmacık tipe bürünebilenlere,
mevcudu benimsemişlere ve anında farklı bir kimliğe, lafta gelişmeye dönük bir
karaktere dönüşenlere kalmış. Ve onlardan çözüm beklentisi de yine delegelere
bırakılmış…
Oysa yazılan
senaryo hep ayni. Sahnelenen peşi sıra hep benzer senaryolar. Yıllar içinde
gerçekleşen olağan kongrelerin on birinin, onunda bizzat bulunmuş bir delege ve
süreci birebir takip etmiş partili saptaması maalesef bu. Gittikçe alışkanlık
yaratan bu durum, öyle yanlı tutumlarla hafifletilmeye çalışılacak ve taraf
olunup geçiştirilecek bir durum değil.
Her
defasında yaşanan veya yaşatılan, kongre öncesi ve sonrasıyla, dar kadro
zihniyeti ile gruplaşmalar. Ayrıca hücresel bölünmeler ve dağınıklık. Benzer
formda sergilenen zafer getiren zaaflar. Nedensiz ayrışma ve gereksiz
aykırılaşmalar.
Bu bağımlı
siyaset atmosferinde kısmen bağımsız kalanların, adaletli değerlendirmelerine,
doğru algılama, nitelikli anlamlandırmalarına, yarınlara umut yüklemelerine ise
kayıtsızlık, aldırmazlık ve kibir taslama...
Peşine daha
da artan uyumsuzluk. Ortak yönelimde ve eylemde buluşma eksikliği. Çok parçalı
yapıların, üstünlük kurmak için birlik olma gerçekliğinden tamamen kopması.
Siyasi mücadelenin yükseltilmesi ve halk yığınlarının mücadeleye katılması
yönünde teorik fikir eksikliği. Doğal taban ile siyasal ortaklığı hiç
kuramayış. Bu siyasi kuraklıkta, kolektif çalışma pratiğinden de nedensiz
kaçınmalar.
Ve bilinen
beklenen son. Aidiyet zayıflaması. Yılgınlık. Yorgunluk. Yıpranmışlık. Ve
hezimet…
Hep ayni ve
benzer sonuç. Çünkü “İdeolojik birliktelik kuramayanların, ortak siyasi işler
üretmesi tesadüftür ve tamamen şansa bağlıdır. Ortak pratik içinde olmak,
ideolojik birliktelikten geçer." Asıl sorun bu.
Yerelde
genelde grafik tutmayınca, beklenen başarı gelmeyince, aktüel talepler ve üst
akıl talimatlarıyla yine benzer sonuçları almaya dönük format. Her zaman o
meşhur hâkim düşünce çerçevesinde geliştirilen belli belirsiz formül.
Çok
bilinmeyenli siyasal denklemin bilinenleri, geçmişi inatla reddeden, benzer
ifadeleri yan yana koyarak, bilindik rakamları alt alta toplayarak, asla
kendinde suç bulmayan, fikri sabitler, taktik kurnazlıklar peşinde koşanlar.
Mevcut model dışına asla çıkamayanlar.
Asla bu hak
edilmeyen, asla kabul edilemez aşamaya gelene dek mutlak değişimci tavır ortaya
koyamayanlar. Yoğun delege katılımlı seçimli kurullarda kaybı veya kazanımı
tercih tiplerine bağlayanlar. Aynı eksenden olup aradaki nüansı savunanlar…
İşte bunlar
ile varılacak son daima bu son olur. Resmen hedeften sapma. Yerelde ve genelde
yarıştan kopuş.
Bumerang
gibi. Ve yine aynı koşullanmayla, aynı siyaseti netleştiren yapıya zorunlu
kılınma. Doğrulardan kaçış.
Ve dönem
gelişmelerine epey uzak, soyut ikilemler ve bildik kişilerle toplumdan kopuk, siyaset.
Yaşanan onca enteresan yenilgiye rağmen, yok oluş sürecini sil baştan devam
ettirmeyi aktif siyasetten sayma.
Yani siyasi
otorite kurmak ve sadece içeride egemen olmak üzerine bir örgütlenme. En acısı
da geçmiş dönemlere kıyasla daha keskin ve katı gruplaşma. Böylece yanlışa
direnme ve dayanışma eğilimini kısıtlayan, devrimci ruhu da yok eden siyasi
barikat kurmalar. Açık gizli yol kapatmalar.
Diğer yandan
mevcuda tepkisizliği makamla, mevkileştirmeyle sağlama alma. Benzer çatışmaları
da bu merkezde halletme.
Yani tek
istek, sadece parti içi iktidar olmaya dönük bir hava yaratmak. Ve havasından
geçilmeyenlerin dizayn ettiği sonu bilindik bir kongreyi daha yaşatmak.
Ve lafta
demokrasi arenası bu kongrede bunca olumsuz somut veri ve istatistiksel
gerçeklik varken, mevcut işleyişi ve yönetsel mekanizmayı yenileme iddiaları.
Ne denir, açıkça hayalcilik.
KONGRE İKİLEMİ…
Herkes her şey bir yana, açıkça ve gerçekten alttan yukarı bir siyasi üslup
ve politik çizgi sorunu yaşanıyor. Ve saklı hedefe ulaşmak için, her yol, her
araç sakınmadan kullanılıyor. Bu usul moda olmuş bir kere. O yüzden sadece içe
açık, dışa tamamen kapalı ve tutarsız bir modelde hala ısrar ediliyor. Bu
modelin geneli kapsamadığı, kapsayamayacağı çok belliyken, hala aynı katı
prensipler doğrultusunda sürecin tek hâkimi bizleriz fenomenliği sürdürülüyor.
Süre gelen bol atışma ve boş çatışma temelinde eşitsiz ve dengesiz, sürekli
krize açık politik paralellikler inşa ediliyor...
Nedendir bilinmez, bilinse de işe gelmez, elde muazzam bir örgütsel dinamik
bulunmasına rağmen, merkezi otoritenin kontrolü dışında bağımsız siyasi bir
üslup, yeni ve çağdaş politik bir usul geliştirilmiyor. Değişmez kadermişçesine
ard arda kırılmalar yaşayan mevcut politik statü terk edilemiyor. Ciddi
başarısızlığa rağmen, özel ve güzel komiteleşerek, sanki anlaşılmayacakmış gibi
hatalı yanların, aleni eksikliklerin üstü kapatılıyor.
On yıllardır bir türlü yakalanamamış başarı, belki bu kez yakalanabilir
propagandasına girişiliyor. Bu çok kere deneyimlenmiş durum, ilginç bir şekilde
görmezden gelinerek, bilinçaltına işlemiş atıl siyaset yapma üslubunun devamı
destekleniyor.
Bu zikzaklı şartlı odaklanma ve mevcut siyasi çizginin her şey pahasına
korunmasını, geniş halk yığınlarına anlatmak ve kavratmak ise mümkün değil.
Çünkü hangi siyasi duygunun, hangi eylemlilik ile birleştiğine bakan geniş
yığınlara bu siyasi model artık inandırıcı gelmiyor...
Tüm bunları bile bile, bir avuç kitlenin ve çare arayan halkın, politik
bilinci ile alay edercesine, ağır sorumlulukmuş gibi aynı siyasi yaklaşımları
güncellemek asla doğru değil. Şematik bir tavırdan öteye gitmez. Başarı da
getirmez.
Burada nedensellik eleştirilerine girmeden, mevcut mantığın yapısını ve
sırlarla dolu ayrıntılarında bilindiğini ifade etmek gerekir…
Şimdi adaylar ve adaylar lehine konuşacaklar bu kesin ve değişmez kılınan
formatı acaba hangi formüllerle savunacak? Günden güne dibe vuran bu yönetsel
ağı ve benzer yeni bir kurgulamayı savunma noktasında bakalım nasıl bir mantık
üretecekler. Elbette çok zor iş bu yapacakları iş. Asıl beklenti belli iken
üslup, usul ve yöntem olarak bitmiş bu modeli yeni beklentiler çerçevesinde
bakalım nereye oturtacaklar. Bakalım değişken algıları nasıl
birleştirecekler...
Gerçi yön ve yol gösteren, akıl şaşırtan rehberleri çok ama onlarınki de
gözü kara, şartlı, belli niyetli bir bakış açısı.
Onların bu buharlaşan yapıya, bunalıma nasıl katkı koyduklarını, kongresel
sürece ilişkin her defasında nasıl taraf olarak bakış açısı saptırdıklarını ve
derin yorumları kongre sonrası kendi mercasına ertelenmeli.
Belirleyici formda görünüp, her açıdan tıkanmış bu siyasi üslubun devamı,
kısır politik çizginin kişisel çıkarlar doğrultusunda yeğlendiğine bir kez daha
birlikte tanıklık edilecek. Değişim dönüşüm için gerekli adımı inatla
atmayanların eleştirileri dinlenecek.
Ve özeleştiri de yapılmayacak. Bir nebze de olsa ben de sorumluyum denmeyecek.
Üzerimize düşen sorumluluğu paylaşmak anlamında, tırmanışı süren bu gerileyişe
karşı durmak gerçekleşmeyecek.
Gereğince karşı duramayanlar suçlu. Ben de suçluyum denilemeyecek. Ancak; “Bir önceki kongrede ilçe başkanlığına
aday oldum ama siz değerli delegeleri ki, bu gün çoğunluğu yine ayni delegeler,
sizi ikna edemedim. Bağımsız bağlantısız, ekipsiz, grupsuz başkan adayı olarak,
iddia ettiğimiz sola, sosyal demokrasiye yaraşır ve yakışır, yenilikçi siyaset
yapma modelini size kabullendiremedim. Canınız sağolsun. Demek ki sizi
başkanlığı kazanacak seviyede siyasi ütopyamıza dahil edemedim. Tekrar özür
dilerim” diyen çıkabilir.
Kongre ikilemi...
KONGRE NE YAZIK Kİ...
Ne yazık ki bu kongre yine çaresizmişcesine yapısal bozukluğu devam
ettirecek. Çünkü çözüm unsurları olarak görülenler bir takım siyasi güçlerce
denetime tabi tutuluyor. Daha da keskinleşen, keskinleştirilen bir kutuplaşma
ile örgütsel işlerlik yok ediliyor. Bu siyaset biçimi, parti içi kısmi başarı
getirse de halk kesimlerinde ne yazık ki dayanışma hissi uyandırmıyor.
Uyandırmayacak. Siyasal hiyerarşinin bağımsız bir karakter taşıyamayacağı,
taşımadığı daha baştan belli.
Diğer yandan tabandan kopmuşluk, dirençli safları sıklaştıramayış,
cesaretli kortejleri kuramayış, değişik siyaset üstü safhalar ve tablolar ileri
sürülerek gizleniyor. İletişim eksikliği, halk kesimlerine yönelme zayıflığı,
motive isteksizliği, etkin ve yoğun bir sol blok yaratamamak hep uçuk kaçık
nedenlere bağlanıyor.
Ne yazık ki doğru tahliller, çarpıcı analizler hiç yapılmıyor. Sözde
demokratik metodlarla, diktatöryal ve statükocu yönetiş tipine her zaman yol
açılıyor. Zor bir hal, yeni siyaset yapma usul ve yöntemini savunanlar daima
yalnızlaştırılıyor. Biçimsel yenilenme hep erteleniyor, rafa kaldırılıyor.
Herkesi kendine bağımlı kılmak amaçlı girişimlerle çeteleler, listeler
tutuluyor.
Ne yazık ki bir kısır döngü aygıtı, tuhaf siyasi formülasyonlarla demokrasi
mücadelesini tırpanlıyor.
Ve sonuçta gelinen siyasi açmazda, yönetsel çıkmazda hiçbir dahli
olmayanlar özeleştiri yapmak, özür dilemek zorunda kalıyor.
Oysa politika belirleme süreçlerinde, belirleyici güç olanlar hep bunlar.
Ayni ekipsel mantalite. Süreçleri yönetecekleri bir bir belirleyenler de bir
başkası değil. Ayni kutupsal birlik. Ama en nihayetinde memnun olmayanlar da
onlar. Memnun gözükenler de, isyan edenler de, ağır eleştirilenler de hep
bunlar.
Ama hiç özeleştiri yapmayanlar da bunlar. Asla evrensel sol değerlerle
bağdaşmayan yitik bir modeli on yıllardır hayata geçirmeye çabalayanlar da
bunlar.
Bunların bu hakları var mıdır yok mudur, yanıtı kongre sonrasına
bırakılmalı. Kim kazanırsa kazansın gelecek dönem hesaplaşma dönemi olacak.
Çünkü akıllarda erimiş bir yönetim tarzı profiliyle hala parti içi iktidarın
peşinde koşmak, topluma yabancılaşmış bir iradeyi ödüllendirmektir. Bu
ödüllendirme nereye kadar gidecek, bir yere gitmez ama yarınlarda onu bol bol
konuşulacak.
Eğrisi doğrusuyla hala benzer bir hiyerarşiyi işaret etmek, siyasi model
istikrarsızlığının devamıdır. Ve yenilgiyi baştan kabulleniştir. Son söz , değerli
delegelerin.
Son söz olarak, başarılı olmak, kitlesel başarıya ulaşmak öncü adımların,
öncü siyasetçilerin işi. Başarı politik öncülüğün gereğidir. Eğer ortada yoğun
problemler, yürek yakan mağduriyet ve yığınla tepkiler varsa politik güç
olunamamış demektir. Bu dağınık veya atıl bloklaşmalarla organize edilememiş
bir örgüt ve örgütün sahipsiz bırakılmışlığı var demektir. Baştan sona siyasal
davranış ve yetki kullanım yetersizliği var demektir. Bunca travmaya rağmen
hala yeniden yönetmeye çıkmak da yersiz ve sebepsiz demektir.
Çünkü tüzük-madde 5 "partililer toplum hayatının ve parti görevlerinin
gerektirdiği yetenekleri kazanmak, partinin sorumluluk yerlerine, Parti'nin
başarılı, bilgili ve yetenekli üyelerinin seçilmelerini sağlamak için sürekli
çaba harcarlar.
Siyasal yaşamda erdemliliğe, üretkenliğe, yeteneğe ve emeğe uygun yükselmek
esastır.
Partililer bu ilkelere uymakla, Parti yöneticileri de bu ilkeleri
uygulamakla yükümlü ve sorumludurlar..." diyor.
İşte bu yükümlülük ve sorumluluk
sahibi biri ne yazık ki, partili arkadaşlarına, değerli delege arkadaşlarına
sesleniyor da gelin bir ilki birlikte başaralım diyemiyor.
Gelin bir ilki birlikte başaralım...
Biz ne
yapacağız, bu güne kadar ne yaptıysak yine onu mu yapacağız. Hiç bir şey
yapılmadığı için yine aynısı mı olacak. Konu karışık, anlatması, anlaması güç…
Evimize
misafir geldiğinde öncelikle kaç kişi geleceğini tespit eder ona göre hazırlık yaparız.
Öyle ya gelen misafiri bir yerlerde oturtacağız, ikramlarda bulunacağız
gerekirse evimizde yatıracağız...
Misafir
baş tacı, geleneklerimiz arasında en üst sırada yer alır…
Konu,
Türkiye toprakları sınırları içerisine gelecek olan misafir olunca işin rengi değişir.
Öncelikle gelenler misafir mi, yoksa kalıcı mı onun tespitini yapıp çeşitli
önlemler alınmalı. Adı misafir mülteci olan göçün rengi değişmiş, iktidar
tarafından vatandaşlık verilmiştir. Verilmiştir de ne olmuş denilebilir, işte
zurnanın zırt dediği delik burası olmuştur, olmaya devam ediyordur, maalesef
devam edecektir...
Hem de
sorunlar katlanarak büyüyecektir…
Eğitim,
sağlık, konut, ulaşım, işsizlik, su, elektrik, beslenme konularında toplumumuz etkilenmiştir,
ahlaki çöküş maalesef yaşanmıştır. Din kavramı zaten kendi içimizde dönüşüme uğramışken
daha da çöküşe uğramıştır. Kısacası bu kadar yoğun göçün olması dahası, gelen
misafirlerin kalıcı olması, üstüne üstlük kendi evin gibi davran denilmesi
durumu çok vahim hale getirmiştir.
Buraya
kadar ki yazdıklarım başımıza gelenlerdi. Peki yeni geliyor olan elli bin
mülteci için ne yapacağız, öncesi için önlem alınmamış ise bundan sonrası için
ne olacak. Bu soruları gerekli mercilere sormak gerekmez mi tabiiki gerekir ve
paşa paşa cevap vermeleri beklenir...
Bu
göçlerin getirileri ve götürülerini düşünmeye dahi korkuyorum çünkü gelen
misafir sayısı çok ve durum odur ki kalıcıdır. Kültür seviyeleri çok zayıf
olduğu için ahlaki çöküş devam edecek mi cevap tabii ki evet, sosyal ve
ekonomik anlamdaki çöküş daha da büyüyecek mi, kaçınılmaz, kesinlikle. Buraya
kadar olan bizim olumsuz anlamda etkilendiğimiz bölümdü.
Şimdi
gelenlerin Suriyeli ya da başka orta doğu ülkesinden oldukları değil de ,insan
olduklarını düşünürsek orası çok daha vahim ve içler acısı. Hiç günahı olmayan çocuklar,
onlar sadece evlerinden, varsa iki parça oyuncaklarından ayrılıyorlar, onların dünyası
ev, aile ve oyuncaktan ibaret. Ya eğitim yaşı gelmiş olanlar ya da eğitimleri
yarım kalmış çocuklar. Empati yapmaya kalkarsak hepsini kucaklamak isteriz. İki
ucu düşündürücü değnek. Yetişkin kadın ve erkekler onlarında bizlere faydası
olmadığı üstüne üstlük zararlarını deneyimleyerek yaşadık. Kısacası sorunların
büyüyerek devam edeceği kaçınılmaz.
Mevcut
iktidarın yaptıkları yapacaklarının teminatıdır deyip bitirmek lazım. Artık yazacak
çok da şey kalmamıştır.
Kapılar
tekrar açılmış, bize kalan beklemektir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder