5 Kasım 2020 Perşembe

BETON ELLER

 BETON ELLER...


Kum saati iki bini yirmi çimento geçiyor. Yine bir zelzele. Yine elzem görüntüler. Kutsuz çile...


Onca doğal ikaza karşın insanlığa kutsal emanet kentlerde, hala kutsala ve emanete hıyanet. Her depremde canın canla mübadelesi sevinçten ağlanılan mükafat. Özenle ve törenle geçmişe ve geleceğe katıksız ihanet...


Çünkü son sürat her yan betonlaştırılıyor. Görüntüde gelişmişlik on katlı, çok katlı velhasıl ultra katlı beton yığını kentler.  Oysa her yedilik zelzeleyle bu kentler de yaşanan onmaz yıkımlar. Kime kar, kime zarar karadelik fırtınası. Beton enkazı canavarca yutuyor yıldızları. Bu betoncu haddini bilmezliğe ödül ise damgalı savruluşlar. Can inciniyor, canlar kaybediliyor. Çile daima millete...


Milleti dört bir yandan kuşatan virüs illeti bir yandan, çivisi kopmuş memleket idaresinin vicdan çakıştıran yanlışları bir yandan, mabet avlucularının mantıksız sahiplenmeleri bir yandan ve komşuda pişen bize de düşen deprem bir yandan. Dert bir değil bin...


Kum saati iki bini yirmi geçerken, akıllar tutuşmuş, bu gidişle de zor söner...


Bu akıl tutuşmasıyla, betonun dayanılmaz ağırlığı ve topraktan beton fışkırması hala kutsanıyor. Sanki inşaat tanrılarının medeniyet yolunda salt betonu yarattığına inanılıyor. Oysa uygarlık ve toplumsal ilerleme hele ekonomik büyüme insan yerleşimlerinin, yerleşkelerinin katma değeri ile biçimlenir.  Potansiyel tehlikeler ve karşılaşılabilecek doğal afetlerin getireceği sorunlar daima önemsenmek koşuluyla. Öyle yok sayar vurdumduymazlıkla, “uygarlığın kaynağı kentler, uygarlığı yok etmek üzere” hali biçimlendirilemez...


Salt betona tapınmak suretiyle yeşile, saflığa, güzelliğe, temiz ellere ve en yüce değerlere duyulan özlem bitmez. Yüreklerdeki keskin sancı hafiflemez. Bu tapınakçı zihniyetle sadece

‘insanlar da betonlaştırılır…’ O kadar...


Oysa kentlerin bilimsel gerçeklikle örtüşen tanımı, biçimselliği ve kentlileşme seferberliğinde katlanılması zorunlu sonuçları vardır. O yüzden sağlıklı, güvenli, adil ve sürdürülebilirlik kavramları hâkim kılınarak kentler rehabilite edilmelidir. Hükümete siyaseten bağlı belediyelerle, belediyelere göbekten bağlı mütahitler  çarpıklığa çözüm üretemez. Anca safsatayla gelişen, büyük ranttan az çok nasıl nasiplenirim duygusuzluğuyla üleşme ağır basar. Yeni beton kentler kurulması için şişirilmiş rakamsal kaosa sürüklenme tescillenir.


Arada kalan millet ise ansızın vuran depremlerde teselli aramayı önceler. Çünkü kentlerde sırf rant merkezleri oluşturmak, artı yükler getirmiştir millete. Ve her deprem milletin başedemeyeceği yeni sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlar doğurur...


Bu yıkıcı, yok edici ve çirkef umursamazlık; ‘yürekleri beton, beyinleri betonumsu yapar. Bedenleri kum çimento yığınına dönüştürür. Kuru kapkara bir dünyada dilsizleştirir…’ Ve ‘betona karşı ağaç’ haykırışı gecikir. Analar bile beton basarlar yüreklerine…


Öyle ki, kıyı kentlerde bile maviliğini unutur deniz. Sahilleri kumsuz, iç bölgelerde toprak rengine yabancı, griye yabancı ortaklık primlenir...


Ve ortada kalmış, ‘eskiye öykünen mimariyle inşa edilmiş, beton ucubelerin salkım saçak salındığı,

dışı sade içi bade, içindeki her şeyin betonlaştığı az katlı, çok katlı beton yığınlarının hortladığı kentler" yıkılır...


Değer saati iki bini yirmi umut geçerken depremin vurduğu beton kentlerde, beton enkazından gökkuşağı renklerinde narin çiçekler fışkırması beklenir. Elif elif...


Ayda, betonu delen fırtına...

Hiç yorum yok: