16 Mayıs 2020 Cumartesi

MAYIS20-3


KURTULUŞA SIKILAN İLK KURŞUN...

Pandemide bile demleyip durup bol palavra. Dünya salgından perişan olmuş, memleket maddi manevi uçurumun kenarında, millet ölüm geçim arasına sıkışmış kalmış, hala veresiye veya peşin, ölesiye palavra. Parabolik pazarlıklı palavra sıkmaya devam. Hiç de yeri ve zamanı değilken, hiç gerek yokken hemde. Bu resmen köşeli ve gölgeli gazetecilik. Zaten bir kısım çakma gazeteciler yüzünden, hele de onlar bunlar geldikten sonra en gözde mesleklerden sayılan gazetecilik bozuldu. Gazetecilere güven azaldı. Meslek sıradanlaştırıldı...
Oysa gerçek gazeteciler, gerçekçi gazeteciler devrimcidir. Vatanseverdir. Yurtseverdir. Her zaman revaçtadır...
Tarihin tanıklığında tam yüz bir yıllıktır revaçta olmak. Önde olmak. Öncü, önder kişi işidir, önemli iştir gazetecilik. İtibarlı iştir. Pandemide bile punduna getirip palavra sıkmaktan değil, kurtuluşa sıkılan İlk Kurşun'dan gelir itibarı. Ta,15 Mayıs 1919'dan. Gazeteci Hasan Tahsin'den...
Hattızatında onlar bunlar pek beğenmezler ama gazeteci asla yılmaz direnişçidir. Hattıbala bir duruştur. Tam yüzbir yıl öncesinden başlar kutlu direniş. Kutsal isyan. Çakılan ateş...
Kutlu kurtuluş mücadelesinde ilk kurşunu sıkan ve Anadolu'ya yayılan mücadelenin sembolü bir gazetecidir...
Yani Yunanın İzmir'i işgalinde Hasan Tahsin'in, piyon paravan düşmana çaldığı o ilk kurşun, emperyalizme karşı sırmalanan büyük direnişin simgesidir...
Onlar bunlar hiç istemez ve hemen atar içeri ama gazeteci isyancıdır, isyankardır. Tam yüzbir yıldan beridir. Olanca asilik, yedi düvele asaletle sıkılan o ilk kurşundan gelir. İlk kurşun, kutsal isyana atılan damgadır. Millet nazarında memlekete basılan mühürdür...
Mührbend o tarihi gün de, Kordonboyu’nda cesaretle, yiğitçe ilk kurşunu tetikleyen, kutsal isyanı başlatan, katipler, zevatlar, zabitler değil Gazeteci Yazar Hasan Tahsin'dir...
İşgalin öncesinden başlar işe, istisnasız ve istekli. Hiç durmaz emperyalist işgale karşı isyanı körükler. Meydanlara durmadan hitap eder. Diğer yandan başyazarı olduğu
Hukuk-u Beşer'de durmaksızın halkı direnmeye, mücadele etmeye çağırır.
Başta Paris Barış Konferansı kararlarını sertçe eleştirir. Gazetesinde hiç çekinmeden yazar; “Burayı Yunan’a vermeyeceğiz. Vermek isteyen kuvvetle paylaşacak kozumuz var..."
Yani Gazeteci Hasan Tahsin emperyalist düzen planı, yıtturulmaya çalışılan düzmece yazgıyı canı pahasına da olsa kabullenmez...
Üzerinden yüzbir yıl geçse de daha dünkü mevzu bu. Onlar bunlar, uyanlar duyanlar, keşke Yunan kazansaydı diyen tarihi hokkabazlar, tarih budalası hokkabazlara kananlar, kibir yüklenip karşı cenahlarda arzı endam edenler anlamazlar bu meseleyi. Tınmazlar bu ulvi vatan millet hevesini. Tanımazlar hürriyet için, bağımsızlık için hokkanın altına giden yurtsever gazetecileri. Sevmezler. Tam yüzbir yıldır, onlar bunlar ve de şunlar hep böyle sevgisiz...
Tam yüzbir yıl önce, İzmir’li rumlar, 13 Mayıs 1919 salı günü Aya Fotini Kilisesi’nde, İzmir ve yurdun dört bir yandan işgalini öğrenirler. Öğle sonrası Yunan albay Mavrudis'ten. Kral Venizelos’un beyannamesini okuduğunda. Toplu saldırı netleşmiştir. Ve sabırsızlıkla beklerler o günü!
Ve o tarihi gün gelir,15 Mayıs 1919. Yunan İzmir’e çıkartma yapar...
Yunanlıların Patris ve Atronitos isimli gemileri sinsice Pasaport’a yanaşır. Efradı adıde Efzon Alayı saat 08:55 sıralarında İzmir'e ayak basar...
Bir başka kuvvet 5. piyade alayı Punta iskelesine çıkartılır. Punta’dan ileri Kadifekale işgali başlar. Efradı aile sayılmış rumlar ellerinde Yunan bayrakları ve çiçekler Kordonboyu’na dizilirler. İşgalci Yunan askerlerine alkış tutarlar. İşgalcileri İzmir Metropoliti Hristostomos takdis eder...
Efradı fesatlar, onlar bunlar taifesi ve yedi ceddi işgale selam dururken, Gazeteci Hasan Tahsin, koyu renk takım elbisesini giyer,15 Mayıs 1919 sabahı saat 07.30'dan itibaren Konak Meydanı Kordonboyu’nda nöbete durur...
Yunan alayı Hükümet Konağı, Kışla, Kokaryalı istikameti ile Karantina’ya doğru yürüyüşe geçer...
İlk işgalci adımlar tam Kışla hizasındayken, kaşla göz arasında Gazeteci Hasan Tahsin kalabalıktan sıyrılır ve haykırır; “Olamaz, olamaz, böyle ellerini kollarını sallaya sallaya giremezler...”
Çakmak hızıyla çeker revolverini basar tetiğe. Patlatır. Kurtuluşa patlatılan ilk kurşun. Varır hedefine. Kurtuluş ateşi daha sonra tüm Anadolu'ya dağılacaktır...
Gazeteci Hasan Tahsin, hiç çekincesiz silahındaki tüm fişekleri sıralar. İlk kurşunlarla iki Efzon askeri ölür. Sonra yaylım ateşiyle kendisi. Kordonboyu’nda. Henüz 31 yaşındadır, Şehit Gazeteci Hasan Tahsin. Tam yüzbir yıl önce...
O yüzden onlar bunlar gelmeden önce de, geldikten sonrada en revaçta meslektir gazetecilik. İlk kurşun'dan bu yana yüzbir yıllık yürüyüşün de hakiki tanıklığıdır. Kurtuluşa değen yolculuktur...
Onlar bunlar, yedi sülalesi ne yaparlarsa yapsınlar, yüzbir yıl evvel kurtuluşa sıkılan o ilk kurşunun izini tarihten asla silemezler...
Tüm dünya pandemiyi yaşarken paniğe hiç gerek yok denilemez. Değişmez devrimci, değme Vatansever gazeteci sözü; bu beter saldırı da geçer gider. Tarihe yazılır. Kurşun harflerle...

KORONAVİRÜS/KOMPLO KOMPLİMAN-KOMPLE KOMPLEKS...

Kafadan komplo diye önemsenmedi koronavirüs. Koronalı kompozisyon iyice belirginleşince iş işten zaten geçmişti. Komple pandemiye sürüklendi Dünya. Günler sürgit kompleks günü. Komple virüs. Ve hala kamplaşma...

Günler hiç de özel zeka gerektirmeyecek basit önlemleri içselleştirme günü belki de. Koronavirüse kompliman yapmadan saatleri ve dakikaları bile panoya noktalamak.

Aylardır milyonlar milyarlar nevrotik açmazda. Koronavirüs mührü tek bir kişiye geçince, elden ele dolaşıyor meskenleri, mekanları. Harala gürele hayatlar, hayat tarzları da ardı ardına mühürleniyor. Kahorla kaşeleniyor. Kültleşmiş her şey bir anda karikatürleşiyor. Toptan maddi manevi zarar...

Dikkat ve aşırı özen, sıkılmadan usanmadan, azami tedbir...

Çünkü artık populasyon tehlikede. Popüler yanılmalar, antisosyal tutumlar, demode tiplemeler, asabi kimlikler, asılsız takılmalar, mübarek zatlar, plastik güruh yani akla gelen gelmeyenlerin kompleksi artık işe yaramaz...

Tek kompleks geçerli, hastaneler. Gerisi palavra, büyük yalan, toplu zırva. Tek çare Tıp, sağlıkçılar ve dosdoğru sevk ve idare...

Ancak hala bencillik tetiklemesi, komprador takılmalar, cahil hevesi, ciğer iltihabı, haleti ruhiye bozukluğu ve yılışık kompliman yarışı...

Komplo, laboratuvar ürünü, deneysel üretim vesaire derken komple pandemiye yakalanılmış hala kamplaşma taktikleri. Komple kompleks...

Pandeminin başından beri parametresi bozuk, çok bilinmeyenli aynı denklemler. Kara fanus içinde hariçten gazelciler. Koronavirüs zehirlenmesiyle haybeye güzellemeler. Komple çürüme yarışı. Çözülmeler. Koronavirüs saldırısı ve yayılmasına karşı bilinçdışı biçimlenen genel dünya kompozisyonu bu. Ve özel efektli deliller, delalet, cehalet. Peşinden kusurlu komplo, ağır kusur. Kusurlu olma hali ve başka kompleksler. Gaflet...

Gayesiz yaşananlar, nefret ve merhamet açmazı. Kara vicdanlı koronavirüs....

Aylardır binler, milyonlar, milyarlar ağır ağır yürek sızlatan sona doğru evrildi. Koronalı kompozisyon ileride kendini iyice hissettirecek. Korkulan komple karantina devri. Milletler, devletler kısa sürede kaba saba, yoksulluk ve yoksunluk girdabında. Kartlar dağıldı. Ezen ve ezilenin aynı mayadan olduğu bir güzel tescillendi. Laboratuvar ürünü, komplo deyip durup koronayı önemsememek ve kontrolü kaybetmek yerine komple hazırlanmak gerekirmiş. Komplekse girmemek gerekirmiş...

Meğer çok güvenilen zengin dünya da, birkaç aylık güce sahipmiş. Övülen kapitalist düzenek hapı çoktan yutmuş. İhmal ve ihlaller ile zaman geçirmekteymiş. Gün gibi aşikar oldu...

İşte o yüzden komple komplekslere hiç aldırmadan, başta koronavirüsü yenmek gerek. Sonra da, sonrası kendiliğinden gelir...

KÖYLÜ...

İnsanlık için, her çağın insanı için beslenme ve barınma temel ihtiyaçtır. Bu ihtiyaçların karşılandığı en doğal ve dinamik yaşam merkezleri ise köylerdir. Bin yıllardır beyaz veya siyah asıl efendi ise köylülerdir...

Doğrusu tırnak içinde; "Türkiye'nin asıl sahibi ve efendisi gerçek üretici olan köylülerdir. O halde herkesten daha çok gönenç, mutluluk ve serveti hak eden ve layık olan köylüdür." Açılımıdır.

İnsanlığın ilk dönemlerinden bugüne, topluluk düzeninin en iyi işlediği, işletildiği sosyal bulgudur köyler. İnsanları bir arada tutan köy olgusu, başlarda zorunluluk iken daha sonra kan bağına dönüşen yakınlıklardır. Yani birlikteliğin koşullarından en önemlisi ilerleyen çağlarda akrabalık olmuştur. Bu sosyalizasyon temelinde mekanik işleyiş, binlerce yılın güdülemesidir.

Köy, köylü olmak ve köylülük yerleşik yaşam biçiminin en özgür yüzüdür. Veya en tutsak, rehin köle...

Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesinden bu yana köyler ve köylüler birikim paylaşan, sıkı alışveriş düzeneğidir. Bu öyle bir düzenektir ki, başta tarım ve hayvancılık insanlığı ayakta tutmuştur. Özellikle artı kalan yani artık üretimle site kentleri de besleyen, kentlerin varolmasını kolaylaştıran bir modda tarihe model olmuştur. Hatta köyler ve köylüler megakentleri de yaratan temel unsurdur...

Kentleşmeye dönük öbeksel merkezli yaşam sistematiği, köyler ve köylülerin üretimleriyle örgütlenmiştir. Köyler ve köylüler takas, değerli maden, para, diğer kredibilitesi olan maddeler ve yöntemlerle ürün aktarımlarını sağlayarak ticaretin de kavramsal öncüleridir...

Yani sadece toprağı işleme, hasat kaldırma veya verimlilik paylaşma merkezli bir algoritma değildir köy yaşamı ve köylülük. Bunların yanı sıra tarihsel gelişim, alışveriş, beslenme akışı, birikim pratiği ve paylaşım dinamizmi de köyler ve köylülerin insanlığa armağanıdır. Köylülük insanlığın gelişimine dönük tecrübelerle on binlerce yıl yaşamı şekillendiren ayrıcalıklı tekrarlardır...

Köy, köylü, köylülük ve köy-kent kurumsallaşması ilk mülkiyet sistemleridir. Toprağın mülkiyetine esas olan, mülkiyetin kimde olduğudur. Kimin işlediği veya kimin namına işletildiğidir. Köyler ve kentler sistemini var eden, köylüyü veya köylülüğü yerleşik yaşam içinde geri bıraktıran işte bu toprağa sahipliğin hiç hak etmeyenlere soy, soyluluk, aristokrat kimlik veya üst tabakadan sayılma gibi kimlikler kazandırmasıdır. Bu yönüyle işleyen sistem zoraki yönlendirmelerle diğer tarafta mülksüzler kesimini oluşturmuştur. Hatta dört bir yandan sosyal-siyasal kıskaca alınan, kendi toprağında üretime devam eden köyler ve köylüler dahi zaman içinde çeşitli dalaverelerle mülksüzleştirilmiştir. Alavereler dalavereler savaşları, savaşlar
büyük savaşları, büyük savaşlar da büyük vurgunları hızlandırmıştır...

Hız kesmeyen insanlık toprak ağalığı, derebeylik, beylik, paşalık ve benzeri ünvanların çeşitlendirilmesiyle toplumsal aşamalardan geçerek kendi içi dinamizmini de yaratmıştır...

Yani köy, köylü ve köylülük deyip burun kıvırılmayacak denli derin bir konudur bu. Zaten söylenecek söz açık ve net, direkt en başta söylenmiştir. Hatta hangi çağda olursa olsun; "Köylü milletin efendisidir."

Siyah veya beyaz asıl efendi köylüdür...
PANDEMİ, AVMLER VE MESCİDLER...

AVMler toptan açık ama komple değil. Mesela çocuklara ayrılmış sahalar, sinemalar, yeme içme ve dinlenme mekanları kapalı. Peki binlerce çalışanı olan ve ayakta durarak çalışan emekçiler ve on binlerce AVMSever gezginler temel ihtiyaçlarını nasıl giderecek? Bunun bir çaresi bulunabilir gibi. Ama mescitler açık mı? Kapalıysa eğer bu binlerce çalışan ve on binlerce mutlu misafir ibadet ritüelini nasıl gerçekleştirecek. Örneğin çok uluslu bir firma, mahalle bakkalı gibi kapısının girişine bir tabure koyup seccadesini sererek ibadet yapamayacağına göre bu içsel gereksinim nasıl karşılanacak? AVMHeveslisi tüketim toplumu hayranları nasıl ve nerede ritüelini eda edecek. İşte orası muamma...

AVMlerin açılma meselesi bu kadar basite alınmamalı. Dibi delik gemide, yelkeni doldurma söylemleriyle millet ve memleket feda edilmemeli. Yani bu pandemik girdaptan sol gösterilip, sağın muhalefeti sağ maharetiyle çıkılamaz. Problemlerin müsebbibi soldur demek alışkanlığıyla bu virüs saldırıları çözümlenemez. Dümen başkasının elinde ama götüren sol aforizmalarına da kimse inanmaz. Diğer yandan kontör tedbirlerle giderilemediği açık bu salgın, farkındalık iyice arttığında tüm günahlar sola yazılamaz. Günah da sevap da hak edenin olur. Artık dünya epey küçük. Küçük dünyaların da içinde başka küçük dünyalar var. Her şeyi halleden, medeniyet, hayat, başarı, hizmet, buluş, uçuş her şey sağın eseri değil yani. Bunca gereksizlik içinde, çok kültürlü bir dinin yaygın biçimde yaşandığı bir memlekette pandemiye göre dini vecibeleri uygulama hali ne olacak? Tek mezhep kalıplaşmışlığı ile AVM'leri açık tutup mescitleri kapatmakla,
daha derin yaralar açılmayacak mı?

O yüzden bu karar yeniden irdelenmelidir. Mescidlere de hal çare bulunmalıdır. Kısa bir süre için de olsa bu uygulama, Tanrıya ulaşma yolculuğunu aksatır. Dinsel tutku çizgisinde kırılmalar sağlar. Yani izin ve ruhsat çerçevesinde, din ve eylemsellik kontrol edilemez. Bu kontrol girişimleri kabahatler arttıkça kontrolsüz tepkileri de günceller. Sonuçları da ters teper...

Memleket toptan sağcı olunca sadede ulaşma ve aykırılaştırma birlikte yürür. Tartışmalı yöntemlere itiraz da gelmeyince bariz dayatmalar dağılmanın ve yıkılmanın emaresi izlenimi verir...

Evvelemirde emir yüksek yerden bağlamında zihin fukaralığı, akıl ukalalığı devreye girer. Girse de bu kez işe yaramayacak gibi. Dinsel değerlere saldırı var, derhal savunma gerektirir tarzı da yön şaşırmış gibi...

Bu elbette maksatlı bir uygulama değil. Ancak virüs tehlikesi geçmemiş olsa da alışveriş yap, tedbirli davranarak gez dolaş denilen AVMlerde, sağlığı tehlikeye atmayacak biçimde kontrollü ibadet yapma özgürlüğü de olmalıdır. Bu AVMler ibadet yapmak isteyenlere de hizmet vermelidir. Tabii kapalıysa. Eğer açıksa da ciddi biçimde başta buraları denetlenmelidir. Temizlenmelidir. Huşu içinde Yaradana yakarış rahatlığı sağlanmalıdır. Yoksa sağlıksız şartlarda göz göre göre ölüme gidişler güncellenir...

Memleketin çoğunluğu sağcı güveniyle şirinlik pozları da zamanla vicdanların sesini kısar. Yani gerçeğe göz kapamalar, kabına sığmazlıklar hiçbir işe yaramaz. Kolayca suça ortaklık zemini de hazırlanamaz...

Dünya alem biliyor memleket toptan sağcı ama AVMlerdeki mescidsizlik de sağlıksız bir durum...

Bu konuda sağlık olsun denilemez. Denilirse de çok ayıp olur...

VİRÜS, AVM VE CAMİİLERİMİZ...

Virüs salgını açıkça gösterdi ki, kutsal kitaptan uzaklaşmak, yanlı tefsirler yapmak, maksadını aşan tipik müslümanlaşma, hükümranlığa teslim olma yanlışlıklarını da güncelledi. Öyle ki tap alış veriş merkezleri açık, camiilerimiz hala kapalı. İlginç bir uygulama. Sanki merkezi otorite dinsel disiplini kaybetmiş durumda. Ve sağlık olsun denilip geçiştirilemeyecek bir vaka. Ama sağ cenahtan fısıltı bile duyulmuyor. Sol haklı olarak yükselen tonda konuya dikkat çekiyor...

Camiilerimiz memleketin manevi rahatlık merkezleri. Arınma kapıları. Cemevleri de öyle. Hepsi kapalı. Sorun bu sorun. Bu sorun, öyle toptancı kafa ve sağın dar mantığı içinde halledilemez. İmasız, amasız, yorumsuz gerçeklik ise şu; millet ve memleket adına baştan olumlu görülen sığ ve sağlıksız ne varsa sanki sağın eseri ancak solun suçu. Genel algı bu. Bu sağlama doğru kriterlerle yapılmadığından hala her konu da sola hesap kesiliyor. Faturalar sola ödetiliyor. Milletin toplam zihin seviyesi de sağ değerlere yoğunlaştığından tarihe hep aynı not düşülüyor. Sağlıksız her durum solun yüzünden. Ve hep sol suçlanıyor...

Bu virüs salgını, AVM ve camiiler üçgeninde ki cemevleri, diğer dinlerin mabetleri de bu makalede camiiler kapsamında durum böyle. Mührün kimde olduğu hiç önemsenmiyor. Tüm olumsuzluklar daima sola mal edilerek, din yaftası, iman tahtası üzerinden sağ kutsanıyor. Aslında çarkın sağdan döndürüldüğü hep görmezden geliniyor. On yılların asışsız yaygarası; Sol camiilerimizi kapattı!
Yine mi?

Hatta yersiz manasız sol açılımlarla sağın açıkları gizleniyor, günahların da üzeri kapatılıyor. Ancak bu kez bu konuda da kapatılabilir mi? Bilinmez...

Bu camiilerin kapalı olması meselesinde tüm sağ cenahta, nedeni belirsiz biçimde yorumsuz bir kabulleniş de var. Öyle ki sıcak havayı çekip, soğutup üfleyen bir klima tertibatına sahip AVM'ler toptan açık ama her türlü ferahlatıcı konfora sahip camiilerimiz kapalı. Cemevlerimiz kapalı. Diğer dinlerin ayin kurumları kapalı. Akla mantığa uyar bir uygulama değil. Hangi tarif edilemez anlayışın ürünü bu kısır teşvik sorgulayan yok. Ya da tahrif edildikçe tersine misallarla güçlenen hangi dinde var böyle bir yöntem ve yönteme riayet? Bu da anlaşılmaz...

Hele ki, dinsel ögeler ve dini öğretilerin zirve yaptığı kutsal Ramazan ayında bile camiisiz kalmaktan doğan bir yabancılaşma var mı? Var. Sanki ileri de dinsel ritüellere de yabancılaşma doğacak gibi...

Sanki dış güçlerin ve büyük sermaye mihraklarının AVM'de virüs yok, camiilerde var tezgahı gündemlenmiş. Tatbikatta. Karşı çıkan yok. Hep toptancı zihniyet kabullenmesi...

Kabul görür görmez memleket toptan sağcı olduğundan, sağlıksız sonuçları bir kalemde sola etiketleyip kurtulma taktiği. Bu sıfır maliyet taktikler ve üslupla millet ve memleket için yapıldığı ifade edilenler hep birilerine fayda sağlıyor. Yani sadece birileri varlıklardan nasiplenirken, hep sağın değirmenine su taşınıyor. Sağ düşünüp taşınmadan yaptıklarını, malum işlerini sola havale ediyor. Solun kıymeti harbiyesini düşürme gayreti, düşkünlükten yükselme gayesi oluyor. Bu kez taktik tutar mı? Da bu Camiiler, virüs salgını ve Avm üçgeninde hangi sonuçlar doğar ilerleyen zaman gösterecek...

Diğer yandan virüs istilasına bağlı bu yaptırımlar, kutsal kitap önermelerinden bir nebze uzaklaşmayı sağlıyorsa bunun vebali de çok ağır olur. Hesap keser bir anlayışın, her şeye çare bulan dizayn edilmiş dini metinlerle konuyu, maksadını aşan bir seviyeye sabitlemesi de günü kurtaramaz. Bu sabit fikirli dinsel dayanak ve savruk dayandırmalar takipçi ve taklitçi din anlayışını getirir. Ve bu vaka çeşitliliği içinde tehlikeli tespitler eşliğinde, yakın plan dini kurguda sağdan sola herkes acayip etkilenir. Suç sola yıkılsa bile tek başına bu yükü taşıyamaz. Sandığa çare olmaz. Sağ da safa çekilir...

Nasıl sa memleketin topu sağcı ve savcı, hep bir şekilde sağ iktidar ve her sağlıksız atmosferin sorumlusu, tek suçlusu da sol diye geçiştirilemez bir durum bu din, ticaret, siyaset üçlemesi...

Artık camiiler de açılsın sesleri hafiften yükselirken duyulsun. Aksi halde bu millet, bu inançlı millet sonrasında affetmeyebilir. Ayrıca kolay sipekule edilmeye açık bir vaka. Edilmeye fırsat verilmesin...

Artık sağ veya sol şu din gergefinden arınsın, arınmalı...

PANDEMİ, AVMLER VE MESCİDLER...

AVMler toptan açık ama komple değil. Mesela çocuklara ayrılmış sahalar, sinemalar, yeme içme ve dinlenme mekanları kapalı. Peki binlerce çalışanı olan ve ayakta durarak çalışan emekçiler ve on binlerce AVMSever gezginler temel ihtiyaçlarını nasıl giderecek? Bunun bir çaresi bulunabilir gibi. Ama mescitler açık mı? Kapalıysa eğer bu binlerce çalışan ve on binlerce mutlu misafir ibadet ritüelini nasıl gerçekleştirecek. Örneğin çok uluslu bir firma, mahalle bakkalı gibi kapısının girişine bir tabure koyup seccadesini sererek ibadet yapamayacağına göre bu içsel gereksinim nasıl karşılanacak? AVMHeveslisi tüketim toplumu hayranları nasıl ve nerede ritüelini eda edecek. İşte orası muamma...

AVMlerin açılma meselesi bu kadar basite alınmamalı. Dibi delik gemide, yelkeni doldurma söylemleriyle millet ve memleket feda edilmemeli. Yani bu pandemik girdaptan sol gösterilip, sağın muhalefeti sağ maharetiyle çıkılamaz. Problemlerin müsebbibi soldur demek alışkanlığıyla bu virüs saldırıları çözümlenemez. Dümen başkasının elinde ama götüren sol aforizmalarına da kimse inanmaz. Diğer yandan kontör tedbirlerle giderilemediği açık bu salgın, farkındalık iyice arttığında tüm günahlar sola yazılamaz. Günah da sevap da hak edenin olur. Artık dünya epey küçük. Küçük dünyaların da içinde başka küçük dünyalar var. Her şeyi halleden, medeniyet, hayat, başarı, hizmet, buluş, uçuş her şey sağın eseri değil yani. Bunca gereksizlik içinde, çok kültürlü bir dinin yaygın biçimde yaşandığı bir memlekette pandemiye göre dini vecibeleri uygulama hali ne olacak? Tek mezhep kalıplaşmışlığı ile AVM'leri açık tutup mescitleri kapatmakla,
daha derin yaralar açılmayacak mı?

O yüzden bu karar yeniden irdelenmelidir. Mescidlere de hal çare bulunmalıdır. Kısa bir süre için de olsa bu uygulama, Tanrıya ulaşma yolculuğunu aksatır. Dinsel tutku çizgisinde kırılmalar sağlar. Yani izin ve ruhsat çerçevesinde, din ve eylemsellik kontrol edilemez. Bu kontrol girişimleri kabahatler arttıkça kontrolsüz tepkileri de günceller. Sonuçları da ters teper...

Memleket toptan sağcı olunca sadede ulaşma ve aykırılaştırma birlikte yürür. Tartışmalı yöntemlere itiraz da gelmeyince bariz dayatmalar dağılmanın ve yıkılmanın emaresi izlenimi verir...

Evvelemirde emir yüksek yerden bağlamında zihin fukaralığı, akıl ukalalığı devreye girer. Girse de bu kez işe yaramayacak gibi. Dinsel değerlere saldırı var, derhal savunma gerektirir tarzı da yön şaşırmış gibi...

Bu elbette maksatlı bir uygulama değil. Ancak virüs tehlikesi geçmemiş olsa da alışveriş yap, tedbirli davranarak gez dolaş denilen AVMlerde, sağlığı tehlikeye atmayacak biçimde kontrollü ibadet yapma özgürlüğü de olmalıdır. Bu AVMler ibadet yapmak isteyenlere de hizmet vermelidir. Tabii kapalıysa. Eğer açıksa da ciddi biçimde başta buraları denetlenmelidir. Temizlenmelidir. Huşu içinde Yaradana yakarış rahatlığı sağlanmalıdır. Yoksa sağlıksız şartlarda göz göre göre ölüme gidişler güncellenir...

Memleketin çoğunluğu sağcı güveniyle şirinlik pozları da zamanla vicdanların sesini kısar. Yani gerçeğe göz kapamalar, kabına sığmazlıklar hiçbir işe yaramaz. Kolayca suça ortaklık zemini de hazırlanamaz...

Dünya alem biliyor memleket toptan sağcı ama AVMlerdeki mescidsizlik de sağlıksız bir durum...

Bu konuda sağlık olsun denilemez. Denilirse de çok ayıp olur...

TANRISAL FİGÜR SAVAŞÇILAR...

İnsanlık tarihinde Tanrı figürü, insanüstü gayret ve cesaret, korkusuz ve savaşçıl bir mertebedir. Tanrıçalar tarafından da desteklenen ve bazen insanların bir kısmına da sunulmuş ilahi bir vasıftır. Yani yeryüzü düzenleyicisi, toplumsal lider, başlı başına Tanrı veya Tanrı adına savaşan bir nefer konumunda...

Yani neolitik çağlardan şu yaşanan çağa tanrısal figürlü savaşçı ve savaşçılar daima var olmuştur...

Tarihin en başından bugüne hiç sorgulanmayan, bu lider yönetici tasviri bu tanrısal figür figürasyonluğu her şart ve koşulda tutmuştur. Ve iradeyi eline geçirmiştir. Yani siyasal ve sosyal güç devşirme ve mevki kazanma zemini onlara bir şekilde hazırlanmıştır.

Kurulan sistemler önce zihinlerde sonra her olay ve olgu da tanrısal bir karşılık aranması ile dizayn edilmiştir.

Akıllar bu arama ve aranma ile meşgul edilince de dünyevi ve ruhani kurumsallık kendi tanrısal figürlü savaşçısı ve savaşçılarını var etmiştir. Karşıt savaşçısını ve savaşçılarını da var etmiştir.

İnsallık da önüne koyulanı önemli görmüş, öyle göstermiş ve de yüceltmiştir. Yani daima içgüdüsel hafıza, yeryüzüne hakim olacak bu savaşçıların boyunduruğuna girmiştir. Bu eşitsizlik düzenini biçimlendiren bozulmaları da Tanrı ve Tanrılar bir türlü giderememiştir. Hatta çok çeşitli dinler vasıtasıyla dahi tanrısal figürlü savaşçıların, savaşları zenginliğe döndürme amaçlarının önü bir türlü kesilememiştir...

Bu noktada kesin olan bir şey varsa Tanrı tarafından görevlendirilmiş farz edilen bu figüranların yerleşik yaşam düzenine de düşmanlıkları ve verdikleri zararlardır.

İnsanlık tarihini biçimlendiren savaşlar da bu tanrısal figür savaşçıların öncülüğünde yapılmıştır. Tümü toptan mülksüzleştirme ve mülkiyet edinme gayretleridir. Gösterişli kapışmalardır.

Ruhani ve dünyevi destek bulan her tanrısal figürlü cani türlü acımasız savaşlara atılmaktan geri kalmamış ve usanmamıştır. Çünkü her savaş ganimet ve zenginleşme temelinde egemenlik kurma girişimidir. Ve her savaş köle, kullanılacak kitle, kazanılan toprak, alınacak vergi ve haraç demektir. Bol zenginlik demektir...

Zenginleştikçe kent ihtişamı ve site kentler kurmak demektir. Krallık, hükümdarlık, devlet, imparatorluk demektir. Birini yıkıp diğerini kurmak demektir. Daha çok sömürü, daha çok kıyım, daha çok hazine demektir...

Bu savaş mantığıyla, maddiyat zeminine oturtulmuş ve tanrısal figür savaşçılarla kotarılmış savaşlar, tarihin ilk evrelerinde modern çağa kadar değişmeyen tekrarlardır. Her savaş barışı het barış savaşı tetikleyerek bu günlere gelinmiştir. Araçlar ve aracıları değişse de değişmez unsur hep tanrısal figür savaşçıdır...

Kabile göçebe dönemlerinden, sanayi dönemine tanrısal figürlü savaşçılar her ciddi krizde başrole soyunmuştur. Her dönem ve her yerde birden tarih sahnesine girmişlerdir. Sermaye ve sermaye temsilcileri tarafından allanıp pullanıp savaş arenasına sürülmüşlerdir...

Tanrısal figür savaşçıların çoğu faşist, özlenilen ve dayatılan model ise faşizmdir. Savaşların bitmesi ise mutlaka tanrısal figür savaşçıların sonu ile gelir...

Daha önce kurulanlar ve her defasında yeni dünya düzeni diye yutturulmaya çalışılanlar açık veya gizli yapılan ve yapılmakta olan savaşların bir ürünüdür.

Ve bu yağma düzenleri mutlaka tanrısal figürlü savaşçılarını yaratır, işleri bitince de yok eder...

Not; Daha fazlası için, Savaşçılar ve maceraları- Saliha akan-Su Yayınları

KİTAP DÜŞKÜNÜ...

Kitap düşkünü civil çocuk kitaba düştü, yanağında altın değerinde bir öpücükle. Sıcak bir dokunuş, yüzü kızardı. Düzayak pencere dibine oturdu ve verilenleri okudu iştahla...

Cep fotoromanlarıydı ilk kitapları, çizgi seriler sonrasında. Renkli hayal dünyalar, güzel kızlar, yakışıklı delikanlılar. Aşk ve entrikalar. Kıskançlıkla bezeli benzetmeler. Araya giren kötü şahıslar ve tek karelik tek kerelik dudaktan öpücük. Islak ve sıcak bir dokunuş...

Çipil çocuk bisikletli ve misketli mahalle çocuklarına aldırmadan, buldukça okudu. Benzer senaryolardı. Yinede okuduğu yüzlerce çizgi roman sonrası bambaşka dünyalardı.

Baktı ki bu cep fotoromanlar kızlar için sanki. Genç kızlarlık atraksiyonlar. Kişiler yüzler değişse de, sonuç hep aynı, mutlu son. Diğer yandan birinde iyi rol alan diğerinde kötü. Hikayeler o yüzden hep birbirine karışıyordu. Kimin kim olduğu belli değildi. Garip biçimde aşk ve aşka güven odaklıydı foto kareleri. Ufak kaçamaklar ve saplantılar haricinde. Bir gün mutlu hemen yarın mutsuzluk akıyordu konuşma balonlarından...

Ve civil çocuk hikayenin başından sonunu görmeye başladı ve sıkıldı. Boş hayal ve yalan örgülü aldatıcı bol senaryolar. Belki de gerçek hayat buydu. Yakalanamaz güzellikler, yakalanan çirkeflik. Çirkin bir dünya kurgusunun güzellemesi...

Kurtulmak istedi çipil çocuk. Çizgi romanların uydurma kahramanlarından ve cep romanların uydurma karakterlerinden gına gelmişti...

Elinden bıraktı hepsini, aklından çıkardı. Düzayak pencereye seslendi, okumayacağım artık bu zırvalıkları. Ve okumadı bir daha...

Civil çocuk, hayata açılan o düzayak pencere sayesinde kitabı gördü. Hiç resmi olmayan, resimsiz. Sade yazı sadece okumalık. Bakmalık değil. Sayfa atlamalık hiç değil. İlk defa hiç resimsiz bir kitap okudu, okudukça bayıldı. Aynı kitabı iki kere okudu. İlkinde kaçırdıklarını sonrasında yakaladı satır aralarında. Okudukça zevk sarhoşu. Bilgi ve deneyim.

Çipil çocuk ufaktan kitapların içine düştü bir daha çıkamadı...

Kapısına dayanan, düzayak pencere altında koca bir dünyaydı. Aklı ve gönlü kocaman bir dünyaya açıldı...

Civil çocuk kitaplara düştü, kitap düşkünü oldu. Hayatın çizgilerle, fotoğraf kareleriyle örülü ve sınırlı olmadığını öğrendi. Yepyeni ve akıl ötesi bir yaşamdı önünde açılan. Yanağında sır sıcak bir dokunuş, imli simli bir öpücükle...

Çipil çocuk on yıllardan sonra pencere dibine oturdu ve yazdı. Bir kere yazdı, ikincisini de yazdı...

Kitap düşkünü civil çocuk düşlerden düştü. Hayata çivilendi...

“ANALARDIR ADAM EDEN…”

Anamedenim, adam olmak veya olmamak bütün mesele. Adan zye adam ve erişilmeze adanmak. Ezcümle; "Analardır adam eden adamı… Analara kıymayın efendiler..." Ana kuzularına da...

Anamnurum, şu hain salgın, bu katmerli kıyım atmosferinde ayak bastığın her yer cennet köşesi. Ayağının altı cennet. Devrilesi boynum devrilmeden, mühürlenesi dudaklarım mühürlenmeden, son bir kez Cennetinden öpeyim. Sonra eyvallah, öleceksem öleyim…

Anaparem, yekpare yoksulluğun hissedildiği o gönlü zengin günler çocuğuyum. Atışalanında sokak çocuğu. Sonra ‘Valde Mektebi’ evvelinde oruçlu. Daha sonra ‘Pertev’. En sonra da ‘Yüksek’lere savrulan şahin. Sayende. Şimdi şahlar şahına yolcu. Çetin ve zorlu yolculuğumuz sanki bitmek üzere...

Anamyoldaş, ilk ve tek yoldaşım. Doğanın kanunu, vaktin tamama erdiğinde de gitme. Babam gitti sen de gitme anam. Son yolculuğuna dek, tekçe seninim. Oğlunum. Anamsın. Yazgı kaygı, sevgi saygı piramidinin baş mimarı. Mihmandarım. Kal kalabildiğine gönlünce.

Validem Pertevniyal Sultanım, velinimetim mihrimahım, meğer ne zormuş anaya methiyeler dermek. Ne zormuş ezelden ebede tüm anneler şahsında o hiç incitmeyen o yüce şefkati övmek. Ana varlığıyla kuşatılmışlığın ıssızlığında sevgi seline boğulmak. Dualardan dua beğen, yarım imanla da olsa hiç durmaksızın duacınım...

Babaemanetim, bakıyorum da birlikte büyürken ne çok anı saklamışız. Evlere şenlik. Tam evladiyelik...

Anambabam, sanki o en değerli gün sana yakın, bana yakın. Söyle, ustam boğazda bir menfezde beklesin yeter. Heyecanla küreklerine asıldığım kayık zaten çoktan yan yatmış. Hazırım. Nazırım. Kayın ormanlarından süzülen pırıltılar ciğerimde. Karaltıların arasından karşılasınlar ikimizi de. Ana oğul. Çelik grisi zırhlının güvertesinde uçuşur, saçlarının ipek teli. Deniz mavisi gökyüzünde birkaç damla gözyaşı. Birlikte süzülürüz belki gözyaşından dalgalarla sonsuzluğa…

Anamebem, sanki lacivert mavi Denizle yıkadın, Atlas göğe beledin minik bebekliğimi. Yıldızlarla örttün üstümü. Beşiğimi rüzgârlara bağladın sanki. Asla örtmedin, gözlerimi. Dünyayı sundun küçük dünyama, bak dedin hayat gördüğün gibi değil, çok acımasız ama çok güzel. Gör ve hisset. İlerisi gerisi boş. Hayal. Maskaralık. Manasız düşler kurma, kara düşlerden uyan. Seninkine paralan… Sırıdın kulağıma kulağıma. Tüm sıralı yangınlarda, sırçasaray felaketlerde hep seni dinledim. Sadece seni. Ana yüreğini. Ve şimdi kırklar sofrasında kırk pareyim…

Oy anam vay anayarim, her ana doğaüstü varlık ve ilahe takdir güzellemesi. Güzele güzel nice söz birikti avuçlarımda. Zaman epey kısa. Bizde o ömür nerde? Anaların pirine tek cümle; “Hayatta bir melek tuttu elimden, anamdı…” Analar ki, dünyanın ve cennetin tam merkezi. Naçizane sürdürülen yolculukta, su ve ekmek uğrundaki ağır yorgunlukta, şehirlerin şeyhine isyanda, göğe kuru yaprak misali savrulan da, bir kadın tutar elimden, Anam...

Anampirim, aksu inmiş gözleri gül buğusu. Katkısız safi melek. Zor anlar Hızırı. En hınzır zamanlarda tutar elimden. Yalan yok, assalar da ölmezliğe mahkûmdur bedenim. Sırf bu yüzden...

Anamaney, yıllar yılı dünya döndü, ben durdum. Dünya başımı döndürdü. Tek gözlere tıkıldım. İçimde kaleler yıkıldı, dışımda kuleler çöktü. Yaşlandım. Yaslı anam anladı halim. Gözledi yolum. Kopan nice fırtınalar, kopartan acılar, gerçeğe boğulmalar. Asla dönmedim yolumdan. Doludizgin devrimcilik. Geciken oyun evcilik. Az biraz duruldum.

Anamtahtım, yine de ayakta ölmeyi yeğlerim. Ana öğüdüm bu. Delikanlıya yakışan. Daima öğrettiği yoldan. Yıkılış değil yeniden doğmak için. Ömürlük değil sonsuzluk için. Tutsaklık değil tam bağımsızlık için, silme sınırsız özgürlük için. İnandım bir kere Mahirlik, Denizin bittiği kıyıya ulaşmak. O yüzden nice kavgalar bıraktım ardımda. Gözümü kırpmadan...

Anamgülüm, hiç gocunmam. Gerilmem, gerilemem, yerinmem. Yer gök bir, vira bir kır çiçeği tuttu elimden, üç kırmızı karanfil tuttum elimde, armağanım memleket kokulu anamdı...

Anamhamurum, asla ödenemez emeğin, hızla dolaşırsın kanımda. Onca yoksulluğa sunduğun zenginlik şerbetin damarlarımda. İçim yandıkça sen ferahlatırsın…

Anambacım meğer sen en hakiki devrimciymişsin. Memleket çocuklarına, haksız
kıyılan gariplere hala ağlarsın. Hele üçlere, onlara ne çok ağlamıştın. Erenlere gidenlere. Hiç unutmadım. Ne çok. Vallahi unutmadım, billahi unutamadım…

Anamgülsünüm, dilerim artık ağlamayasın, güzel anam gözlerinin ışığı hiç sönmesin. Doğacaksam bir daha, beni yine sen doğur. Doğaya doğanda beni yine sen dirilt. İçir çiğ sütünü. Tükürüğünle ıslattığın baldan tatlı yumuşamış o ilk lokmayla doyur. Helalden helal besle. Bereketine dolayım. Sapsarı mısır unu bulamacına bulanayım. Başka ana istemem…

Anamservetim, serilmişim ayaklarına. İlkim, ilkem, secdem, kıblemsin. Uygun düşerse seni de ben indireceğim ebedi istirahatgahına. Çekmeyesin evlat acısı. Tamam. Görme devrilişimi. Devrilişimizi. Bu da sana son duam…

Anamranam, ayağının altı cennetten köşe. Başım vurulmadan, boynum devrilmeden hemen önce Cennetinden öpeyim. Sonra evelallah gidersem gideyim cehenneme…

“… Analara kıymayın efendiler..." Ana kuzularına da...



İLAÇ NEŞTER MOLA, BERHAVA...

Bilemediğim hiç tatmadığım böcek ilacı tadında ağzım.
İçim dışım, yanım yörem beter böcek istilası
tedbirliyim tedarikliyim tetikteyim
gece gündüz nöbetteyim…


İlçem ilim, bölgem koca vatan
adı batsın Koronadan mütevellid
kapsamlı karantina…


Karam, kana kan kıstasa kıstas kıyasıya intikam zamanı…

Boğazımda virüs bulantısı
burnumda sen kokusu

ve yamacımda ölüm korkusu.
Zemheri esince tersten karıştı aklımın ince telleri
asla korkmazam itten kopuktan…


Değil mi ki, eriştiğim erişeceğim her şey çok evvelden
hatta bebekken elime öldü benim.
Doğdu elime gerildiğim geliştiğim gençlik
yarı ölü ve yitik.

Bilen bilir kulvarım kuşağım en belalı
bilmeyenler de çok yakında öğrenir

o yüzden korkmam ben hiçliklerden hiç kimseden
ölümün bin bir yüzlü fesatlığı yüzünden…

Ama bu virüs işi başka…

Yıllar yılı sağlık adına bildiğimiz ilaç neşter ve mola
Bu covid 19 şakaya gelmez modda
Modullasan olmaz, kovsan gitmez sanki faşist
böcek desen böcek değil ayrıca
aynıyla sabit virüs fabrikası emperyalist…

Beynelmilel fondayım tam formdayım
molal mahlul ayıbını aykırılayan.
Sırlı kırık aynada sarı sapsarı bir yüz
yüzüme yüzüme sarı sıcak gülüyor
ben ki güldestelere ağlamakytayım…


Balkonlar renklenmiş al bayraklarla
saksılarda kavrulmuş süs bitkileri
kurumuş bakımsız yılların hıncı kurumlu.
Güneş vuruyor sündürüyor bağ bahçe
çehresi değişmiş dünyanın ne çare…

Son çare toprağa yatırıyorum ara sıcağı
ve çıpıldak kaçağı

Güneşi güneşe, güneşe akın mısralarıyla.
Yadırgıyorlar yeri göğü kara toprağı
hep o fıtrat hikâyesi ve sıradan temaşa…

Kuruyan çiçek inceliğinde bedenim
zar gibi tenim içim dışım bir
yaprakların susuzluğundayım demir gibi ağır
anılarımı presliyor başımdaki gros tonluk ağrı.
Ve korkulu filmler beyaz perdelerden akıyor
ağlıyor kırmızı karanfiller dünyası.
Karakter kırıtıkları arsızca 

kırmızı kadifeden perdelerin açılmasını bekliyor
film aynı film pandemik buhran…


Köpüklü ayran tadında dilim
bileğimden kopmuşçasına fersiz tutmuyor elim
elim bir kaza arsız bir köşe kapmaca
kaza desen kaza değil tam bir aymazlık.
Palas pandıras pang pangodoz çıkmazı
ve hain virüs tutmuş bütün köşe başlarını
başlamak lazım soyuna sopuna ama pandemi…

Çığ düşmüş çağın tam çağlayacağı yere
sahile vurmuş sodalı ve bol dalgalı deniz
kara toprağa çiy üşüşmüş
çiğ süt emmişliğin emrinde iyice çırpılmış düşler.
Düşler düşenler çarpılanlar hepsi otağıma
bir yudumluk hayat bir büyük ateş kıvılcımı
dört bir yanı sarmış virüs yangını.
​Olsun varsın çetin sular tandemindeyim.


Kupamda kekremsi acı bir tat
kapımda soğumuş bayat bir hayat.
Alıştığım her şey fide halinde fidel
haliyle boynu inceden ince denizim körpe fidan
virüse dolanmış hayata yapışmışım
kula kulluk etmekten ise bitmeyen kavgaya…


Dünyanın en feci salgınını yaşıyorum
ve de yaşlandım biraz sanki çok sabırsızım
iskele sol, sancak sağ, karaya oturduk istisnasız
mevsimler ayast iklimlerden virüs…

Gerçekten gemi karaya oturdu yüzde yüz oturumlu
sağlığımda olanlar yasımda olmasınlar
oturdum düşündüm de çoğu yüzsüz…



Ne haldeyim bilseniz
neler ummuşum neler bulmuşum.
Nerde varsa emanete ihanet
emin olun hepsinin toptan ağızları açık. 
Aç açık düşünmeden
toptancı stokçu yarı açık düş hapisliği.

Kavlimiz kıvamında ilaç neşter mola
kaç posta oksijen çadırı yeter yetmez berhava.
Sanılmasın ki yapılanları unutmuşum…

Keskin bıçaklar açmaz ağzımı susarım
nefesimi soluğumu almaz yanık ciğerim kusarım
boğulmuşum sanki pusarım
veya asılmışım tam da salgın zamanı
ayaklarım yerde başım göğe yakın…


Fildişi kutuda kağıt kağıt hatıralarım…

Böcek gibi ezilmişim mavracı mantıksız manevralarda
hayasız bir hava manasız bir dünyada
farkındalıklarım artmış arınma yaşlarımda
felaketin felasında uyanmışım 
berhavalığı görmüş felaket azıtmışım.

Coşmuşum ve ölümle burun burunayım ne fark eder
bulaştım bulaşacağım nasılsa kara meleğin tırpanına
boğazına çökeceğim ama her şeyin bir zamanı var…

Şimdi yeniden doğmak zamanı
bir ölmek bin doğmak zamanı.
Daha dün bacak kadar çocuktum
eskiden yeniye ilaç neşter mola büyüdüm.

Bugün tam demi pandemi ölürsem ölürüm
beter böcekler de yaşamasın tam demi…

Zaten yok yarınım, yarınlar sıralansa da şahsıma...

Hiç yorum yok: