KÜLTÜR SAVAŞLARI…
Üç beş gündür aşırı yağış,
sel, su, fırtına. Buza kesti rüzgâr. Hava bozuk. Bu bozgunda aklı kuşatan kar,
kış, kıyamet, beter soğuk ve kültürel boşluk…
Bahaneyi bir yerlerde
aramaya hiç gerek yok. Kapıda. Boş bakışlar arasında yıllar içinde kültür
değişti. Sosyal hayatlar değiştirildi. Köklü gelenekçi yapılar bozuldu. Dokular
çözüldü. Mevcudun dayattığı kültür hepsini yuttu. Emperyal iktidar yerini
sağlamlaştırdı…
Rekabetçi kamplaştırma ile
dayanışma duyguları örselendi. Öğütlenen eskiye özlem oldu. Her şey çok basite
indirgenerek, uhrevi ölçülerde, ruhbani ölçütlerde değerlendirmelere tabi
tutuldu. Temel olgular, algı yöntemleri ile hiçleştirildi. Ve yaratılan
atmosfer mevcudu güçlendirmeye katkı yaptı.
Vahşi kapitalizm ile
ilintili olan ne varsa gizlendi. Gelenekle bağlar kuvvetlendirilecek dendiği
halde türlü varyasyonlarla zayıflatıldı. Ateşte emperyal özentiler demlendi. Dört
bir yandan kuşatılmışlık havası estirildi.
İşte bu hava, kendine ait yapay
değerleri de yarattı. Sağlam, saygın, kültürel, sosyal değerleri değişime
uğrattı. Sonuç, kültürel erozyon. Sosyal patlama derecesinde yoksulluk ve
yoksunluk. Ters yüz edilen hayatlar…
Bu toptancı bozulma ulusal
kültür düzeyini de aşağıya çekti. Toplumlara kavimsel suni bir kültür
pompalandı. Yüzyılların hâkim kültürleri sosyal yaşamdan törpülendi. Siyasal
düzenek, mini kitle kültürleri oluşturdu. Yerli ve milli böyle olunur sanıldı. Din
ile süslenen bu kültürel sapma merkezileşti. Merkezden mecburileştirildi…
Hayat damarlarına, kılcal
kanallara dek enjekte edilen dinsel hurafeler kıskacında genleşen kültür, gerçek
hayatın önüne geçti. Resmi görüş içten dışa, yukarıdan aşağıya toptan değişti.
Ve milli hassasiyetler yörünge değiştirdi. İktidar, korku ve dayatmaların
dozunu artırarak iktidarını bir yere kadar korudu.
Bu korunaklı sistem de yetmeyince,
köktenci bir gerigidişim öngören sosyo kültürel pozisyonlar güçlendirildi. Dizayn
edilen değişken ve geçişken pozisyon alıcılar siyasal modelin de değişmesine
neden oldu.
Yani yeni kültüre adapte
olan çoğunluk, kendini ifade etmeyi coğrafyaya yayılan, başka coğrafyalara da yayılmacı
bir kültürde buldu.
Ve lafta yeni hayata, yeni
sistem adapte edildi…
Bu adap erkan, edep haya tanımayan
her şeyi kabullenme hissiyatı, derin bir travma yaşandığını hissetmeden, ileride
daha ağır hissedilecek bir boyuta evrildi. Devamlı gündemle oynandı. Hayata
tutunmayı sağlayan kültürel köklerdeki bu oynamalar, çok ucuz oyunları da güncelledi.
İktidarı toptan ele
geçirmeye dönük atılım sonrası kısa zamanda din bağlamında farz edilenlerin,
sosyal yaşamda önemli yer tutsa da, ortak yaşama yön verecek denli uzun ömürlü
olmayacakları görüldü. Pek sürmeyecek olsa da dini telkinlerle bir zaman daha
yol almasını sağlayacak desteklemeler gecikmedi.
Bu destekler sayesinde çok
şeye mal olacak, olmasına neden olacak ciddiyetsiz adımlar atıldı...
Böylece gittikçe daha da zorlaşacak
kan donduran atmosfere girildi…
Yıllar yılı, binlerce yıllık
geçmişi çok sayan görülüp, yok sayan, esaslı kültür birikiminin yok edilmesine
dönüp bakmayanlar üç beş gün içinde birden kızıştı.
Üç beş gündür doz aşımı
yağış, sel, su, kar, boran, fırtına derken hava buza kesti. Kestirilemeyen bir
şeyler oldu ve ateş bastı. Tam da cehennem ateşi. Kızılca kıyamet havası. Hepten
havaları bozuldu.
Kültür savaşlarından sıcak
savaşa. Havada başka bir şeyler daha var sanki…
ÖYLESİNE SAVAŞ
Öylesine bir mecra ki, haritaları sahte veya bomboş. Veya
birbirine dolanmış. Hatlar kızgın. O ahenksiz boşlukta izole edilmiş,
paleolitik dönem sefilliği. Tamamen değişime kapalı, koca bir bataklık. Teklif
dahi edilemez barış beklentisi…
Çünkü her askeri hareketlilik başka bir macera…
Hayal kırıklığına uğrayanların içini kemiren ne varsa, gönül
rahatlığıyla döktükleri tek bölge. Evrensel rahatı bozan facialara doymamışlık.
Fanatizm ve faşizm…
Öyle ki, çöllere dağlara tünemiş kamplaşma kargaşası. Ve
gizli departman kavgaları. Pusu ve dehşet diyarı. Enformasyon detayları
öğrenildikçe doğrudan savaş tehlikesi. Savaş tamtamları. Kaygısız saldırılarla
pekişen düşmanlıklar. Şifreli kodlu yalnızlıklar. Ve diyet ödeme ile ödetmeler.
Öylesine bir bölge ki, yüksek frekanslı savaş ve kapışmaya
alarm çılgınlığı. Savaşa davetiye…
On yıllarca uyduruk çatışma serisinin bağlandığı son nokta.
Parçalanmış, bölünmüş ülkeler bölgesi. Lafta iyileştirme operasyonları ile ceza
kesme turları. Saf değiştirme eğilimleri ve saflara eğitim girişimleri.
Kaçınılmaz kader.
İstihbarat servislerinin izin verdiği ölçüde kader. Toptan
keder…
Öyle bir arazi ki, paralı asker cenneti. Hayati sinyal ve
siren tipleri. Tipik karargâh destekli operasyonel trafik. Sıcak savaş
bölgesinde gizli savaşlar…
Öylesine suikastlı bir düzenek ki, projenin kargısı ne zaman
kime isabet edecek belli değil. Piyango ihtimali. Oysa her şey çok evvelinden
planlı projeli bir manzara…
Öylesine su yüzüne çıkmış ki sorumsuzluk, gerçekler gerici
ve yoz yalanlarla saklanmakta. Tamı tamına bölgesel kaynak israfı. Acımasız
paylaşımlar. Gangstervari tuzaklar. İlkesiz isyanlar. Şiddete şiddet standartı.
Sanki bir yerden start verilmiş ve hiç ilgilenilmemiş büyük bir organizasyon
resmi.
Resmen acı hakikat ile yüzleşen halkların, iyice zalimleşen
bir atmosferde, bin bir zahmetle ayakta kalma mücadelesi…
Onları ne gören, ne önemseyen var. Herkesi gri ve belirsiz
bir gelecek bekliyor. Herkes öylesine garip…
Öylesine bir savaş çığırtkanlığı ki, herkese mutluluk
getirecek, umut aşılayacak ne varsa sindiriyor. Akıl sır erdirilemeyecek bir
emperyal kaygı…
Ve kaygısızca sadece tahmin okumak ve tatmin olmak üzere
kurgulanan reel politika…
Emperyal ajansların geçtiği ise bölgenin serbest atış
bölgesine dönüşmeye ramak kaldığı. Emperyalist ordu palyaçoları denetiminde
ıssızlık. Issızlığın tezgâhın içinde olanlara doğru kaydırılması.
Öylesine azgın bir yöntem ki, yerel işbirlikleri ile
kaynakları kurutmak maksatlı muharebeler. Muhatabını da düşmanlığa teşvik edici
hamlelerle, kirli oyunun içine çekmeler.
Öylesine vahşi, öylesine ısırgan, bölgeyi enkaza çevirecek
denli öyle bir fitil ateşlenmiş ki, sular da iyice ısınmış bazı kimseler hala
kimseye bir şey olmaz faslında. Fizan derdinde…
ORTADOĞU SAVAŞ ÇEMBERİ…
Demek ki, bazen evdeki hesap çarşıya uymaz. Kurulu kurgu
dengeler bir gece ansızın bozulabilir. Bir gün önce Fizan için tezkere çıkar,
başka dünyalara açılmayı hesapla, bir anda ateş dibine düşsün. Olacak iş mi?
Pentagon’un üstlendiği ve Reuters’un olay anına ait görüntülerini paylaştığı,
apaçık uluslararası devlet terörü örneği hamleden sonra artık Ortadoğu’da her
şey olabilir. Eskisinden de beteri beklenebilir. Belki de ortalığı kasıp
kavuracak nitelikte ve nicelikte bir savaş çıkabilir…
O nedenle şu beka meselesini iyi düşünmek lazım, milli
güvenlik meselesini akılcı biçimde masaya yatırmak lazım. Beka Fizan’da mı
yoksa sık aralıklarla hesapları değişen ve pentoganovari ataklarla karıştırılan
Ortadoğu’da mı? Yoksa sınır dışı operasyonel politikadan vaz geçip, başta
ekonomi iç meseleleri halletmekte mi? Doğru karar vermek lazım.
Ayrıca hala Büyük Ortadoğu projesi yürürlükte mi? Eğer
yürürlükteyse Fizan’a gitmek veya gönderilmek bertaraf edilmek olabilir.
Gereksizce cepheleri çoğaltmak da olabilir. Doğru tahliller yapmak lazım.
Yani üç gün önce meşhur büyükelçilik basılması kurgusu ile
Ortadoğu’daki oyunun değiştiği, başka planlara gidilebileceği belli oldu
diyenler önemsenmedi. Oysa şifreler iyi takip edilmeli ve Fizan tezkeresi
ertelenmeliydi. Zaten öyle kolayca gidilemeyeceği besbelli bu sefer iznine dost
düşman dış dünya da karşıydı. Yanlışta direnilmemeliydi. Parmak sayısına
güvenilip onaylanmasıyla da boş yere Akdeniz’de düşman sayısı artırıldı.
Evet, diğer yandan Kongre’den izinsiz, Başkan emriyle
bölgenin istihbarat zihinlerinden birine düzenlenen bu pentagon planı, korkunç
büyüklükte bölgesel bir savaşı tetikleyebilir.
Sıcağı sıcağına söylentiler böyle. Bölgede intikam kurgulu benzer,
karşılıklı siyasi figürleri öldürme girişimleri devam ettirilirse, sonucu daha
fazla ölümlere, kitlesel ölümlere çıkabilir.
Karıştırıcı istihbarat aklıyla, Ortadoğu’da uluslararası
askeri güç kullanımı devam ettirildiği sürece, mevcut bölgesel yetkililer
hiçbir şekilde barışa inanmadığı ve asgari müşterekte buluşmaya yanaşmadığı
takdirde Ortadoğu Savaş Çemberi’ne girebilir…
Belki de çok ağır bedelleri olabilecek ve illa bedeller
ödetebilecek bu hamle, uzun yıllara yayılabilecek yeni bir kanlı çatışmaya
zemin hazırlayabilir. Ortadoğu’daki
Savaş Çemberini daha da genişletebilir. Durum bu denli hassasken, Ortadoğu Savaş
Çemberi’nin dışında kalma endişesiyle hiç düşünmeden su testisi suyolunda
kırılır yaklaşımları ve yorumları anında taraf bildirmektir. Bu ifadeler
tarafgirlikte ve dönülmez yanlışta ısrarın devamıdır.
Bir başka ifadeyle Ortadoğu’da, demokrasi havarisi kesilip,
tek terör karşıtı rolü oynayanların, dünyada nasıl en büyük terör destekçisi
olunduğunu gösteren bu operasyonun arkasını da iyi değerlendirmek gerekir.
Önünü de. Bu operasyonel hamle bu günden itibaren her ülkeyi özellikle, Fizan
Tezkerecilerini görülmemiş derecede büyük tehlikelerle baş başa bırakabilir.
Bölge yarından itibaren intikam duygusuyla, egemen
sermayenin işgaline karşı çıkarsa, temsilcisi lafta ileri demokrasi getiriciler
ve işbirlikçileriyle kapışırsa ki muhtemeldir. İşte Fizan Tezkerecileri böyle
bir çıkmazda nereye taraf olacağı hakkında kuşkusuz hazırlık yapmıştır.
Anlaşmalar da gerçekleştirmiştir.
Mutlaka hazırlığı olmalı ve anlaşmalar netleştirilmelidir.
Çünkü Ortadoğu Savaş Çemberi’ne girdiğinde kısa zamanda kendini savaş mağduru
olarak niteleyen milyonlarca sığınmacı kapılara yığılabilir. Teknelere doluşup
Fizandan gelecekler hariç. Tamiri zor
bir hasar daha kapıyı çalabilir.
Yani topyekûn daha çok su götürür günlerden geçilecek.
Ortadoğu Savaş Çemberi bir kez daha alevlendirildi. Akıllı olmak lazım…
KANAL İSTANBUL-2
Birinci bölümde yaptığım kanal İstanbul değerlendirmesine
kaldığım yerden devam ediyorum…
Televizyonlarda basında Kanal İstanbul’la ilgili birçok
program yapıldı. Bir tarafta karşı çıkanlar diğer tarafta çatlasanız da
patlasanız da yapacağız diyenler.
Bu konuyu tartışmak toplumda hedef saptırmak mı gündem
değiştirip bazı önemli sorunları toplumun dikkatinden kaçırmak mı? Sanki toplum
yalancı emzikle uyutuluyor.
Televizyonlara çıkan yüzler hep aynı yüzler. Ne
söyleyecekleri baştan belli. Tamamına yakını da bu konunun uzmanı değil.
Tartışmacıların bu konuyla ilgili hiçbir akademik yönü yok. Bilmeden bildiğini
sananlarla idare ediyoruz.
Kanal karşıtları olaya yanlış yerden giriş yapıyorlar. Kendi
tabanlarına imza kampanyası düzenleterek iktidarın geri adım atacağını
düşünüyorlar. Oysaki bunun pratikte hiç bir anlamı olmayacak. Tabanın
enerjisini boşa harcamaktan ileri gitmeyecek.
Yandaş kanalların aynı yüzleri çıkartmasını anlarımda
muhalif kanallarında aynı yolu takip etmesine anlam vermek mümkün değil. Gerek
yurt içinden gerek yurt dışından bunu konuları bilen akademik bilim adamlarını
çıkartıp ekranlara toplumu bilgilendirmek daha doğru olurdu.
Televizyonlara bilim adamlarını çıkartma noktasında bir
yasak sansürmü var. İktidar altı üniversite 200 bilim adamı bu projeye katkı
sundu diyor. Bu ne kadar inandırıcı, raporu ne kadar doğru.
Rektörlerini ve dekanlarını iktidarın belirlediği özerk
akademik ve bilimsel olmayan üniversitelerden iktidar yanlısı kararlar çıkar.
Bu raporların ve CED raporunun sayfa sayısın bir anlamı yoktur. Gerçek bilimsel
çalışmalar düşüncenin özgür olduğu ortamlarda hayat bulur.
Kanal İstanbul’un ve boğazların Montrö anlaşmasının hukuki
ve tarihsel boyutunu ekranlarda deniz hukukunu bilen hukukçularla ve de
tarihçilerle tartışılsa toplum aydınlansa iyi olmaz mı?
Teknik boyutunu jeolojik boyutunu mühendislerle mimarlarla
jeologlarla jeofizikçilerle çevre mühendisleriyle enine boyuna tartışsalar daha
doğru olmaz mı? Bu korku ikliminde mühendis odalarımı ekrana çıkmıyor yoksa
çağırılmıyorlar mı? Bence çağırılmıyorlar. Demek ki taraflar samimi değil. İşin
içerisinde başka hesaplar mı var. Neden toplumun bilgilenme hakkı elinden
alınıp oyalanıyor.
Kanal İstanbul projesi bugün başlasa en erken 2030 da
bitecek yani en az on yıl sürecek. 2030’ların Türkiye’si ve dünyası hangi
düzlemde olacak bunu kestirmek zor. Her gün dünya haritası yeniden çiziliyor.
Emperyalizmin sömürme hırsı her geçen gün daha da azgınlaşıyor.
Gelecek yazımda Montrö anlaşmasını boğazlar sözleşmesini,
bunun hukuki ve tarihsel boyutunu, Kanal İstanbul projesinin teknik boyutunu,
kazanç ve maliyet boyutunu irdeleyeceğim.
Ayrıca Karadeniz ve Marmara’nın ekolojik boyutunu, çevre
boyutunu, Karadeniz’de bulunan hidrojen sülfürün vereceği fayda ve zararlarını
ABD, Rusya, Çin gibi ülkelerin emperyalist hesaplarını, stratejik ve güvenlik
boyutunu vb. irdeleyip görüşlerimi yazmaya devam edeceğim.
Hoşça ve dostça kalın
FİZAN TEZKERESİ
Yeni yılın buz tutmuş ilk günlerinde, ileride kınalı
kuzuların ayağına çakıl taşı takılmasıyla, sürmeli gözlerden süzülecek yaşlar
ve toplumu derinden yaralayacak üzüntülere üç dakikada onay verildi. Ta Fizana
tezkere çıktı. Trablusgarp ve Sirenayka’ya...
Açıkça ‘Ne işimiz var Fizan da’ demek lazımken, emanetçi bir idarenin ileri sürdüğü tezkere,
üç saatlik konuşmaların ardından, sözde ve gözde ama hiç alakasız vatanseverlik
babında, milletin sırtına bir yük daha yükledi. Akıl duvarını delecek denli
ağır bir yük. Ciğerleri kanatacak denli ağır bir yük. Ta Trablusgarp ve
Sirenayka’ya kadar taşınacak ağır bir yük…
Oysa çivi yazısı ile yazılsa dahi okunabilecek, tutuk
konuşmacı anlatmasıyla dahi kolayca anlaşılacak bir tezkereydi. Ancak tezkere
çokbilmişlik, sonradan görmüşlük, alaylı yanılmalar ve hayalci yaratılar
çerçevesinde, sınır tanımaz bir role büründürüldü. Deniz içi bir tezkere
meclisin duvarlarına asıldı.
Öyle bir hale dönüştürüldü ki tezkere, itaatçi varsılcılar,
varsıl olsunvarsıncılar, dar açılı üçgenler, makam mekân seçiciler, kısıtlı
totemciler, simetrik kurgular ve saltanatın sallandığını hissedenler tez elden
ortaklığı kurdular. Tezkerede buluştular. Hikâye beş yüz, bin yıllık bir
gerçekliğe ve geleneğe dayandırıldı. Ecdat meselesine girildi. Çıkıldı. Tezkere
fezleke sanıldı. Aslı da nesli de vahim bir tekrara daha tecelli denildi.
Herkes biliyor ki bu tezkere, Fizanın tarihi çeşmelerinden
bir avuç soğuk su içmek için değildi. Sanki aklın arka boşluklarını bambaşka
serüvenler doldurmuş, resmen savaş turizmine geçit verildi. Bu tezkere ileride
kimseyi peşinden sürükleyemeyecek bir konuma, sınır ötesi-deniz içi bir iç
savaş taraftarlığına açık izin. Ve resetlenemez bir ayarsızlık.
Bu tezkere dönüşü Allaha emanet, ucu bucağı olmayan devasa
çöle gidiş bileti…
Unutulmamalı kendini çok üstün görenler çöl kumuna
belendikçe, çizmeler batağa gömüldükçe itiraflar tersine yol kat eder. Tutulan
kayıp çeteleleri de kaydı zorlaştırır. Çünkü bu tezkere bin tehlike başımızda,
bin bir tehlike köşe başlarında tezkeresi. Yarın tüm yurdu kapsayacak başka bir
ateş çemberine giriş vesikası. İnanç ve
masumiyet kaybettirecek şirazesi bozuk şahlanış teorisi.
Bu tezkereye, bu savaşçıl nöbete, ince hesaplar yapmadan,
hiç irdelemeden, neiçin diye sormaya cesaret edemeden, bilirkişi pozu takınıp
onayla kurtul hissizliği, daha çok canlar alır. Bu dış kapının ötesi paylaşım
girişimleri, başta farkına varılamayan kini-garezi de fikre sabitler. İşbirliği
sofrasına kurulmuşluk ise dillere pelesenk olur.
Bu asla koalisyonel olmayan, sırf saraysal hırs uğruna az
yoğun bölgelerden, çok yoğun bölgelere doğru askeri hareketlenme, bu baştankara
net akış tablosu, tez tezkerelendirme, her türlü acı kayıplara kapı aralar.
Oynanan oyun, oyuncuların kendi başına bela olduğu gibi bazen hiç suçsuzları da
kervana katar. Ve en önce kervandaki çileden başka mülkümüz yok diyenler belayı
def eder…
Tezkereli tezkeresiz fark etmez, adı barış kendi savaş olan
her türlü hareketlenmede, insanlık insanlıkla ölçülür. Oturduğu yerde oyla,
oylamayla değil…
2020’YE MERHABA!!!
Gönülden bir merhaba dersin, bakarsın vedalaşma vakti
gelmiş. Ocak şubat mart derken, ekim kasım aralık’ta bitti. Bitti biterken, tüm
sevdiklerimizle, bütün sevdiklerinizle sağlık mutluluk içerisinde geçecek bir
yıl dilerim.
2020 ye merhaba!!!
Merhaba ama 2020’ye yine gam kasavetle girdik. Hep böyle.
Sarhoşladık yine. Keşke ayık olmasaydım. Derdim gamım yine üst üste…
Bin bir çiçek açarken dört bir yanda, bu dünyanın dertleri
yine bana düştü. Siz mutlu olun yeter ki. Sırtımda feleğin yükü. Avuçlarımda
yoksulluğumun faizi. Sizler bir yana. Nazlı nazlı büyüttüğüm, küsüp darılıp
dertlerime sarıldığım, hayatın güzel ola, haberin güzel gele. Zaten taş başında
iki türkü yaktığım ayrılık, içimde derin yara.
Çoktan yaralıyım. Bu yılda yalnızım. Cigaramın mavi dumanı
hasret tüter. Kadehler hasret buğusu.
Çevrimçayır buluşmaya az kaldı. Verin benim sevdiğimi, yalan dünya sizin
olsun…
Ben şehirlerden bıktım. Şehirlerin biteviye yalancı
sevgilerinden de. Özümü aradım. Çevrimçayır, durmuşpınarı düşek arasında. Niyaz
ettim. Bakışların şahıma benzer. Aşkın deryasında yüzerken ağçaörenden bir
damla su içtim, erenler. Yandım…
Lütfeyleyin erenler…
‘Sevdiğim arzı endamın bir güle benzer.
Bir gül açıldı, bizim büyük tarlanın başında
Kenger dikenlerinin arasında
Sana benzeyen güle benzer…’
Son kavalımı Büyükçayırda üfledim. Sırtımı yasladım, baba
yadigârı bizim duvarın taşına. Üfledim, Şu Sivas senin olsun. Yalancı sevgiler
benim, gerçeği hep senin olsun. Kurumuş otları hayatımın başlangıcında seyran
eder. Aşkının girdiği vücudum kızgın ateş.
Hattı aşk, hatta aşk…
Ey erenler, tacın tahtı yıkan aşk muharremi derde derman
eder aşk. Hu erenler meydan ola şahım aşk. Bağda gül didelerim yanağında açan
gül sorun aşk. Ben çalıp söyledim sorun hele neyin nesi. Çözemedim kördüğümü,
sorun hele neyin nesi.
Ne kadar az konuşursan o kadar düşünme fırsatın olur. Ne
kadar çok düşünürsen yazma fırsatın…
Yeni yıla yazmak ise bambaşka bir şey. En zor aşk…
Aşk ile, ‘ye Merhaba …
KİLİSESİZ İSA
Kilisesiz İsa, dinler tarihinde yeni bir çığır açan,
başlangıç işaretidir…
İsa; “Yasayı ve peygamberleri yok etmek için değil
tamamlamak için geldim” demiş ama tamamlayamamıştır. Çünkü İsa’ya ait, İsa'dan
hikâyeler, raporlar, belgeler yok edilmiştir. Var olduğu ve varlığını
koruduğunu kanıtlayan kayıtlar da pek azdır.
Ancak Roma'nın, İsa’yı mevcut yönetime isyan eden ve isyana
teşvik eden bir asi olarak yargıladığı ve çarmıha gerdiği tarihsel gerçektir.
İsa, milattan sonra birinci yüzyılda Hristiyanlığın liderine dönüşmüştür.
Yüzyıl sonlarından itibaren ise İsa'ya tapma felsefesi üzerine kurgulanan
Hristiyanlık din olmuştur.
Hrist veya Christ aramice kutsanmış, kutsal yağla yağlanmış
anlamı içerir. Grekçesi ise Hristos veya Christos. Taşıdığı unvan ise
kutsanmış, kurtarıcı veya teslim edendir.
Kiliseci din için İsa’nın söylediklerinin ötesinde, İsa’nın
‘Tanrı İsa’ vasfı önemli olmuştur. Kutsal metinler değil Tanrı deneyimlemesine
iman, teolojik kriter olarak kabul edilmiştir. Din yaygınlaşınca kırılma
noktası da baş göstermiş, saf inananlar ve bilgiyi arayanlar çatışması ile
başka kiliseler doğmuştur. Her mezhebin ve her kilisenin kendine özgü bir
kutsal kitabı olmuştur.
Ardında yazılı metinler bırakanların kılavuzluğunda Hristiyanlık
büyüdükçe, sözlü gelenekçi anlayış dinleri de geride kalmıştır. Ancak bu din
kurgusu da İsa'dan 200 yıl sonra yazılan İnciller temeline oturmuştur. Öyle ki
bu yazılı gelenek, resmi ruhban sınıfını da doğmuştur. Zamanla havarilere ve
İsa'ya atfedilen kutsallık da ruhban sınıfına geçmiştir. Bu yadsınamaz kutsiyet
paylaşımı din tutkusu olmuştur.
Yani Hristiyanlık, dinlerin en gelişmişi konumuna
yükselirken, bir yandan da Tanrı baba, oğul İsa biçimlendirmesi ile kutsal ruh
ve kutsal emanetler bağımlılığındaki artış ile de antik çağ dinlerine benzeşen
bir yapıya dönüşmüştür…
Her yaşamsal değer, İsa bu konuyu havarileri ile konuştu
iddiasına bağlanarak, dini rota belirlenmiştir. Hele ki asıl mesaj, diriliş
veya sembolik diriliş bağlamında yorumlarla detaylandırılmıştır. Ve
Hristiyanlık tek merkezli kiliseler dini olmuştur.
Yani İsa'dan tam 200 yıl sonra Hristiyanlık çatısı altında
yeni bir inanç sistemi oluşturulmaya çalışılmıştır. Yeni sistemle dağınık ve
zayıf kiliselerin merkezileştirilmesi sağlanmıştır. Bu sistematik 3. yüzyılın
başlarında tamamlanmış, İsa ile başlayan kutsallık ve kutsanmışlık, yokluktan
yükselme Hristiyanlığın temeli olmuştur.
Özellikle İznik konsili Hristiyanlığın hayal ürünü İsa’sını
yaratmıştır…
Böylece imanın, bilgiye tercih edildiği Hıristiyan
dünyasının temeli atılmıştır…
Kiliseler inancın ve Tanrıya ulaşmanın tek yolu olarak
gösterilmiş, dinler tarihine yeni bir başlangıç işareti çakan Kilisesiz İsa ise
unutulmuştur…
SEMİTİK KRAL İSA…
Milattan önce 2. yüzyıldan itibaren bir yüksek rahip veya
halkın yeni yasasını getirecek bir kral beklenir. Daha sonraları bu tek bir
figür olarak Mesih’e bağlanır…
Mesihsel belgeler yıldan yıla mesihin çıkış zamanının
geldiğini vurgular. Mesihçi hareketler başlar. Siyasi entrikalar da kralın
gelmesi için aktif rol oynar. Ve nihayet baba soyu Davut, ana soyu Harun'a
bağlanan İsa, yüksek rahip ve kral olarak doğar. Asil iki neslin mirasçısı
olarak, bilge figürüne dönüşür. Mesih olur…
Onlarca yıl beklenen İsa’dır ama İsa'nın doğum tarihi
üzerinde bir uzlaşı da söz konusu değildir. Her kaynak kendine göre izaha
çalışmıştır. Matta, İsa'nın milattan önce 4 yılından önce doğduğunu ifade eder.
Luka ise İsa'nın doğumunu milattan sonra 6 yılına kaydeder. Suriye valisinin
nüfus sayımını baz alır.
Yani İsa bilinen ve kabul edilenin aksine hem İsa’dan önce
hem de İsa'dan sonra doğmuştur. Ancak çarmıha gerilişi anında otuzlu yaşları
sürdüğü kabul edilir. İdamı üzerinden yapılan hesaplamalarla doğum yılı
belirlenmeye çalışılır. Yapılan hesaplar ile İncil arasında bir paralellik de
yoktur.
Kudüs İncil’i çarmıha gerilmeyi milattan sonra 30 yılı Fısıh
arefesi 8 Nisan olarak kaydeder. Yuhanna ise milattan sonra 28 yılında vaftiz
sonrası ilk fısıh olarak söyler. Roma tarihi kaynaklarına göre İsa’nın milattan
sonra 26 ile 36 yılları arasında bir tarihte çarmıha gerildiği üzerine
kanıtlama çalışmaları vardır. O tarihlere dayandırılarak İsa’nın doğumu
belirlenir.
İsa'yı vaftiz eden, vaftizci Yahya'nın bir boşanma evlenme
suçundan dolayı idam edildiği tarih milattan sonra 35 yılıdır. İdamından hemen
önce, İsa’yı otuzlu yaşlarda iken vaftiz ettiği bilinir. O halde İsa milattan
sonra 35’li yıllarda hala yaşamaktadır...
Bu da gösteriyor ki, İsa büyük olasılıkla milattan sonra 36
yılı bayram öncesi çarmıha gerilmiştir…
Böylece doğumu milattan sonra 6 yıllarına denk düşer. Yahudi
kaynakları da İsa'nın doğumunu Matta üzerinden milattan önce 4 yılına kaydırır.
Katolik inancına göre İsa'nın çarmıha gerilmesi milattan sonra 30 yılı olarak
kabul edilir. An itibariyle 30'lu yaşlarını sürdüğü söylendiğine göre İsa'nın
doğumu yine milattan önce yıllara denk düşer.
Bu tarihsel karmaşada birçok amaç vardır. Asıl amaç
Yahudilerin başlattığı mesihsel hareketin temsilcisi olan İsa’nın, doğumu ve
ölümü üzerinden tarihsel süreci sansürleme çabasıdır. Diğer yandan İsa'yı
Yahudi veya değilmiş gibi gösterme gayretidir. Böylece her merkez kendi
İsa’sını hikâye etmiştir.
Oysa İsa esmer tenli bir Filistinlidir. Yahudi olarak
doğmuştur ve milattan sonra birinci yüzyıl sonlarından itibaren
Hristiyanlaştırılmıştır…
Yani İsa’nın doğumundan yaşamına, çağdan çarmıha
araştırmalar, ölümü ile ilgili gizemler ve kutsal sayılan derlemeler ile 300
yıllık mesihçi anlayış yeni bir din ve peygamber yaratmıştır.
İsa’nın çarmıha gerildiği haçın ayağına asılan levha ise
gerçeğini özüdür; “ Bu
Yahudilerin Kralı İsa’dır…”
İSA KİLİSECİLİĞİ…
İsa, Tanrının Krallığını ilan etti. Etti ama kral kilise
oldu…
İsa adına görkemli tapınaklar kuruldu. Ve kalın duvarların,
ince tül perdelerin ardına saklanıldı. Gerçek İsa’dan sapıldı. Gerçek Tanrı,
İsa’nın getirdiği inançlara aykırı bir şekilde insanlıktan gizlendi. Aforoz
dini oluştu…
Zamanla değişen dünyanın tüm inanç hassasiyetlerine
dokunuldu. Hislerle oynandı. Tartışılmaz kanıtlar içerse de modernizm şeytani
sayıldı. Kilise aşırı baskıcı ve işkenceci tavırla bilime kapılarını kapattı.
Bilimle uğraşanlar ve inananlar kara listeye alındı. Engizisoncu din, aforozla
da yetinmedi.
Kilise kışkırtıcı ve huzursuzluk yaratan bir kıvamda,
kıyımlar yaptı. Kesti, kopardı, yaktı. Kutsanmış kralın hizmetkârları pozunda
kilisecilik zirveye taşındı. Kilisenin denetiminde prokatif ve ispiyonel günler
birbirini izledi. Kilise kontrolü tamamen ele geçirdiğinde Tanrı'nın Krallığı
kuruldu.
İsa'nın Golgota’ya uzayan yol boyu yürüyüşünü temsil eden
resimler, ikonlar ve çarmıhı anımsatan kabartmalı haçlar çekilen acıların
sembolü oldu. Bu simgesel betimlemeler Tanrı krallığına hizmetin çilesi,
ihanetin son merhalesi olarak görüldü.
Ortaçağ karanlığında bu İsa figürü de unutuldu. Yüz çevrildi. Kilise kendi krallığını
yaşattı. Dini kirletti. İsa’yı kaybetti. Dinsel krallığın semalarında beklenen
dolunay yükselmedi. Atmosfer daha da karardı…
Ve Halk isyan etti, kiliseye direndi…
İsa Tanrının varlığına sığındı. Kilise İsa'nın çarmıha
gerilmesine…
İsa dönemi itibariyle siyasi suçlu sayıldı. Aceleyle
yargılandı. Haça gerilme cezası verildi. Haçı sırtında taşıdı. Aslında
Golgota’da iki zelotun arasındaki çarmıha çivilenen İsa ile birlikte, kilise
İsa’dan da kurtulmuş oldu. O yüzden ne bir kaçma eylemi, ne ödenecek bir diyet,
ne de hicret. Romalılar ve Yahudiler güç sahibiydi. İsa’nın kurtuluşu
imkânsızdı. İsa insanlığın kurtuluşu için vardı. Havarilerin gücü yetersizdi.
Böyle geçiştirildi. Neden ise ahali idama hiç gücenmedi. Trajedi izlendi.
Ve İsa infaz edildi. …
Tanrının Krallığını ilan eden İsa, dinler ile siyaset
entrikalarının buluştuğu Roma ve Yahudi kapışmasında kurban seçildi. Kurban
edilmesiyle birlikte kiliseler kuruldu.
Kilise, halkı iktidara kışkırtma ve isyana teşvik suçu ile
özdeşleşen Roma geleneği bu infaz modelini tüm İncillerde hiç doğru aktarmadı.
Çelişki dolu söylemlerle sanki bir şeyleri sakladı. İtaati öne çıkardı. Bu
saklananlar doğrultusunda da din geleneği yarattı.
Ve kilise kendisine asla isyan edilemez, yalnızca itaat
edilir iktidarı kurdu…
Ve kilisenin Krallığı bu şekilde ilan edildi…
Yani İsa’nın infazı ile ilgili gizlere sığınıldı. Çeşitli
gizler üzerine bambaşka kiliseler kuruldu ve bunların da din içindeki yeri
sağlamlaştırıldı. İsa’nın bir kilisesi yoktu. Ama her kilise kendi İsa’sını
yarattı. Kendi asasını imal etti. Ve dünya krallığını kurdu…
Oysa İsa; kral ve imparator karşıtlığından dolayı,
Romalılarca devrimci görülen, devrimci olarak yargılanan, hakkında idam kararı
verilen ve o dönem devrimcilerinin idam yöntemi olan haça germe ile infaz
edilen biri idi…
İsa Tanrının Krallığını ilan etti ama kilise kral oldu…
MERHABA YİRMİYİRMİ…
Bu makale yeni yılı karşılama makalesi. Asrın kutsal
direnişinin üzerinden geçen yüz bir yılın elli altısı bende hesabı. Uçup giden
yıllarla yirmiyirmi öncesinde bir iç hesaplaşma...
Bu makale bir gün sonra girilecek yeni yıldan geçmişe,
2020'dan 1919'a koca yüzyılın, uzun bir asrın ne kadarının yaşanmışlığı veya
yaşananların ne kadarının kalıcı iz bıraktığının iddiasız dokümanı. Bir bakıma
zamanın ruhunu arayış. Altın başaklı memlekette zamanın kısa bir izahı.
Haliyle her daim kuşatılmışlık ve tersine değişimin acı
bilançosu…
Gitti gidiyor 2019. Az kaldı, 2020’yi de gördük, göreceğiz.
Yüzyılı bağrımıza bastık. Yarından itibaren sıfır bir diyeceğiz…
Büyük Kurtarıcı'nın Samsun'a çıkışının peşinden yıllar, on
yıllar birbirine bağlanarak koca bir yüzyıl olmuş. İstiklal Harbi’nin kıvılcımı
için, silik mühürle Karadeniz’e açılış tam 101 yıl önceymiş…
Anadolu’ya geçiş, tam bir asır önce. Kuşatılmış topraklarda
‘Ya istiklal ya ölüm’ parolasıyla Direniş. ‘Geldikleri gibi giderler’ inancı.
Direnişin Kutsal İsyan'a evrilişi ve bir devrimci yola ilerleyiş…
İşte o bir asrın yarısından fazlasını, yani elli beş
senesini capcanlı yaşamış, 56'sini yaşayacak devrimci, yurtsever bir Cumhuriyet
evladı olarak, her yenide şu Garip bencileyin o muhteşem kurtuluşun ve mucizevi
kuruluşun yüz bir yılının, yarısından fazlasını bizzat görmüş, yaşamış ve
gözlemlemiş biri aklıyla. 'Yeni Yıla Merhaba' yazısı.
İnsanlık tarihinde antiemperyalist ruhun, fesat gericiliğe
ve egemen güçlere ilk yenilgiyi tattırdığı günden bugüne direndiğini, gizliden
gizliye millet bütünleşmesinin nasıl zedelendiğini de gören ve bilen biri
ahıyla 'Yeni Yıla Merhaba' yazısı…
İlk adımın, ilk kurşunun hedeften ne kadar
uzaklaştırıldığına da tanıklık etmiş yakın geçmişin kayıp, yitik kuşağının bir
temsilcisi gözünden 'Yeni Yıla Merhaba' yazısı.
Daima 'geldikleri gibi giderler' inancıyla her saltanata
direndik. Her defasında yerden göğe haklı çıkarak seneleri kaybettik. On yıllar
geçti gitti. Tam elli beş yılı doldurduk. Ve ana yaşı elli altıya vurdu. Baba
sözünü tutup, haydan huya hiç küp doldurmadık.
Zengin, bol derin yaşamda bize düşen Ata'nın yüz yıl önce
virane Bandırma Vapuru ile Karadeniz’e ulaşmasından sonraki yüz yılın elli
altısı. Bu yıl ölüm kalım olmazsa eğer elli altısı bendeniz de.
Yeni yıla yelken açmışken ve mutlu olmak gerekirken,
gönülden 'Merhaba 2020' diyemiyor insan. Hep karamsarlık. Kötülük. İyiye
kötürüm kaldık. Kör gözlere parmak. Can dayanmaz. Ama zaman da durmaz, akar
geçer. Bitmez denilenler de an gelir biter dersinden 'Yeni Yıla Merhaba'
yazısı.
Belki tam zamanıdır; 2020 ve sonrasında, ay kızıla çalar,
bir yaz mavisi yolculuğuysa akla takılan, akla takılan ansızın yolculanır.
Gönül duvarına deniz mavisi yerleşir. Sonsuzluk kapısında; şiir biter, şair
uslanır, iç yangını sürse de akıl öper gökyüzünü.
Ve 'Her Eylül'de Karadeniz Soldan Dalgalanır...' Öyle böyle
değil, soluklanılır. Dincelemeler’e kayıt; 'Kıyamet bu sene de kopmadı'. Her
yeni yıl umut. Yıldan yıla büyüyen bu hasret bizim. Yüz bir yılın elli altısı
hesabıyla, uçup giden yıllara elveda, yeni yıla merhaba.
Merhaba yirmi yirmi…
POLİTİK KURNAZLIK
Politik oyunun piyonları, şahı ve oyunu kaybetme aşamasında
keyfini sürdükleri saltanattan koparlar. Veya koparılırlar. Gereksinim olduğu
sürece kullanma, yararlanma, bozgun başladığında muhatap alınma pozunda ileri
sürme kurnazlığı ile son bulur. Bu arkadan itiş aslında sinsice yaklaşan
çöküşün ilk hamlesidir…
Elbette düşün ve sağduyu sorunu baş gösterdiğinde politik
oyun rövanş kabul etmez. Oyunun sersemliğini üzerinden atan politikanlar
muhatapları incelerler. Bu yakından inceleme neticesinde meydan okumalar
başlar. Meydan yıllar yılı elin tersiyle itilenlerce doldurulduğundan hiçbir
şey gizli kalmaz. Doğrudan destek günleri de geride kalınca akarsular donar,
kurnalar çevrilmez.
Politik kurnazlık gereği boğucu bir eriyik halinde kalıplara
dökülen efsane şekilcilik de tutmaz. Bizzat onlar oyuna son verir. Çünkü hiç
bir niteliğe sahip olmayanlar, tüm hataları bünyesinde toplar. Saf dışı kalmama
pahasına tüm saldırılara da göğsünü siper eder.
İşte bu basmakalıp şekilcilik sayesinde, politik oyun bir
süre daha devam eder. Yani bin bir politik kurnazlıkla süre uzatımına üstün
çaba sarf edilir. Asla birbirini tutmayan gürültü patırtılar planlanır.
Sızlanmalar sürdürülür. Bu arada son
yağmalar da yapılandırılır. Varlıklı ve dindar olmak üzerine kurgulanan bu
pratik, politik oyun dehşet verici sonuçlara gebe kalsa da önemsenmez.
Ve gereksinim devam ettiği sürece yararlanma ve kullanma bir
sonraki bozguna dek devam ettirilir. Gelip geçici çılgınlıklarla başkalarının
doğrulamadığı her şey doğrudur pratiği yeğlenir.
Meydan acımasızca ortadan kaldırılanlara isyan edenlerce
dolup taşar. Taşınca da bambaşka politik teknikler kullanılır. Politik taktik
ve tehditlerle her masum ilerleyişin de önü kesilir.
Giderek sıkışan saltanat panik noktasında, gereksinim olduğu
sürece gereğince kullandıklarını yar ve yarar gözetmeden gözden çıkarır. Çünkü
kuşku doruk noktasında iken rehber seçilmişler bu gibi politik kurnazlıklar da
bulunurlar. Birileri de boğulurlar.
Bulunmaz kumaştan kullanılmışlar ise hemen başka bir politik
oyunun hamuru ve oyuncuları olurlar…
Bu birlikte geçen yıllara meydan okuyan, yeni politik oyunun
detaylandırılması sürecidir. Süreç işleyerek, en yararsızları en ateşli
taraftarlara döndürür. Tavsiye ve takviye ettirir.
Politik oyunun eski yeni piyonları, şark kurnazlığıyla oyunu
ve şahı kazanmak üzere hırslanır. Bir zamanlar keyfini sürdükleri saltanata,
gönüllü rövanşist olurlar.
Politik kurnazlık işte…
ESENLER’DE
‘AKİF’ BELGESELİ VE SÖYLEŞİ
Mehmet
Akif Ersoy’un 83. Ölüm yıldönümünde K. Topbaş Kültür Merkezi’nde “Akif”
belgeselinin gösterimi yapıldı.
Gösterimde belgeselin senaristi Ömer Erbil, yönetmeni Nihal Ağırbaş,
Mehmet Akif’i canlandıran sanatçı Erdoğan Özerdem ve Annesini canlandıran Seren
Temel hazır bulundular.
İstiklal
Marşı’nın yazarı milli şair Mehmet Akif Ersoy’un öncelikle Bayramiç’te geçen
çocukluk yılları ile hayatından kesitlerin anlatıldığı belgesel, Şairin
İstanbul Beyoğlu’ndaki Mısır apartmanında son günleriyle bitiyor.
Senaryosunu
gazeteci Ömer Erbil’in yazdığı ve Nihal Ağırbaş’ın yönetmenliğini üstlendiği
“Akif” belgeseli gösteriminden sonra yapım ekibi ve Prof. Dr. Necat Birinci bir
söyleşi gerçekleştirdi.
Söyleşi
de Akif ve belgeseli hakkında ince detaylar değerlendirildi. Örneğin Akif’in
yönetmeni Nihal Ağırbaş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın belgeselde şiir
okuduğunu söyledi.
Cumhurbaşkanı
Erdoğan, Akif’in 28 Aralık 1936 yılında
Bayazıd Camisi'ndeki cenaze töreninin canlandırıldığı sahnenin üstüne Ersoy'a
ait "Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince / Günler şu heyûlâyı da er
geç silecektir. / Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma, / Sessiz yaşadım, kim,
beni nereden bilecektir?" dizelerini seslendiriyor…
ZOR
TERCÜME
Yeni yıla ilk yazı, yine zor tercüme edilecek bir
yazı olmasın dileği ağır bastı. Çünkü sıradan, kırsal bir kapışmanın
yaşanmasına taraf olanlar, sıra dışı bir hikâye asla yazamazlar. Okuyamazlar.
Anlayamazlar da. Kolay olsun…
Günlük görüşler, güdük görüşmeler ve gürültücü
sohbetler neticesinde varılan nokta hep sıfır noktasıdır. Her fırsatta tavsiye
ve çağrılarla zenginleştirilen metni anlamayanlar, tercüme lazım diyenler
durduk yerde basiti zora sokar.
Ve yarın bu sinir bozan sihirli kapışmanın, hesabını
veremeyecekler safında buluştular.
Hikâye budur; anlamanın yolu dogmatik inançları
bırakmaktan geçer. Bilimsel eleştiriler, bilgelik ister. Bulgular ve keşiflerin
doğrultusunda şekillenen, fazla iddialı gözükmeyen paragrafları da arada bir
gözden geçirmek ister. Somut kanıtlara dayalı, rasyonel tutum ve tavırların
sürdürülmesine yakınlık ister. Bu yol öyle bir yoldur ki, birçok yolcu hislere
tercüman olur.
Ama kırsal kapışmanın kutsalcı tarafları, taraftar
heyecanına tutsaklığı geliştirir. Ve boş tarifleri de arifler, hikâye eder…
Yazmaya sürüklenilen hikâye şu; totaliter güce karşı
koymak, toplumsal değişimin gerçekleşmesine ilk adımdır. Ter ister, can ister,
cesaret ister. Kasti hamleler ve kapışma cehaleti ile gelinen nokta sıfır altı
noktası olur.
Ve küçülen, eriyen, muhafazakârlaşan bir modelin
siyasi güç olmasına muhafızlık yine kazanır.
Yani yeter denilirken her yol Roma'ya çıkar hesabı.
Bu hesapsızlıkla ‘yeni roma’ da kaybedilir. İş aniden gerçekleşir. Varislerin
iz sürdüğü iş, kötüye gittiği halde Dünyayı ele geçirmesi engellenemez.
Anlaşılması kolay, tercümesi zor olan da budur.
Zorun zoru, zor bir konuyu hikâyeleştirmek de maharet gerektirir…
Hikâye odur ki; güç odakları kurgusuyla, güçlük
sınırını genişletmek tekrara düşmektir. Her şeye yanıt bulmak için dizginleri
kimlerin tuttuğu unutulunca rahatsızlık veren gerçeklerle bir anda yüzleşilir.
Tam meşruluk kazanılmışken, karşılıklı nefret üzerine objeleşenler, otoriteyi
yeniden belirler. Sınırsız güç çözülür. Güç odaklarından onay almak ise tarih
olur.
Yanılmaz ve yapar ilan edilenler, eşi benzeri
görülmemiş hatalarla gücü sahiplenmeyi ve hedefe ulaşmayı bir kez daha
kaybederler…
Yani taktik varyasyonları, karşıt fikir ustalığı
seviyesinde göğüsleyemeyiş, vaziyetin karamsar havasını, iyimser bir anlayışla
hikâyeleştirilmesini getirir.
Elbette zor tercüme edilecek veya anlaması zor bir
durumdur yaşanan. Şaşırtıcı ve şok edicidir. Hiç beklenmez bir sona
devrilmedir. Ve bildik hikâye, kırsal kapışmaların, dogmatik sıkıntıların ve
otomatik demogojilerin açılımında öfkeyi kanatlandırış…
Başlangıçta durumu stabil görenler ve gelişen
dünyayı hiç umursamaz görülenler dahi bu kanadı takarlar. Arşivlere girerler.
Yani doktrinsel cevap vermekte zorlananlar, farkında veya farkında olmadan
tercümesi zor bir hikâyenin bileşenleri olurlar. Birlik beraberlik içinde
gitmek yerine, telafisi zor bir kapışma yaşarlar ve yaşatırlar.
Yani tercümesi kolay, tercümana da hiç gerek olmayan
bu hikâye sabırsız meydan okumaların bolluğu dolayısıyla yakın süreçte yeni
yüzleşmeleri, yüzleşme gereğini tanımlar. Tanıya zorlar.
Ve yeni yıla ilk yazı, bu konuda tercümesi kolay son
yazı olarak tarihe not düşer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder