25 Ağustos 2020 Salı

AĞUSTOS 3

 

KARADENİZ...

On bin yılların coğrafik kurgusunda on bin gemiye, yüz bin takaya tek bir denizdir, Karadeniz. Belki de yüz bin, milyon. Yerleşik kurguda ise çok çetin bir coğrafyadır. İçinden pek azı cılk çıksa bile insanları da çetin cevizdir. Tartışmasız su kürenin en çetin denizidir Karadeniz. Karadenizli...

Magmadan arşa, yağmaya hiç gelmez. Büyük günahları ve dönülmez hataları asla affetmez. Doğayı dengeleyen sır küpüne dokunulduğunda, beyninin tası atar. Sular seller gibi kükrer. Hırçın dalgaları ezelden ebede kanıtlarıdır doğanın. Kabarır, kanatır ve karartır. Eşsiz güzellikteki manzarayı bulandırır. Çünkü sergilenen ihanete, böyle yapıştırır silleyi. Akar toprak hilleyi hurdayı, hülleyi gömer. Sular seller, yarım adanın alnına sürülen kara lekeyi siler...

Silinmez destandır Karadeniz. Karadeniz'e özgü kalıtsal bir kalıptır emsalsiz doğası. Doğanın kanunlarının tersine tavrı ve zıttına akıl kuşatılmışlığını kanadı kırık kuşa çevirir. Anında ve vadesi geldiğinde. Komplocu plantansiyona ve politik pozisyon şımarıklığına daima ince ayar çeker. Yeraltı ve yerüstünün tuhaflaştırılmasına ise asla tutukluk yapmaz silahlarıyla kesinlikle izin vermez...

On bin yılların çetin coğrafyasında yerleşik kurguyu düşüncesizce bozanlara, oyun içinde oyun doğal uyumu yıkanlara, hiç acımasız hacimli akan sularıyla en tehlikeli yüzünü gösterir. Ve yüzsüzleri Karadeniz'e sürgün eder. Doğa düşmanlarını süter, sürükler, süründürür...

Bütün çileyi işte bu çetin coğrafyanın, çetin insanları çeker ne yazık ki. Doğa koşulları ile yılmadan boğuşan bu çetinceviz insanlar haksız yere bulanık sulara gömülen hayallerini ararlar her yıl. Yılda bir iki kez tüm kazanımlarını kaybederler.  Yine de umutlarını diri tutmaya çalışırlar. Daima...

Çünkü Deniz Karadeniz'dir, onlarda Karadenizli...

Yılların, belki de on yüzbin yılların, milyon yılların coğrafik kurgusu çetin doğayla çetin kavgayı akıllara ve yüreklere işler. Genetiğine kodlar. Dünya alem bilir ki bu konumda, ta antik tarihten bu yana Karadeniz ile asla dalga geçilmez. Dahası aksular akan sular, göller göletler, kaynak sular çifte gözeler, sel olur, denize ulaşmaya çabalar. Dahice hırçın dalgalara dönüşür set, bent tanımaz. Yıkar geçer ve Karadeniz'e de ulaşır...

Öyle ki o parlak karalacivert sular nice örtülü, ölümcül hikayeler barındırır her bir zerresinde. Dünyayı özetleyen her damlasında. Ve derin dip vurgunları belirler, pik boyunu...

Bu boylamda kainatı güzelleştiren doğal efsaneyi, doğal felaket tahtına çeken ise milyon yıllık çetin kavgayı ve bir uçtan diğer ucuna kutsal davayı bilmeyen tipitiplerdir. Paranın kudretine tapınan, sinsi ve kötü huylu dokunmatiklerdir...

Bu doğal doku ihanetçileri, Karadeniz'in doğal dokusuna dokundukça, emanete hıyanete bulaştıkça, bir gün kendilerine de dokunulacağını hiç düşünmezler. İhanete daha fazla dayanamayan dokunulmaz coğrafik kurgu ise umulmadıka cesaretli direnç gösterir. Şartlı refleks uygular ve rakamsal performansları yerle bir eder. Çapulu çamura balçığa gömer. Köhne kültlerden uzaklaşmayı, doğal köklerle yakınlaşmayı yakın çekim gösterir. Doğanın binbir hileyle çökertilmek istenen dinamik varlığı, doğrucu tespitleri doğrultusunda tabiatın milyon yıllık mevcut yasalarını bir güzel anımsatır...

İşte o yüzden on bin, yüz bin, milyon yıllık Karadeniz'e özgü coğrafi kurgu, başta doğal kurguyu bozan uydurma sahil otoyolunu kabul etmez. Denizin doldurulmasını suni kordon yapılmasını reddeder. Hele bu yolla havalimanı icrasına muhalif kesilir. Billur derelerin yatağıyla oynanıp kurutulmasını, hesapsız kum çıkartılarak çoraklaştırılmasını geri püskürtür. Akarsularına kurulan başbelası hesleri hiç istemez. Hatta dere boylarına beton bloklar dikilmesini, toplu konut ayıbını ilk fırsatta yüzlere vurur. Özellikle organik tarım ürünleri ile alay edilmesini, üç kuruşa hasat mevsimlerini hiç affetmez. Canı burnunda cezayı keser.

Çetindir Karadeniz, çetindir Karadenizli. Günü gelir topuna bileti keser...

Selam olsun şu çetin coğrafyada, Karadeniz'i soldan dalgalandıranlara...

 

DİNSEL CEPHELEŞME

 

 

Dinlerdeki her kırımda, acımasızlıkların tamamı için tanrısal ilhamla yapıldığı söylenir. Kırılmanın özü, katı uygulamaların hepsi de seçim-geçim mekanizmasına dönüktür. Ve dinler, ne yazık ki hakkıyla işletilmeden iktidarlaşır. Yetinilmez, kesin bağlayıcı hükümlerle dine yeni bir nitelik kazandırılır. İştiraklerle istenen şekle dönüştürülür...

 

 

Yani dinlerde fay hatlarını, bütün kırılmaları aklama çabası, ebedi iktidar, sonsuz iktidar hevesine kapılmaya dönüktür. Lafta melun şeytan üçgeninden sakınılır ama gerçek dinden de kaçılır. Kaçamak, asılsız ithamlar arkasına saklanılır.

 

 

Kırım, kıyım mantıksızlığı ile fay hattını unutturmak için yeni cepheler açılır…

 

 

Bu cepheleşmeyle Tanrı’yı ve yarattıklarını sevmek ve ebedi hayata hazırlanmak ise iyice zorlaşır. Özellikle kutsi şiir, kutlu ibadet bir yana, cihat etmeden cennet olmaz yalanı, din cahillerine dayatılır. Hatta bu din dışı zorlamayı kabul etmeyenler, din dışına itilir. İş katli vacibe dayandırılır.

 

 

Ve tüm iktidar kavgalarında, iktidarın kaynağı ve saltanatın vericisi Tanrı olarak görülür, gösterilir. Her şeyin Tanrı adına yapıldığı yalanına sığınılır.

 

 

Oysa Tanrı, tüm dinlerde din getiricileri dâhil, hiç kimseye, tanrılık sıfatı ile tanrısal bir ayrıcalık bağış etmemiştir. Dinlerden hiçbirinde kitabına uymayan ağırlık tanınmaz. Kıta, bölge, site, kabile dinlerinde bile, din dışı kalmayı yeğleyenlere, ateistler ve deistlere kadar herkese, hoşgörüyle bakma duygusu yerleşmiştir. Kısmi veya kitlesel böyle bir dinsel vurgu egemendir. Özellikle tanrılı tanrısız her dinde, hoşgörü en üst düzeydedir.

 

 

Dinlerde kırılma noktası yaşanmaması için, gereken de aslında bu toleranstır...

 

 

Dinlerde fay hatları ve kırılmalar öyle bir döngüdür ve öyle acımasız şeyler yaşanır ki, kırk katır kırk satır babındadır. Asla merhamet edilmez. Sanki acımak, dini lügatten ve Tanrı katından çıkarılmış gibi vahşileşilir. Ne yazık ki yüce din statüsünde görülenler bile, yetersiz ve gereksiz insanların elinde ve boş beyninde bir kıyım aracına dönüştürülür.

 

 

Din buyrukları kıyam, yerine kıyımı kapsar sanılıp, vahşet girdabına girilir. Sosyal bir varlık olmanın sınırı günden güne dibe doğru arşınlanarak, herkesi aşağılayan bir mevkie hizmete tabi olunur.

 

 

Vahşetin adıdır dinde kırılma noktaları ve kırımı sağlayan dincilik…

 

 

Dalavereci, bir o kadar da duacı din kalpazanları çoğaldıkça, mütemadiyen bu melun tuzağa düşülür. Ve yarınlarda, o kayıp dinin kutsal kitabını okumak da, yazmak da çok daha zorlaşır.

 

 

Yani bu dini yıkım ve dinsel kırım, süreç içinde nereye doğru bir evrilme gösterir, bu kesinkes hiçbir zaman anlaşılamaz.

 

 

Ağır acılarla derinleşen bu anlaşılmazlık ve cepheleşmeye koşut, sadelik ihmal edilince de sahtecilik ve ihlaller başlar. Ayrışma, kutuplaşmalar, din yarıştırma, dinlerde fay hatları ve dinde kırılmalar peşinden gelir…

 

 

Özen gösterilmeden öyle öngörülmüş uygulanmış yükü, sonuçta teokratik bir karmaşa oluşturur. Ve tüm iktidarlar, konuları Tanrıdan almışlıkla değerlendirir.

 

 

Oysa dünyanın en eski imparatorluklarında, yüzyıl başında yıkılanlar da dâhil tüm imparatorluklarda din, kılıçların gölgesinde var edilmiş, yaygınlaşmıştır. Her sıkışmada Tanrı savlarına sığınılır ancak kılıçlar yetmeyince halklar üzerine cehalet yağdırılır. Taraflar sadece yok etme ve sindirme temelinde etkinleştirilir. Yetkinleştirilir.

 

 

Tanrıdan ve tanrısal varsayıldıkça din elbette kendi iktidarını kurar. Ancak doğasındaki değişmez kuralların çokluğu, her iktidarı despotlaştırır. Bu ne önyargı ve ne kötü bir tutuculuktur ki, dinin evrensel ilkelerine de ters düşülür. Oysa her dinin teorisi, tartışma pratiğine dönüktür. Veya dönüştürülmedikçe, politik birimlerin tamamı çağın din bilincini yıpratır.

 

 

Yenilikçi ve reformist her direnç gelişir gelişmez, din gericilerince tırpanlanır. Ama her nedense durağanlaşma, kaygısızca geleceğe aktarılır. İleriye dönük kazanımlar statükoculuğa kaydırılır. O vakit bu din, neyin dini diye soranlar çoğalır.

 

 

Toplumsal düzen için iktidarlar şarttır ama dinci iktidarlar şart mı diye ayrışılır. Bu gerici inatçılıkla, inanılması zor o muhteşem görselliğe ve güzelliğe asla ulaşılamaz.

 

 

Öyleyse Tanrı iktidarı görülse de, tanrı iktidarını yeryüzünde toplum yararına kimlerin kullandığı ve kullanacağı en can alıcı noktadır.

 

 

Başlangıçta Tanrı ve yönetilenler arasında yukarıdan aşağıya işleyen bir iletişim kurulabilir. Ama bu uzun sürmez. Çünkü gözüdönmüşlükle dinler meliki zalim, maliki Allah kerim, vahasına mayalanır.

 

 

Din ile siyaset kol kola girince de sonuç derinleşen uçurumdur. Salt iktidarın devamı için din feda edilir.

 

 

Tanrının yansıtmadığı, tanrı aklının yansımadığı her yanlış neye mal olacak bu çok önemlidir. Bunun için farklı dini formatlara kapılar aralanır. Kutlu emirler çarpıtılır. Öğütler ve methiyeler düzmek üzere planlanan her şey çapsız küçük kıyamet senaryolarıdır. Toptan yok olmuşluk o zaman hissedilir. Kuşanılan ilahi ve uhrevi zırh delinir. Kısa zamanda din karşıtlığı yenilenir ve güçlenir.

 

 

Tarihteki büyük cepheleşmeler, kırılmalar ve kati kopuşlar işte böylesi itibar yitimleri ile başlar…

 

 

Gelinen son aşamada yeni bir din ve yeni dini kimlikler oluşur…

 

 

Dinlere yeni dini kimliklerin hâkim olmasıyla, dinler de kimlik değiştirir. Kabuk değiştirir. Yaşanan ve bir türlü çözüme kavuşmayan kırılmalara ek, bu malcı, anamalcı zihniyetin dini özelleştirmesi, din adıyla kitlelerin hakkının daha çok yenmesini getirir.

 

 

Dinsel cepheleşmeler yerine gerçek dinin savunulması gerekir. Ancak Dini yalanlayanlar bu din perspektifinde baş tacı edilir.

 

 

Ve yeni cepheler açılır...

DOĞAL ADET...

Kuzey'in başlıca derdi artık doğal halden sayılan, toprak ve su ile gelen ve de geldiği gibi giden afet. Dert büyük, dert ortak, dert ağır yük. Orada el yel, su sel, Hes heyelan sarmalında her bir şey. Öyle ki doğanın sabrı gün olur tükenince, dakika sekmez doğal afet patlar. Ama bu ibretlik felaket, hep doğal adetten sanılır. Yıkımlar, maddi ve manevi zarar sineye çekilir. Çekmeler çekilmeler. Çekilecek dert mi demeden çekilir. Nihayetinde sular çekilir, geriye kirli çamur, pis batak kalır...

Katledilen eşsiz doğa manzarasında, Dere yataklarını, al yeşil bükleri mesken mekân tutmuş Toki, işkembesi doymaz Hes patronları, idareten sabret gülüm mekanizması ve işbirlikçi ahali gittikçe azıtınca bir anda çirkin ve ürkünç tablo gerçekleşir.

Yiten giden canlar ve külliyen zarar...

Kuzey'in su ile imtihanı, doğal afet potasında eritilen, doğal adet tutsaklığıdır. Doğanın varlığının tescili, merkezi ve yerel siyasetin resmen iflasıdır. İradesi gevşeklik, ifadesi adaletsizlik, metazori itiraflar ve travmatik trajik sondur.

Sonuçta toptan kaybediş…

On yıllardır kuzeyin billur kaynak suyunu Hes patentli eller çaldı. Hat safhada her hırsızlık su sel oldu, alın teriyle hasat yel oldu, kara toprak kaygan ve kaypak heyelan oldu, topu birden vurdu kaçtı. Kaçtı vurdu. Böylece baştan suçlu kopya karakterler, etkisiz yetkisiz kurumlar, hayal ötesi örnek vakalar, hep doğal afete bağlandı.

Yani göz göre göre başa gelen doğal afetler, doğal adetten görüldü ve ehveni şer kabilinden kabul edildi. Sarsak sarsıntılar dere boyu sıradanlaştırıldı. Hassasiyet sahil boyu sadece politik çıkarlara harcandı. Haklı asabiyet pik yaptı, saklı asalet dip yaptı. Haliyle milli ve yerli değerlerin unufak olması, gelenek ve göreneklerin toz toprak bulanması, topunun bulanık suyla sellenmesi defaten güncellendi…

Her selden sonra misli misline ağırlaşan ise kötü şartlar, şarki mistik fesat ve gırla fırsatçılık. Yani kader perver yaklaşımlarla katlanan felaket ve felaket simsarlığı. Tarumar eden telefat ve örtülü himayeler. Resmen felaket tüccarlığı…

Ne oldu, ne oluyor derken, Kuzey'in suyla dellenen derdi en büyük dert. Bu körbela selleniş, açıkça tehditkâr ve tahribatı keyfekeder. Sebep olanların kefareti de çok ağır…

Doğanın günbegün katledilişi gündemden düştükçe, tabiat anaya saygısızlık artıp, ahlak kalmadıkça doğa kendini daima anımsatır. Bayrak direğine kutsal isyanını çeker. Doğal olarak doğayı yok farz edip, doğanın kanunlarını hiçe sayan, kati kuralları çiğneyen, çepeçevre kuşatma temsilcileri de yerle bir olur. Bedeli ederi, getirisi götürüsü bariz, su bazlı batış.

Sel su, piramitsel hiyerarşi başta, her şeyi sürükleyip götürür…

Geçti geçecek sanılan sağanak, ölüm dirim kıvamında maliyeti yüksek fonda, marifetini her tonda sergiler. Gök yere çatlayınca, su akarını bulamayınca, sırça fanus hikâyeleri de tuzla buz olur. Yani kuzeyde sık aralıklarla, Hayat kitabının tam ortasından ıpıslak anılar sellenir. Hayatın dengi dengesi şaşınca, emanete ihanetin cansızları ve arsızları suya sele kapılır, ta Karadenize dek ulaşır.

Ula bula, Kuzey'in baş derdi nesnel ve toplumsal duyarsızlaşmadır. Doğaya düşmanlık, kutsal emanete ihanet ve kaçınılmaz sona bile bile sulanmaktadır. Sonra ah vah, vay böyle kaderin edebiyatı, ebedi Edepsizlik. Oysa ‘Edep aklın tercümanıdır. Herkes edebi kadar akıllı, Aklı kadar şerefli, şerefi kadar değerlidir…’ Doğa zenginliklerine ve geleneksel değerlere hoyratça el uzatıldıkça, sonsuz iktidar hevesiyle olura olmaza dil ve bel bağlanınca, sulara sellere kapılır küçük dünyalar.

Dünya ahret hesap edilmeden, altüst edilen ve kirletilen Doğanın ödül ve ceza rutini de bellidir. Doğanın etini ve ruhunu temizleme süreci her andır. Ansızın,  en beklenmedik bir zaman diliminde doğal afet patlar. Adetten görülen ara formüller araya sokmadan direkt. Pat diye. Yani su temizliktir, Temizlik imanın gereğidir.

Kuzey'in tek derdi su ve toprakla gelenler ve geldiği gibi sıradan ve sırak gidenlerdir…

Kuzeyde bir yerlerde kod turuncu, hat kırmızı. Hatta yer gök kıpkızıl balçık, masum yüzler çamur. Sel su, el yel, Hes heyelan çıkmazında büyük facia. Doğal afet. Açılımı doğal adet.

Yıllar yılı pes dedirten türden aynı terane. Doğal adetten görülen doğal afet fiyaskosu. Pes doğrusu…

Hiç yorum yok: