26 Nisan 2015 Pazar

YÜZYILLIK BİLGİSİZLİĞE SORULAR…

YÜZYILLIK BİLGİSİZLİĞE SORULAR…

Yıllardır yok sayılmış, boş bir ithamdır denilip geçilmiş yüzyıllık tarihsel iddialar son günlerde, Tehcir’in yüzüncü yılında Türkiye’yi soykırım yapmış olma noktasına iyice iteledi. Tehcir’den kaynaklı soykırım iddialarına uluslar arası düzeyde destek bolluğuna, durumdan vazife çıkaran tacir devlet yığınına, iktidarın dış politika acizliği de eklenince koca ülke dünyada tamamen yalnızlaştı, yalnızlaştırıldı…

Bir gerçek vardır ki tarihi devlet adamları ve siyasiler yapar, bilim adamları da yazar. Yazılı veya yazısız bilginin nasıl ve nerede bulunacağı bellidir. Ancak bilginin gelip kişileri ve olayları nasıl ve nerede bulacağı hiç de belli olmaz. İşte yüz yıl önce de bu gün de yaşananlar aynen budur. Dünya soykırım da soykırım diyerek çalkalandırılıyorsa yazılı kayıtların ulaşılabilirliği ve arşivlenebilmişliği çok önem arz eder. O halde tüm devlet arşivleri yerli yabancı bu olayın taraflarına tamamen açılarak katliam var mıdır yok mudur, var ise soykırım düzeyinde midir resmen ortaya dökülmelidir. Bu tarihsel gerçek ne önyargılı davranarak yok denilmesiyle yok olur, ne de aydın bilgeliğinden dem vurarak var denilmesiyle hallolur. Öyle üstü kapatılarak, küllenerek bu yüzyıllık yara kabuk da bağlamaz, gün olur böyle her fırsatta bu yüz yıllık dava dünya kamuoyuna sızdırılarak çekilen acılar da dinmez ayrıca hastalık da iyileştirilemez.

Bu yüzyıllık bilgisizliğin öznel ve nesnel şartları da gözetilerek bir an evvel giderilmesi gerekir. Bu doğrultuda iddiacıların iddiaları, soykırım ve tarihi gerçeklikler çerçevesinde ayrı ayrı sorulması ve yanıtlanması gereken nice soru vardır. Gövdesinde açığa çıkarılması gereken birçok konu vardır ve çözülmesi gereken nice ayrıntı gizlidir. O halde bu yüzyıllık bilgisizlik veya bilgi kirliliği neticesinde Rusyasından, Amerikasına, Afrikasından Avrupasına, Dünyanın en minikçik devletlerine kadar hemen herkes “ Türkiye 1915 ile 1923 arasında soykırım gerçekleştirmiş ve 1,5 milyon iddia sahibi kökenli soykırıma kurban gitmiştir…” metnine itibar ediyorsa, yüz yıl önce yaşananlara kesinlikle soykırım denemez, soykırım yoktur hamallığından vazgeçip, durup bir aynaya bakmak gerekir.

Osmanlının o dönemine ait bilgi, belge ve bulgu fakirliğinden kaynaklanan veya bilinerek veya bilinmeyerek delil karartmalar tarihsel şüpheleri artırır ve bir türlü aydınlığa kavuşturulamamış bölgesel yaşanmışlıkları peşi sıra tetikler. Daha önemlisi bu inatçı boşverdimcilik, bu kindar goygoyculuk sonuçta sevr’i her zaman için gündemde tutan öküzlere malzeme olur. Soykırımı her daim geçerli kılacaklara ve geçerli kılanlara zan rahatlığı verir. Sevr’in halen yürürlükte olduğu iddiaları ise iddiacı topraklarının sadece iddiacılara iadesi gerektiği hevesini ve heveslilerini diri tutar. Bu güncellemeleri tarihi saptamaları incelemeksizin, vakayı toptan reddetme tavrıyla ve tarihsel sapmalara sığınmalarla geçiştirmeye çalışmak ise öyle veya böyle zan altında kalmak demektir. Yüzyıllık bilgisizliğe sorular sormaktan açıkça çekinildikçe ve kaçınıldıkça tuzaklardan kaçılamaz.

Yüreklice durup, yüreklice sorulacak ve açıkça yanıtlanacak nice soru gizlidir şu yüzyıllık soykırım iddialarında ve iddialara karşı duruş gerçekliğinde. Örneğin Doğu Anadolu Bölgesinin soykırım iddiacılarının gerçek anayurdu olup olmadığı gibi. İddiacı kökenli tarihçilerin bile bu konuda fikir birliği içinde olmadıkları bellidir. İddiacıların kökenlerine ilişkin dahi birbiriyle çelişen onlarca görüş mevcuttur. Yani Nuh’a, Nuh’un gemisi efsanelerine dayandırıldığından başlanılarak, bilimdışı görüşlerin yanı sıra tarihte Urartulara, Trakfriglere, Güney Kafkasyaya, Turana kadar dayandırılan bir ırksal ahenksizlik söz konusudur. Tüm tutarsızlıklar bir yana bir gerçek varsa o da Ermenilerin İsa’dan önce altıyüzlerden ondokuzuncu yüzyıla kadar çeşitli egemenlikler altında ülkesiz ve devletsiz olarak yaşamışlıklarıdır.

Kim ne derse desin işin gerçeği yüzyıllık bilgisizlik ve arşivsizlik neticesinde binlerce yıllık açık fatura Türklere çıkartılmış durumdadır. Bu talihsiz konu tarihsel boyutta gereğince işlenemediğinden, enikonu irdelenemediğinden, bünyesinde yanıtlanması zor yığınla soruları barındırdığından yüz yıldır bir sorun yumağı haline gelmiş getirilmiştir. Oysa açıkça ortaya koyulmalıdır ki, soykırıma uğradığını iddia edenlerin Türkler, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye ile bir yurtluk kavgası mevcut ise eğer, buralar bizzat iddiacılardan, zorla, istila ve işgal ile belli belirsiz savaşlar ile mi alınmıştır. Eğer gerçekten öyleyse dünyada her insanın bir diğerine, bir devletin başka devletlere, devletlerin himayesindeki halklarına bir diyet borcunun doğabileceği de asla unutulmamalıdır.

Sormak gerek işgal ve istila iddialarından soykırım iddialarına kadar çeşitli uzantıları barındıran bu topraklarda yaşamış iddiacılar, Türklerin Anadolu sahnesinde görünmelerinden itibaren sürekli baskı, zulüm ve şiddet mi görmüşlerdir. Eğer gerçekten öyle ise niçin ve neden tarihte onsekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadar malum iddiacı sorunundan söz edildiği hiç görülmemektedir. Osmanlı neden 1856 Islahat Fermanı ile başlayan, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, Ayastefanos Anlaşması ve Berlin Konferansı ile sonlanan bir süreçten önce malum iddiacıları bir sorun olarak görmemiştir. Yani Osmanlı iddia edildiği şekliyle Türkler, neden yüz yıllarca durmuş durmuş 1890’lardan sonra iddiacıları katletmeye başlamışlar ve soykırıma girişmişlerdir.

Elbette reddi mirasla bu meseleden kurtulmak mümkün görünmemektedir. O halde kimin neden sorduğuna bakılmaksızın, asıl veya vekâleten sorulan tüm sorulara açıkça yanıtlar verilmelidir. Soykırım ne anlama gelmektedir, iddiacıların yüz yıl önce yaşadıklarını iddia ettikleri her şey gerçekten ‘soykırımın önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme’ye uyar mı, uymaz mı derinlemesine bakmak gerekir. Malum iddiacılara yüz yıl evvel reva görülenler eğer bu tanımlamaya uyuyorsa, uydurulabilecek yanları mevcutsa ve Türkiye gerçekten bir suç işlenmişse zaten bu sözleşmeye yıllar öce imza koyduğundan gereği yapılır, olur biter.

Yani 11 Aralık 1951’den beri yürürlükte olan bu sözleşme doğrultusunda uluslararası hukuk bağlamında yapılabilecek birçok girişimler varken, iddiacılar altmış yılda sadece konuşa durmuşlar, yüzüncü yılda ise lobi hareketleriyle bu yüzyıllık bilgisizliğe bilgi yerine alakası olmayanların ilgilerini kattırmışlardır.

27 Ocak 73 yılında başlayan ve 23 Kasım 86’ya dek kronolojik biçimde sıralanan ölümler ve sakat kalmalar ile neticelenen 13 yılda 200 terör saldırısını bir zümreye mal etmek belki olmaz ama yüzyıl öncesinde yaşananlara etki tepki meselesi diye adlandırılan ve meşrulaştıran bir ölçekte yaklaşmak da olmaz. Olmaz çünkü maalesef yakın geçmişte de çok acılar yaşanmıştır. Kimin kiminle işbirliği içinde olduğu, hangi işi niçin tuttuğu belki tarihçileri ilgilendirmez ama yüzyıllık bilgisizliğe sorular sormaktan çekinmekle de tarihçi olunmaz. Hele hele meseleye objektif bakmadan, tarafların yüzlerce yıllık ortamını ve yüz yıl önceki durumunu karşılıklı değerlendirmeden sadece ‘soykırım yapılmıştır veya soykırım yoktur’ ikilemine hapsetmek hangi ırktan olunursa olsun insanlıkla bağdaşmaz, hümanizmayla ilişkilendirilemez.

O halde bu yüzyıllık bilgisizlikten kurtulmak için, kaldıysa eğer yakın uzak tanıklara danışılır, kanıt varsa kanıtlar açığa çıkarılır, kesit kesit kasıt var mı yok mu araştırılır, arşivlerin kilitleri de kırılır. Mesele ancak böyle anlaşılır, bu yüzyıllık ilgisizlik kaçıncı kapalı duraktır, dağınıklık kaç kırbaç darbesidir netleştirilir. Ve sonu tatlıya bağlanmasa da iddialar artık baş ağrıtmaz. Yüzyıldır akla, fikre, zikre abanan mesele bir soykırım mıdır, yoksa bir iddia mıdır, kayda çekilir. Bu kaçıncı yalandır veya kaçıncı doğrudur ve hangi gerçektir şu malum tehcir kaç soruya cevaptır, iyice anlaşılır.

Ve tehcir hakkıyla okunduğunda iddiacılar da kendine gelir. İşte yüz yıllık beklenti de sadece budur…

Hiç yorum yok: