21 Nisan 2015 Salı

AB, BOLLUK ÇIKMAZI…



Avrupa Birliği, ekonomik olduğu kadar bünyesinde siyasal unsurları da barındıran bir yapılanmadır ve üyelik ödenecek bir bedel karşılığıdır…

Yıllardan beri liboş-dinci-demokrat siyasilerin AB’ye giriş umudu ve inadı birçok sosyal ve siyasal yaptırımları da ülke gündemine getirmiştir. Yapılan başvuru yıllar evvelinden AT’yedir. Yani AT ile Gümrük Birliği kurulacak ve ancak dâhil olunmayacaktı. Bir başka deyişle tam üye olmaksızın kurulan birlik ile AT’ye platonik aşk sürdürülecekti.

Çünkü AT Roma anlaşmasının 238. maddesi “bir üye tam üye veya ortak üye olabilir” der. Ancak 1973 sonrası değişen durumlarla ilgili 237. madde uygulanmaya başlandı. Tam üyelik sonraki yıllarda nasıl ve hangi ülkeye göre işleyecek tam bir kargaşa egemen olmuştur. Bu kargaşa da ismi cismi olmayan, akla hayale getirilmeyen kimler kimler AB’ye girdi, Türkiye ise hala bekliyor.

Ayrıca Ankara anlaşmasının 28. maddesinde GB’ne dahil olmakla ve Türkiye’nin sorumluluklarını yerine getirmekle tam üyeliğinin kesinleşmeyeceği satır arası mevcuttur. Ancak yeniden görüşülüp değerlendirildikten sonra Türkiye’nin AT’ ye tam üyeliğine yeşil ışık yakılabilirdi. Yıllar geçti hep ayni terane işletiliyor, biteviye görüşmeler sürüyor, AB kapısı aşındırılıyor, sonuç belli.

İşin garibi geçiş süresi yaşatılan üç ülkeden biridir Türkiye. Bu geçiş döneminde GB salt ekonomik ilişkileri kapsar görüşünden öte, yapmacık bir tavırla karşılanmış ve Türkiye siyasal ilişkilerde de zorlanmış ve bocalatılmıştır. Yani GB ve sonrasındaki AB üyelik sürecinde ekonomi dışı siyasal ilişki ve sosyal yaptırımlarda tartışma kapsamına dâhil edilmiştir.

Son aşamaya gelindi denildikçe yol uzatılıyor ve Türkiye’den istenen bütün koşullar yerine getirilse de vaat edileni almak gerçekleşmeyebilir. İş gücü dolaşımı hakkından bahis bile yok satır aralarında. Demokratik değişim ve çoğulcu katılım başköşede yıllardır gözdağı maksatlı bekletiliyor. Demokrasinin yerleşip yerleşmediği, iç barışın sağlanıp sağlanmadığı, toplumsal hak ve özgürlükler meselesi maalesef ülke insanlarının tümünü gereğince ilgilendirmeyince, hayret verici biçimde Avrupa endişe duyuyor gidişattan. Ve bu durumdan vazife çıkarma AB sürecine yaslanıyor.

Durmaksızın belli dönem ve aralıklarla fasıl fasıl, fasıla fasıla dile getiriliyor her şey. Demek ki verilen açık gizli sözler dışında, süreçten taşan başka başka şeyler de söz konusu gibi. Aslında Türkiye’nin bu Birliğe giremeyeceği de aşikar. En büyük neden demokrasinin askeri-sivil darbelerle kesintiye uğramasının yanı sıra dile getirilmeyen başka nedenlerin de varlığı tetikleniyor her sıkışıklıkta.

Oysa 80 faşist darbesiyle bitiveren ilişkiler 85’te yeniden tartışmaya açıldığında süreç kısa sürecek sanıldı. Kabul görmeyeceği biline biline 86’da üyelik başvurusu yapıldı ve reddedildi. Gerekçe ne demokrasi ne ekonomi ne de sanayideki eksik gedikti. Veya öyle gerekçeler olmayacağı yönünde bir kanı mevcuttu, başvuru kabul görmedi, yine de reddedildi.

Unutulan ise Türkiye’nin zaten ithalata dayalı bir sanayisi vardı. GB ise sadece sanayi mallarının serbest dolaşımıyla ilgiliydi. Bu yakın ilişki ülkeye yarayan veya yaramayan sanayi malları üretimine yönelik hammadde girdisiyle sınırlı kalacaktı kaldı da. Bu darlandırıcı süreçten yara almadan, ayakta kalarak çıkmak ise bir mucizeydi. Ülkenin reel sanayisini küçük ve orta ölçekli işletmeler, istihdam yükünü de büyük ölçüde motor işletmeler taşıdığından sorun büyüdükçe büyüdü. Büyük firmalar ve holdingler çokuluslu şirketlerle evlenerek ortak üretimlerle düzlüğe çıkmayı öngördüler. Yan sanayi sektörü ise epeyce hasar gördü ve yıprandı. Orta direk denilen toplum kesimi ise bu sayede tarih oldu. Sanayi yabancı ortak bulmuşların dışında tepetakla gitti, battı. Ve üretmeyen, tüketim toplumuna dönüşen bir ülkenin ilk adımları atıldı.

Bu kaos ayırımında ve ileriki zamanlarda AB ile pazarlıklar çok ciddi yapılmalıydı. Siyasi ve ekonomik platformlarda gelecekle ilgili pembe tablolar çizilmeden önce herşey enikonu düşünülmeliydi. Ekonomikmiş görünen tüm yaptırımların arka planı bir bir incelenmeliydi. Zamanla özelleştirme ve GB nedeniyle sanayinin artık üretemez, üretse de pazar bulamaz duruma geleceği ve gelmişlik göz ardı edilmemeliydi. Resmen bu yanlışlar yapıldı ve tüm AB yaptırımlarının içten dıştan siyasi müdahalelere dönüşebileceği o günlerde görülmediği gibi, şimdi dahi görmezden geliniyor.

Tüm bunların yanı sıra, var denilen ve övünülen rekabet şansının hiç bulunmadığı, tekstilde bile olmayacağı açıkça ortaya çıktı. Üçüncü ülkelerle karşılaşılan sorunlar da arttıkça arttı. Ve her seferinde ülkenin karşısına halledilmeyen sorunlar olarak başta Kıbrıs ve Kürt meselesi çıkarıldı. Sermaye birikimi ve ileri teknoloji birlikte hayata geçirilemediğinden kar marjları da düştü. O düşkünlük sermayeyi vurdu, sanayiyi tıkadı. Vergi yoluyla bile kaynak aktarılamayınca reel sektör çöktü. Bu çöküntüde evden para kazanma modası ve borsada oynama hevesi hortladı. Zaten az olan ve gittikçe azalan tasarruflar ve tasarruf sahipleri üretimin içine çekilemedi. Tüm bu olumsuzluklar elbette sadece AB veya GB sürecine bağlanamaz. Ama ciddi bir payı olduğu da yadsınamaz.

Bu arada rekabet unsurları da değişti, değiştirildi. Ayrıca ucuz emeğin her derde deva olmayacağı da belirginleşti. Ürün çeşitlemesi ve kalitesi sınırlı kaldı. Teknoloji geriliği, teknoloji transferinin artı maliyet yüklemesi üretimin yükselmesini önledi. Bu darboğazda üretim maliyetlerini azaltacak arge harcamaları da lüks sayıldı.

Nihayete bir türlü erdirilemeyen AB macerasının sonucu ülkede işsizlik ve dış borç arttıkça arttı. Dış borçla yol alınamadığından bir o kadar da iç borç haneye yazıldı. Hükümet buhranları yaşatan düzeyde piyasada yaprak kıpırdamadı. Yoksul kitleler daha da yoksullaştı. İktidarlar çözüm üretmek yerine günü kurtaracak eğilimlere sarıldı. Ve istikrar da istikrar, aman istikrar elden gitmesin masallarıyla kötü giden ekonomi hepten sallandı ve gerçekler halktan saklandı.

Daha GB’ye girişte gerekli araştırmalar ve hazırlıklar usulünce yapılmadığından uluslar arası yarışta yokluğa davetiye çıkarılmış oldu. Hiçbir şey yapmaksızın mevcudu tüketen, GB sonrası tüm iktidarlar AB’yi yoksul çoğunluğa, çaresiz halk yığınlarına umut diye dayattı. Hiç kimse, bir Allah’ın kulu şu AB’yi istemezük diyemedi, karşı olduğunu söylemedi.

Ve yıllar yıllar sonra silah ters tepti ama hala ayni algı yönetimi, AB iyidir, bolluktur, girilmelidir. İyidir, güzeldir ama AB çıkmazda, batıyor…

Hiç yorum yok: