ANTİK DOLAP
Kimden kaldığı belirsiz ahşap dolaptaki resim
albümüne takıldı gözlerim. Dolap aile büyüklerimizden birinindi büyük
olasılıkla. Turkuaz mavisi, dekoratif iki açık raf ve altta iki kapağı olan
kapalı bölüm, ben boyda ama yaşından haberim yok. Kapak tutamaçlarından biri
kopmuştu eski antika dolabın ve sık silinmesi gerekecek kadar tozlanırdı hep.
Çocuksu heyecanla toz bezi elimde orasını
burasını silme emrini zoraki yerine getiriyordum, dikkatle didiniyor, en kuytu
köşelerin bile tozunu iyice alıyordum. Bu didişme önce hafif nemli bir
paçavrayla ardından kuru kadife bezle sürüyordu. Nedense dolabın içindeki ıvır
zıvırları silmeden, kenarını köşesini, dış yüzeyini, kapakları, rafların ortada
kalan bölümlerini, iki yandan ve ortadan inen ahşap dikmeleri itinayla
siliyordum. En gözde hobim olmuştu. Başlarda metezori katlandığım ve çocukça
karşı koyduğum bu uğraştırılış, büyüklerim belki de herkesin büyüğü böyleydi,
neyle uğraşmam veya uğraşmamam gerektiğine, benim adıma hiç sormadan her konuda
karar veriyorlardı.çocuk olmaktan öte asla büyüyememek korkusu sarardı
benliğimi. Böylece elimdeki toz bezine geçerdi bir tek hükmüm. Ahşabın sabunlu
suya mukavemetinin o derin kokusuna hayrandım, işin püf noktaşlarını öğrenmiş silim
konusunda yaşımdan ileri ince teknikler yaratmıştım. Keyif alıyordum. Açıkçası
hanımlara özgü bu özenli çalışmadan açıktan açığa izlendiğimin bilinciyle göz
alıcı numaralar çekiyordum toz bezlerimle. O numara ve tekniğin zamanla yerli
yerine oturduğunu ve diğer temizlik operatörü aile bireylerince de
kullanıldığını gördükçe işime daha şevkle sarıldım. Keyif alıyordum evet ama
temizlik yapma neden sadece hanımlara ait olsundu ki. Görüyordum her yerde, tüm
temizlik işçileri, çöp arabası görevlileri hep erkekti.pos pos bıyıklarını
titreterek fırça sallıyorlardı, sokaklara, caddelere, salonlara, anladım ki ev
başka, evin dışı başka. Babam bir devlet hastanesinde temizlik hizmetlisi olsa
da evde temizlik yapmayacaktı asla, aşçı olsa yemek yapmayacağı gibi, salata
bile, ama babam doktorun özel şoförü olsa ve bütün gün araba kullansa,
arabamızı annem asla süremeyecekti, evin içi başka dışı başka.
Evde bulunduğum zamanlar, boş vaktimin büyük
bölümünü dolabıma ayırıyor, onunla dolduruyordum saatlerimi. Dolabımda memnundu
bende hoşnuttum bu alışverişten, birlikte geçirdiğimiz saatleri de asla boşa
geçmiş saymıyordum. Beğeni gözümde büyüdükçe büyüdü. Dolabım diyorum, kendi
boyumda görsem de benden iki kat büyük o ahşap yığına. Çünkü kırık renkli ve o
özgün model mirasla bütünleşmişti. Harika bir şeydi o. Bir eşya değildi sadece,
mukayese edilemez eşi olmayan bir şaheserdi dolabım. Bastırdıkça bastırdım,
direttim alt kapaklı bölüme, özel eşyalarımı koyma iznini çıkardım. Az uz
değil, oldukça güç oldu ama kısmen benimdi artık. Biraz biraz hepten bana ait
olacaktı. Gerçekten bir parçamdı şimdilik.
Menteşelerini sıktım kapakların, tutamacın
yerine bitirim fikirlerimden en uyanını monte ettim. Hiç pürüz kalmayacak,
parmağa kıymık batmayacak biçimde sıfır numara zımpara ile içini delice
zımparaladım. Evin alet edevat kutusuyla da tanıştım yani, bu sıra bir
dahiydim, yaratıcılığımın sınırlarını
zorluyordum sanki, kapı ve pencerelerden artan son kat verniği bir güzel sürdüm
her yanına, dışı eskimiş şimdilerin eskitme tarzı, turkuaz renk, içi ise eski
ve doğal özünü veren ahşap desenli pırıl pırıllık, görüntü dört dörtlüktü ve
yeniden doğuyordu dolabım.
Özellerimden aldığı kadarını çiçek gibi
düzenleyerek yerleştirdim. Ah birde küçük anahtarı olabilseydi kilidinin. Veya
şöyle albenili bir asma kilidi. Harçlıklarımı kuruş harcamadan biriktirdim ve
asma kilit oldu liralar. Ve mutlu son, mutluydum, başka bir boyuta varmıştı
düşüncelerimin gücü.Dünyada tek gücenmeyeceğim varlık dolabımdı.Hanidir
bütünüyle bana ait olmasa da kalbi benimle çarpıyordu.Canım dolabım
canlanmıştı.
Daha bi özenle temizledim açık raflarda ki
eşyalarında tozunu alıyordum ara ara.Ne de olsa dolabımın iç organlarıydı
onlar.Hem bu vesileyle tanışıp kaynaşacaktım, içimiz dışımız bir olacaktı
dünyamızı çok daha rahat paylaşacaktık, sade dolap değil, evdeki kurtarılmış
bölgemdi dolap civarı, benden sorulurdu herşeyiyle, kim niye uğrar ne alır ne
götürür içine ne kor bilmeliydim. Nöbet tutardım başına bir olumsuzluk gelmesin
diye mıntıkayı göz hapsine almıştım.
Sağ yanında hasırdan bir koltuk yaslıydı, sol
yanında irice cam kavanoz dururdu, iki parça. Biri diğerinden küçük, boştu
büyüğü, küçüğünde yarıya kadar su olurdu hep. Su yüzeyinde ismini çıkaramadığım
plastik çiçekler yüzerdi, belki de pencereden süzülen ışıkla sevişen zamana,
fazla yüzsüzlük etmemelerini öğütlerdi. İnsan dediğin bir kez perdeyi yırtmaya
görsün, en ufak zarif bir dokunuş, bir tatlı öpüş sarsıcı sevişmelerin kucağına
iter çiçek gibi zamanı, ışık ışık boşanır duygular, su gibi akar heves.
İlkbahar sıcağı yürekleri sardığında, derinde
en derinlerde dönmüş hislerim kıpraşır, yüreğim sızlar, yüreğimi sızlatır kaç
bahar sonra aniden karşıma çıkışın. Solmuş çiçekler seni sorarken sağa sola
saçılmış zenginlikte kaç sene seni, seni aradığına pişman olacak dengi yüreğim
sızlar, yürekte sararım sıcağını, buz tutmuş bedenimde eriyiş hızlanır,
hızlanır ve cemre havaya düşer, tutarım demet demet elimde seni, dilerim
doğadan dilek dilek üstüne, sadece yüreciğinin üşümemesini, yapma çiçekler
boğuyor ilkbaharı.
O küçük kavanoz cam kavanoz değil de büyücek
bir cam şişeydi sanki, heveslerimi kristalleştirdi o köşe. Zehirlemişti beni
iyiden iyiye. Hasır koltuğun önünde, üstükalın camdan bir sehpa dururdu,
üstünde küçücek demir aksamlı bir abajur ve kristale yakın camdan vazo ve
içinde hep taze çiçekleri olan. Yaz kış evimiz çiçek açarmış gibi kokardı,
papatya kokardı çoğunlukla. Gökkuşağı renkleri taşınırdı bu köşeme göz
kamaştırıcı ahenkle.
Elime değişik renk ve tonları sunarlardı
bıkamadan usanmadan, alır saklardım hepsini dolabıma. Sıkıldıkça çıkarır bakar
rahatlardım. Elyaf elyaf sarardı sapsarı papatyalarla dünyamı. Gözlerimde isyan
çiçeği bütünüyle bir başkaldırış olurlardı. Gizlerim dökülürdü sallasan
dolaptan.
Sıcak su konulmalıymış vazoya, papatyaların
ömrü uzun olsun diye öğrendim ve her gün bir su bardağı sıcaklık ilave ettim
vazoya. Kelebekler dans ederdi bu pistte, çeşitli ebatlarda ve çeşit çeşit
renkte. Yaldızlı akşamlarda gökyüzünü yıldızlar boğana dek resim fırçası elimde
uyurdum.
En güzel günlerimmiş meğer o günler. Neden
bitti, ne kadar sürdü bilemeyeceğim. Sanırım çok çabuk büyüdüm, çocukluğum gün
güne öldü. İçimde ağlasa da sarı fırça saçlı çocuk, anladım ki büyümek yarı
yarıya ölmekmiş meğer.
Hasır koltuğa oturup saatlerce okurdum. Fırçamı
dizlerime koyduğum tuvale binlerce defa okşar gibi dokundururdum. Ağaç dalları,
gül yanakları, gelincik çiçeklerini değişik kombinasyonlarla düşlerdim,
çiçekler arasında belli belirsiz seni oluştururdum.bir demet boşluk olurdu hep
yüreğimde. Dönerdi başım rüzgar fırıldağı gibi, daha bir sabitlerdim kendimi
koltuğa. Hasır altı edemediğim mükemmel hazırlanmış buketler keserdi önümü. Yön
bulamazdım zevkime göre, polisiye romanların ucuzcu sokaklarında kaybolurdum,
yaşlı bir nine bulurdu beni çıkmazın başında. Başımı okşar, gözlerimden öper,
elimden tutar yine hasır koltuğun yanına ulaştırırdı.
Kavanozun içine akciğerli bir süs balığı
attım, yönümü o tayin etsin diye. Rengarenk kuyruğunun kıvrak hareketleriyle
yol iz buldum derinliğe. Bir gün kavanozun değiştirdiğim suyunu fazla
kaçırınca, intihar etti pusulam, süs balığım, onu dolabın yanında i,ki seksen
yatar buldum ve bulaşık teliyle yavaş yavaş ovalayarak dolabımı sildim acımı
dindiren bir keyifle.işte o an takılmıştı gözüm kırmızı kadife kaplı resim albümüne.
Sarı sararmış fotoğraflarda tanınmış yüzler
aradım.kimseye sormadan roller biçtim onlara, yakınlık yarenlik kurdum. Şövalye
yüzüklü ince kıyım bir orta yaş delikanlısı yatağına oturmuş bir hap yutuyordu.
Şu yanda gördüğün sakallı köylü varya deden dedi, bende dedenim. Bir arka
sayfada ceketi omzunda yürüyen flu fotoğraftaki de benim. O hasta olmadan
önceki halimdir, ama vurmuş illet de haberim yokmuş, haberim yokmuş
hiçbirinden, bir bir tanıttılar kendilerini, çok sevdim hepsini de, onlarda
beni sevdi. Kara önlüklü bir fotoğrafımı iliştirdim yanı başlarına. Artık
albümü hiç açmasam da sohbet edebilecektim onlarla.
Seramikten genişçe bir tabak yaslı dururdu
üst gözün sağına. Önünde kupaya benzer sarı renkli iç içe geçmiş iki kase.
Altlarında servis tabağı içinde aynı renk ve çapta sapları olan bir kaşık,
çatal ve bıçak, kaselerin etrafında çepeçevre yapma meyveler serpiştirilmişti.
Elma, armut, üzüm salkımı, limona benzer.
Portakal. Tam ayırdına varamadığım, işin aslı
tanımadığım, şekilli birkaç çeşit meyve daha. Veya bugün için şeklini şemalini
anımsayamadığım, sanki servise sunulmak için hazırlanmış, insanı hakikisiyle
karıştıracak denli canlıydılar. Kesilecek, soyulacak, dilimlenecek ve sonra
afiyet olsun misali gerçek. Her şey hazırdı sofrada.
Sol tarafta ise yanlamasına rafın içine
dayalı ortasında tavuskuşu olduğunu sandığım motifle bezeli seramikten, beşgen
bir tabak vardı. Hemen yanında üzeri mandalina dilimleri ve mor yapraklarla ki
ne yaprağıdır bilmediğim, süslenmiş geniş saplı ve sanki yarım bir portakal
olan kapağıyla kocaman bir sürahi dururdu. Portakal suyu ve bol buzlu limonata
ile doldurulmuş olduğu hissi uyandırırdı içimde. İnsanın içeceği
geliyordu.izlenimlerime göre boştu, ben yine de öyle olduğuna inanmak isterdim.
Soğuk soğuk yudumlamak alemi, alem yanıltsa da beni sıcağa karşı koyulmazdı ve
cilalanmış kocaman kiremit bir saksı ile üst rafın sakinleri tamamlanırdı.
Saksının içi plaj kumu ile doluydu. Bunu iyiden iyiye biliyorum çünkü yaz
sıcağı evin balkonuna çöktüğünde, sayılı gittiğimiz plajlardan bizzat kendim
çalardım sarı kızı. Albenili sımsıcak vücudu altın tozu gibi saran ve ışıl ışıl
yapışan, aydınlatıp denizin maviliğine yansıyan altın kızları. Anadan doğma,
civelek bir kara kızla kovalarca doldurmuştuk. İlk o gün görmüştüm, farkına
varmıştım bendeki fazlalığın. Sarı kızlara saklamak istemiştim onu civelek
görmeden. Üstüme kürek kürek dökülen sıcak kumlardan medet ummuştum.
Anneciğinin önünde kahkahalarla gömmüştü beni karakız.
İkinci rafta asla unutamayacağım sarı
kızların koruyucu melekleri dururdu. Hemen sol önde kırmızı ve saydam
sayılabilecek bir kasede çizgi çizgi, bakınca insanı sarsan renklilikte deniz
kabukları biriktirirdim. Sahanın iki yanında minyatür, işlemeli bakır ibrikler,
ibriklerin arkasında sarı kelebekleri benek benek, çiçeklerin üzerine kanat
kanat, tahtadan bir vazo oyması veya kabartması dururdu. Pastel renklere
boyanmıştı simetrik şekiller, yalnızca üç beş renk. Renk cümbüşü değil ama
insana çok sesli bir mesajı vardı sanki. Sade ve içten, pekala da güzel.
İzleyerek sen ayrıştırma zevkine varacaksın renkleri, zahmete değiyordu.
Kurtaracağın yaratıcılıkla katlanacaksın bu çileye ve çile dolmadan hatıralar
başlar.
Tam orada bir resim çerçevesi. Çerçeve granit
taşından kesilmiş, çerçevenin kenarları testere ağzı gibi. Yeşilli kırmızılı
noktacıklarla ve genişten inceye bir damarla kendini gösteren çerçevede
cıscıbıldak bebekliğim. Cıbıldağı tamam da cıs ortalık yerde, sürünüyor, siyah
beyaz bir fotoğrafa ve cısıma rengarenk gülümsüyorum.
Çerçevenin sağ arkasında çalışma masalarına
konan bayraklık ve iki telin ucunda iki simge. Biri vatan diğeri sanki koskoca
dünya. Beyaz mermerden üzerindeki harflerin bir kısmı dökülmüş isimlik, kendimi
çiziyorum oraya fırçamla kırmızı renkte, rafın en sağına ise iç içe geçmiş,
büyükten küçüğe sıralı yeşilin tonlarını, açıktan koyuya.
Ahenkle barındıran sahanlar diziliydi.
Sanırım beş altı parça. Üsttekinin içinde aynı renk ve malzemeden iki konyak
kadehi. Likör için değildi kesinlikle ama konyak içindi diye de kesin yargı
veremem, zaten onlar içinde birşeyler koyulup içilsin diye imal edilmemişti ki,
yada ben birşeyler içilirken o kadehlerin kullanıldığını hiç görmedim diyelim.
Saplı kadehlerdi her ikisi de, öyle pek küçükte sayılmazlardı.
Dolabın solundaki geniş ağızlı şişelerin
küçüğündeki balık çarçabuk ölünce, içine cam misketler attım bu kez. Sokağa
çıkıp şöyle ağız tadıyla afacan çocuklarla çamura ve toza belenerek
oynayamadığım rengarenk misketlerimi, olağan üstü güzellikte binbirrenk
parıldayan cam bilyeleri. Suyu sarhoş ettiler; altta cam küreler, üstte yapma
çiçekler, büyük geniş ağızlı şişeye deniz kenarından topladığım alacalı
bulacalı bir deniz taşını kapak niyetine tam tepesine oturttum. Kimse içine bir
şey koymuyordu, ben de koymadım. Yeşille lacivert arası tonda gelene geçene boş
boş bakıyordu. Ben baktığımda ise şişeden koca kepçe kulaklarıyla sivilceli
yüzlü ve fırça saçlı bir resimdi aklıma düşen, hiç pürüzsüz olamasın istiyordum
geleceğimde. Cam gibi parlak ve canlı bir hayat arzuluyordum o yaşta. Evrenin
sızıp gelen kaç çeşit rengi ve yüzü varsa o cam şişeye hapsettim ve görmek
isteyenlere gösterdim. Suyun arkaya yansıttığı sadece kendileriydi oysa. Duvara
asılı kalan o çehrelerle ne evcilikler oynadım bir başıma ve bir gün geldi
çattı su tabancasıyla hepsini yıkadım, duvar yıkandı ve resimler aktı gitti
sonsuza.
Dolaptaki bebekliğimi kuşatan çerçevenin
arkasında ilk bakışta pek seçilemeyen bir mum dururdu. Mum parafini kankırmızı
boya ile hazırlanmış ve kalbe benzeyen biçimde kalıplanmıştı. O ana kadar hiç
yakılmamıştı fitili, ben alevlendirmiştim ilk ve son ve oturaklı bir azar
işitmiştim. Mumun oturduğu kap da biraz genişçe bir kalpti, kalbin içinde
kalpti yani. Seramikten bir himaye, kenarı hafiften çatlamış da beyaz tutkalla
yapıştırılmış görüntüsü veriyordu. Kırılan kalbin asla eskisi gibi olmayacağını
çok yıllar sonra bizzat yaşayarak anladım. İnce bir kalp şeklinde uzayan, mumun
etrafına mücevher kutusunu andıran değişik renk ve ebatta küçük mumcuklar
sıralanmıştı. Aralara klasik eski el bombaları benzeri kara top mumlar da
yerleştirilmiş, serpiştirilmişti. O kadar sahicilerdi ki kibrit yakma oyunu
oynarken gizliden gizliye, en çok o kara topların fitli alev alırda dolabımı un
ufak eder diye korkardım.
Evet fitili ateşlenmemiş mum gibi hayatım
varmış, yaşadım. Eski ahşap dekoratif dolaba emanet anılarım. Seramik kaplara
dolan, yaşayamadıklarım. İçine mum dikilmiş şanssızlıklarım. Dilediğimce
temizleyip, silip kurulayıp dört duvar raflarıma dizeceğim yıllarım. Öyle
unutulası yıllarım var ki unutamıyorum. Kimliği belirsiz birinin hayatını zorla
ödünç almışım sanki, sanki yaşadığım başkasının hayatı veya kimlik olmuşum
hasbel kader o kimliği belirsizliğe. Fitilini ateşleyemediğim boşa geçmiş
senelerin o ilk azarı hep aklımdayken olasımı ki.
Uzun ömürlü papatyalar gibi sıcağa
hasretim.Basit ama pahalı ikinci el malzemelerle döşenmiş sade ve şık bu dev
dairede kimden kaldığı belirsiz ahşap dolabımla başbaşayım. Ben dolap olmuşum
dolap ben. Dolabın üst rafında resim albümü. Resim albümünün kapağında eşek kulaklı
bir çocuk dönme dolaba binmiş, lunaparkı çınlatıyor, korkup ağlıyor mu zevkten
kahkahalar mı atıyor anlayabilene aşk olsun. Çiçek gibi süslenmiş iki sıra raf,
tertemiz, sıcacık. Limon ve portakal kokuyor loş oda.
Beyaz muma sürdüğüm yünlü bezle albümün
kapağını silip parlatıyorum. Koca kulaklı aptal haykırmayı kesmiş yüzüme
bakıyor bön bön. İyice siliyorum albümü, ter ve gözyaşları, o haince insanı
dürten heyecan da silinmiş sapsarı yüzde. Göz kırpıyor lunapark kaçağı bana ve
sus işareti yapıyor işaret parmağıyla. Susuyorum, inanılmaz bir duygu seli
boşanıyor yüreğimde, yüreğim titriyor.
Sadece duygularımı silemiyorum.
Temizleyemiyorum anıların tortusunu, temizlenemiyorum. Hiçbir toz bezi
dayanmıyor kum fırtınasına. Beyaz tuvaller kararıyor ellerimde, oysa fırçamdaki
favori renk kırmızı. Yeterince memnun kalmadımsa yırtıp atıyorum ilaçlı bezi,
neden böyle yaptığımı asla sorgulamadan. Renkler bana açıktan açığa kin
besliyor sanki. Yıllarca dost olduğum ve dostluğumuz baki diyebileceğim birkaç
renk de sırtını döndü bu günlerde. Fırçam aramızı bulamıyor.
Çaresizce ah çileli başım nakaratıyla tel tel
dökülüyor bembeyaz satıhlara. İlmek ilmek her bahar kucaklaştığım doğa envai
çeşit maraza çıkarıyor bu ortaklığa, ha gayret silemediğim duygular, en sevdiğim
manzaraya.
Sapsarı kumları seyrediyor kızgın güneş, su
masmavi ve ılık, beyaz köpüklü salınışla geziniyor sahilde. Her yazbaşı
sevişirim ısla ıslak bu koyda, kana kana ve diğer yana sellendiğimde karakış,
gölgeli desenler akar koyu kıyılara. Saklamışım bunca sene seni kara bahtımda
ve unutmaya çalışmanın faydası yok. Tüm isteksizliğimi çarparım buzlanmış
patikaya, çizgiler kesin ve sert, kafamdaki soru işaretleri renksiz, gökteki
yıldızlar fersiz, kapkara bulutlar hoyrat. Hatırlayamayacağını bile bile her
bahar kollamaya çabalarım kırmızı
dudağından öptüğüm yeşil şehri ve en
üstte kızgın güneşin hemencecik yanına bir zamanlar bir kadın vardı üzgün
bakışlı deyip seni çizerim, manzara asla tamamlanamaz.
Dolabıma hapsolmuşum. Üzerimde camdan
kelebekler, seramik balıklar, parafin kızlar, keramik kupalar, papatyalar,
gelincikler, meyve kabuklarının yapışkanlığı, yaldız yaldız plastik eşyalar,
ağaç biblolar ve çamaşır suyu kokusu. Beyaz ketenden dikilmiş bolca bir kılıf.
Hiç kılıf aramadım bu tutsaklığa. Hayatım iki evreden oluşmuş dolabın içi.
Ve dolabın dışı, aklıma saplanmış ne varsa,
oldusu bittisi, süsü püsü, susu pusu sadece bir karelik. Fırça sürmeler bir
kerelik. Aynada boyadığım yüz kaderin cilvesi. Civelek ahşap bir dolap içine
atmış bi kere beni. Ben zaten yokum, çıksam da dolap benden içeri. Aklımın
sürgüsü düşmüş sanki. Antik çağda ne antika savaşlar yitirmişim ben. Bu ahşap
dolabın rafları işte o alnıma yazılmamışları yazar.
Kalın uçlu fırça vakitsizce çekirdek
görüntüsü veren bölgeyi bastıra bastıra çağla rengine boyuyor. Fırça elimde
bana mısın demiyor bildiğini okuyor. Dolap turkuaz renkli ve çok eski,
eskilerden bir demet sunuyor. Dolabın üstünde dizleri kabuk bağlamış yaralarla
kaplı bir çocuk oturuyor, ellerini fırçama uzatıyor.
Kimden kaldığı belirsiz ahşap dolaptaki resim
fırçalarına ve boya paletine takıldı gözlerim. Dolap aile büyüklerimizden
birinindi büyük olasılıkla. Turkuaz mavisi ...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder