SİYASETİN ER MEYDANI YOK…
Siyasetin er meydanı yok ama varsayalım ki var, işte biz o Er meydanına sıkışmış halkız, halktanız. O nedenle bu kongresel-kurultaysal cenderede eşyanın tabiatına hakkıyla bakamaz, eşyanın en parlak görünen yüzüne, en cilalı sunulan sathına hayran kalırız. Kala kalanlar olarak ilk fırsatta kendi içimizde bile zatlar katlar, işler güçler, paralar pullar, kişiler muhteremler hakkında yaratılan balonlara tesadüfî ve geçici hevesle meyilleşiriz.Sınıf ve ideoloji, aidiyet ve derin kanaatlere, gelenek ve göreneklere hiç mi hiç aldırmadan, sabit fikirliliği alabildiğine yücelten ve basmakalıp kindarlaşmayı dirilten asılsız, temelsiz fikirlere kayan mutlu azınlığın sessiz çoğunluğu oluruz daima.
“ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir ”…
Kongreler ve kurultayları siyasetin Er meydanı belleyip biz de adayız denilse deneyimlerle sabittir, aşağıdan yukarı nedense herkes acı bir tebessüm yapar. Aslında şunu bilmek lazım: herkes demokrasi gereği aday oluyor. Parti içi demokrasinin işletildiğine inanarak yarışta ben de varım diyor. Neden örgüt emekçileri adaylaştığında horlanıyor, dışlanıyor bunu da anlamak mümkün değil ama gerçek aynen böyle. Daha dün partili olanlar, uzun yıllar partiyle alakası bulunmayanlar, bir anda yönetici, bu gün yarın atamalı, tam destekli milletvekili adayı, önseçimli merkez teşvikli milletvekili, muhtemel bakan adayı, genel başkan adayı oluyorlar. Bunlara her şey mübah ancak partiye ömrünü vermiş parti emekçilerine gelince iş hemen değişiyor. Onlar aday olunca kıyamet kopuyor, onlara her şey günah. Demek ki siyasal yaşamda erdemliliğe, yeteneğe ve sarf edilen emeğe göre yükselmek esastır ilkesini benimsemek, Tüzük böyle diyorsa da hikâye, büyüklere masal.
Er meydanı yok sayıldıkça elbette siyasal iktidara topyekûn muhalefet edecek nitelikte siyasi kadrolar her zaman iş başına gelmeyebilir. Yine de bu bağlamda nicel yeterlik uygun olmasa da ısrarcı olmak esastır. Ancak bu kongreler ve kurultaylar sürecinde değişen bir şey olmayacağı adaylaşmalardan açıkça belli. Onlardan birinin seçilmesi durumunda temsil ettikleri kesim de yine biz olmayacağız galiba. Böyle oluşturulacak bir yapı meçhule giden bir yapıdır, yapısal bozukluğun devamıdır. Birkaç seçim daha kaybettirir şu garip partiye o kadar. O yüzden biz meçhule giden bu gemiye gönüllü binmek istemiyoruz. Dolmuşa da binecek değiliz. Her zamanki gibi tek başına da kalsak yine yürürüz günümüz siyasetinin engebeli yollarında.
“ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir ”…
Siyasetin er meydanı bir türlü kurulamadığından yıllardır yaptığımız siyasete yabancılaştırılıyoruz. İyice yabancılaşarak siyaset yapıyoruz, emek veriyoruz, karşılığında da ödül olarak hep vefasızlık görüyoruz. Kimin, kimlerin nerelere ne şekilde, nasıl ve kimin adamı olarak getirildiğini, gözler kapanıp neden seçildiğini çok iyi biliyoruz. Kimilerine öyle gelebilir veya işlerine geldiği gibi anlayabilirler ama bu sütunlarda asla ahkâm kesmedik kesmiyoruz. Çünkü kürsülerden, sütunlardan gerçekleri her zaman söyleme misyonu üstlenmişiz. Bu son yazı köşe başlarını tutup, yerini şaşıranlara bir uyarıdır, liderler geleceğin projelerini yapar, yöneticiler de uygularlar.
Siyasetin er meydanı olmayacağını vurgular biçimde bizleri sadece izleyici konumunda görmek istiyorlar ise çalış çabala sonra işaret ettiğimize oyunu ver, hiçbir şeye de karışma demek istiyorlarsa çok ayıp ediyorlar. Bir kez daha ayıp ediyorlar gerçekten. Bu tavırla küslükler dargınlıklar, yalan yanlışlıklar siyaseti ortadan kalkmaz.
Ve hal böyle olunca nüfuz kısa zaman içinde temelinden sarsılan, güçlendikçe zayıflayan, harb ettikçe darb edilen, darbelerle debelenen, sinirsel nöbet vurgunlarına savrulan bir nüfusa devşirilir. Tüm kavruk kabiliyetler, yani halka sürekli telkin edilen ve şırıngalanan fikirler ne kadar yanlış olursa olsun göze batmaz, bir acayip şekilcilik, zaruretten ızdırap ve zihinde basmakalıp hayal dünyaları yaratılır. Tüm bunlara seyirci kalmamak için biz de adayız diyemiyoruz çünkü siyasetin er meydanı yok diyenler de çoğalır.
“ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir ”…
Siyaset er meydanında harmanlanmaz ise, kongreler ve kurultaylara kaç boyutlu bakılırsa bakılsın, aktivitelerin bin bir türlüsüyle bile dirilişi ve yenilenişi sağlamak iyice güçleşir. Aklı sıra iyi gelecek tarzında dayatılan beklenmedik hamleler her koşulda yeni yitirişleri günceller. Bu kongreler ve kurultay sürecini belirleyen zayi günlerinde hane hesabına düşen ise hala sırasını beklemek ile üretmek-üretmemek arasında bocalatılan kadrolardan sayılmaktır. Bu türe hapsedilen her kadroya da yazık olur, oluyor. Partiyi düşünen var mı yok mu başka bir makale konusu.
Siyasetçi bulunur meydan bulunmaz, meydan bulunur siyasetçi bulunmaz, siyasetin er meydanı olmadığından taban tavan çelişkilerinden güç alarak adaylaşma adaylaştırma boyutunu hiç irdelemeden birilerince uygun görülmüştür diye, kısır destek hesabıyla yollara düşmek kolaycılık ve kalaycılık olur. Bu finişi baştan belli yarışa sürülme alaycılığı yeni siyasi sürgünler yaratan kabullenilmesi zor hatada ısrarcılıktır. Oysa direnmek esastır bu sıradanlığa, kısır döngüye. Ancak ortak bir reddediş ve reddediliş keskinliği yaşatılınca inisiyatif geçici olarak tabandan kayar, tavandan icazet alanlara geçer. Ama zamanla onlara da bomboş meydanlar kalır ve er meydanları dar gelmeye başlar. Böylece her adımda tabansız adaylaşma, adaylaştırma ve aday zemini aramalar gönülden desteklenmeyen bir sürece taşır kongreleri ve kurultayı. Siyasi derdi içinde saklı, geleceğin istenen rotada asla kotarılamayacağını gören ve açıkça katlanılamayacak günlerin yakınlaştığını bilen bir ekol oluşur. Zaten o aşamada üreten beyinlerin ortaya çıkması çıkarılması artık büyük bir suçtur.
Siyaset er meydanında yapılmayınca örgüt gereğini yapar salvosu da kurtarmaz bu yakın plan fiilsiz çekimleri. Yer çekimsiz, fiiliyatsız bir sürece dayanır tüm idealler ve ampul değil, balonlar patlar yine…
Siyasetin er meydanı yok sayıldıkça da; “ Siz ne haldeyseniz, başınıza o haldekiler getirilir”…
29 Kasım 2015 Pazar
28 Kasım 2015 Cumartesi
NİSAN NİŞANI, KARA FATİH…
NİSAN NİŞANI, KARA FATİH…
NİSAN NİŞANI
Nisan
yağmurlarıyla yolladım seni.
Islak
geceleri yeşil sırt çantana sığdırıp
dağlarına
pus vurmuş Sivas ellerine.
Pusu
kurarsan eğer puştsun Allah’ın Garip’ine..
Yaktığın
canlar yanmadı bilesin
İçimde
ne yaz ne de yaş kaldı
şimdi
bir garip yolcuyadır gizlediğim gözyaşları.
Aksulara
vurmuşum geleceğimi ahımı
döneceğini
bile bile yüreğim yanar,
dağlanırım
yüreğimin kuzeyinden.
Dağlarında
turna sürüleri türkünü söyler
sürgün
vermiş nisan yağmurlarıyla
er doğanlar
ağlar.
Doğayı
sığdırıp yeşil sırt çantana
Bir sarhoş
gece yarısı uğurladım Sivas’a.
İçimde
ne yaz ne de kış köşesi kaldı
Bir garip
yolcuyadır gül çiçek baharlar.
Bu günden
tezi yok
ihtişamla
yoğrulur çıplak toprak
ve orta
yerinde bir orman manzarası yakışır.
Ihlamur
kokar yangınlar
Kekik
kekik nefesi tüter.
Şimdi
nisan yağmurlarından önce beklerim seni.
Gerçekleri
yeşil sırt çantana sığdırıp
bir garip
Tanrı misafiri gibi dön gel.
Sofra
hayal ettiğince fakir
gönüller
acayip zengin.
Kaç kez
helalleştim bir bilsen herkesle
Aksulara
vurmuşum geleceğini,
bilirim
döneceğini.
Kızma
birader içimde ne haz ne caz
kalmadı
imbikten süzülen bal
Bal ormanında
bir sezonluk ayrılık
varsa
yoksa bir ipek böceği masalı.
Duvarlarda
sesin, izin
dudağımda
Sivas ellerinde sazım çalar şarkısı
Nisan
yağmurlarıyla öğrendim
Asla
unutmam, unutmayacağım…
KARA FATİH
Nice
fetihten sonra
Birinci
Dünya Savaşının başladığı gün
haki
ceketinle tahta çıktın.
Dosyan
elindeki zarfta
Kayıtlı
mühürlü hayatın
On beş
temmuz bin dörtyüz yirmi
seferberlik
emriyle gönüllü askersin.
Kumandanım
dominom
Estergon’u
bırakma sakın sahte hilallere asla.
Fethin
mübarek ola
teşekkürler
en kalpten
Solak
Fatih sen fethet İstanbul’u da.
Asker
agan Temeltepe’den destekler ihatanı.
Tak kızıl
dominoyu omzuna
havaalnından
içeri vur sineni
Samsun’a
yakın şahlan.
Ata
paşa meydanda gözler yolunu
şahlanmış
küheylanı ile.
Topal’ın
hemşerisiyim de hemen tanır seni
tanır
yiğit uşağını.
Uşak
dediksek öyle değil seni bizi, hepimizi.
Hey gülüm
Karadeniz
dikeninden
ipek yaprağına , fındık ocağına
en hırçın
kara dalgalarına tanır.
Kaldır
başını dik dur sen
eğilme
hiç
sen aslan
evladısın.
Baban
anan dualar eder arkandan
bacınla
en büyük gardaşın gururlanır.
Eylülde
gel şarkısını dinler odalar
Samsun’dan
Sivas’a uzar aksulu yollar
köprülerden
bir atlı geçer
dillerde
tellerde gönüllerde vatan aşkı.
Ben deniz
Erzurum sefer görev emirli astın
Onaltı
temmuz bin dört yüzyirmi
Kongreler
tamam
tak altın
yıldızı omzuna
gerekirsem
eğer emret gönül erine de.
Dünyan
bileğindeki nabızda atar
haki
ceketini çıkart ser tahtına
ve
haykır.
Bunca
savaş çok fazla dünyaya.
Başladığı
gün defet hepten
nice
fetihler yakışır sana kara Fatih
fethet
oğlum…
KORKU, GAZETECİLERİ CAN’LANDIRIR VE GÜL’DÜRÜR SADECE…
KORKU, GAZETECİLERİ CAN’LANDIRIR VE GÜL’DÜRÜR SADECE…
“ Ben üç gazeteden, yüz bin kurşundan daha fazla korkarım.” Napoleon…
Günümüzde iletişimin her türlüsü, korkuyla ve korku imparatorluğu ile bütünleşmiştir. İçten içe bir korku duyulsa da hala iletmek olgusu kapsamında üretilir, dağıtılır ve yayılır. Ve de bir kalemde tüketilir. Her iletişim eylemliliğinde ve iletide elde edilen veriler fayda ve sonuç bağlamında çeşitli biçimlerde bölüşülür ve paylaşılır. Bu böl parçala yönet tuzağında kimine mal mülk, han hamam saray kimilerine ise eza, bela, cefa ve ceza olarak düşer.
Aynen korkusuz gazeteciler sıfatına uyan Can ve Gül’ün haberlerinden korkulup, onların payına bölüştürülen ve düşen gibi…
Yazı teknolojik araçlarla tarihe kaydedilmiş kısa veya uzun konuşmalardır. Yazılar kendi kendine konuşmaya veya diğer türden ağırlıklı konuşmalara dönüştürülmedikçe hiç anlaşılmaz işin başında. Sonra üzerinde konuşuldukça yazının mahareti ortaya çıkar ve yazıların mahiyeti de anlamlaşır.
Bu anlayış yoksunluğu ve anlam kargaşasında zaten korkak olmaktan korkulmadıkça her türlü korku boşuna sarar dünyaları. Bu korku dünyasında yoksulluk, sürülmeler, baskılar, sindirmeler, tutuklanmalar ve de ölümler gözlerde büyür. Büyüdükçe de küçülür.
Tıpkı Gül ve Can’ın savunmalarından korkulup, onların başına paylaştırılan ve gelen gibi…
İş işten geçtikten sonra ayıptır, rezalettir, günahtır ara başlıklarıyla korku çemberi nafile delinmeye çalışılıyor. Oysa en gerçekçi söylem ülke ne çekiyorsa başta on küsur yıldır iktidar olan şu politikacılardan, sonra da dönem dönem, dönme yandaşlık- yanar döner yalakalık yapmaktan utanmayan basından ve silme silik gazetecilerden çekiyor olmalıdır. Bu gerçeği ulu orta söylemekten çekinip, basın içindeki baskın gazetecilerin söylemlerine ha bire kulp takmak gazetecilikten sayılınca ve iktidar erkiyle bu tip magazinci gazetecilik modalaştırılınca çember daraldıkça daralır.
Çember daraldıkça da gerçek gazetecilik tutuklanır, aynen Can ve Gül’ün adı, namı hesabına kesilen yersiz ceza gibi…
Aslında bütün mesele sadece medya profesyonellerinin nesnelliği ve yanlışlığı değildir. Mesele dürüstlük, dürüst kalmak ve doğrunun dürüstlüğün ilişkilerde neden ortadan kaldırıldığı ve özellikle son yıllarda niçin dürüst davranılmadığı meselesidir. Hal böyle olunca adres bal ormanı korusu ve eşikten içeri Gül kokusu olur. Ve Can korkusu asla duyulmaz imparatorluğun korkusu kokusu birbirine karışınca.
Silah namlusuna Gül takmak silahı elbette barış sembolü yapmaz. Silah silahtır ateş edildiğinde Can yakar. Bazen de tutukluk yapar, ters teper, yanlış kullananın elinde patlar. Şimdilik pek hissedilmese de çok yakında Can ve Gül’ün durumunda olacaklar da budur. Tıpkı daha önce alınan gazetecilerin bin bir suçlama tutuklandığı ve zamanla beratları gibi.
“ Amerika’da ülkeyi, politikayı, dini, sosyal pratikleri basın yönetir.” E.W.Scriipt…
Basın sektöründe barış timsali sayılmak, barış iletişimi sağlıyor görünmek, demokrasiyi getirme ve demokrasiye götürme oyunları oynamak gerekçesi her ne olursa olsun asla affedilmez. Özellikle iktidarın kuyruğuna takılıp ileri demokrasi havarisi kesilmeler ve yeni anayasa bezirgâncılığı da bir yere kadar. Din, iman, vatan, millet edebiyatına sığınarak ilerici demokrat gazetecilere reva görülenler sözde insan haklarını sağlama aracı olarak asla görülemez.
Bu olayın gösterdiği gerçek artık insanın düşündüğünü, gördüğünü, duyduğunu söz, yazı, haber, görüntü ve eylem olarak gösteremeyeceğidir. Benzeri şekillerde düşünceyi ifade etme ve yayabilme olanağının da kısıtlanacağı açıktır. Hatta gösteri benzeri argümanlarla savunuya geçmek hepten suç kapsamına dahil edilebilecek bir durumdur. Ve bu durumda çok Can’lar yanar, Gül’ler solar bu uğurda. Haber alma ve haber yapma hakkının ve özgürlüğünün ortadan kaldırışı, kısıtlanması ve engellenmesi kontrolden öte bir şeydir.
Resmen kontrolün tekelleşmesidir. Tıpkı Can ve Gül’e hukuk hiçe sayılarak uygulanan gibi..
Bu tekelci kontrol korkusunu kim yasallaştırıyorsa bir kez daha düşünmelidir. Bu yapay korku vatansever gazetecileri Can’landırır ve Gül’dürür sadece, asla korkutmaz…
“ Ben üç gazeteden, yüz bin kurşundan daha fazla korkarım.” Napoleon…
Günümüzde iletişimin her türlüsü, korkuyla ve korku imparatorluğu ile bütünleşmiştir. İçten içe bir korku duyulsa da hala iletmek olgusu kapsamında üretilir, dağıtılır ve yayılır. Ve de bir kalemde tüketilir. Her iletişim eylemliliğinde ve iletide elde edilen veriler fayda ve sonuç bağlamında çeşitli biçimlerde bölüşülür ve paylaşılır. Bu böl parçala yönet tuzağında kimine mal mülk, han hamam saray kimilerine ise eza, bela, cefa ve ceza olarak düşer.
Aynen korkusuz gazeteciler sıfatına uyan Can ve Gül’ün haberlerinden korkulup, onların payına bölüştürülen ve düşen gibi…
Yazı teknolojik araçlarla tarihe kaydedilmiş kısa veya uzun konuşmalardır. Yazılar kendi kendine konuşmaya veya diğer türden ağırlıklı konuşmalara dönüştürülmedikçe hiç anlaşılmaz işin başında. Sonra üzerinde konuşuldukça yazının mahareti ortaya çıkar ve yazıların mahiyeti de anlamlaşır.
Bu anlayış yoksunluğu ve anlam kargaşasında zaten korkak olmaktan korkulmadıkça her türlü korku boşuna sarar dünyaları. Bu korku dünyasında yoksulluk, sürülmeler, baskılar, sindirmeler, tutuklanmalar ve de ölümler gözlerde büyür. Büyüdükçe de küçülür.
Tıpkı Gül ve Can’ın savunmalarından korkulup, onların başına paylaştırılan ve gelen gibi…
İş işten geçtikten sonra ayıptır, rezalettir, günahtır ara başlıklarıyla korku çemberi nafile delinmeye çalışılıyor. Oysa en gerçekçi söylem ülke ne çekiyorsa başta on küsur yıldır iktidar olan şu politikacılardan, sonra da dönem dönem, dönme yandaşlık- yanar döner yalakalık yapmaktan utanmayan basından ve silme silik gazetecilerden çekiyor olmalıdır. Bu gerçeği ulu orta söylemekten çekinip, basın içindeki baskın gazetecilerin söylemlerine ha bire kulp takmak gazetecilikten sayılınca ve iktidar erkiyle bu tip magazinci gazetecilik modalaştırılınca çember daraldıkça daralır.
Çember daraldıkça da gerçek gazetecilik tutuklanır, aynen Can ve Gül’ün adı, namı hesabına kesilen yersiz ceza gibi…
Aslında bütün mesele sadece medya profesyonellerinin nesnelliği ve yanlışlığı değildir. Mesele dürüstlük, dürüst kalmak ve doğrunun dürüstlüğün ilişkilerde neden ortadan kaldırıldığı ve özellikle son yıllarda niçin dürüst davranılmadığı meselesidir. Hal böyle olunca adres bal ormanı korusu ve eşikten içeri Gül kokusu olur. Ve Can korkusu asla duyulmaz imparatorluğun korkusu kokusu birbirine karışınca.
Silah namlusuna Gül takmak silahı elbette barış sembolü yapmaz. Silah silahtır ateş edildiğinde Can yakar. Bazen de tutukluk yapar, ters teper, yanlış kullananın elinde patlar. Şimdilik pek hissedilmese de çok yakında Can ve Gül’ün durumunda olacaklar da budur. Tıpkı daha önce alınan gazetecilerin bin bir suçlama tutuklandığı ve zamanla beratları gibi.
“ Amerika’da ülkeyi, politikayı, dini, sosyal pratikleri basın yönetir.” E.W.Scriipt…
Basın sektöründe barış timsali sayılmak, barış iletişimi sağlıyor görünmek, demokrasiyi getirme ve demokrasiye götürme oyunları oynamak gerekçesi her ne olursa olsun asla affedilmez. Özellikle iktidarın kuyruğuna takılıp ileri demokrasi havarisi kesilmeler ve yeni anayasa bezirgâncılığı da bir yere kadar. Din, iman, vatan, millet edebiyatına sığınarak ilerici demokrat gazetecilere reva görülenler sözde insan haklarını sağlama aracı olarak asla görülemez.
Bu olayın gösterdiği gerçek artık insanın düşündüğünü, gördüğünü, duyduğunu söz, yazı, haber, görüntü ve eylem olarak gösteremeyeceğidir. Benzeri şekillerde düşünceyi ifade etme ve yayabilme olanağının da kısıtlanacağı açıktır. Hatta gösteri benzeri argümanlarla savunuya geçmek hepten suç kapsamına dahil edilebilecek bir durumdur. Ve bu durumda çok Can’lar yanar, Gül’ler solar bu uğurda. Haber alma ve haber yapma hakkının ve özgürlüğünün ortadan kaldırışı, kısıtlanması ve engellenmesi kontrolden öte bir şeydir.
Resmen kontrolün tekelleşmesidir. Tıpkı Can ve Gül’e hukuk hiçe sayılarak uygulanan gibi..
Bu tekelci kontrol korkusunu kim yasallaştırıyorsa bir kez daha düşünmelidir. Bu yapay korku vatansever gazetecileri Can’landırır ve Gül’dürür sadece, asla korkutmaz…
26 Kasım 2015 Perşembe
ARADA GÖR HALİMİ…
ARADA GÖR HALİMİ…
Kader görüyorsun halimi
Halim tavrım
nicedir.
Ahvalim iyidir kaldı
bir derimin yüzülmediği
yüz yüze gelip söyleyeceklerim var sana
kaçamak filan anlamam hiç kaçma.
Kaç gündür böyle
karşımda arşın arşın uzuyor Marmara
tam karşıda Paşalimanı adası ve diğerleri
tespih boncuğu ve imamesi.
İmrenilecek bir telaş
hummalı takalar süt taşıyorlar, hububat zerzevat falan
yanıbaşımda Nisan.
İnsan bahara istese de doyamazmış demek
yaş hayli ilerleyince.
Dalgaların çağlamasını dinliyorum da şimdi
çağı çağlası farklı telden.
Elden ne gelir ki
gece ötesi sularında sarhoşlamaktayım yavaştan
tan yeri ağardığında yine kendi kendimle.
Kızdında mı aramıyorsun ey Çepni başı kader
tenhalardayım
ha burada.
Bilsen ne hallerdeyim sormadın hiç
Ustanın evinden iki adım da Marmara
Üç adımda Arasat.
Bilsen ne hallerdeyim
Marmara da
arastada.
Mutlaka arardınsa eğer nazlanman arada ara
maviye hasret renksizlikte
İşte tam oradayım
ha burada.
Şu an kaç gündür buradayım saymadım
Sormadım soymadım
Oylum oylum bedensizlikteyim.
Değişkenliğin tam varış noktasında
alevlerin çığlığında tek başıma
nevrim birim.
Görüyorsun değil mi ey susak kader
Pirim en kısa yoldan gel
gelsen de gelmesen de kaderimsin
sanki yüz yaşımda yüz yüzeyim.
Sürekli sürprizlerdeyim
ipeka kumlarda
Nisan yanıbaşımda.
İnsan bahara hiç doyamazmış meğer
İlerleyince yaş bir hayli.
İç güveyisinden hallice
ne münasebetsizlikler odamda inanamıyorum.
Çifti çubuğu bir kenara bırkmışım
baktım arada bir ufka
çubukları bir deli hortum kırmış yarı belinden
düştü elimden
elinden.
Kaç kanaldan yalnızlığımı izliyorum inan
otogardayken anında evin önündeyim
merakına derdim goncadan güller
gülemedim
gül bahçesinde Nisan.
Evet doğru karşı yakaya geçeceğim
Sonrası gözlerden ırak hayırsız ada
Ersiz isimsiz.
Paşalimanı’nın karşısı Ekinlik
Eksiz budaksız
hayırla anacağımı bilemezdim bu kadar
karşının yanı başı Koyun adası
koyunları
oyunları.
Çobansız köye çobansız ada da eklenmiş meğer.
Büyükbaba dede ayrımından belli daha çok öğrenilecekler
var
Bu arada babalar günün kutlu olsun can babam
analar her yerde ana.
Her yerde anılarınız var anam babam
öte yan beri yan
kucağımda Nisan.
Demek insan yavrusunu ancak böyle sarar sarmalarmış
çok da severmiş.
Demek baba olacak yaşta baştayım
tezelden geçmiş gitmiş yıllar.
Geçmiş ki ne geçme dalgaların gözyaşına gizleniyorum
şimdi
sabah ezanı saati maviş sulara uyanmaktayım
her sabah.
Ve ninenin mezarını arıyorum gün doğarken
er vakit.
Kapısında dut ağacı var kabristanın
dut yemiş bülbülüm.
Gülsen hallerime de durma gül eyyamcı kader
gül sensiz gül dikensiz.
Önceliği verdim sana senden yakın halden anlayışına
bu nasıl istikrar
islim üzerindeyim.
Kaçak çıplak.
Ustanın evi iki kulaçta Avşa.
Aşar da gelir misin ey hüzzam kader
bilsem yürekten delice sevildiğimi
istendiğimi bir anlık
yüze yüze gönül teline gelirim.
Yüz yıllık dağınıklıkla
buluşuruz kader çıkmazında.
Yüzde yüz kızdın ve aramıyorsun ey mostralık kader
bilsen nerelerde kayboldum
kızgınım sana
an ve an.
Kapımda nisan.
Arada gör halimi ey zalim kader
halim nice
gel gör.
Nicedir denizleyim…
25 Kasım 2015 Çarşamba
ŞU GARİP İLÇENİN HİN TAVIRLI POLİTİKACILARI…
ŞU GARİP İLÇENİN HİN TAVIRLI POLİTİKACILARI…
Bir bir saysan şu fakir ilçenin ana gemi partisinin cin politikacıları da, hin tavırlı politikacıları da iki elin parmaklarını geçmez. Cinleri, hinleri her kongreler ve büyük kurultay sürecinde birleşirler yüzlerce parmağa her yol mubah hükmederler ve yazık olur herkesin umut bağladığı şu garip partiye, yalnızlaşan partililerine.
Şu fakir ilçede kongreye kadar ki üçlememizin bu son yazısı, şu fakir ilçenin bu garip ana gemi partisinin cin politikacılarına ve hin tavırlı politikacılarına açık duyurudur. İleride duyduk duymadık diyenler ile demeyenler bizi hiç ırgalamaz. Hasbel kader okuyanlar, okuryazar olmayanlara şimdiden anlatsın. Günü gelince muhtemel olumsuz sonuca bakar, basar geçeriz…
Çünkü yıllardır kongreler ve büyük kurultayları sabırsızlıkla bekleyen, özleyen, gözleyen ve gözlemleyenler yıllardan beri kimlerin ne için ve neler uğruna hangi noktalarda kimlerle uzlaştığını, uzlaşıldığını ve hangi mertebelere en kolayca ulaşıldığını çok iyi bilirler.
Uzun yıllardır üç aşağı beş yukarı hep aynı delegeler hep ayni isimler kongrelere ve büyük kurultaya gelip gidiyor. Parti içinde çok beklentileri olanlar var, var ama nafile sonuçta kurulu-kusurlu işleyen bir hiyerarşi hâkim oluyor her şeye. Neredeyse seçim değil atanmalar üzerine kurulan bir hiyerarşi söz konusu.
Böyle de olur mu? Olur. Sözde seçimle olur…
En sağlam duruşlu siyasilere bile bu adaylaşma-adaylaştırma dönemleri umulmadık travmalar yaşatır. Ben daha iyisini yaparım diyerek ortaya kendilerini, en becerilerini koysalar da durum değişmez. Tabandan tavana nitelikli her siyasi rol model nasibini alır bu travmadan, kılcal kanamadan. Bu deliriş ve devrilişin bu ana gemi parti de yeri yoktur ayrıca olmamalıdır ama her kongreler ve büyük kurultay ön günlerinde ayni minval üzere hinler, dilbazlar çıkar meydana ve minareleri yıkarlar.
Yani her aşamada her yönetsel kademe seçimle gelmeli, seçimle gitmeli. Hep buna inandırılır kadrolar. Kimsenin kendini sandığa sunması engellenemez, bizim tutumuz ve tavrımız budur denir. Ama tersine davranılır her fırsatta. Parti elbette böyle yürümez denir sonra, yürümediği de ortada.
Sözde yürütenlerce yapay güç, suni görüntü, eksik vizyon, boş vitrin ve haybeye güçlendirme ile doğru orantılı temsil etme ve temsil edebilme yeterliliği veya yetersizliğidir başa kakılan. İşte her kongre neticesinde elde kalan sonuç bu baş ağrısıdır. Yerelden genele bu çalkantılı atmosferde sözde örgüt planlayıcıları hin tavırlı politikacılar, örgütsel değerleri hiç manasına getiriyorsa, olabildiğince yok sayıyorsa çok ayıp kaçar. Yalnızca ayıp kaçsa iyi, hiç de hak etmeyen birileri mevkii ve makamları alıp kaçar, kaç zman sonra elde yine sıfır kalır. Sıfırın altında kalınır, dona kalınır.
Bu bedavaya dolmuşa binme hevesliliği tüm adaylaşma, adaylaştırma yöntem ve yönlendirmeleri ile en küçük bir yenilgide dahi yeni kırgınlıkların, yıpratma ve yıpranmaların kapısı aralanır. Başta kapalı kapılararkasında verilen sözlerin gizliliği ilk fırsatta ifşa edilir. Zaten bu tip oluşumlar oluruna gelsin gelmesin sil baştan yenilenmenin, kadrosal değişimin daima önünü keser.
Böyle de olur mu? Olur elbette. Sözde seçimle olur…
Nasıl bir yönetim tarzının artık iktidara gelmesi apaçık belliyken eşraftan üye kitlesi kilitlenmesiyle ortaya çıkmalar ise neme lazım boş verdimciliğidir. Bu boşlukta bir de ben çıkarım, neyim eksik kolaycılığıdır. Neyin eksik neyin fazla çok kısa zamanda nasılsa ortaya çıkar. Cinler ve hinler, yakın zamana dek hiç olanlar, bu parti sayesinde adamdan sayılanlar, nitelikli, düşünen, ideolojiyi benimsemiş, oradan buradan apartılmamış, bin türlü bahane ve vaatlerle partiye monte edilmemiş kadroları neden çemberin dışına iterler anlaşılmaz bir durum değil. Değil ama bunları öne çıkarmak her sade üyenin ve seçilmiş delegenin sorumluluğudur. Ama nerede öyle.
Nicel nitelik kapışması, kapıştırması…
Nerede hiçbir telkine kulak asmadan, örgüt gerekliliğini önemseyen ve değerlendirmeyi yaparken vicdanının sesini dinleyen ve işi öylece halleden delegasyon. Hiçbir parti gerçekliğine önem vermeden sadece belirlenmiş isimlerle olur demek en kolaycı yaklaşımdır. Ve bu yakışıksız yakıştırma o isimlere de yapılmış en baba haksızlıktır.
Geleceği iki yıl adına onaylamak ve onamak merciindekiler kime neyin kazandırıldığını fakat sonuçta nelerin kaybedileceğini iyi hesaplamaları gerekir. Herkesin düşüncesi kendine göre doğru, iyi ve diri olabilir ama pratikte dirlik kalmayınca, iş işten geçince bin kez düşünsen de nafile ve boştur. O her renkten hengâmede birileri boşuna çalışır ve birileri de küpleri doldurmaya çalışır. O kadar.
Ayrıca her defasında yokluk ve boşluk edebiyatıyla bol kepçeden yarışacak takımları kurup muhaliflere güç kaybettirerek, alternatif çekirdeğin oluşmasına engel olmak da işin çabası. Bu çabayla nereye güç verildiği veya verilebileceği de gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. İşte bu garip ilçenin hin tavırlı politikacı öngörüsüzlüğü ile emektar seslere ve yalnızlaştırılmış yüzlere yenisi lazım modasıyla kapıları kapayanlar da bunlardır. Bu hinlerdir. Onlar kendilerini bilir, aslında her şeyi her yerde ters yüz edenlerdir onlar. Artık gelinen aşamada ne olursa olsun diyerek işten paçayı sıyırmak da tutmayınca tekrardan güreşe soyunanlar da onlardır. Hinliğin bu kadarına da ne denir.
Bu güreş Kırkpınar meydanına benzemez, yarış tamamdır deyip ziyafet masasında afiyetle götürelim derken zafiyet baş gösterince peşinden mağduriyetin geleceği ve küçük kızılca kıyamet anında kopacağı da aşikârdır.
Er meydanını da bir sonraki yazımızda betimleyeceğiz…
Bir bir saysan şu fakir ilçenin ana gemi partisinin cin politikacıları da, hin tavırlı politikacıları da iki elin parmaklarını geçmez. Cinleri, hinleri her kongreler ve büyük kurultay sürecinde birleşirler yüzlerce parmağa her yol mubah hükmederler ve yazık olur herkesin umut bağladığı şu garip partiye, yalnızlaşan partililerine.
Şu fakir ilçede kongreye kadar ki üçlememizin bu son yazısı, şu fakir ilçenin bu garip ana gemi partisinin cin politikacılarına ve hin tavırlı politikacılarına açık duyurudur. İleride duyduk duymadık diyenler ile demeyenler bizi hiç ırgalamaz. Hasbel kader okuyanlar, okuryazar olmayanlara şimdiden anlatsın. Günü gelince muhtemel olumsuz sonuca bakar, basar geçeriz…
Çünkü yıllardır kongreler ve büyük kurultayları sabırsızlıkla bekleyen, özleyen, gözleyen ve gözlemleyenler yıllardan beri kimlerin ne için ve neler uğruna hangi noktalarda kimlerle uzlaştığını, uzlaşıldığını ve hangi mertebelere en kolayca ulaşıldığını çok iyi bilirler.
Uzun yıllardır üç aşağı beş yukarı hep aynı delegeler hep ayni isimler kongrelere ve büyük kurultaya gelip gidiyor. Parti içinde çok beklentileri olanlar var, var ama nafile sonuçta kurulu-kusurlu işleyen bir hiyerarşi hâkim oluyor her şeye. Neredeyse seçim değil atanmalar üzerine kurulan bir hiyerarşi söz konusu.
Böyle de olur mu? Olur. Sözde seçimle olur…
En sağlam duruşlu siyasilere bile bu adaylaşma-adaylaştırma dönemleri umulmadık travmalar yaşatır. Ben daha iyisini yaparım diyerek ortaya kendilerini, en becerilerini koysalar da durum değişmez. Tabandan tavana nitelikli her siyasi rol model nasibini alır bu travmadan, kılcal kanamadan. Bu deliriş ve devrilişin bu ana gemi parti de yeri yoktur ayrıca olmamalıdır ama her kongreler ve büyük kurultay ön günlerinde ayni minval üzere hinler, dilbazlar çıkar meydana ve minareleri yıkarlar.
Yani her aşamada her yönetsel kademe seçimle gelmeli, seçimle gitmeli. Hep buna inandırılır kadrolar. Kimsenin kendini sandığa sunması engellenemez, bizim tutumuz ve tavrımız budur denir. Ama tersine davranılır her fırsatta. Parti elbette böyle yürümez denir sonra, yürümediği de ortada.
Sözde yürütenlerce yapay güç, suni görüntü, eksik vizyon, boş vitrin ve haybeye güçlendirme ile doğru orantılı temsil etme ve temsil edebilme yeterliliği veya yetersizliğidir başa kakılan. İşte her kongre neticesinde elde kalan sonuç bu baş ağrısıdır. Yerelden genele bu çalkantılı atmosferde sözde örgüt planlayıcıları hin tavırlı politikacılar, örgütsel değerleri hiç manasına getiriyorsa, olabildiğince yok sayıyorsa çok ayıp kaçar. Yalnızca ayıp kaçsa iyi, hiç de hak etmeyen birileri mevkii ve makamları alıp kaçar, kaç zman sonra elde yine sıfır kalır. Sıfırın altında kalınır, dona kalınır.
Bu bedavaya dolmuşa binme hevesliliği tüm adaylaşma, adaylaştırma yöntem ve yönlendirmeleri ile en küçük bir yenilgide dahi yeni kırgınlıkların, yıpratma ve yıpranmaların kapısı aralanır. Başta kapalı kapılararkasında verilen sözlerin gizliliği ilk fırsatta ifşa edilir. Zaten bu tip oluşumlar oluruna gelsin gelmesin sil baştan yenilenmenin, kadrosal değişimin daima önünü keser.
Böyle de olur mu? Olur elbette. Sözde seçimle olur…
Nasıl bir yönetim tarzının artık iktidara gelmesi apaçık belliyken eşraftan üye kitlesi kilitlenmesiyle ortaya çıkmalar ise neme lazım boş verdimciliğidir. Bu boşlukta bir de ben çıkarım, neyim eksik kolaycılığıdır. Neyin eksik neyin fazla çok kısa zamanda nasılsa ortaya çıkar. Cinler ve hinler, yakın zamana dek hiç olanlar, bu parti sayesinde adamdan sayılanlar, nitelikli, düşünen, ideolojiyi benimsemiş, oradan buradan apartılmamış, bin türlü bahane ve vaatlerle partiye monte edilmemiş kadroları neden çemberin dışına iterler anlaşılmaz bir durum değil. Değil ama bunları öne çıkarmak her sade üyenin ve seçilmiş delegenin sorumluluğudur. Ama nerede öyle.
Nicel nitelik kapışması, kapıştırması…
Nerede hiçbir telkine kulak asmadan, örgüt gerekliliğini önemseyen ve değerlendirmeyi yaparken vicdanının sesini dinleyen ve işi öylece halleden delegasyon. Hiçbir parti gerçekliğine önem vermeden sadece belirlenmiş isimlerle olur demek en kolaycı yaklaşımdır. Ve bu yakışıksız yakıştırma o isimlere de yapılmış en baba haksızlıktır.
Geleceği iki yıl adına onaylamak ve onamak merciindekiler kime neyin kazandırıldığını fakat sonuçta nelerin kaybedileceğini iyi hesaplamaları gerekir. Herkesin düşüncesi kendine göre doğru, iyi ve diri olabilir ama pratikte dirlik kalmayınca, iş işten geçince bin kez düşünsen de nafile ve boştur. O her renkten hengâmede birileri boşuna çalışır ve birileri de küpleri doldurmaya çalışır. O kadar.
Ayrıca her defasında yokluk ve boşluk edebiyatıyla bol kepçeden yarışacak takımları kurup muhaliflere güç kaybettirerek, alternatif çekirdeğin oluşmasına engel olmak da işin çabası. Bu çabayla nereye güç verildiği veya verilebileceği de gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. İşte bu garip ilçenin hin tavırlı politikacı öngörüsüzlüğü ile emektar seslere ve yalnızlaştırılmış yüzlere yenisi lazım modasıyla kapıları kapayanlar da bunlardır. Bu hinlerdir. Onlar kendilerini bilir, aslında her şeyi her yerde ters yüz edenlerdir onlar. Artık gelinen aşamada ne olursa olsun diyerek işten paçayı sıyırmak da tutmayınca tekrardan güreşe soyunanlar da onlardır. Hinliğin bu kadarına da ne denir.
Bu güreş Kırkpınar meydanına benzemez, yarış tamamdır deyip ziyafet masasında afiyetle götürelim derken zafiyet baş gösterince peşinden mağduriyetin geleceği ve küçük kızılca kıyamet anında kopacağı da aşikârdır.
Er meydanını da bir sonraki yazımızda betimleyeceğiz…
AĞ, DENİZ, FENER VE RASTGELE…
AĞ, DENİZ, FENER VE RASTGELE…
Ege’de
Ağlar Ege.
Ağımı denize attım
denizi tutmak için tuzdan kavrulan avucumda.
Ağlarım ağlarımdan uzak bir adada dağları tüterken kızılımsı yeşil
buğulu gözlerle
demir atmışım eteklerine.
Lavlarında yıkanmak için kızıldan ateş denizinde
doğruldum.
Gece yarısını az geçe patladı suskun volkan
kulakları eriten acı bir ötüşle.
Ne diller döktüm kara bulutlara demir köprünün tam üstündeyken gece
zincirlenmişim zifiri karanlığa.
Yağmur suları içiyorum avuntu niyetine
karla karışık
denize karşı.
Ağıma takılanlar takaların dalgaları aldatan gürültüsüne aşık
laf gemisi pek kolay havalanıyorlar
her kuşluk vakti ayni veda.
Martılar taşıyor mutsuzluğumu, artılar eksiler varlığımı taşlıyorlar
habire kara haber.
Kızgın deniz kış uykusuna yatmış yazdan
ben rastgele yollardayım
buzul çağı.
Kıyıya en erken varabilmek için çırpınıyorum
dolunay sahte düşler sokuyor koynuma
yelkenlerim lodosla öpüşmekten utandığı için
asılsız asılmalık sevişmeler kemiriyor beynimi.
Aklımda beynelmilel sevdalar
yangın çağı.
Ben denizi değil deniz beni yuttu
ben balığı değil balık beni uyuttu
şişede balık
bardakta bahar.
Attığım ağlar denizi değil beni yuttu
deniz feneri kara sulara daldırırken ışığını bıçağını
ışkın ışkın gözümde anılar.
Bir acayip ışık saçtı yüreğim ağzıma geldi
işte Ege
Ege’de
ağlar Ege’ye.
Ege’yle oltaya takıldım Karadeniz’de
ağ deniz fener kıskacında rastgele yıllar
rastladım deniz kızına
pullarında yoğruldum yoruldum.
Ben denizi değil deniz beni doğurdu
deniz kızı şahit
yansıdım kıyıya en yakın cılız ışığa.
Usulca ağırlığımı denize saldım
en hafiften en ağıra soldum.
Dalgalarında yanmak için kırmızı kırmızı
zincirlenmişim kara maviye yeşil yeşil.
Ne umursamaz denizlerde dolaşıyorum yapayalnız.
Kıyıdaki loş liman sinsice saklıyor yüzünü
gözümden sakındığım
ardımdan el sallayan peçeli kadın hala en uzakları gözlüyor
gözünde kanlı yaş.
Yıldızları avuçluyorum altın pençeli denizin üstündekileri
siperinden çıkmış
kaç kulaç sonra doğacak güneş.
Belirsiz imgeler acıtıyor canımı
derken en hesapsızından güneş doğuyor batı kıyılarından yerli yersiz.
Doğrusu bu utanç yeter de artar
bilmiyorum baş başa denize çullandığımızda saat kaçtı
sanki boğuldum.
Ne zaman döneceğim bu seferden
belirsiz.
Ağıma deniz yakalandı
Ege’de
ağlar Ege.
Kara gözleri daha da karardıkça
bu kapkara ateş şu garipten ne ister ki başka.
Adam akıllı sönseydi kızgın gönül
mavzerden çıkana ağıtlarla.
Mosmor ellerim
kan oturmuş yüreğime
değmiş yüreğime nurdan nar.
Derken güneş batıyor kuzey doğudan
cahilce bir başkaldırış
kaç gündür buğusu tütüyor tepede
tepedeki evin bacasında.
Ne arayan var ne de soran
gelenleri arandım durdum sonra
arındım denizle.
Denizi tutmak için tuzdan yanan avucumda
ada ada dolaştım
derken mahşer yeri yalnızlığı.
Ağımı denizden topladım
Ege’yle
ağlar Ege.
Ağ deniz fener üçgeninde rastgele günlerde
oltaya takıldım
bir balık gibi
deniz kızıyla beraber.
Ve kaçınılmaz son…
Ege’de
Ağlar Ege.
Ağımı denize attım
denizi tutmak için tuzdan kavrulan avucumda.
Ağlarım ağlarımdan uzak bir adada dağları tüterken kızılımsı yeşil
buğulu gözlerle
demir atmışım eteklerine.
Lavlarında yıkanmak için kızıldan ateş denizinde
doğruldum.
Gece yarısını az geçe patladı suskun volkan
kulakları eriten acı bir ötüşle.
Ne diller döktüm kara bulutlara demir köprünün tam üstündeyken gece
zincirlenmişim zifiri karanlığa.
Yağmur suları içiyorum avuntu niyetine
karla karışık
denize karşı.
Ağıma takılanlar takaların dalgaları aldatan gürültüsüne aşık
laf gemisi pek kolay havalanıyorlar
her kuşluk vakti ayni veda.
Martılar taşıyor mutsuzluğumu, artılar eksiler varlığımı taşlıyorlar
habire kara haber.
Kızgın deniz kış uykusuna yatmış yazdan
ben rastgele yollardayım
buzul çağı.
Kıyıya en erken varabilmek için çırpınıyorum
dolunay sahte düşler sokuyor koynuma
yelkenlerim lodosla öpüşmekten utandığı için
asılsız asılmalık sevişmeler kemiriyor beynimi.
Aklımda beynelmilel sevdalar
yangın çağı.
Ben denizi değil deniz beni yuttu
ben balığı değil balık beni uyuttu
şişede balık
bardakta bahar.
Attığım ağlar denizi değil beni yuttu
deniz feneri kara sulara daldırırken ışığını bıçağını
ışkın ışkın gözümde anılar.
Bir acayip ışık saçtı yüreğim ağzıma geldi
işte Ege
Ege’de
ağlar Ege’ye.
Ege’yle oltaya takıldım Karadeniz’de
ağ deniz fener kıskacında rastgele yıllar
rastladım deniz kızına
pullarında yoğruldum yoruldum.
Ben denizi değil deniz beni doğurdu
deniz kızı şahit
yansıdım kıyıya en yakın cılız ışığa.
Usulca ağırlığımı denize saldım
en hafiften en ağıra soldum.
Dalgalarında yanmak için kırmızı kırmızı
zincirlenmişim kara maviye yeşil yeşil.
Ne umursamaz denizlerde dolaşıyorum yapayalnız.
Kıyıdaki loş liman sinsice saklıyor yüzünü
gözümden sakındığım
ardımdan el sallayan peçeli kadın hala en uzakları gözlüyor
gözünde kanlı yaş.
Yıldızları avuçluyorum altın pençeli denizin üstündekileri
siperinden çıkmış
kaç kulaç sonra doğacak güneş.
Belirsiz imgeler acıtıyor canımı
derken en hesapsızından güneş doğuyor batı kıyılarından yerli yersiz.
Doğrusu bu utanç yeter de artar
bilmiyorum baş başa denize çullandığımızda saat kaçtı
sanki boğuldum.
Ne zaman döneceğim bu seferden
belirsiz.
Ağıma deniz yakalandı
Ege’de
ağlar Ege.
Kara gözleri daha da karardıkça
bu kapkara ateş şu garipten ne ister ki başka.
Adam akıllı sönseydi kızgın gönül
mavzerden çıkana ağıtlarla.
Mosmor ellerim
kan oturmuş yüreğime
değmiş yüreğime nurdan nar.
Derken güneş batıyor kuzey doğudan
cahilce bir başkaldırış
kaç gündür buğusu tütüyor tepede
tepedeki evin bacasında.
Ne arayan var ne de soran
gelenleri arandım durdum sonra
arındım denizle.
Denizi tutmak için tuzdan yanan avucumda
ada ada dolaştım
derken mahşer yeri yalnızlığı.
Ağımı denizden topladım
Ege’yle
ağlar Ege.
Ağ deniz fener üçgeninde rastgele günlerde
oltaya takıldım
bir balık gibi
deniz kızıyla beraber.
Ve kaçınılmaz son…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)