TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR
Tarih hayatın akışına uygun senaryodur. Zengin bir tiyatro sahnesidir. Senaryo gereği bazen daha alkış almadan bile sahneden çekilebilir aktöründen aktristine, Figüranından suflecisine herkes. İşte o zaman sahne ışıkçıları bambaşka bir aleme çevirirler boş sahneyi. Resmen gözler önünden akar gider tarihi fotoğraflar. İşte o sahne ışıkçıları tarihçilerdir.
Herkes sahnelenen yanlışlardan vazgeçilmediğini anladıkça neden alındığını kınayan nefese dönüşür hayat.
Hayatın delilleri tüm mazeretleri bir bir harcar. Ve varoluşun bilimsel temeli de sahte hayatla tüm köprüleri atar. O atılımlarda ve atılganlıkta geçmişiyle yüzleşmeyen toplumlar mazinin ne denli kara veya ak, ne kadar çağdışı veya çağdaş olup olmadığını layıkı ile çözemezler… Çünkü suni ve yanlı tarihle beslenenler geçmişten bugüne tarihsel olaylara kör kör bakarlar. Doğal olarak gerçeği arama zahmetinde hiç bulunmazlar. Atılan palavraların, patlatılan balonların topu onlar için en doğrusudur. En ölümcül, en kanlı, en delice yalan dolan ne varsa tarihin gizlerinde bir güzel yumuşatılır. O yumuşaklık gün gelir zamanın kulluk kölelik düzenlerini kör gözlerle en parlak görmeye kadar da uzanır. Uzluca uzatılır.
İş bu hiçte uzak olmayan, uzun ve zorlu dönemler atlatıldıktan sonra en zor şartlarda kurulan demokrasi düzeneği ile kofti monarşik düzenin kıyaslanmasına kadar vardırılır. Tarihiyle korkusuzca yüzleşemeyişin ve yalan yanlışlara aldanışın bir kaçınılmaz sonucudur bu yaşanan süreç. Tarihi boyuttaki kapkara cahilliğin bugüne kadar ulaşması ve geniş kitlelere yayılmasıdır yapay tarihe aldanış. Ecdat temelinde her yanlış ve yanılgılar yanlı davranılıp hep mubah sayılır.
Çıplak gözle bakıldığında insanlık tarihinin utandığı nice gizli kapaklı ayrıntı normalmişçesine karşılanır. Övgüler örülür, tüm ağır aksak yapılanlara kıvrak bahaneler uydurulur. Elbette insanlık tarihi boyunca hiç değişmeyen rejim yoktur. Değişmeyen tek şey değişimdir zaten. Ancak yürü ya kulum hikâyesidir o da günü gelir sonlanır. Ve tarihin sarı yapraklarına nakşedilir.
Tarihi bugün yazanlar da, bin yıl önce yazanlar da, milyon yıl evvel mağara duvarına resmedenler de hep unutulur, unutulacaktır. Ancak dogmatik kalıplarda dizayn edilen ve gelecek kuşakların tarih bilgisi ve birikimine sunulanlar sürekli irdelenir. Bir bir incelenecek ve didiklenecektir. Çarpıtmalar ve ulamalarla resmi hiyerarşinin dayattığı tarih bilincinin tabansızlığı da elbet gün yüzüne çıkar, çıkacaktır.
Efendilerin tarihini en ihtişamıyla tarihe kaydedenleri de tarih asla affetmez, affetmeyecektir... Kulluğun sonu abartıların sonsuzluğu ile buluştuğunda tarih ancak yaranma edebiyatı düzeyinde kalır. Kalmıştır. Ve geçmişin görkemi geleceğin aynasına vurulduğunda toptan sınıfta kalır her şey. Tüm mazi.
Bugünler de yarının terazisi ile tartıldığında nice ihtişamlı tarihi kahramanlar da, kahramanlıklar da kara, silik ve muallakta kalır. İbret alınmadıkça, tarih tekerrürden ibarettir işte o nedenle söylenir. Tarih senaryo, tiyatro sahnesi ama işte böyle de gerçekçi bir şeydir özünde…
31 Mart 2017 Cuma
ÖZE DÖNÜŞ
ÖZE DÖNÜŞ
İnsanlık tarihi öze dönüş gerçeklikleriyle doludur. Bazen gün gelir vicdan ve din özgürlüğü yaklaşımları bir bir reddedilir. Son yıllar ve son günlerde yaşandığı gibi asalet ve şeref sadece din ile mezheplere bağlanır. Özellikle sosyal statü boyutunda kendini de bir mezhebe kayıtlı farz edenler ve böyle olmak isteyenlerin işine gelir bu durum.
Yani çıkar ve macera peşindekiler bu çakma görüşlerde direterek mevcudu dinci yapmayı hedefleyen gerici geleneğin sözcülüğüne soyunurlar. Sop ve soy anında bir olur ve çıplak çaresizlik içinde kıvrananlara kurtarıcı misyonuna bürünülür. Tüm figüranlar bu misyonun yükseltilen ve körü körüne bağlanılan figürleri olurlar.
Hatta övgüler örülür, övgü üstüne övgü bezeli dizeler dizilir. Şıpsevdicesine aşktan da yüce gönüllülükle tapılır tahta. Başa. Başa gelmez neler olursa olsun usulce kabullenilir. Sanki aşk tanrıçası aşkları da taraflarını da çıldırtır, çıldırtmıştır. İnsanları içten içe acıtan acımtırak bir hakikattir bu çılgınlık. En beklenmedik anda peşi sıra patlar hikâyeler ama inanılmaz.
Yaklaşık yüz yıllık aydınlanma süreci, karanlık dehlizlerde tarihin öyle karanlık figürlerine bağlanır ki geleneksel kültür biter. Veya açıkça sömürülür. Tarih bozulur. Yalan yanlış her şeyi sahipleniyor görünmek kutsanır, top yekûn her şey gericiliğe bağlanır. Tüm yücelme ve yücelten kelimeler çığlık çığlığa tarih dibeğinde dövülür. Ezilir.
Çağlayan çoğalan çığlıklar gün gelip birleştiğinde gök gürültüsü ile şimşekler çakar ve yıldızlar düşer. Göklere çıkarılan aslında geçmişten hiç mi hiç ders alınmamışlıktır. Dün bugün yarın üçleminde feodal ve dinci gericiliğe bulaşmış, ulaştırılmış bir memlekete kapıların aralanmışlğıdır.
Ancak bu da geçer. Er veya geç tam anında bu soyutlanma denizine dönüşen hikâyeden, serüvenin ötesine geçerek kurtulmaktır tüm mesele. Öze dönülür…
Tek özelliğini de kaybeden zihinsel statü tüm öze dönüş yaklaşımlarını erteler. Ama hayat önce dönüştürür sonra kayıplara dökülür. Ve ipek serilmiş geceler kusar bozulan zamanı. Ve yeniden kurgular. Ekinoks zamanı tetikler. Yeni dönem özünde tamamıyla arabından basılan fotoğrafın tasfiye edilmesidir. Öze dönüş başlar.
Öze dönüş işin gerçek yüzünü pekiştirecek tarihsel gerçeklerle doludur. Sürecin üzerinde ciddiyetle durulmaz ise tasfiye hızlanır. Son hazırlanır. Öyle sıkı hakem, hakim kesilerek öze dönüş yaklaşımlarını tırpanlamak özü sözü bir olmakla da asla bağdaşmaz. Yine de yaşamak ve direnmek gerekir. Özür ise öze dönüşü hızlandırabilir belki ama geç de kalmamak esastır.
Ayrıca özürden büyük kabahatler varsa öylesine banal yaklaşımlarla çözülemez bulmaca. Yanılmak ve doğruyu yakalamak üzerinedir hayat ama böylesi zihinsel statü acayip yanıltır. Kendi starlarını yar ettikçe yanlışları düzeltmek de zorlaşır. Yanlıştan dönmek de. Çünkü siyasal dincilik özünü sözünü gözünü kaybeder ama sırtı daima sıvazlanır. Bu anlayışla savcılar da şeri hükümler ile hükümetleşir.
Din Tanrısının ve kurgu tanrıçaların uykusuz uzun gecelere armağanıdır hakikatler. Hakikatler tarikatlar eliyle halledilince öze dönüş de buharlaşır. Hakkı bozmak haklılığı ufalamak canlanır. Zaman durdurulur. Çılgın aşıklar aşkı meşki yaşamak şöyle dursun öncesinde ve sonrasında özü özünden çıkarır…
Meselenin özü aynıdır. Kulak tözüne patlayan sözde dinsel uyarılar. Uyanmak ve öze dönüş çabası ise asla bu dinci zihinsel statü çizgisinden geçmez. Kolaycıdır. Öze dönmek zordur ama imkânsız da değildir.
O yüzden yüzlerin hayra dönmesi meşakkatlidir ve maharet gerektirir…
İnsanlık tarihi öze dönüş gerçeklikleriyle doludur. Bazen gün gelir vicdan ve din özgürlüğü yaklaşımları bir bir reddedilir. Son yıllar ve son günlerde yaşandığı gibi asalet ve şeref sadece din ile mezheplere bağlanır. Özellikle sosyal statü boyutunda kendini de bir mezhebe kayıtlı farz edenler ve böyle olmak isteyenlerin işine gelir bu durum.
Yani çıkar ve macera peşindekiler bu çakma görüşlerde direterek mevcudu dinci yapmayı hedefleyen gerici geleneğin sözcülüğüne soyunurlar. Sop ve soy anında bir olur ve çıplak çaresizlik içinde kıvrananlara kurtarıcı misyonuna bürünülür. Tüm figüranlar bu misyonun yükseltilen ve körü körüne bağlanılan figürleri olurlar.
Hatta övgüler örülür, övgü üstüne övgü bezeli dizeler dizilir. Şıpsevdicesine aşktan da yüce gönüllülükle tapılır tahta. Başa. Başa gelmez neler olursa olsun usulce kabullenilir. Sanki aşk tanrıçası aşkları da taraflarını da çıldırtır, çıldırtmıştır. İnsanları içten içe acıtan acımtırak bir hakikattir bu çılgınlık. En beklenmedik anda peşi sıra patlar hikâyeler ama inanılmaz.
Yaklaşık yüz yıllık aydınlanma süreci, karanlık dehlizlerde tarihin öyle karanlık figürlerine bağlanır ki geleneksel kültür biter. Veya açıkça sömürülür. Tarih bozulur. Yalan yanlış her şeyi sahipleniyor görünmek kutsanır, top yekûn her şey gericiliğe bağlanır. Tüm yücelme ve yücelten kelimeler çığlık çığlığa tarih dibeğinde dövülür. Ezilir.
Çağlayan çoğalan çığlıklar gün gelip birleştiğinde gök gürültüsü ile şimşekler çakar ve yıldızlar düşer. Göklere çıkarılan aslında geçmişten hiç mi hiç ders alınmamışlıktır. Dün bugün yarın üçleminde feodal ve dinci gericiliğe bulaşmış, ulaştırılmış bir memlekete kapıların aralanmışlğıdır.
Ancak bu da geçer. Er veya geç tam anında bu soyutlanma denizine dönüşen hikâyeden, serüvenin ötesine geçerek kurtulmaktır tüm mesele. Öze dönülür…
Tek özelliğini de kaybeden zihinsel statü tüm öze dönüş yaklaşımlarını erteler. Ama hayat önce dönüştürür sonra kayıplara dökülür. Ve ipek serilmiş geceler kusar bozulan zamanı. Ve yeniden kurgular. Ekinoks zamanı tetikler. Yeni dönem özünde tamamıyla arabından basılan fotoğrafın tasfiye edilmesidir. Öze dönüş başlar.
Öze dönüş işin gerçek yüzünü pekiştirecek tarihsel gerçeklerle doludur. Sürecin üzerinde ciddiyetle durulmaz ise tasfiye hızlanır. Son hazırlanır. Öyle sıkı hakem, hakim kesilerek öze dönüş yaklaşımlarını tırpanlamak özü sözü bir olmakla da asla bağdaşmaz. Yine de yaşamak ve direnmek gerekir. Özür ise öze dönüşü hızlandırabilir belki ama geç de kalmamak esastır.
Ayrıca özürden büyük kabahatler varsa öylesine banal yaklaşımlarla çözülemez bulmaca. Yanılmak ve doğruyu yakalamak üzerinedir hayat ama böylesi zihinsel statü acayip yanıltır. Kendi starlarını yar ettikçe yanlışları düzeltmek de zorlaşır. Yanlıştan dönmek de. Çünkü siyasal dincilik özünü sözünü gözünü kaybeder ama sırtı daima sıvazlanır. Bu anlayışla savcılar da şeri hükümler ile hükümetleşir.
Din Tanrısının ve kurgu tanrıçaların uykusuz uzun gecelere armağanıdır hakikatler. Hakikatler tarikatlar eliyle halledilince öze dönüş de buharlaşır. Hakkı bozmak haklılığı ufalamak canlanır. Zaman durdurulur. Çılgın aşıklar aşkı meşki yaşamak şöyle dursun öncesinde ve sonrasında özü özünden çıkarır…
Meselenin özü aynıdır. Kulak tözüne patlayan sözde dinsel uyarılar. Uyanmak ve öze dönüş çabası ise asla bu dinci zihinsel statü çizgisinden geçmez. Kolaycıdır. Öze dönmek zordur ama imkânsız da değildir.
O yüzden yüzlerin hayra dönmesi meşakkatlidir ve maharet gerektirir…
25 Mart 2017 Cumartesi
YOL YORDAM UNUTULDU…
YOL YORDAM UNUTULDU…
Yol yordam unutulunca, adap erkân da şaşırılır. O şaşkınlıkta olmadık işlere kalkışılır. Otuz küsur yıldır hesaplanıp kitaplanan on küsur yıldır bu icra edilen midir yoksa başka bilinmedik şeyler midir onu da kalkışanlar bilir. Ancak bilinmesi gereken kullanılan her türlü enstrüman bir yana dinci dergilerdir…
Dinci dergiler 12 Eylül faşist darbesinin hemen sonrası, edebiyat, din, ekonomi, teknik, uzay kapsamlı ve içinde siyaset kırıntıları ve sızıntıları taşıyan formatta yaygınlaştı. Önce küçük küçük odalarda bir masa ve eski emanet daktilolarla yayına başlayan dergiler zamanla politikayı yönlendirecek boyutta ivme kazandı. Dini, mutluluk paylaşıldıkça çoğalan bir hezimettir çizgisinde işledikçe işlediler. Başta ürkek bir politika güttüler. Sonra kırık dökük örnekleriyle dergi çerçevesinde yoğunlaşan kitlelere günlük tavsiyelerde bulunan bir dinci siyasal içerik belirlediler.
Her birinin izlediği yayın politikası kusurlu olan başkalarında kusur arar ve bulduğunda zevk duyar temelinde geliştirildi. Yakın uzak tarihte hep bir eksiklik arandı. Veya suni eksiklikler yaratıldı. Tasavvuf, geleneksel din ve radikal söylem ile birleştirilen ağdalı bir dil oluşturuldu. Dinsel motifler çerçevesinde otomatik olarak sünnet pazarında yeni bir dini anlayış geliştirildi. İstenilen doğrultudaki ilerleyişe, lafta unutulan ve terk edilen sünnetler kapsamında kaygan zemin hazırlandı.
Yani günün her sıkıntısı peygamberin ve çevresindekilerin hayatına dönük menkıbelerle çözüldü. Veya geleceğe yön verilecek ve gün içinde kabullenmesi zor gelen ne varsa sünnete bağlandı. Yurtta gelişen her olay ve takınılan her rol yurtdışındaki din ile yönetilen coğrafyalarda yaşanıyormuş izlenimi verilerek bellekte kalıcı hikâyeler uyduruldu. Veya sözde baskılar ve yıldırmalar özde oraların ağzıyla vücut buldurularak hafızalara kazındı.
Külliyen kâfirlerin ve zulüm edicilerin coğrafyanın orasında burasında yapılanlar, değiştirilmek istenen şu memleket ile aralarında karşılaştırmalı muhakemesi topluma bir güzel yedirildi. Sonuç din merkezli bir savaştır oldu. Yani içten içe hiç olmayan bir şeylerin altyapısı olmuş, oluyor veya olacakmış gibi hazırlandı.
Dinci dergiler çoğaldıkça siyasete yakınlaşmada kolaylaştı. Siyasete ve siyasetçilere biat etkisi yaratmak amaçlı ekonomik durgunluklar tasarlandı. Geçim derdini sözde aydın yazarçizer tayfası atladıkça sistemin tamamen ele geçirilmesi noktasında kalem oynatan bu dergiciler ve dergiler prim yaptı.
Kendi aralarındaki iddia ve sonuca ulaşma yarışı kendi içlerinde kopmaları getirse de iş sandığa geldiğinde topyekûn birleşildi. Özellikle yerel yönetimlere yerleşme sırasında acayip kalın bedenli transferler yapıldı. Gazete medya ilizyonları ile mevcut siyasete destek artırıldı. Siyasete kapağı atanlar yönetim kademelerine kadar çıktı. Daha etkili ve güçlü hale gelmeleri sağlandı. İleriye dönük aktivitelere göre tepki verebilecek yeteneklerin de yıldızı parlatıldı. Halk resmen aldatıldı. Ve yola devam edildi.
Ömrü biat etmek ve terk etmekle geçen toplumun, yeniden biat etmeyenleri ise madde duyguları ile harmanlandı. Bağımlılığı artırıldı. Hayal edilemeyen maddi varlıkların bu dinci tayfa elinde toplanmasıyla hiç beklenmedik yerlere kadar ulaşıldı. Ummadık bu çıkışla hazırlıksız yakalananlar her olayı halkın balık hafızasından aldığı güçle en zirveye odakladı. Belli olaylar da yaşanmadı değil. Ama iradenin yerini dini idealler ve bizden olsun idareler mantığı alınca her şey unutuldu. Hayat öyküleri gelişen şartlara uygun yeniden dizayn edildi. Yani din ötesi dinci bir sınıf oluşmasına yön verdikçe verdi bu devlet eliyle palazlandırılan dergiler. Bıkmadan usanmadan müslüman aynalı pozisyonlara kadrolar hazırladılar.
Otuz küsur yıl önce en büyüğü küçük bir mescitten bozma küçücük ofislerde eski ikinci el daktilolarla başlanılan dergicilikten mantar gibi yerden biten gazetelere, televizyonlara evrildi bu cenah. Ve kısa zamanda iktidara sahip olundu temelden terasa.
Ama yol yordam unutuldu. Unutulunca da adap erkân kalmadı. Mesele şimdilik budur…
İÇMEK…
İÇMEK…
Aşırı buz ve loş bir odada sıcağa bağlanmaktır içmek. Çılgın ama coşkulu biraz da acı bir aşktır. Biraz kaçamak, az biraz kaçırmak ama hepten çıplaktır içmek. Asla örtülemez beyin arkası. Bellek çıplak ama en gerçekçi, en kesintisiz ve tek parçadır. ama bir o kadar da kolaydır aldanmak, aldatılmak. Tek sorun ise yarına hakkınca hazırlanmaktır. İşte o çok zordur gerçekten…
Şu fakir memleket zoraki içirilerek tam da o anları yaşıyor. On yıllardır çakırkeyif. On yıllardır hazırdan harcamak ile kaya balığı gibi sert görünümü altındaki yumuşaklığı bedavaya sınanıyor. Sanki bir damla sıvıda bin damla kaynayanı aranıyor. Kaynağın gözüne ulaşmanın sırrı şiir olmuş, taksit taksit parçalanıyor. Tüm yaşananlar yaşam içinde saklı iken, bir idareci olunuyor bir idare edilen. Resmen tuluat. Oynanıyor. Hangi esrikliktir bu. Veya ne menem bir eksikliktir ki ayık akılla yaşanmayacaklar bile bal gibi yaşanır. Ve ne menem bir zehir akılla yaşatılır. Memleket manzarasına yazık edilir.
“ Ey memleket iki elinle saklayamadığın göğüslerinden içeceğim eşsiz doğanın karşılıksız dinginliğini. Dualarla. Erginliğini, gerginliğini, zenginliğini, cesaretini de. Ve nüfuz edeceğim ebediyen yarınlara. Havaya şebnem düşerken, en derine dalıp, avuç açıp sarılacağım kara toprağa. Dillenerek, dinlenerek. Durukan deli dolu anaç beynini doldurduğunda ise uslanacağım. Usulca parsellenmiş göbek çukurundan yukarı çıkıp en aşağıdaki çölde bulacağım tahrip edilmiş savunmasız bırakılmış kumlu topraklarını.
Ey memleket, karşımda masmavi denizimsi gözler. Gözlerinden öptüğüm, elleri yumuk yumuk kentler. Kent çakması burnundaki hızmadan hizalanıp, kayıp derinliğine savrulacağım. Kulaklarımda çarpık ayak sesleri. Duyduğum ayak seslerini kulaklarından tutup yerle göğün birleştiği çizgiye sabitleyeceğim. Herkes ayırdına varacak bir kez olsun doğurgan özgürlüğün. Tarihi gerçek eline, diline ve beline dolanacak son kez. Ve doğaya huşu ile yönelen ve duayı yücelten benzersiz duygu ile kuru yaprak gibi savrulmalar salınacak dört bir yana. Ve kırmızı renk tutkusunu avuçlayacağım. Tüm ayrıntılar da bin bir şeytan yüzü sırıtsa da sırtlanlara aldırmadan, çıyanlara aldanmadan, yılanlardan korkmadan, canı gönülden meleklerin nefesine tutunacağım.
Ey memleket işte o seher vakti ocağına bucağına düştüğüm gündür. Veya geç kalmış yükselişimin başlayacağı ayaz gece. Gün ile gece kadar net farklılıklar kırık dökük dökülürken kadehlere tek başına da kalsam asla içmeyeceğim. Pişmanlığın estetik boyutunu unutmadan sarılacağım üzüm gözlünün hatırına kara denizin hırçın dalgalarına. Herkesin toplandığının çok ötesinde bir yerde en doğru koordinatta toparlanacağım. Çünkü nece doğru saptamalar var takılı kalmış aklımda. Ayılmak ve aidiyettir beyne zıpkınlanan. Çıplak gerçekliğin özü, özürlü gönlüme mucize atılımlarla dolduğunda riyalar cehenneminden ayılacağım. Rüyalar cennetine sığınacağım.
Ey memleket, ahenkli dopdolu sevişmelere dengi dengine, birbirine gözünün çiçeği olacakların bile gözleri kapatılmış. Resmen yasaklanmış. İki arada bir derede kalınmış en bereketli topraklarda. Bu yüzden berime tarafıma ne nameler gönderilecektir. Nafile. Gözlerde tüten o dertli nağmeler nem kapmadan bağrıma dolacaktır. Altın sarısı yapraklı sırmadaşlar salınarak ortak sevincin kapısında buluşacaktır. Kupalar dolusu memleket ateşini geçebileceklere sunacaklardır. İşte içmeme orucumu bozup o kızıl alevlerden içeceğim gün o gündür. Boşuna dolusuna geçip giden on yılların hatırına.
Ey memleket sevdası, o güneş günü al yeşil dol yüreğime. Tüm açık hesaplar, peşin ödemeler saklı orada. Nice güncellemeler. Her iki ellerinle saklayamadığın kadarıyla olsun tüm günahların. Dol ki ak tenli, billur terli göğüslerinden akan kan yerine çiçek gibi süt olsun. Ne de olsa insanoğlu çiğ süt emmiştir galeyana gelir. Akıllanmaz. Sağlığına zarar düşünmez. Yaşamına sızmalara karşılık vermez. Kader ile karşı karşıya kaldığında nedense karşı koymayı seçmez. Keder yakasından yapıştığında boyun eğer. Amaç sarp kayalar gibi sağlam kalmak olduğunda ise acayip amaçsızlaşır. Oysa ağa takılan balık olmaktansa kurtulmaktır tüm teorilerin çökeltisi.
Ey memleket, tarihe gömülür ve yok olur tüm karşılıksız aşklar. Ve hep aynı şarkıyı hep aynı dünya tatlısı nakaratları söyler diller. İşler kabahat sınırını aşınca da kasırgalara döner bugün yarın. Asılsız dayanıksız tartışmalarla kaçılır yarının gazabından. İçmek bir nebze olsun kaçınmaktır belki toprağın yakıcı kavurucu nefesinden. Kendi öz değerlerini kutsayarak. Memleket coğrafyasına özgüdür tüm terennüm. Bir zaman sonra yeniden datçada susulur, susurlukta harekete geçilir ve içmelerde buluşulur. Ve içilir etle tırnak gibi…”
Aşırı buz ve loş bir odada mis gibi kokar tüm nefesler. Envaiçeşit çiçek arabası çıngırağı duyulur. Kırık masalar maskaralarca çevrilmiş olsa da metanetin her halini anımsatır acıyla karışık yudumlananlar.
Ey memleket endamın aşka utanma duygusu katar. Bayıltır. Anlayamıyor hiç kimse gerçek aşkın kaç kilo çektiğini. Bilmiyor. Şayet başlanırsa bir yerden gördüm hayatı hasreti çevreler yüzyılları. Başucunda en mahrem güzelliği yazdıran dolunay. Arkasında unutulmuş anaç bir kadın sesi. Dolu dolu Çemberimde Gül Oya türküsü. Götür gülün suya su, acıya bal katılmış halini. Ve tertemiz ve en tatlı resimlerin bozuk para gibi harcanmışlığını. Götür ama bir daha geri getirme.
İçmek budur işte…
Aşırı buz ve loş bir odada sıcağa bağlanmaktır içmek. Çılgın ama coşkulu biraz da acı bir aşktır. Biraz kaçamak, az biraz kaçırmak ama hepten çıplaktır içmek. Asla örtülemez beyin arkası. Bellek çıplak ama en gerçekçi, en kesintisiz ve tek parçadır. ama bir o kadar da kolaydır aldanmak, aldatılmak. Tek sorun ise yarına hakkınca hazırlanmaktır. İşte o çok zordur gerçekten…
Şu fakir memleket zoraki içirilerek tam da o anları yaşıyor. On yıllardır çakırkeyif. On yıllardır hazırdan harcamak ile kaya balığı gibi sert görünümü altındaki yumuşaklığı bedavaya sınanıyor. Sanki bir damla sıvıda bin damla kaynayanı aranıyor. Kaynağın gözüne ulaşmanın sırrı şiir olmuş, taksit taksit parçalanıyor. Tüm yaşananlar yaşam içinde saklı iken, bir idareci olunuyor bir idare edilen. Resmen tuluat. Oynanıyor. Hangi esrikliktir bu. Veya ne menem bir eksikliktir ki ayık akılla yaşanmayacaklar bile bal gibi yaşanır. Ve ne menem bir zehir akılla yaşatılır. Memleket manzarasına yazık edilir.
“ Ey memleket iki elinle saklayamadığın göğüslerinden içeceğim eşsiz doğanın karşılıksız dinginliğini. Dualarla. Erginliğini, gerginliğini, zenginliğini, cesaretini de. Ve nüfuz edeceğim ebediyen yarınlara. Havaya şebnem düşerken, en derine dalıp, avuç açıp sarılacağım kara toprağa. Dillenerek, dinlenerek. Durukan deli dolu anaç beynini doldurduğunda ise uslanacağım. Usulca parsellenmiş göbek çukurundan yukarı çıkıp en aşağıdaki çölde bulacağım tahrip edilmiş savunmasız bırakılmış kumlu topraklarını.
Ey memleket, karşımda masmavi denizimsi gözler. Gözlerinden öptüğüm, elleri yumuk yumuk kentler. Kent çakması burnundaki hızmadan hizalanıp, kayıp derinliğine savrulacağım. Kulaklarımda çarpık ayak sesleri. Duyduğum ayak seslerini kulaklarından tutup yerle göğün birleştiği çizgiye sabitleyeceğim. Herkes ayırdına varacak bir kez olsun doğurgan özgürlüğün. Tarihi gerçek eline, diline ve beline dolanacak son kez. Ve doğaya huşu ile yönelen ve duayı yücelten benzersiz duygu ile kuru yaprak gibi savrulmalar salınacak dört bir yana. Ve kırmızı renk tutkusunu avuçlayacağım. Tüm ayrıntılar da bin bir şeytan yüzü sırıtsa da sırtlanlara aldırmadan, çıyanlara aldanmadan, yılanlardan korkmadan, canı gönülden meleklerin nefesine tutunacağım.
Ey memleket işte o seher vakti ocağına bucağına düştüğüm gündür. Veya geç kalmış yükselişimin başlayacağı ayaz gece. Gün ile gece kadar net farklılıklar kırık dökük dökülürken kadehlere tek başına da kalsam asla içmeyeceğim. Pişmanlığın estetik boyutunu unutmadan sarılacağım üzüm gözlünün hatırına kara denizin hırçın dalgalarına. Herkesin toplandığının çok ötesinde bir yerde en doğru koordinatta toparlanacağım. Çünkü nece doğru saptamalar var takılı kalmış aklımda. Ayılmak ve aidiyettir beyne zıpkınlanan. Çıplak gerçekliğin özü, özürlü gönlüme mucize atılımlarla dolduğunda riyalar cehenneminden ayılacağım. Rüyalar cennetine sığınacağım.
Ey memleket, ahenkli dopdolu sevişmelere dengi dengine, birbirine gözünün çiçeği olacakların bile gözleri kapatılmış. Resmen yasaklanmış. İki arada bir derede kalınmış en bereketli topraklarda. Bu yüzden berime tarafıma ne nameler gönderilecektir. Nafile. Gözlerde tüten o dertli nağmeler nem kapmadan bağrıma dolacaktır. Altın sarısı yapraklı sırmadaşlar salınarak ortak sevincin kapısında buluşacaktır. Kupalar dolusu memleket ateşini geçebileceklere sunacaklardır. İşte içmeme orucumu bozup o kızıl alevlerden içeceğim gün o gündür. Boşuna dolusuna geçip giden on yılların hatırına.
Ey memleket sevdası, o güneş günü al yeşil dol yüreğime. Tüm açık hesaplar, peşin ödemeler saklı orada. Nice güncellemeler. Her iki ellerinle saklayamadığın kadarıyla olsun tüm günahların. Dol ki ak tenli, billur terli göğüslerinden akan kan yerine çiçek gibi süt olsun. Ne de olsa insanoğlu çiğ süt emmiştir galeyana gelir. Akıllanmaz. Sağlığına zarar düşünmez. Yaşamına sızmalara karşılık vermez. Kader ile karşı karşıya kaldığında nedense karşı koymayı seçmez. Keder yakasından yapıştığında boyun eğer. Amaç sarp kayalar gibi sağlam kalmak olduğunda ise acayip amaçsızlaşır. Oysa ağa takılan balık olmaktansa kurtulmaktır tüm teorilerin çökeltisi.
Ey memleket, tarihe gömülür ve yok olur tüm karşılıksız aşklar. Ve hep aynı şarkıyı hep aynı dünya tatlısı nakaratları söyler diller. İşler kabahat sınırını aşınca da kasırgalara döner bugün yarın. Asılsız dayanıksız tartışmalarla kaçılır yarının gazabından. İçmek bir nebze olsun kaçınmaktır belki toprağın yakıcı kavurucu nefesinden. Kendi öz değerlerini kutsayarak. Memleket coğrafyasına özgüdür tüm terennüm. Bir zaman sonra yeniden datçada susulur, susurlukta harekete geçilir ve içmelerde buluşulur. Ve içilir etle tırnak gibi…”
Aşırı buz ve loş bir odada mis gibi kokar tüm nefesler. Envaiçeşit çiçek arabası çıngırağı duyulur. Kırık masalar maskaralarca çevrilmiş olsa da metanetin her halini anımsatır acıyla karışık yudumlananlar.
Ey memleket endamın aşka utanma duygusu katar. Bayıltır. Anlayamıyor hiç kimse gerçek aşkın kaç kilo çektiğini. Bilmiyor. Şayet başlanırsa bir yerden gördüm hayatı hasreti çevreler yüzyılları. Başucunda en mahrem güzelliği yazdıran dolunay. Arkasında unutulmuş anaç bir kadın sesi. Dolu dolu Çemberimde Gül Oya türküsü. Götür gülün suya su, acıya bal katılmış halini. Ve tertemiz ve en tatlı resimlerin bozuk para gibi harcanmışlığını. Götür ama bir daha geri getirme.
İçmek budur işte…
23 Mart 2017 Perşembe
SOLAK SAĞLAK KAPIŞMASI…
SOLAK SAĞLAK KAPIŞMASI…
Sola her dem kem gözle bakan sözde zamanın tek adamlığına, bu çağda inatla tek adamlık dayatan sosyo-siyasetik bir sistem istiyor mevcut iktidar. Yani sağdan sağcı bir anlayışı egemen kılmaya çalışıyor. Memleket solculuğu aslında çoktan belli. Solaklık, ta çocukluktan akla işlenen bir özgünlük ve özgürlük. Sağlaklık ise sonradan kazanılan sürekli üzgünlük ve kulluk. Ve her kurgulama sarpa sardığında Atalar çocuktan al haberi derler…
“Solak çocukların bir kısmı solaklığın bilincinde değildirler. Çünkü aile ve toplumda sağlak olmaya, sağ eli ile iş görmeye alıştırılırlar…”
Sol el kullanmak azarlanma ve alayla karşılandığından çocuklar sağ ellerini beceriksizce kullanmaya çalışırlar. Aslında yaptıkları her iki eli de yerine göre kullanmaktır. Sonra karakter biçiminde şekillenir ve alışırlar bu duruma. Yaş ilerledikçe kötü günler kapıyı çalar. Çocuklar her türlü sağlaklaştırma yöntemleri ve hiyerarşi dayatmalarına karşı dayanamazlar. Her şeye karşın solculuk vardır serde. Solaklık hep vardır. Belki biraz cesaret gerektirir. Ve kalpte ve zihinde saklıdır solaklık. Solculuk elaleme göre asla şekillenmez. Direnir ve kazanır.
“Sonra çocuk büyüdükçe sağ elinin yetersizliğini engel ve yük olarak görür çocuk. Ve sağ eline ve koluna biraz daha çok ilgi duyar…”
İlgi alaka bir yana beşikten bellidir solaklık ve sağlaklık. Zihin fukara, akıl ukala olunca sağcılığa odaklanır, odaklanılır. Şirin görünen ne varsa şerhsiz şehirsiz doğuştan solaklar bile sağa zorlanır. Sağlaklaşılır. Zor derin görünen de metazori sola endekslenir. Solaklaştırma güçleşir. Solaklık zordur. Her kalıba uymaz ve uyumaz.
“Solak çocuk sağlaktan daha önce uyanır. Çünkü solakların sağ elinin yetersizliği kendilerini daha iyi eğitmesini getirir…”
Tek tip eğitime dayanan sosyalizasyon ile sona yaklaşılırken kaybolan değerler bir anlık da olsa anımsanır. Hayal peşinde koşanlarla kendilerini gerçeğe adayanlar vicdanlarının sesini duyarlar. Dinlemelidirler.
“Solak çocuk yeteneklerini de geliştirir. Geliştikçe daha da güçlenir. Kabına sığmaz. En uç sınırları zorlar. Eksik ve kusurlarını kapatır…”
Özelden ve gazelden ayrımında gizlidir solculuk ve sağcılık. Solaklar ve sağlaklar. Daha çocukluktandır her şey. Solaklık ebedi aykırılık, sağlaklık ise hariçten gazeller ile çok değişkendir. Korku ve kaygı bilinçli bir yaşamda yer bulamaz. Dışlanır. Hayır, bayrağı çekilir hayırla. Zaten dahi kişilerin çoğu da solaktır. Ve dahi kişiler ise sağlak. Organsal bir kusur olmayan solaklık yüzünden çok güçlük çekilir hayatta. Epey egzersiz sonucu az biraz rahatlanılır ama sağlak iktidarlar pek de izin vermezler.
“Kendilerini eksiksiz, tam ve üstün gören çocuklar ise aşırı sağlaktır…”
O yüzden hiç kendilerini yenilemezler. Arsız ve kavgacı kişiler olarak büyürler. Büyütürler. Belki dar çerçevede başarılı olabilirler. Ama büyük fotoğrafta tüm eksikler, tam ve üstün olmayan tüm sağlaklıklar bir bir ortaya çıkar. Ve sırıtır. Eninde sonunda da daima yenilirler.
Keskin evet ve küskün hayır ile derde çare aramak sosyo-siyasetik arenada bu sosyo-psikolojik çelişkinin daha da derinleştirilmesidir. Metazori değişimin solcu ve sağcı tabanında kamplaştırılmasıdır. Ezeli solak sağlak kavgasının sonsuza taşınmasıdır.
Yani evet hayır odaklı yeni solak sağlak kapışması planı boşa medet ummaktır…
Sola her dem kem gözle bakan sözde zamanın tek adamlığına, bu çağda inatla tek adamlık dayatan sosyo-siyasetik bir sistem istiyor mevcut iktidar. Yani sağdan sağcı bir anlayışı egemen kılmaya çalışıyor. Memleket solculuğu aslında çoktan belli. Solaklık, ta çocukluktan akla işlenen bir özgünlük ve özgürlük. Sağlaklık ise sonradan kazanılan sürekli üzgünlük ve kulluk. Ve her kurgulama sarpa sardığında Atalar çocuktan al haberi derler…
“Solak çocukların bir kısmı solaklığın bilincinde değildirler. Çünkü aile ve toplumda sağlak olmaya, sağ eli ile iş görmeye alıştırılırlar…”
Sol el kullanmak azarlanma ve alayla karşılandığından çocuklar sağ ellerini beceriksizce kullanmaya çalışırlar. Aslında yaptıkları her iki eli de yerine göre kullanmaktır. Sonra karakter biçiminde şekillenir ve alışırlar bu duruma. Yaş ilerledikçe kötü günler kapıyı çalar. Çocuklar her türlü sağlaklaştırma yöntemleri ve hiyerarşi dayatmalarına karşı dayanamazlar. Her şeye karşın solculuk vardır serde. Solaklık hep vardır. Belki biraz cesaret gerektirir. Ve kalpte ve zihinde saklıdır solaklık. Solculuk elaleme göre asla şekillenmez. Direnir ve kazanır.
“Sonra çocuk büyüdükçe sağ elinin yetersizliğini engel ve yük olarak görür çocuk. Ve sağ eline ve koluna biraz daha çok ilgi duyar…”
İlgi alaka bir yana beşikten bellidir solaklık ve sağlaklık. Zihin fukara, akıl ukala olunca sağcılığa odaklanır, odaklanılır. Şirin görünen ne varsa şerhsiz şehirsiz doğuştan solaklar bile sağa zorlanır. Sağlaklaşılır. Zor derin görünen de metazori sola endekslenir. Solaklaştırma güçleşir. Solaklık zordur. Her kalıba uymaz ve uyumaz.
“Solak çocuk sağlaktan daha önce uyanır. Çünkü solakların sağ elinin yetersizliği kendilerini daha iyi eğitmesini getirir…”
Tek tip eğitime dayanan sosyalizasyon ile sona yaklaşılırken kaybolan değerler bir anlık da olsa anımsanır. Hayal peşinde koşanlarla kendilerini gerçeğe adayanlar vicdanlarının sesini duyarlar. Dinlemelidirler.
“Solak çocuk yeteneklerini de geliştirir. Geliştikçe daha da güçlenir. Kabına sığmaz. En uç sınırları zorlar. Eksik ve kusurlarını kapatır…”
Özelden ve gazelden ayrımında gizlidir solculuk ve sağcılık. Solaklar ve sağlaklar. Daha çocukluktandır her şey. Solaklık ebedi aykırılık, sağlaklık ise hariçten gazeller ile çok değişkendir. Korku ve kaygı bilinçli bir yaşamda yer bulamaz. Dışlanır. Hayır, bayrağı çekilir hayırla. Zaten dahi kişilerin çoğu da solaktır. Ve dahi kişiler ise sağlak. Organsal bir kusur olmayan solaklık yüzünden çok güçlük çekilir hayatta. Epey egzersiz sonucu az biraz rahatlanılır ama sağlak iktidarlar pek de izin vermezler.
“Kendilerini eksiksiz, tam ve üstün gören çocuklar ise aşırı sağlaktır…”
O yüzden hiç kendilerini yenilemezler. Arsız ve kavgacı kişiler olarak büyürler. Büyütürler. Belki dar çerçevede başarılı olabilirler. Ama büyük fotoğrafta tüm eksikler, tam ve üstün olmayan tüm sağlaklıklar bir bir ortaya çıkar. Ve sırıtır. Eninde sonunda da daima yenilirler.
Keskin evet ve küskün hayır ile derde çare aramak sosyo-siyasetik arenada bu sosyo-psikolojik çelişkinin daha da derinleştirilmesidir. Metazori değişimin solcu ve sağcı tabanında kamplaştırılmasıdır. Ezeli solak sağlak kavgasının sonsuza taşınmasıdır.
Yani evet hayır odaklı yeni solak sağlak kapışması planı boşa medet ummaktır…
21 Mart 2017 Salı
BAMTELİ ÖĞÜTLERİ
BAMTELİ ÖĞÜTLERİ
Tuhaf yolculuklar vardır bam telinden vuran. Çağın büyük vurgununda, daha başlarken biten. Meğer ne uzun yaşanmışlıklar yazılmış şu kısacık ömre. Zaten daima geç anlaşılır değer, kıymet. Ve hep ayni öğütler. Kısmet…
“Çok ileri gitme, gittikçe elinde yenilgilerden başka bir şey kalmaz…”
Yarı çılgın yol hikâyeleri değerlenir, derlenir. Atadan öğütlerle bezenir. Konaklayıp göçmek üzerinedir her plan. Çekilir en çekilmez bilinirlik, bilinmezlik. Güle ve semaya selama durulur. Bir de beyazcama. Ve cam kırılır, can kırılır, tayfun vurur, ay bükülür. Meğer tüm taliplik de bir yere kadarmış. Öğrenilir.
“Ömür kısa veya uzun ama sınavlar için çok az…”
Yol biter umut bitmez. Kesif kesif tüter memleket. Kahpece kesintiye uğrar uğratılır demokrasi. Ve demlenir devrimci bereket. Renklenir. İnanılmaz boyutta bir yakın çekimdir dara çekilenler. Ağlanır.
“Tırmanılan dağın doruğunda görülebilecek manzara düşlerde biriktirilenlerdir…”
Bam telini delilendiren, ucu ucuna tellendirilen, yüreği közlendirilen, bas bariton seslendirilen gözlemlere dayanır tüm öğütler. Tuhaf yolculuklarda harbi yolculukları kuşatır anılar. Öyküler. Şiirler. Öyle anlar vardır ki basgitar susar, bamteli kopar, öykü sonlanır, şiir utanır. Şair saçlarını yolar. Yolculuk dönülmezedir çünkü. Sonsuzluğa son yolculuktur. Ve düşlerde saklanır salkım söğüt bugünler. Hayal gücü ile orantılıdır her şey.
“Düş görmeyenler düşlerini anlatamayanlar acayip düşler uydururlar…”
Beter uyumamak ve asla günaha uymamak, hep aykırı ve doğru olmak üzerine sürdürülür her yolculuk. Kâh Kaf Dağı'na kâh kafsinkafına adımlanır ıssız ıslak yollar. Adam gibi yaşanır ve adam gibi ölünür mahyasına yazılır kader. Ağır ağır döner çark ve an gelir kalp dayanmaz.
“Yaşamda gizemsel karakterlere savrulunca ortam köprü karakterlere kalır ve çerçeveye sığmaz…”
Isınınca hava, kötü karakterlere savrulunca boş çerçeveler, kabaran yüreğe sevdalar sığmaz. Kaybolur zaman, çekilir derman, donar kan ve bamtelinden basan öğütler celallenir. Nedir ne değildir manasızlaşır. Sadece döner durur aklın çeperinde pişmanlıklar.
“Aynı benzer karışımlar içten dışa savruldukça pişmanlık vurur aklı…”
Olsun varsın diye geçilir uzaklar, tuzaklar ve sabaha durulur. Safa yamanır saflık. Safran rengi yalar gözleri. Saman alevi gibi geçip gider hayat. Nasıl bilirdiniz diye sorulur sonra. Velhasıl böyledir işte. Nokta, nokta, nokta…
“Son düş, düşlerin uyanık kalmaya katkısıdır ve çok ileri gitmeyi engeller …”
Yolcu çok ileri en ileri gitmeye koşullansa da yolculuk bir an gelir sekterler. Denizin duru yüzünde çakıl taşları seker. Ne derler bam teline basılmıştır ve yok olur tüm görüntü. Yol silinir, izi kalır.
Yolcu bam telinden öğütleri aklında tutar, tutkuyla tutuşturur…
Tuhaf yolculuklar vardır bam telinden vuran. Çağın büyük vurgununda, daha başlarken biten. Meğer ne uzun yaşanmışlıklar yazılmış şu kısacık ömre. Zaten daima geç anlaşılır değer, kıymet. Ve hep ayni öğütler. Kısmet…
“Çok ileri gitme, gittikçe elinde yenilgilerden başka bir şey kalmaz…”
Yarı çılgın yol hikâyeleri değerlenir, derlenir. Atadan öğütlerle bezenir. Konaklayıp göçmek üzerinedir her plan. Çekilir en çekilmez bilinirlik, bilinmezlik. Güle ve semaya selama durulur. Bir de beyazcama. Ve cam kırılır, can kırılır, tayfun vurur, ay bükülür. Meğer tüm taliplik de bir yere kadarmış. Öğrenilir.
“Ömür kısa veya uzun ama sınavlar için çok az…”
Yol biter umut bitmez. Kesif kesif tüter memleket. Kahpece kesintiye uğrar uğratılır demokrasi. Ve demlenir devrimci bereket. Renklenir. İnanılmaz boyutta bir yakın çekimdir dara çekilenler. Ağlanır.
“Tırmanılan dağın doruğunda görülebilecek manzara düşlerde biriktirilenlerdir…”
Bam telini delilendiren, ucu ucuna tellendirilen, yüreği közlendirilen, bas bariton seslendirilen gözlemlere dayanır tüm öğütler. Tuhaf yolculuklarda harbi yolculukları kuşatır anılar. Öyküler. Şiirler. Öyle anlar vardır ki basgitar susar, bamteli kopar, öykü sonlanır, şiir utanır. Şair saçlarını yolar. Yolculuk dönülmezedir çünkü. Sonsuzluğa son yolculuktur. Ve düşlerde saklanır salkım söğüt bugünler. Hayal gücü ile orantılıdır her şey.
“Düş görmeyenler düşlerini anlatamayanlar acayip düşler uydururlar…”
Beter uyumamak ve asla günaha uymamak, hep aykırı ve doğru olmak üzerine sürdürülür her yolculuk. Kâh Kaf Dağı'na kâh kafsinkafına adımlanır ıssız ıslak yollar. Adam gibi yaşanır ve adam gibi ölünür mahyasına yazılır kader. Ağır ağır döner çark ve an gelir kalp dayanmaz.
“Yaşamda gizemsel karakterlere savrulunca ortam köprü karakterlere kalır ve çerçeveye sığmaz…”
Isınınca hava, kötü karakterlere savrulunca boş çerçeveler, kabaran yüreğe sevdalar sığmaz. Kaybolur zaman, çekilir derman, donar kan ve bamtelinden basan öğütler celallenir. Nedir ne değildir manasızlaşır. Sadece döner durur aklın çeperinde pişmanlıklar.
“Aynı benzer karışımlar içten dışa savruldukça pişmanlık vurur aklı…”
Olsun varsın diye geçilir uzaklar, tuzaklar ve sabaha durulur. Safa yamanır saflık. Safran rengi yalar gözleri. Saman alevi gibi geçip gider hayat. Nasıl bilirdiniz diye sorulur sonra. Velhasıl böyledir işte. Nokta, nokta, nokta…
“Son düş, düşlerin uyanık kalmaya katkısıdır ve çok ileri gitmeyi engeller …”
Yolcu çok ileri en ileri gitmeye koşullansa da yolculuk bir an gelir sekterler. Denizin duru yüzünde çakıl taşları seker. Ne derler bam teline basılmıştır ve yok olur tüm görüntü. Yol silinir, izi kalır.
Yolcu bam telinden öğütleri aklında tutar, tutkuyla tutuşturur…
17 Mart 2017 Cuma
ÇANAKKALE 18 MART…
ÇANAKKALE 18 MART…
Çanakkale 18 Mart; insanlık tarihinde vatan sevdasından göğüs göğüse çarpışmalarla devrin yükselen aşırı milliyetçiliğine ve sömürgecilik anlayışına vurulan en okkalı tokattır.
Tek cümlede özetlenir belki; “Dur yolcu, Çanakkale Geçilmez…”
Ancak 102 yıl önce, bin yılın en büyük siper savaşında 19. Tümen ve Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal, Mehmetçiğe süngü taktırıp; “Ben size taarruz değil, ölmeyi emrediyorum.” sözünde saklıdır her şey.
Bir ölüm kalım savaşıdır Çanakkale. Truva’nın intikamını alma yolunun da açılmasıdır. Anlı şanlı bir zaferdir. Zaferin öyle cemaatin zihnine minber hutbelerinde nakşedilen veya vaaz kürsülerinde vazedilen gibi yeşil sarıklı, duman yüzlü, ak sakallı, eli asalı, itikadı esaslı, gözle görümez ve dahi herkese görünmez bindirme kıtalarla veya hasta kafalar uydurması vesternvari şeriflerle kazanılmadığı açıktır. Çanakkale’de yüzbinlerce vatan evladı toprağa verilmiş ama vatan toprağı verilmemiş, geçiş engellenmiştir. Son on yıllarda mariz hoca efendiler haybeden menkıbeler uydurarak, heybeden hurafeler sallayarak bu zafere ilişkin vahim suç işlediler. Hala işliyorlar. Affedilmez günaha giriyorlar. Çanakkale’yi kanları ile sulayan şehit ve gazilere Tanrı katında, Allah huzurunda çok ayıp ediyorlar. Ruhları şad olsun diyemiyorlar yürekten.
“Geldikleri gibi giderler…”
“Geldikleri gibi gittiler. Bir gün şafakla topraklarımıza, insanlarımıza ve mukaddesatımıza saldırmışlardı. İçlerinde nereye, niçin geldiğini bilmeyen masum zavallılarda vardı. Haçlı ruhunu yüreğinin derinliklerinde gizleyenler de. Bir süre sonra savaştığı insanlara saygı duyanlar da oldu, kafataslarını memleketlerine kadar götürecek kadar nefret edenler de...
Zafer kazanma arzusuyla toprağımıza ayak basıp arkadaşlarını, ayaklarını, kollarını ve canlarını burada bırakıp, utanarak gittiler...”
Çanakkale 18 Mart siperlerde ve barikatlarda, denizde ve karada, aylar yıllar süren dişediş, kanakan bir direniştir. Tam 102 yıl evvel yedi düvele karşı verilen ve topunu hizaya çeken kutlu isyanın da başlangıcıdır. Kutsal isyanın ve yeniden kuruluşun başlangıcıdır çünkü Kurmay Albay Mustafa Kemal 10 Ağustos 1915 gecesi saat 04.30′da Conkbayırı’nda taarruz emri verir. Süngü harekâtını tepe üzerinden izlerken çok yakınında patlayan mermiden seken bir şarapnel parçası göğsünün sol tarafına çarpar.
Mustafa Kemal kalbinin üzerinde şarapneli karşılayan cep saati sayesinde kurtulur. Ve o sayede memleket kurtulur…
Ey eyyamcılar, hacı, hoca, imam, müezzin taifesi muhteremler, Emperyalist ülkeler dünya karması ordularıyla Çanakkale’yi geçemediler. Sakın unutmayın ey cüppeli güruh "Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazanlar, yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır". Hakiki ulemalar siyasal dinci kıvamda davranmaz. Siyaseten esneyip, nicelik nitelik kavşağında asla niceliğe yamanmaz. O destan ki öyle eyyamcı hacı, hoca, imam, müezzin taifesi muhteremler ve ulama âlimlerin cevapsız ortamlarda saptırdığı gibi kolayca yazılamaz.
Çanakkale 18 Mart, Mustafa Kemal’in kısa zamanda Gazi Atatürk olacağının da ilk işareti. Kurulacak cumhuriyetin de tescillendiği yer. Şanlı tarihe antiemperyalist başkaldırının işlendiği an. O an bir milletin kaderini tayin eden andır. Ve “Çanakkale geçilmez” ana başlığında tarihe eklenen şanlı bir destan sayfasıdır…
Birleşik emperyalist güçlerin donanmaları “Denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur”, savıyla 3 Kasım 1914 yılında Çanakkale boğazı açıklarına demirler. Kıyasıya Deniz savaşı 18 Mart 1915’e kadar sürer.
Emellerine denizden ulaşamayacaklarını anlayan emperyalistler Kara Savaşı başlatmak için 25 Nisan 1915’te alacakaranlıkta Gelibolu yarımadasına çıkarlar. Her dinden her milletten toplama askerlerdir karaya çıkarılanlar. Böylece 9 Ocak 1916 yılına dek sürecek mesafesi dokuz on metre olan siper savaşları başlar. O savaşlar küllerinden doğacak bir devleti muştulamış ve muştu gerçeğe dönüşmüştür.
“Karşılıklı siperler arasında mesafemiz sekiz metre. Yani ölüm kesin. Birinci siper dekiler hiç kurtulmamacasına hepsi düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine giriyor. Fakat ne imrenilecek bir soğukkanlılık biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakika sonra öleceğini biliyor, en ufak bir duraksama bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, hayrete ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Savaşı’nı kazanan, işte bu yüksek ruhtur…”
Ey eyyamcılar güruhu “Çanakkale 18 Mart” zaferi, o şanlı zafer, o eşsiz destan işte böyle yazılmıştır…
Ve o şanlı destan kara yazgıyı değiştirecek, “Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir.”diyecek “Büyük Kurtarıcıyı” da bu millete armağan etmiştir.
Ne unutulmayacak bir büyüklüktür ki bu; ”Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanının toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz! Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır” der…
Çanakkale 18 Mart özünde Emperyalist paylaşımcıların son ayakçısının İzmir Karşıyaka’dan denize dökülmesiyle bitecek Kutsal savaşın da habercisidir…
Ve yüz yıl sonra Çanakkale 18 Mart ruhu şart...
Çanakkale 18 Mart; insanlık tarihinde vatan sevdasından göğüs göğüse çarpışmalarla devrin yükselen aşırı milliyetçiliğine ve sömürgecilik anlayışına vurulan en okkalı tokattır.
Tek cümlede özetlenir belki; “Dur yolcu, Çanakkale Geçilmez…”
Ancak 102 yıl önce, bin yılın en büyük siper savaşında 19. Tümen ve Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal, Mehmetçiğe süngü taktırıp; “Ben size taarruz değil, ölmeyi emrediyorum.” sözünde saklıdır her şey.
Bir ölüm kalım savaşıdır Çanakkale. Truva’nın intikamını alma yolunun da açılmasıdır. Anlı şanlı bir zaferdir. Zaferin öyle cemaatin zihnine minber hutbelerinde nakşedilen veya vaaz kürsülerinde vazedilen gibi yeşil sarıklı, duman yüzlü, ak sakallı, eli asalı, itikadı esaslı, gözle görümez ve dahi herkese görünmez bindirme kıtalarla veya hasta kafalar uydurması vesternvari şeriflerle kazanılmadığı açıktır. Çanakkale’de yüzbinlerce vatan evladı toprağa verilmiş ama vatan toprağı verilmemiş, geçiş engellenmiştir. Son on yıllarda mariz hoca efendiler haybeden menkıbeler uydurarak, heybeden hurafeler sallayarak bu zafere ilişkin vahim suç işlediler. Hala işliyorlar. Affedilmez günaha giriyorlar. Çanakkale’yi kanları ile sulayan şehit ve gazilere Tanrı katında, Allah huzurunda çok ayıp ediyorlar. Ruhları şad olsun diyemiyorlar yürekten.
“Geldikleri gibi giderler…”
“Geldikleri gibi gittiler. Bir gün şafakla topraklarımıza, insanlarımıza ve mukaddesatımıza saldırmışlardı. İçlerinde nereye, niçin geldiğini bilmeyen masum zavallılarda vardı. Haçlı ruhunu yüreğinin derinliklerinde gizleyenler de. Bir süre sonra savaştığı insanlara saygı duyanlar da oldu, kafataslarını memleketlerine kadar götürecek kadar nefret edenler de...
Zafer kazanma arzusuyla toprağımıza ayak basıp arkadaşlarını, ayaklarını, kollarını ve canlarını burada bırakıp, utanarak gittiler...”
Çanakkale 18 Mart siperlerde ve barikatlarda, denizde ve karada, aylar yıllar süren dişediş, kanakan bir direniştir. Tam 102 yıl evvel yedi düvele karşı verilen ve topunu hizaya çeken kutlu isyanın da başlangıcıdır. Kutsal isyanın ve yeniden kuruluşun başlangıcıdır çünkü Kurmay Albay Mustafa Kemal 10 Ağustos 1915 gecesi saat 04.30′da Conkbayırı’nda taarruz emri verir. Süngü harekâtını tepe üzerinden izlerken çok yakınında patlayan mermiden seken bir şarapnel parçası göğsünün sol tarafına çarpar.
Mustafa Kemal kalbinin üzerinde şarapneli karşılayan cep saati sayesinde kurtulur. Ve o sayede memleket kurtulur…
Ey eyyamcılar, hacı, hoca, imam, müezzin taifesi muhteremler, Emperyalist ülkeler dünya karması ordularıyla Çanakkale’yi geçemediler. Sakın unutmayın ey cüppeli güruh "Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazanlar, yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır". Hakiki ulemalar siyasal dinci kıvamda davranmaz. Siyaseten esneyip, nicelik nitelik kavşağında asla niceliğe yamanmaz. O destan ki öyle eyyamcı hacı, hoca, imam, müezzin taifesi muhteremler ve ulama âlimlerin cevapsız ortamlarda saptırdığı gibi kolayca yazılamaz.
Çanakkale 18 Mart, Mustafa Kemal’in kısa zamanda Gazi Atatürk olacağının da ilk işareti. Kurulacak cumhuriyetin de tescillendiği yer. Şanlı tarihe antiemperyalist başkaldırının işlendiği an. O an bir milletin kaderini tayin eden andır. Ve “Çanakkale geçilmez” ana başlığında tarihe eklenen şanlı bir destan sayfasıdır…
Birleşik emperyalist güçlerin donanmaları “Denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur”, savıyla 3 Kasım 1914 yılında Çanakkale boğazı açıklarına demirler. Kıyasıya Deniz savaşı 18 Mart 1915’e kadar sürer.
Emellerine denizden ulaşamayacaklarını anlayan emperyalistler Kara Savaşı başlatmak için 25 Nisan 1915’te alacakaranlıkta Gelibolu yarımadasına çıkarlar. Her dinden her milletten toplama askerlerdir karaya çıkarılanlar. Böylece 9 Ocak 1916 yılına dek sürecek mesafesi dokuz on metre olan siper savaşları başlar. O savaşlar küllerinden doğacak bir devleti muştulamış ve muştu gerçeğe dönüşmüştür.
“Karşılıklı siperler arasında mesafemiz sekiz metre. Yani ölüm kesin. Birinci siper dekiler hiç kurtulmamacasına hepsi düşüyor, ikinci siperdekiler onların yerine giriyor. Fakat ne imrenilecek bir soğukkanlılık biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakika sonra öleceğini biliyor, en ufak bir duraksama bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, hayrete ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Savaşı’nı kazanan, işte bu yüksek ruhtur…”
Ey eyyamcılar güruhu “Çanakkale 18 Mart” zaferi, o şanlı zafer, o eşsiz destan işte böyle yazılmıştır…
Ve o şanlı destan kara yazgıyı değiştirecek, “Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir.”diyecek “Büyük Kurtarıcıyı” da bu millete armağan etmiştir.
Ne unutulmayacak bir büyüklüktür ki bu; ”Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanının toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz! Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır” der…
Çanakkale 18 Mart özünde Emperyalist paylaşımcıların son ayakçısının İzmir Karşıyaka’dan denize dökülmesiyle bitecek Kutsal savaşın da habercisidir…
Ve yüz yıl sonra Çanakkale 18 Mart ruhu şart...
DOLUNAY KARASI
DOLUNAY KARASI
Tüm gelişmeler gösteriyor ki ay dolunaydır. Dört bir taraftan darbe üstüne darbe, baskı üstüne baskı ondandır. Kara kapılı kapalı oturumlarda eser caka, erir hava. Ondandır. Ve bedavalar bedavacılar daha bir pervasızlaşır. Ve mangaldaki cezveye sürülür dostluğu bozan kahveler. Ters kapanmış fallar. Hiç çözülemez formül. Fenerin gücü tükenmektedir. sanki çöl karası düşmüştür yollara. Dolunay karasında yollar kapanmış. Kapatılmıştır.
Doğası gereği envai çeşit kanatlılar menzil ötesine uçarlar, gökte dolunay. Sırrı sırımlı, aykırı davalar düşer en başından beri bilinen gerçeklere. İlle de doğar dolunay. Dolar dolar kanunlaşır. Kemanlar işbirlikçi iddiaları çalar. Canavarlar hayat boyu tilkilere yardakçılık eyler. Yol gösteren divaneler bitirilir. Ormanlara ulaşamaz bilgi. Kestane ağaçları zirvelerini saygıyla eğer. Dallara tüneyen yıldızlar en ortada en meşhur en tatlı düşleri titretir. Her türden fenerlerin ışığı bir bir kararır. Dolunay vurur kara zebanileri. Yolunu şaşırmışlık yetmezmiş gibi en sömürücü dayatmalar da dağılır dolunayla. Mevzu budur.
Dolunay çıktığında ne kadar işsiz güçsüz varsa anında birleşir. Sihirli sözcüklerle sıradanlaşırlar. Birbirinden beter geceleri evcilleştirirler. Açık ve şeffaf ne kadar renk varsa dolunayındır artık. Flulaşır. Karanlık çöker. Bu sürek avında melekler susturucu takmıştır dillerine. Menzile uzanan ağaçlara tünemiş bıldırcınlar üzgündür. Zemin serin ve nemli, yangın gökte bembeyaz bir cevherdir. Dolunayda ifrit olmaktan beter benzeşmeler ise dolunayın ağına takılır.
Tek umudu da ayrıntılarda kaybetmektir karanlığa bulanmışlık. Zehirlendikçe geceler zayıflar hatıralar. Ve dolunay dolar ağızlara. Gözler dolunayla bakar. Dolmuş gözlere otomatiğe bağlanmış gibi sahte deliller tipsiz bir kampanya eşliğinde sokulur. Zamane ürünü olur kirpiklerdeki maskara cilvesi. Perde arkası hep unutulur.
Tüm gelişmeler gösteriyor ki ay dolunaya döndüğünde dünyanın bir yüzü kararır. Diğer yüzüne de bulaşır mikrop. Kapkara yayılır ovalara dolunay. Normal anormal olduğuna bakılmaksızın şehirler kararır. Şehirlerin ihtişamı kaybolur. Yalandan üzerine anlaşıldığı varsayılan ihtişam ise hiç kimseyi kandıramaz. Herkes yabancılaşır Dünya'ya. En yakın dolunay en uzak ise kızılçam ormanıdır. Birisi ısırırken diğeri pusar. Karma karışık olmuşlar harlı hislerine kurban giderler. Dut yemiş bülbüle döner zaman.
Filler Çimenler hikâyesidir artık üzerinde uzlaşılan. Ay dolunaya vardığında kırılma noktaları bir bir cepheleşir. Akıllar sulanır, zihne kara duvarlar örülür. Gölgelerle girilir otağa gün batımından güneşin doğuşuna. Dolunay havanda su dövmenin ucuz dizileridir. Yutulan gölgeler en olmadık yerde enseleri okşar. Dostlarla kızıl deryalara vurunca dolunay aykırı ittifaklar da anında güçlenir. Anılar yalar aklın sesini. Minare çocuğu formalı tükenen bir umuttur yarınlara kalan.
Yalazlar yalarken neferleri, nefesi çatal dilli canavar akılları cilalar. Ve tüm gelişmeler geliştikçe dolunayda kapkara girdaba girer. Gerilir sinirler. Sihirler silinir. Akla karası kalır baki.
Silinir dolunay…
Tüm gelişmeler gösteriyor ki ay dolunaydır. Dört bir taraftan darbe üstüne darbe, baskı üstüne baskı ondandır. Kara kapılı kapalı oturumlarda eser caka, erir hava. Ondandır. Ve bedavalar bedavacılar daha bir pervasızlaşır. Ve mangaldaki cezveye sürülür dostluğu bozan kahveler. Ters kapanmış fallar. Hiç çözülemez formül. Fenerin gücü tükenmektedir. sanki çöl karası düşmüştür yollara. Dolunay karasında yollar kapanmış. Kapatılmıştır.
Doğası gereği envai çeşit kanatlılar menzil ötesine uçarlar, gökte dolunay. Sırrı sırımlı, aykırı davalar düşer en başından beri bilinen gerçeklere. İlle de doğar dolunay. Dolar dolar kanunlaşır. Kemanlar işbirlikçi iddiaları çalar. Canavarlar hayat boyu tilkilere yardakçılık eyler. Yol gösteren divaneler bitirilir. Ormanlara ulaşamaz bilgi. Kestane ağaçları zirvelerini saygıyla eğer. Dallara tüneyen yıldızlar en ortada en meşhur en tatlı düşleri titretir. Her türden fenerlerin ışığı bir bir kararır. Dolunay vurur kara zebanileri. Yolunu şaşırmışlık yetmezmiş gibi en sömürücü dayatmalar da dağılır dolunayla. Mevzu budur.
Dolunay çıktığında ne kadar işsiz güçsüz varsa anında birleşir. Sihirli sözcüklerle sıradanlaşırlar. Birbirinden beter geceleri evcilleştirirler. Açık ve şeffaf ne kadar renk varsa dolunayındır artık. Flulaşır. Karanlık çöker. Bu sürek avında melekler susturucu takmıştır dillerine. Menzile uzanan ağaçlara tünemiş bıldırcınlar üzgündür. Zemin serin ve nemli, yangın gökte bembeyaz bir cevherdir. Dolunayda ifrit olmaktan beter benzeşmeler ise dolunayın ağına takılır.
Tek umudu da ayrıntılarda kaybetmektir karanlığa bulanmışlık. Zehirlendikçe geceler zayıflar hatıralar. Ve dolunay dolar ağızlara. Gözler dolunayla bakar. Dolmuş gözlere otomatiğe bağlanmış gibi sahte deliller tipsiz bir kampanya eşliğinde sokulur. Zamane ürünü olur kirpiklerdeki maskara cilvesi. Perde arkası hep unutulur.
Tüm gelişmeler gösteriyor ki ay dolunaya döndüğünde dünyanın bir yüzü kararır. Diğer yüzüne de bulaşır mikrop. Kapkara yayılır ovalara dolunay. Normal anormal olduğuna bakılmaksızın şehirler kararır. Şehirlerin ihtişamı kaybolur. Yalandan üzerine anlaşıldığı varsayılan ihtişam ise hiç kimseyi kandıramaz. Herkes yabancılaşır Dünya'ya. En yakın dolunay en uzak ise kızılçam ormanıdır. Birisi ısırırken diğeri pusar. Karma karışık olmuşlar harlı hislerine kurban giderler. Dut yemiş bülbüle döner zaman.
Filler Çimenler hikâyesidir artık üzerinde uzlaşılan. Ay dolunaya vardığında kırılma noktaları bir bir cepheleşir. Akıllar sulanır, zihne kara duvarlar örülür. Gölgelerle girilir otağa gün batımından güneşin doğuşuna. Dolunay havanda su dövmenin ucuz dizileridir. Yutulan gölgeler en olmadık yerde enseleri okşar. Dostlarla kızıl deryalara vurunca dolunay aykırı ittifaklar da anında güçlenir. Anılar yalar aklın sesini. Minare çocuğu formalı tükenen bir umuttur yarınlara kalan.
Yalazlar yalarken neferleri, nefesi çatal dilli canavar akılları cilalar. Ve tüm gelişmeler geliştikçe dolunayda kapkara girdaba girer. Gerilir sinirler. Sihirler silinir. Akla karası kalır baki.
Silinir dolunay…
İKRA, İKRA, İKRA…
İKRA, İKRA, İKRA…
İkra’dan bugüne okumayı erteleyen, örten ve öteleyen bu coğrafyada, son on yıllarda ise ilahi emre hepten ilahi takılan bu memlekette okur yazar kıvamlı kılavuzlar gitgide yalnızlaşıyor. Mevcuda yabancılaşıyor…
İstatistiklere göre nüfusunun yalnızca binde biri kitap okuyan bu garip memleketin çoğalanları ve bileşenleri ise günden güne artıyor. Bu artanlar, artık değer peşinde yaklaşık altı saat televizyon izliyor. Yetinmeyip iki üç saatini de internete ayırıyor. Yani boşa zaman harcama kategorisinde nal topluyor memleket. Öyle ki bu ulemalığa ulananlar yılda altı doları bile kitaba ayırmayı çok görüyor.
Dolayısıyla okuyanı az kitabı bol şu mahir memleket yeryüzünün gözünü kitaptan sakınanlar sıralamasında yüzüncü sıraya doğru ilerliyor. Veya geriliyor. Geriledikçe gerilen toplumu kitaba yöneltmek ise gittikçe zorlaşıyor. Zaten kitabı dantelli bez torbalarda duvarlara, başuçlarına asan ve astığını huşu içinde izleyen ekolün dünyadaki tek temsilcisi bu millet.
İkra’sız, sadece kulaktan dolma kof bilgiler, safsata, dedikodu ve ispiyon kültürüyle gericileşiyor memleket. Geriledikçe görünürde her şeyi bilen, her konuda fikir sahibi olan bir böbürlenmeye akıyor fertler. Gelişen gerici, inkârcı ve isyancı sarmalında kitaplar ve kitap ekleri bile sollanıyor. Dertler sağduyulu çoğalıyor.
Koca memleketin iki bin civarındaki kütüphanesini öğrencilere etüt merkezi halinde işleten bir akıl sapına sahipliği de bir başka gerçek. Yetkin ve yetişkin akıl küpleri ise yıl boyu milyona yaklaşan kahve ve çay ocaklarında inatla akıl yarıştırıyor. Arada bir kuş sesiyle öten ve ayda ortalama iki yüz liraya yakın fatura tutarını ciesem şirketlerine kaptıran bir akıl dünyasına hapsolmuşluk ise beceri sanılıyor. Zümrenin durumu bu iken bu durumdan vazife çıkaranlar ise yalandan boş zamanlarımda kitap okurum itirafına sığınıyor. Tek okunan ise kaldıysa eğer ülkü takvimi yapraklarındaki tefrikalar.
İkra’dan bugüne lafta okudukça güçlenen şu fakir memleket sözde yeryüzünün en hatırı sayılır kitap bütçesine sahip. Memleket iki milyar dolarlık bir kitap pazarı yönetiyor. Lakin dörtte üçü okul ve eğitim kitapları. Yaklaşık iki bin yayınevi var altı bin civarında da kitap satan kitabevi. Ama yılda kişi başı kitaba ayrılan sadece çeyrek dolar.
Meydanlarda, mahallelerde, okul yakınlarında, sokak aralarında camında ve tabelasında kıraathane yazan açılımı okuma evleri olan yerlerde iskambil kartları okuyan erkek egemen bir topluma sahip bu garip memleket. Hal böyle olunca elbette kitaba, kitap eklerine rağbet edilmez. Hele hele toplam nüfusuna denk cep telefonu aboneliğini zorlayan memlekette sözde bilgiye ulaşmak kolayın da kolayıdır mantığı işliyor. Kitaba ne gerek var afrası tafralanıyor. Bu afra tafra ile de bolca taraftar toplanıyor.
Oysa kitaplar hayatın içine, aklın çeperine örülen kalın duvarları yıkar. Kitap çağdaş dünyaya derinlemesine hitap eder. Okuyanlarına o derinliğin en incelikli değerlerini sunar. O yüzden korkulur kitaptan. Kitap okuyandan.
İkra’dan bugüne kitap dışı ikna ile evrilen, kitabı ve kitapları anlamayı erteleyen bir memlekette yavuzların anca binde biri kitaba düşkün. Bu düşkünlük sözün bittiği an ve yerde kitaba düştüğünde her bir şeyin gayesi olduğu anlaşılır. Kitap okumanın da. Ama iş işten geçmiş olur.
Tek çare ise iş işten geçmeden özellikle kitabın ortasından konuşmak için bile okumak, okumak, okumak…
İkra’dan bugüne okumayı erteleyen, örten ve öteleyen bu coğrafyada, son on yıllarda ise ilahi emre hepten ilahi takılan bu memlekette okur yazar kıvamlı kılavuzlar gitgide yalnızlaşıyor. Mevcuda yabancılaşıyor…
İstatistiklere göre nüfusunun yalnızca binde biri kitap okuyan bu garip memleketin çoğalanları ve bileşenleri ise günden güne artıyor. Bu artanlar, artık değer peşinde yaklaşık altı saat televizyon izliyor. Yetinmeyip iki üç saatini de internete ayırıyor. Yani boşa zaman harcama kategorisinde nal topluyor memleket. Öyle ki bu ulemalığa ulananlar yılda altı doları bile kitaba ayırmayı çok görüyor.
Dolayısıyla okuyanı az kitabı bol şu mahir memleket yeryüzünün gözünü kitaptan sakınanlar sıralamasında yüzüncü sıraya doğru ilerliyor. Veya geriliyor. Geriledikçe gerilen toplumu kitaba yöneltmek ise gittikçe zorlaşıyor. Zaten kitabı dantelli bez torbalarda duvarlara, başuçlarına asan ve astığını huşu içinde izleyen ekolün dünyadaki tek temsilcisi bu millet.
İkra’sız, sadece kulaktan dolma kof bilgiler, safsata, dedikodu ve ispiyon kültürüyle gericileşiyor memleket. Geriledikçe görünürde her şeyi bilen, her konuda fikir sahibi olan bir böbürlenmeye akıyor fertler. Gelişen gerici, inkârcı ve isyancı sarmalında kitaplar ve kitap ekleri bile sollanıyor. Dertler sağduyulu çoğalıyor.
Koca memleketin iki bin civarındaki kütüphanesini öğrencilere etüt merkezi halinde işleten bir akıl sapına sahipliği de bir başka gerçek. Yetkin ve yetişkin akıl küpleri ise yıl boyu milyona yaklaşan kahve ve çay ocaklarında inatla akıl yarıştırıyor. Arada bir kuş sesiyle öten ve ayda ortalama iki yüz liraya yakın fatura tutarını ciesem şirketlerine kaptıran bir akıl dünyasına hapsolmuşluk ise beceri sanılıyor. Zümrenin durumu bu iken bu durumdan vazife çıkaranlar ise yalandan boş zamanlarımda kitap okurum itirafına sığınıyor. Tek okunan ise kaldıysa eğer ülkü takvimi yapraklarındaki tefrikalar.
İkra’dan bugüne lafta okudukça güçlenen şu fakir memleket sözde yeryüzünün en hatırı sayılır kitap bütçesine sahip. Memleket iki milyar dolarlık bir kitap pazarı yönetiyor. Lakin dörtte üçü okul ve eğitim kitapları. Yaklaşık iki bin yayınevi var altı bin civarında da kitap satan kitabevi. Ama yılda kişi başı kitaba ayrılan sadece çeyrek dolar.
Meydanlarda, mahallelerde, okul yakınlarında, sokak aralarında camında ve tabelasında kıraathane yazan açılımı okuma evleri olan yerlerde iskambil kartları okuyan erkek egemen bir topluma sahip bu garip memleket. Hal böyle olunca elbette kitaba, kitap eklerine rağbet edilmez. Hele hele toplam nüfusuna denk cep telefonu aboneliğini zorlayan memlekette sözde bilgiye ulaşmak kolayın da kolayıdır mantığı işliyor. Kitaba ne gerek var afrası tafralanıyor. Bu afra tafra ile de bolca taraftar toplanıyor.
Oysa kitaplar hayatın içine, aklın çeperine örülen kalın duvarları yıkar. Kitap çağdaş dünyaya derinlemesine hitap eder. Okuyanlarına o derinliğin en incelikli değerlerini sunar. O yüzden korkulur kitaptan. Kitap okuyandan.
İkra’dan bugüne kitap dışı ikna ile evrilen, kitabı ve kitapları anlamayı erteleyen bir memlekette yavuzların anca binde biri kitaba düşkün. Bu düşkünlük sözün bittiği an ve yerde kitaba düştüğünde her bir şeyin gayesi olduğu anlaşılır. Kitap okumanın da. Ama iş işten geçmiş olur.
Tek çare ise iş işten geçmeden özellikle kitabın ortasından konuşmak için bile okumak, okumak, okumak…
ROTTERDAM BELEDİYE BAŞKANI
ROTTERDAM BELEDİYE BAŞKANI
İstanbul’a dolayısıyla Esenler’e kardeş şehir Rotterdam’ın Müslüman asıllı Belediye Başkanı Mehamed Ebutaliban’ın akıl rotu çıkınca, azınlıkta kalanların alınlarından ter damlamasına aldırmadan, üstelik meydanı da boş bulunca olağanüstü hâl anlamına gelen “Noodbevel” ilân etti. Ve sağanak altında bocalayan boş meydanı muhaliflerine sözde hukuk çerçevesinde kapattı. Edebilir etmesine de şu seçim esnasında biraz ayıp kaçtı, dosta düşmana karşı…
Denizi görmüşlüğü ile görmemişliği bir yana örneğin Amsterdam ile Rotterdam arası bir saat ama neredeyse arada en az elli yıllık mesafe var. Mesafeyi kısaltmak için bu kardeş kent Rotterdam’ın uygulanmış ve sırada tatbiki bekleyen kübik kentsel dönüşümleri var. Yurt çapında siyah laleleri kadar meşhur bu kentsel yenilemeler. Bir de küp insanları var. Öyle ki bu kübik insler kesme taş küp gibi katı ve asla değişmez armadalar. Ayrıca belediyeye belendiklerinden bu yana hali vakti yerinde ve hayhitlerciler toptan.
Kentin bir de Witte de Withstraat’ı var meşhur olan. Beyaza beyaz caddesi anlamını çağrıştırıyor. Flemencesini frenkler bilir ama bembeyaz cadde de olabilir meali. Sanki İstanbul’un İstiklal’ini, kısmen Esenler’in trafiğe kapalı Davutpaşa Caddesi’ni andırıyor. Kent idarecilerinin yıllardır öz kentlisinin gideceği başka bir yer üretememelerinden dolayı oldukça hareketli bir cadde bu cadde. Kısa, küçük ve dar ayrıca. Caddede pek denetlenmeyen kafeler, her türden mağazalar, dondurmacılar, tatlıcılar, oyuncakçılar, çokuluslu hazır yiyecekçiler ve helal serfikalı yiyecek mekânları da mevcut. Fakir kentli hafta içi ve hafta sonları boydan boya çoluk çocuk, yaz kış burada dolaşıyor. Çaresizlikten buraya doluşuyor. Özellikle tatillerde ve hafta sonları iğne atsan yere düşmez.
Bu trafiğe kapalı bembeyaz isimli cadde Plein van de Republiek adıyla anılan, anlamı Cumhuriyet Meydanı olan bir meydana bağlanıyor. Eskiden dört yolun birleştiği yer olan bu meydana şimdi iki giriş verilmiş. Diğer ikisi ampirik biçimde yerin altına çekilmiş. Ve bu Cumhuriyet Meydanı’nda yani Plein van de Republiek’te ana muhalefet partisinin partiye tapulu merkez binası var. Bina demek de yanlış olur, doğrusu bir binanın bir katı. On yıllarca iktidarın dışında kaldıklarından zor bir hal edindikleri ulaşımda kullandıkları bir de araçları var. Sadece bir. Ve Babası imam olan Rotterdam’ın Müslüman asıllı göçmen Belediye Başkanı Mehamed Ebutaliban bu aracın hem de tarihinin en önemli seçimi addedilen seçim döneminde Cumhuriyet Meydanı’na girmesine izin vermiyor. Elektronik babaların indirilmemesi yönünde talimat veriyor. Emir kulu ama kulluktan zevk aldığı besbelli muttaliller talimatı uyguluyor.
Göçmen başkan Mehamed Ebutaliban muhaliflerin Plein van de Republiek’teki tapulu binalarına ulaşmalarını engelletiyor. Hatta muhalif araç cadde girişinden çekilmeyince, Müslüman asıllı başkana yaranma sevdasındaki zabıta gücü, yandaş gazetecileri, özel korumaları ve devletin tarafsız olması gereken amigo memurları devreye giriyor. Varlık göstergesi makam vasıtasının içinde bekleyen Mehamed Ebutaliban göz göre göre araçtaki muhaliflere zor kullanılmasına herkesin belediye başkanı olarak müdahale etmiyor. Aracın içindekilerin yaka paça dışarı çıkarılarak darbedilmesine de bir güzel seyirci kalıyor. Atmosferi ağırdan ağır bir seçim ortamında karınca kaderince probaganda çalışmalarını hayırlısıyla tamamlamaya çalışan ana muhalefet partisi üye ve yöneticilerine sarf edilen galiz yakıştırmaları yapanları hiç ikaz etmiyor. Üstlerinin parça pürçük edilmesine, kaşına gözüne vurulmasına durun ne yapıyorsunuz diyemiyor. Rotu çıkmış bu terbiyesizleşmeye, araçtaki üç beş kişiye dam dum sürü halinde saldırılmasına hiç karşı çıkmıyor.
Dayanaksız söz meclisten dışarı; Rotterdam’ın Müslüman asıllı göçmen Belediye Başkanı Mehamed Ebutaliban’ın rivayet o yönde ama vurun kırın demese bile, cereyan eden duygusuzlaşmaya ve körü körüne düşmanlaşmaya duyarsız kalışı onu içtenlikle sevenleri bile son derece rencide ediyor.
Witte de Withstraat adıyla bilinen Beyaza beyaz cadde, Flemencesini frenkler bilir ama bu dilde sanki bembeyaz cadde, avanak ıslatan sağanakla karaya bulanıyor. Allah’tan daha feci şeyler yaşanmıyor. Plein van de Republiek’te tapulu parti merkeziniz olabilir, meydan da, meydana çıkan yollar da benim mantığıyla hiçbir şey olmamış gibi çekip gidiyor. Ayrıca mal da mülk de Allah’ındır kültürünün bizatihi temsilcisi olmasına rağmen yersiz yere kibirleniyor. Oysa o cadde ve meydan, hasılı koca kent imam babasının veya kendisinin tapulu arazisi değil. Oralar Müslüman asıllı Belediye Başkanına görev süresince adaletli davranması ve herkesi eşit faydalandırması koşuluyla emanet.
Tüm bu yanlış yaşandıktan sonra, ana muhalefetin temsilcilerinin ve diğer muhaliflerin Witte de Withstraat girişinde sağanak altında uzun eylemsel bekleyişinin ardından düğmeye basılıyor. Metal dubalar iniyor ve araç Plein van de Republiek’a alınıyor. Madem alınacaktı başta alınsaydı ya, ajanslara malzeme olmaya ne gerek vardı sorusunun yanıtı ise başa bela marketing cilası; reklamın iyisi kötüsü olmaz, reklam reklamdır…
Bu gün İstanbul’un İstiklal’ini, kısmen Esenler’in trafiğe kapalı Davutpaşa Caddesi’ni anımsatan Rotterdam Beyaz Cadde’ye girişi engellenen muhalif parti aracı ve içindekilerin seçim sonucu aleyhlerine olursa seçim ertesinde Plein van de Republiek’teki parti merkezlerine girip giremeyecekleri ise bu kara ve kötü günün soru işareti olarak hafızalara kazınıyor.
Hayırlısı Allah’tan.
İstanbul’a dolayısıyla Esenler’e kardeş şehir Rotterdam’ın Müslüman asıllı Belediye Başkanı Mehamed Ebutaliban’ın akıl rotu çıkınca, azınlıkta kalanların alınlarından ter damlamasına aldırmadan, üstelik meydanı da boş bulunca olağanüstü hâl anlamına gelen “Noodbevel” ilân etti. Ve sağanak altında bocalayan boş meydanı muhaliflerine sözde hukuk çerçevesinde kapattı. Edebilir etmesine de şu seçim esnasında biraz ayıp kaçtı, dosta düşmana karşı…
Denizi görmüşlüğü ile görmemişliği bir yana örneğin Amsterdam ile Rotterdam arası bir saat ama neredeyse arada en az elli yıllık mesafe var. Mesafeyi kısaltmak için bu kardeş kent Rotterdam’ın uygulanmış ve sırada tatbiki bekleyen kübik kentsel dönüşümleri var. Yurt çapında siyah laleleri kadar meşhur bu kentsel yenilemeler. Bir de küp insanları var. Öyle ki bu kübik insler kesme taş küp gibi katı ve asla değişmez armadalar. Ayrıca belediyeye belendiklerinden bu yana hali vakti yerinde ve hayhitlerciler toptan.
Kentin bir de Witte de Withstraat’ı var meşhur olan. Beyaza beyaz caddesi anlamını çağrıştırıyor. Flemencesini frenkler bilir ama bembeyaz cadde de olabilir meali. Sanki İstanbul’un İstiklal’ini, kısmen Esenler’in trafiğe kapalı Davutpaşa Caddesi’ni andırıyor. Kent idarecilerinin yıllardır öz kentlisinin gideceği başka bir yer üretememelerinden dolayı oldukça hareketli bir cadde bu cadde. Kısa, küçük ve dar ayrıca. Caddede pek denetlenmeyen kafeler, her türden mağazalar, dondurmacılar, tatlıcılar, oyuncakçılar, çokuluslu hazır yiyecekçiler ve helal serfikalı yiyecek mekânları da mevcut. Fakir kentli hafta içi ve hafta sonları boydan boya çoluk çocuk, yaz kış burada dolaşıyor. Çaresizlikten buraya doluşuyor. Özellikle tatillerde ve hafta sonları iğne atsan yere düşmez.
Bu trafiğe kapalı bembeyaz isimli cadde Plein van de Republiek adıyla anılan, anlamı Cumhuriyet Meydanı olan bir meydana bağlanıyor. Eskiden dört yolun birleştiği yer olan bu meydana şimdi iki giriş verilmiş. Diğer ikisi ampirik biçimde yerin altına çekilmiş. Ve bu Cumhuriyet Meydanı’nda yani Plein van de Republiek’te ana muhalefet partisinin partiye tapulu merkez binası var. Bina demek de yanlış olur, doğrusu bir binanın bir katı. On yıllarca iktidarın dışında kaldıklarından zor bir hal edindikleri ulaşımda kullandıkları bir de araçları var. Sadece bir. Ve Babası imam olan Rotterdam’ın Müslüman asıllı göçmen Belediye Başkanı Mehamed Ebutaliban bu aracın hem de tarihinin en önemli seçimi addedilen seçim döneminde Cumhuriyet Meydanı’na girmesine izin vermiyor. Elektronik babaların indirilmemesi yönünde talimat veriyor. Emir kulu ama kulluktan zevk aldığı besbelli muttaliller talimatı uyguluyor.
Göçmen başkan Mehamed Ebutaliban muhaliflerin Plein van de Republiek’teki tapulu binalarına ulaşmalarını engelletiyor. Hatta muhalif araç cadde girişinden çekilmeyince, Müslüman asıllı başkana yaranma sevdasındaki zabıta gücü, yandaş gazetecileri, özel korumaları ve devletin tarafsız olması gereken amigo memurları devreye giriyor. Varlık göstergesi makam vasıtasının içinde bekleyen Mehamed Ebutaliban göz göre göre araçtaki muhaliflere zor kullanılmasına herkesin belediye başkanı olarak müdahale etmiyor. Aracın içindekilerin yaka paça dışarı çıkarılarak darbedilmesine de bir güzel seyirci kalıyor. Atmosferi ağırdan ağır bir seçim ortamında karınca kaderince probaganda çalışmalarını hayırlısıyla tamamlamaya çalışan ana muhalefet partisi üye ve yöneticilerine sarf edilen galiz yakıştırmaları yapanları hiç ikaz etmiyor. Üstlerinin parça pürçük edilmesine, kaşına gözüne vurulmasına durun ne yapıyorsunuz diyemiyor. Rotu çıkmış bu terbiyesizleşmeye, araçtaki üç beş kişiye dam dum sürü halinde saldırılmasına hiç karşı çıkmıyor.
Dayanaksız söz meclisten dışarı; Rotterdam’ın Müslüman asıllı göçmen Belediye Başkanı Mehamed Ebutaliban’ın rivayet o yönde ama vurun kırın demese bile, cereyan eden duygusuzlaşmaya ve körü körüne düşmanlaşmaya duyarsız kalışı onu içtenlikle sevenleri bile son derece rencide ediyor.
Witte de Withstraat adıyla bilinen Beyaza beyaz cadde, Flemencesini frenkler bilir ama bu dilde sanki bembeyaz cadde, avanak ıslatan sağanakla karaya bulanıyor. Allah’tan daha feci şeyler yaşanmıyor. Plein van de Republiek’te tapulu parti merkeziniz olabilir, meydan da, meydana çıkan yollar da benim mantığıyla hiçbir şey olmamış gibi çekip gidiyor. Ayrıca mal da mülk de Allah’ındır kültürünün bizatihi temsilcisi olmasına rağmen yersiz yere kibirleniyor. Oysa o cadde ve meydan, hasılı koca kent imam babasının veya kendisinin tapulu arazisi değil. Oralar Müslüman asıllı Belediye Başkanına görev süresince adaletli davranması ve herkesi eşit faydalandırması koşuluyla emanet.
Tüm bu yanlış yaşandıktan sonra, ana muhalefetin temsilcilerinin ve diğer muhaliflerin Witte de Withstraat girişinde sağanak altında uzun eylemsel bekleyişinin ardından düğmeye basılıyor. Metal dubalar iniyor ve araç Plein van de Republiek’a alınıyor. Madem alınacaktı başta alınsaydı ya, ajanslara malzeme olmaya ne gerek vardı sorusunun yanıtı ise başa bela marketing cilası; reklamın iyisi kötüsü olmaz, reklam reklamdır…
Bu gün İstanbul’un İstiklal’ini, kısmen Esenler’in trafiğe kapalı Davutpaşa Caddesi’ni anımsatan Rotterdam Beyaz Cadde’ye girişi engellenen muhalif parti aracı ve içindekilerin seçim sonucu aleyhlerine olursa seçim ertesinde Plein van de Republiek’teki parti merkezlerine girip giremeyecekleri ise bu kara ve kötü günün soru işareti olarak hafızalara kazınıyor.
Hayırlısı Allah’tan.
14 Mart 2017 Salı
BATI VE BATILLIK
BATI VE BATILLIK
On yıllarca batı düşmanlığına sürüklendi şu memleket ve şu memleketin fakir milleti. İdari beceriksizlikten kaynaklanan birlik ve bütünlüğün dağılmasının müsebbibi daima batı görüldü. Batı hayranlığı görüldü. Suçlu batı gösterildi. Değme dinci imajlı ama toptan batıl itikat katmanları böylece sıkılaştı. Sıkılaştırıldı. Oysa sıkılaştıkça memleketin ve milletin üzerine çökecek olan, çullanan batıllık on yıllarca hiç görülmedi. Görmezden gelindi. Hak geldi batıl zail oldu denildi duruldu, safa duruldu ama batılcı bahaneler üretilerek mantıklar hep hurafevari meşgul edildi. İşgal edildi.
Batı işgali ile batıl işgali derinden sürerken her toplumsal bunalım ve siyasal sıkışmada batı suçlandı. Batıcılık suçlandı. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde memleket batının eline düştü belki ama bir o kadar da belki daha fazla umarsızca batılın kucağına da düştü…
Batıl inançlardan beslenenler ve ruhlarını bâtıla alıştıranlar battı balık yan gider veryansını içinde mantık dışı düşlere kapıldılar. Düşün güttüğü bu güdük yolda buyruk ve egemenlik altına girdiler. O sakıt batıl girişimciliğe uyanlar çoğaldıkça da sakatlanmayı önleme ve karanlığı aydınlatma çabası olanaksızlaştı. Eylem ve hareket serbestisi sınırlanırdı, sıfırlandı. Karşı tepkiler neresi olursa olsun kim olursa olsun kısıtlandı. Objektif bakış açıları hepten dışlanır oldu. Horlandı.
İçten dışa resmen batı karşıtı olanlar bile batıcı ilan edilir. Zihniyeti sorgulanır. Batıllık ise görece duygularla kehanete dayanan yorumların tek elde toplanması ile müjdeci velilik ve sözde nebilik dışa vurumuyla karıştırılır. Bu karışım ve akıl karışıklığı yarı gerçek insan ve gerçek inanç sapması ile hissizleştirlir. Batıya karşı batıda bile gizemsel bir hava yaratılır. Vahşi batı edebiyatı hurafelerle desteklenerek menkıbeleştirilir.
Böylece yaratıcı gücün özel ve öznel değerlerinin batıla havalesiyle doğudan batıya deniz yolculukları da ertelenir. Batıl davetler hep gizlenir. Daima övülen davranışlarla batıla battal boyda hizmetlilik başlar. Başlatılır. Deniz yolculuğu akılları kurcalar belki ama batılı çürütmek hiç de kolay değildir. Çünkü çoluk çocuklar, çürük çarıklar üstüne kurulmuş aynı düşü göstermek üzerine inşa edilmiş hak batıl kaynaşması zeytinyağı gibi her daim üste çıkar. Ve daima bir kişinin, bu azap yıllarına düşen yüce varlığın üstünlük bahanesine de aracılık edilir.
Batıya karşı bu batıllık kardeşliği memleketi ve abdal milleti de kurumaz bataklığa çeker ve uyutur. Uyuşturur. Artık uykuda düşünmek, düşlerle işitmek ve kalktığında batıl ilimleri pratik etmek modalaşır. Batı düşmanlığı ile batıl kardeşliğin kutuplaştırıcı batıllığının yaygınlaşması da bu sayede kolaylaşır.
Dini siyaseti, batısı batılı bir yana estetik açıdan bakıldığında bile mecazi ve şiirsel dürtüler ile bâtıla bağlanmak, bağı güçlendirmek kendi sanayisini kurar. Tüm ticari ve ihtiyari sözleşmeler yanılmak ve yanıltmak üzerine düğümlenir. Belki otomatikman şu fakir milleti etkileme amacı taşır ama etkilendikçe ve yetkilendikçe batıl hakikati eritir. Adalet ortadan kalkar ve batıcılık bile sonunu bilerek batılı kutsar. Bu kutlama ve kutsama cehenneminde ise toplumu cahillik kuşatır.
Batıla çıkan yolda çıkıntıların törpülenmesi düşlerin dayatması ile sağlanır. Düş dünyasından yaşama yürüyebilmek için, batıl ile yaşamayı ruha yedirmek kulaklara çalındıkça çalınır. Her yere her ana her cama, bolca hoca boca edilir. Batıl Batılı kapışması bu sihir hipnoz büyü boyutlu sağlanır. Batı düşmanlığı batıl bir saplantıya dönüştürülür. Batıcı değerleri savunmak dinsizlikle özdeşleştirilir. Bu atıl batıl kucaklaşması kucak dolusu batı paralarına sermayelendirilir. Ne derler adama o zaman, ne istiyorsun da verilmedi babında denilir. Batıl inançlardan besleyenler ve beslenenler bir anda piyon durumuna düşer. Düşkünlük belki çok kısa sürer ama yara alınmıştır bir kere. Tüm suç ise batının, batılı zihniyetindir. Top tüfek derken top yekûn piyonlaşılır.
Yeter ki batıllık yoğunlaşması safları sıkılaştırsın. Tüm beklenen budur. Açıklamakta zorlanılan ne varsa bâtıla batırılıp, bayat benzetmelerle aç açık duygu ve düşünceleri beslemek üzere kolaylaşır. Bir elden kurgulanır bütün aldanışlar. Reklamlar çekilir haberler arası gözlere sokulur. Batılcı zilliyet, batıcı zihniyeti din bağı ile boğarak marketing askılarda teşhir eder.
Bu batı düşmanlığını kullandıkça kullanan yüz yıllık kurgu on yıllarca unutulduğu hissi verilen suni anılarla af dilercesine masum, fakir milleti safsatalar ile doldurur, dondurur. O duyarsızlık doygunluğunda batıl dolgunlaşma kendini bilmezleri hareketlendirir. Çünkü esrikçe peşine düşülen düşler tuhaf çengellemelerle akıllara yüklenerek batılılaşmanın Tanrı katındaki yeri ile tartılır. Batıllaşma ise ruhları cennet tavıyla tutuşturur. Ruhlar tutuştukça da batıl inançlar memlekete ve fakir millete zamk gibi yapışır. Kemik gibi tutar. Tutmuş görünür ama bu kez batıda batıya kafa tutulur.
Son günlerde batının merkezinde yağlı güreşe tutuşma o batıl zihniyetli kafanın tutuşmasıdır. Resmen akıl tutulmasıdır. Batı ile sonucu hezimet ve batıya hizmet olacak, ancak batılları bir kez daha kandıracak sözde batıya posta koyma yarışıdır bu. Sanki ‘bi dakka’ gibi tutacak sanıldı aşı. Bir dakika bile tutmadı bu kez incelikle planlanmış mağdur edebiyatı başka kumpaslara kaldı.
Hak geldi batı vezir, batı rezil oldu. Oldu ama keşke olmayaydı. Canlar sıkıldı…
On yıllarca batı düşmanlığına sürüklendi şu memleket ve şu memleketin fakir milleti. İdari beceriksizlikten kaynaklanan birlik ve bütünlüğün dağılmasının müsebbibi daima batı görüldü. Batı hayranlığı görüldü. Suçlu batı gösterildi. Değme dinci imajlı ama toptan batıl itikat katmanları böylece sıkılaştı. Sıkılaştırıldı. Oysa sıkılaştıkça memleketin ve milletin üzerine çökecek olan, çullanan batıllık on yıllarca hiç görülmedi. Görmezden gelindi. Hak geldi batıl zail oldu denildi duruldu, safa duruldu ama batılcı bahaneler üretilerek mantıklar hep hurafevari meşgul edildi. İşgal edildi.
Batı işgali ile batıl işgali derinden sürerken her toplumsal bunalım ve siyasal sıkışmada batı suçlandı. Batıcılık suçlandı. Bu bakış açısıyla değerlendirildiğinde memleket batının eline düştü belki ama bir o kadar da belki daha fazla umarsızca batılın kucağına da düştü…
Batıl inançlardan beslenenler ve ruhlarını bâtıla alıştıranlar battı balık yan gider veryansını içinde mantık dışı düşlere kapıldılar. Düşün güttüğü bu güdük yolda buyruk ve egemenlik altına girdiler. O sakıt batıl girişimciliğe uyanlar çoğaldıkça da sakatlanmayı önleme ve karanlığı aydınlatma çabası olanaksızlaştı. Eylem ve hareket serbestisi sınırlanırdı, sıfırlandı. Karşı tepkiler neresi olursa olsun kim olursa olsun kısıtlandı. Objektif bakış açıları hepten dışlanır oldu. Horlandı.
İçten dışa resmen batı karşıtı olanlar bile batıcı ilan edilir. Zihniyeti sorgulanır. Batıllık ise görece duygularla kehanete dayanan yorumların tek elde toplanması ile müjdeci velilik ve sözde nebilik dışa vurumuyla karıştırılır. Bu karışım ve akıl karışıklığı yarı gerçek insan ve gerçek inanç sapması ile hissizleştirlir. Batıya karşı batıda bile gizemsel bir hava yaratılır. Vahşi batı edebiyatı hurafelerle desteklenerek menkıbeleştirilir.
Böylece yaratıcı gücün özel ve öznel değerlerinin batıla havalesiyle doğudan batıya deniz yolculukları da ertelenir. Batıl davetler hep gizlenir. Daima övülen davranışlarla batıla battal boyda hizmetlilik başlar. Başlatılır. Deniz yolculuğu akılları kurcalar belki ama batılı çürütmek hiç de kolay değildir. Çünkü çoluk çocuklar, çürük çarıklar üstüne kurulmuş aynı düşü göstermek üzerine inşa edilmiş hak batıl kaynaşması zeytinyağı gibi her daim üste çıkar. Ve daima bir kişinin, bu azap yıllarına düşen yüce varlığın üstünlük bahanesine de aracılık edilir.
Batıya karşı bu batıllık kardeşliği memleketi ve abdal milleti de kurumaz bataklığa çeker ve uyutur. Uyuşturur. Artık uykuda düşünmek, düşlerle işitmek ve kalktığında batıl ilimleri pratik etmek modalaşır. Batı düşmanlığı ile batıl kardeşliğin kutuplaştırıcı batıllığının yaygınlaşması da bu sayede kolaylaşır.
Dini siyaseti, batısı batılı bir yana estetik açıdan bakıldığında bile mecazi ve şiirsel dürtüler ile bâtıla bağlanmak, bağı güçlendirmek kendi sanayisini kurar. Tüm ticari ve ihtiyari sözleşmeler yanılmak ve yanıltmak üzerine düğümlenir. Belki otomatikman şu fakir milleti etkileme amacı taşır ama etkilendikçe ve yetkilendikçe batıl hakikati eritir. Adalet ortadan kalkar ve batıcılık bile sonunu bilerek batılı kutsar. Bu kutlama ve kutsama cehenneminde ise toplumu cahillik kuşatır.
Batıla çıkan yolda çıkıntıların törpülenmesi düşlerin dayatması ile sağlanır. Düş dünyasından yaşama yürüyebilmek için, batıl ile yaşamayı ruha yedirmek kulaklara çalındıkça çalınır. Her yere her ana her cama, bolca hoca boca edilir. Batıl Batılı kapışması bu sihir hipnoz büyü boyutlu sağlanır. Batı düşmanlığı batıl bir saplantıya dönüştürülür. Batıcı değerleri savunmak dinsizlikle özdeşleştirilir. Bu atıl batıl kucaklaşması kucak dolusu batı paralarına sermayelendirilir. Ne derler adama o zaman, ne istiyorsun da verilmedi babında denilir. Batıl inançlardan besleyenler ve beslenenler bir anda piyon durumuna düşer. Düşkünlük belki çok kısa sürer ama yara alınmıştır bir kere. Tüm suç ise batının, batılı zihniyetindir. Top tüfek derken top yekûn piyonlaşılır.
Yeter ki batıllık yoğunlaşması safları sıkılaştırsın. Tüm beklenen budur. Açıklamakta zorlanılan ne varsa bâtıla batırılıp, bayat benzetmelerle aç açık duygu ve düşünceleri beslemek üzere kolaylaşır. Bir elden kurgulanır bütün aldanışlar. Reklamlar çekilir haberler arası gözlere sokulur. Batılcı zilliyet, batıcı zihniyeti din bağı ile boğarak marketing askılarda teşhir eder.
Bu batı düşmanlığını kullandıkça kullanan yüz yıllık kurgu on yıllarca unutulduğu hissi verilen suni anılarla af dilercesine masum, fakir milleti safsatalar ile doldurur, dondurur. O duyarsızlık doygunluğunda batıl dolgunlaşma kendini bilmezleri hareketlendirir. Çünkü esrikçe peşine düşülen düşler tuhaf çengellemelerle akıllara yüklenerek batılılaşmanın Tanrı katındaki yeri ile tartılır. Batıllaşma ise ruhları cennet tavıyla tutuşturur. Ruhlar tutuştukça da batıl inançlar memlekete ve fakir millete zamk gibi yapışır. Kemik gibi tutar. Tutmuş görünür ama bu kez batıda batıya kafa tutulur.
Son günlerde batının merkezinde yağlı güreşe tutuşma o batıl zihniyetli kafanın tutuşmasıdır. Resmen akıl tutulmasıdır. Batı ile sonucu hezimet ve batıya hizmet olacak, ancak batılları bir kez daha kandıracak sözde batıya posta koyma yarışıdır bu. Sanki ‘bi dakka’ gibi tutacak sanıldı aşı. Bir dakika bile tutmadı bu kez incelikle planlanmış mağdur edebiyatı başka kumpaslara kaldı.
Hak geldi batı vezir, batı rezil oldu. Oldu ama keşke olmayaydı. Canlar sıkıldı…
DİPLOMASİ SANATI…
DİPLOMASİ SANATI…
Muz cumhuriyetine çıkan moloz dökülmüş stabilize yollarda maziyle daha çok övünülür. Daha çok Osmanlı torunu hikâyeleri anlatılır. Ata yadigârına sahip çıkmak elbette çok önemlidir. Ancak sadece yakın tarihle didişmek yerine, uzak tarihle de hesaplaşmak ve yüzleşmek gerekir. Övünmek öyle portakal sıkmakla, lalenin menşeine ilişkin atıflarla olmaz. Yenilen naneye bahane aramakla hiç olmaz. Görüntü itibariyle ortada siyasi ve diplomatik bir çekişme olduğu apaçık. Faşist Hollanda, nazist Almanya bakın neler yaptı, ırkçı Avrupa da bunların peşine takıldı babında galeyan etmekle de çözülmez bu diplomatik mesele. Karşılıklı notalarla da doğru rota belirlenemez. Sadece siyaseten referanduma dönük tabansız milliyetçilik duygularını biraz kabartır. Evetçi birkaç puanın peşine düşülür. O kadar…
O kadar çünkü büyük ve güçlü Türkiye nidalarının Dünyada ve Avrupa’da gereğince itibar görmediği, Bakanlarına bu muamele ile su yüzüne çıktı. Çıkınca da koca Avrupa’da iç ve dış ticaretin en fazla yapıldığı iki ülke Almanya ve Hollanda’ya kafatasçı giydirme başladı. Millete de her zaman ki kandırmaca.
Bu karşılıklı sağırlaşılan salvoda ne derler adama, landı lundu yok bu cengin, parayı veren düdüğü çalar. Değil mi ki çok yakında tepe emirle güncellenen Varlık Fonu’na devredilmiş Petrol Ofisi daha üç beş gün önce yaklaşık bir buçuk milyar euroya Nederland firması Vitol’e satıldı. Satışı dünya âlem biliyor, bir şu fakir memleket bilmiyor. Koparılan bedavadan yaygara, boşuna veryansın. Yarın sular durulur, durulunca masaya oturulur ikili anlaşmalar bir bir imzalanır. Her zamanki alan razı satan razı temaşası.
Aslında Osmanlı torunu olmakla uzaktan yakından alakası bulunmayan bu hikâyenin iç yüzü belli. Üç yüzü var gündeme oturan krizin. Birincisi referandum. Onu vatandaşlar zaten en hayırlısıyla nisan ortası yanıtlayacak. İkincisi referandum yolunda planlanmış siyasi taktik. Üçüncüsü ise siyasi düsturda olmayan şekliyle diplomatik uygulama. Gerçi cevapları açık ve sarih ama yine de onların cevaplarını aramak lazım.
“ Yurtdışında ve temsilciliklerde, gümrük kapılarında siyasi partilerin propaganda yasaklarıyla ilgili kanunun 94. maddesi uyarınca YSK'nın 17 Şubat 2017 tarihli ve 109 sayılı kararında şöyle deniliyor: ‘Referandum süresince yurtdışında ve gümrük kapılarında her türlü propaganda yasaktır...’
Seçimlerde yurtdışı propaganda yasağı, 2008 yılından beri var. Yurtdışında yapılan son üç seçimde de sözde uygulandı. Bu son diplomatik kriz gösterdi ki meğer uygulanmıyormuş. Yani yasak kanunen var ve uyulması zorunlu ama YSK kararlarına riayet eden yok. Sanki yok hükmünde. Ayrıca kanunda bu yasağa uyulmadığı takdirde ne yapılacağı ve yasağı delenleri kimin denetleyeceği de düzenlenmemiş.”
Bu diplomatik kriz ortaya çıkardı ki; Tüm siyasiler ve Bakanlar Avrupa’nın Türk çoğunluklu ülkelerini her seçimde özellikle bu referandum öncesi niçin sık sık ziyaret eder, Avrupa’da neden cirit atarlar belli oldu. İşte bu konuyu siyaseten değerlendirmek gerekir.
Kapışma diplomasisi açısından değerlendirildiğinde ise ortada tarihe notu düşülecek bir diplomatik ayıp var. Büyük ve güçlü bir ülke hiçe sayılmış, ülkenin bakanları ülkeye sokulmamış, uçuş izni verilmemiş ve sınır dışı edilmişlerdir. Diplomasinin özü olan nezaket prensibi karşılıklı olarak resmen çiğnenmiştir.
Çirkin bir uygulama ve yaptırımla karşı karşıya kalınmıştır. Ancak genel uygulayıcının ev sahibi ülke olduğu unutulmuştur. Doğru bulunsun veya bulunmasın misafir olunan ülkenin güvenlik, istenmeyen propaganda vesaire gerekçelerle tüm diplomatik hakları askıya alabileceği öngörülmemiştir. Her şey bir yana sınır kontrolü ve seyahat güvencesinin de ev sahibinin tasarrufunda olduğu bilindiği halde yapay bir kriz çıkarılmıştır. Kırmızı pasaportlar ile her şeyin yapılabileceğine inanılmıştır. Memleket de kısmen buna inandırılmıştır. Seyahat etme ve misafirlik serbestliği, yalnızca verilecek izinle gerçekleştirilecek kamusal alan işlerine karıştırılmıştır.
Bir diğer yanılgıda bilinen şekliyle elçilik, konsolosluk ve temsilciliklerin konuk ülke toprakları olduğu ki bu doğrudur. Ama buralara giden cadde ve bulvarların ev sahibi ülkenin toprağı olduğu da doğrudur. Bu da kaale alınmamıştır. Bakanların nota verilen bu ülkelere devleti temsil etme maksatlı diplomatik bir görüşme için gidip gitmediği de irdelenmesi gereken bir başka konudur. Eğer devlet ve millet meselesi için değil de mensubu bulundukları partinin görevlendirmesiyle referandum maksatlı orada iseler ne yazık ki hiç yoktan devlet zaafa uğratılmış ve tüm masraf yok yere devlete çektirilmiştir. Ve tüm bunlar adalet boyutu bir yana yasal olarak da yasaktır.
Diğer yandan o ülkelerde yetkililerinin referandum kampanyası yapılmasının uygun bulunmadığı diplomatik dilde ve nezaket çerçevesinde dile getirilmiş ise kırmızı pasaportların hiçbir işe yaramayacağını da görmek gerekirdi. Doğru ve yerinde sürdürülebilir diyalogla çözülecek bu küçük mesele en başta halledilir, böylesine ihlalci konuma da düşülmezdi. İtibar zedelenmezdi.
Bu diplomatik hezimet aslında; şu fakir ülkede on yıllardır yüzlerce, binlerce, on binlerce suçsuz yurttaşın yolunu çevirmişlik, pasaportuna el koymuşluk, seyahat iznine sudan sebeplerle engel çıkarmak, yeni pasaport verilmeyişi alışkanlığının ve iddianameleri henüz hazırlanmamışken yüzlerce, binlerce muhalifin aylarca yıllarca gözaltında tutulması, uluslararası düzeyde saygınlığı ve ağırlığı olan yurdun medarı iftiharlarının itibarsızlaştırılmaları rahatlığının sınırlardan dışarı taşınmasının bir sonucudur…
Ne derler asıl olan az da olsa hizmettir ve bu hezimetten asla siyasi pay çıkarılmaz. Doğrusu diplomatik ölçüleri aşan ve nezaket çerçevesini kıran Bakanlara reva görülen bu muamele en muhalifleri bile fazlasıyla incitmiştir. Ve diplomasinin de hissedilmez keskinlikte incelikleri barındıran bir sanat olduğu böylece öğrenilmiştir.
Yani muz cumhuriyetine giden molozlanmış stabilize yollarda mevsim dolayısıyla kısmi buzlanma yaşanmıştır, O kadar…
Muz cumhuriyetine çıkan moloz dökülmüş stabilize yollarda maziyle daha çok övünülür. Daha çok Osmanlı torunu hikâyeleri anlatılır. Ata yadigârına sahip çıkmak elbette çok önemlidir. Ancak sadece yakın tarihle didişmek yerine, uzak tarihle de hesaplaşmak ve yüzleşmek gerekir. Övünmek öyle portakal sıkmakla, lalenin menşeine ilişkin atıflarla olmaz. Yenilen naneye bahane aramakla hiç olmaz. Görüntü itibariyle ortada siyasi ve diplomatik bir çekişme olduğu apaçık. Faşist Hollanda, nazist Almanya bakın neler yaptı, ırkçı Avrupa da bunların peşine takıldı babında galeyan etmekle de çözülmez bu diplomatik mesele. Karşılıklı notalarla da doğru rota belirlenemez. Sadece siyaseten referanduma dönük tabansız milliyetçilik duygularını biraz kabartır. Evetçi birkaç puanın peşine düşülür. O kadar…
O kadar çünkü büyük ve güçlü Türkiye nidalarının Dünyada ve Avrupa’da gereğince itibar görmediği, Bakanlarına bu muamele ile su yüzüne çıktı. Çıkınca da koca Avrupa’da iç ve dış ticaretin en fazla yapıldığı iki ülke Almanya ve Hollanda’ya kafatasçı giydirme başladı. Millete de her zaman ki kandırmaca.
Bu karşılıklı sağırlaşılan salvoda ne derler adama, landı lundu yok bu cengin, parayı veren düdüğü çalar. Değil mi ki çok yakında tepe emirle güncellenen Varlık Fonu’na devredilmiş Petrol Ofisi daha üç beş gün önce yaklaşık bir buçuk milyar euroya Nederland firması Vitol’e satıldı. Satışı dünya âlem biliyor, bir şu fakir memleket bilmiyor. Koparılan bedavadan yaygara, boşuna veryansın. Yarın sular durulur, durulunca masaya oturulur ikili anlaşmalar bir bir imzalanır. Her zamanki alan razı satan razı temaşası.
Aslında Osmanlı torunu olmakla uzaktan yakından alakası bulunmayan bu hikâyenin iç yüzü belli. Üç yüzü var gündeme oturan krizin. Birincisi referandum. Onu vatandaşlar zaten en hayırlısıyla nisan ortası yanıtlayacak. İkincisi referandum yolunda planlanmış siyasi taktik. Üçüncüsü ise siyasi düsturda olmayan şekliyle diplomatik uygulama. Gerçi cevapları açık ve sarih ama yine de onların cevaplarını aramak lazım.
“ Yurtdışında ve temsilciliklerde, gümrük kapılarında siyasi partilerin propaganda yasaklarıyla ilgili kanunun 94. maddesi uyarınca YSK'nın 17 Şubat 2017 tarihli ve 109 sayılı kararında şöyle deniliyor: ‘Referandum süresince yurtdışında ve gümrük kapılarında her türlü propaganda yasaktır...’
Seçimlerde yurtdışı propaganda yasağı, 2008 yılından beri var. Yurtdışında yapılan son üç seçimde de sözde uygulandı. Bu son diplomatik kriz gösterdi ki meğer uygulanmıyormuş. Yani yasak kanunen var ve uyulması zorunlu ama YSK kararlarına riayet eden yok. Sanki yok hükmünde. Ayrıca kanunda bu yasağa uyulmadığı takdirde ne yapılacağı ve yasağı delenleri kimin denetleyeceği de düzenlenmemiş.”
Bu diplomatik kriz ortaya çıkardı ki; Tüm siyasiler ve Bakanlar Avrupa’nın Türk çoğunluklu ülkelerini her seçimde özellikle bu referandum öncesi niçin sık sık ziyaret eder, Avrupa’da neden cirit atarlar belli oldu. İşte bu konuyu siyaseten değerlendirmek gerekir.
Kapışma diplomasisi açısından değerlendirildiğinde ise ortada tarihe notu düşülecek bir diplomatik ayıp var. Büyük ve güçlü bir ülke hiçe sayılmış, ülkenin bakanları ülkeye sokulmamış, uçuş izni verilmemiş ve sınır dışı edilmişlerdir. Diplomasinin özü olan nezaket prensibi karşılıklı olarak resmen çiğnenmiştir.
Çirkin bir uygulama ve yaptırımla karşı karşıya kalınmıştır. Ancak genel uygulayıcının ev sahibi ülke olduğu unutulmuştur. Doğru bulunsun veya bulunmasın misafir olunan ülkenin güvenlik, istenmeyen propaganda vesaire gerekçelerle tüm diplomatik hakları askıya alabileceği öngörülmemiştir. Her şey bir yana sınır kontrolü ve seyahat güvencesinin de ev sahibinin tasarrufunda olduğu bilindiği halde yapay bir kriz çıkarılmıştır. Kırmızı pasaportlar ile her şeyin yapılabileceğine inanılmıştır. Memleket de kısmen buna inandırılmıştır. Seyahat etme ve misafirlik serbestliği, yalnızca verilecek izinle gerçekleştirilecek kamusal alan işlerine karıştırılmıştır.
Bir diğer yanılgıda bilinen şekliyle elçilik, konsolosluk ve temsilciliklerin konuk ülke toprakları olduğu ki bu doğrudur. Ama buralara giden cadde ve bulvarların ev sahibi ülkenin toprağı olduğu da doğrudur. Bu da kaale alınmamıştır. Bakanların nota verilen bu ülkelere devleti temsil etme maksatlı diplomatik bir görüşme için gidip gitmediği de irdelenmesi gereken bir başka konudur. Eğer devlet ve millet meselesi için değil de mensubu bulundukları partinin görevlendirmesiyle referandum maksatlı orada iseler ne yazık ki hiç yoktan devlet zaafa uğratılmış ve tüm masraf yok yere devlete çektirilmiştir. Ve tüm bunlar adalet boyutu bir yana yasal olarak da yasaktır.
Diğer yandan o ülkelerde yetkililerinin referandum kampanyası yapılmasının uygun bulunmadığı diplomatik dilde ve nezaket çerçevesinde dile getirilmiş ise kırmızı pasaportların hiçbir işe yaramayacağını da görmek gerekirdi. Doğru ve yerinde sürdürülebilir diyalogla çözülecek bu küçük mesele en başta halledilir, böylesine ihlalci konuma da düşülmezdi. İtibar zedelenmezdi.
Bu diplomatik hezimet aslında; şu fakir ülkede on yıllardır yüzlerce, binlerce, on binlerce suçsuz yurttaşın yolunu çevirmişlik, pasaportuna el koymuşluk, seyahat iznine sudan sebeplerle engel çıkarmak, yeni pasaport verilmeyişi alışkanlığının ve iddianameleri henüz hazırlanmamışken yüzlerce, binlerce muhalifin aylarca yıllarca gözaltında tutulması, uluslararası düzeyde saygınlığı ve ağırlığı olan yurdun medarı iftiharlarının itibarsızlaştırılmaları rahatlığının sınırlardan dışarı taşınmasının bir sonucudur…
Ne derler asıl olan az da olsa hizmettir ve bu hezimetten asla siyasi pay çıkarılmaz. Doğrusu diplomatik ölçüleri aşan ve nezaket çerçevesini kıran Bakanlara reva görülen bu muamele en muhalifleri bile fazlasıyla incitmiştir. Ve diplomasinin de hissedilmez keskinlikte incelikleri barındıran bir sanat olduğu böylece öğrenilmiştir.
Yani muz cumhuriyetine giden molozlanmış stabilize yollarda mevsim dolayısıyla kısmi buzlanma yaşanmıştır, O kadar…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)