ŞİİRE YATMAK, ŞAİR UYANMAK…
Şiir özgürleşmenin dilsiz yorumu, tel tel tercümesi ve anlaması oldukça derin, zor bir devrimcilik eylemidir. Öyle bir eylemliliktir ki dar zindanlarla buluşturur aklı...
“ Şiirle flörtleşiyor eşsiz dağ manzarasının eteğinde yer sofrasını kurmuş kırk yıllık sevgililer. Seviyor seviliyorlar. Flüt konçertosu eşliğinde yarım bırakılmış aşklar. Yoksul Şair Evlenmesi’ne alı al güneş doğuyor ak tepelerin ardından. Titriyor zihin. Ve başlıyor dizeler;
Denizli göresim geldi, okyanusları da…”
Bir dal kırılması özelidir veya dayanılmaz yürek yangısıdır demlenen şiir. Hatta yalnızlığın sırlı yansımasıdır. Bir kez bir yel vurdu mu yüreğe, şiir yaşanılır, şairce yaşlanılır. Özünde şairlik bir yol var gidilesidir. Şiir ise bir dağ köyünden kalkıp gelen kalın bilekli nasır elli demircinin öksüz çekiçlerle altını tavında dövmesidir. Orağı kırılmış çiftçinin kuru toprağa kilitlenmesidir. Kent kalabalığına dolanların ise konu komşusuyla arasında geçenlerin şartlanmasıdır. Kırk veren, kar delen, çiçek açan bozkırların aklanmasıdır. İm mim mimlenmişliğin zirvesidir. Zırva nedenlerle zil zindan inlemesidir. Allah'a şikayetlenen düzene karşı paydos saatlerinde enteresan şiirimsi piyeslerin salınmasıdır. Sallarda laldır.
“Şiire hastalık, dalından dökülen boğazdan geçen, patikadan kaçan anılara yuvarlanmaktır. nmayle bulaşır tene, tine. Tane tane dirilmek gibidir anıların tuzağına düşmeden dizeleri sıralamak. Teneşire dek kara duvarlara ak tebeşirle devam eder dizeler;
Denizi göresim geldi, okyanusları da. Okyanusumun denizini de. Özlemle. Özgürlüğü de…”
Dayanılmaz yürek yanmasıdır aklın zarını üşüten. Bu yol, yola düşeni de, teğet geçeni de vurur. Ve yaslanılır, yaşlanılır bu uğurda. Bir yol var ki girince dönülmeyen, dikine düzüne gidilen, sabırla seyredilen, o yol şiir gibidir, şiirdir. Kalın kalın ciltler dokunur. Okunur. Kırk kanatlı oklar kırık dökük sineye saplanır. Ve hesaplanır kitaplanır, oya oya işlenmiş akıl fenerleri, loş ışıklı gecelere savrulur. Hayırlıca hücrelerin üstüne yapışanı korkmadan savuran ve savunanlar vardır. Değirmenin suyu çekildiğinde kum beyazı yüzlerdeki hediyedir şiir. Çok yakışır buğdayına başağına. Ve şeker bombası patlar pınarın gözünde bal kaymak akar. Ve deniz köpürür yürek değdiğinde kara dalgalara. Düğümlenir duygular, yumuşar toprak. Filizlenir dizeler, dile gelir şiir.
“ Ekmek gerçeğini bilmeden, emek sömürüsünü görmeden geçip gidemez yolcular. Ağır safari yolcular, çıplak mavzer ve azgın anılarda buluşur. Köpüren sularda yüzülür. tek atımlıktır el yakan barut. Sıraya dizilir mermi gibi dizeler;
Denizi göresim geldi okyanusları da. Okyanusumun denizini de. Özlemle. Özgürlüğü de. Denizi…”
Demek ki gün devrilir güneş batar ve yeni kapılar açılır. Sonra yeniden kırmızıya denk güneş doğar ve yemyeşil gözlerde iç sızlatır yadeller. Ve okumalar sonlandırılır. Dokumalar yüreğe dokunur. Sükuneti savunanlar evsiz dilsiz bölgelerin, aynı yörenin sirenleridir. Ve direnenler Atadan kalma şiirlerle, manilerle, tekerlemelerle direnir. Maddi manevi yapılanmaların en alası şiirle flörtleşmek gibi bir şeydir. Biraz olsun akıllanmaktır. Eşsiz benzersiz, ergin orman manzarasının kucağında kırk yıllık kırklanmaktır şiir. Şiir yazmak ise kırklara karışmak. Şiire yatmak, şair ölümüne kalkmaktır yiğitlik.
Hayata dokunan, hayatı dokuyan şiirlerle zor günlerin üstesinden gelinir. Rotasıdır rol yapmayışın, doğallığın. Her doğanın dönemsel yankıya küresel kavramlar ekleyerek şiire uyanmasıdır. Öyle titiz ve öyle bir hapisliktir ki ocağına bucağına günahsız yuvarlanılır. Elemle ergin sevdalara, çetin kavgalara anında kör düğümlenmektir şiir. Bir solukta hayatın çözülmüşlüğünü gözlemlemektir.
“ Eğer vakit dolmuşsa, acılar donmuşsa, kazan kazıtanlarların ayrıntıları gizlidir tüm manzumelerde. Suç günah mazlumların değildir. Tüm kaçak vurgulamalarla, defolu satırlarla başlar kara sevda. Kör topal bakışmalarla. Savruk buluşmalarda ise yarım bırakılmış mısralar tamamlanır. Altın boğaza dizilir korkak dizeler;
Denizi göresim geldi okyanusları da. Okyanusumun denizini de. Özlemle. Özgürlüğü de. Denizi de. Okyanusumun denizini de…”
Zamanla ölümcül kalem uslanır ve tatlanır. Ölümlerden ölüm beğenmek veya ölümsüzleştirmek safhasıdır şiire yatmak, şaire uyanmak. Ve gelinen aşamadan, gelişen olaylardan endişe duymaktır şiire başkâtiplik. Ve hatiplik bir çırpıda huzura eriştirmektir hazirunu. Yerine göre fazladır haz, gerçeğinde bambaşka bir karaktere bürünebilmektir yazgı. Bilmektir ezelden yanılgıların melodisi değil yangınların senfonisidir dillenen, dile takılan.
“Akla nefes aldırdıkça ters çevrilmiş sözcükler bile yola gelir. Kurşun kalem sıkıldıkça, el âleme inat tuhaf ama gerçek, yaratılır tüm meyledilenler. Dizeler akar tüm kışkırtıcı düşlerin döşüne. Ve kalemin ucundaki lacimavi mürekkepten damlar mısralar. Sararır mısır püskülü dizeler;
Denizi göresim geldi okyanusları da. Okyanusumun denizini de. Özlemle. Özgürlüğü de. Denizi de. Okyanusumun denizini de. Şiir gibi…”
27 Şubat 2017 Pazartesi
24 Şubat 2017 Cuma
REFERANDUM ANILARI…
REFERANDUM ANILARI…
Sağlıkla esenlikle maviye ve kızaran güneşe akıyor yamalı bohça yaşamlar. Beklenti artık boynu büküklük dağılacak, sonsuz çöl gezintileri bitecek beklentisidir. Ve gereksiz eklenti referandum temaşası nisan yağmurlarıyla beslenen yapay göllerde tersine yüzecek…
Referandumla nice çamlar devrilecek. Çünkü ay mavisidir akla çarpan ve nice anılar vardır yedeğe alınamayacak. Bu suni derinlikte, bu sanal kargaşada kirli çamaşır sepetinde de depmece anılar saklıdır. Beyazı ayrı koymadan karalara bu ne temizlenme paklanma denilecek referandumla. Eski referandumlar anısına tıpkısının aynısı temizlik saatidir şeklinde takılmalar umudu tutuşturacak. Bunalımlı sezgiler dışlanacak ve anlamlı ezgilerle gizlenen kavramların kilidi bir bir açılacak. Film tabakalı camların da ardı görülecek yangı budur.
Referandum boyunca gamzadelerin gamzelerine dolan eksik hayatlar yudumlansa da, yurdumdan insan manzaraları masalarda kavrulacak. Kafalarda yılların tortusu, anıların buğusu içe çekilecek. Yeni sanılan hayatların ciğerin tütmesine ve yüreğin özlemesine tersliği de anlaşılacak. Referandum yurttan sesler korosunun ahengiyle olmazı başaracak. Acılaşan anılara hürmetle referanduma kararsızlar da katılacak. Sonrasında ayak bileğinden başlayıp beynin en ücra hücresi ne kadar suç duyurusuna açık kalacak katmanlar. Yolculuk Himayalar’a Everest’e uzasa da acı gerçekler yüksek basınçta yürek daraltacak. Nice beyin kanamalarına sebep olacak. Anılar dağılacak dağlar yıkılacak. Olacak o kadar dirilecek.
Yapanın edenin Kutup yıldızına tutunmasıdır en hakiki ve sahici suçluluk. Sufle edilen kutuplaştırma bahaneleri savunmadan sayılamayacak. Boşu boşuna Helen diline uymamaktır mesele görülecek. Ve tüm kötü anılar anılar mezarlığına gömülecek.
Bir harap peronda külfetli yollara uzar anılar yumağı. Yakut gözlerde kaybolur zaman. Ve kaç istasyondan kaç isyandan sonra kutsal alanlara yayılır kitle. Kara yıkıntılara kadar uzar anılar. Referandumla sonlanır zaman. Öylesine değişimler vurur ki anı, tarihsel yıkımlardan ve haklı anılardan beslenir umut. Hiçbir anlamı olmayan kandırmacalar bile anılarda tarihlidir. İstiflidir. Memleket referanduma tarif edilir, millet referanduma tarifelendirilir ve anılar yeniden nemli gözlerde canlanır.
Öyle anlar vardır ki ayıplardan kayıplardan kurtarır aklı. Değişimin çiçekleri açar süt beyaz mermerlerde. Sadece taşlara kazınmış çetrefilli savunmalardır akla takılan. Yol üstünde aksak durumları toplayarak varılır engin maviliğe ve çetin sonsuzluğa. Yürek dolar dolar ama iş, hiçbir deli rüzgâra kapılmamaktır. Asıl mesele paranoya halinde paralanmamaktır. Asil biçimde durmaktır anılar durağında. Toplumsal korkuların uzağında, bireysel takıntıların tuzağında sürekli kan kaybederek de olsa insan onuruna yaraşır halde yaşamaya direnmektir mahirlik.
Olur, öyle şeyler ve kimseler duymaz dememektir hiç. Binlerce yıldır harika günler hediye eder anılar. Anlarının kuşatılmışlığı da gün olur biter. Hayata dönüş kavşağında referanduma tutulur memleket. Ve son aşamada yetkiyi hakkınca devretmektir akla yakışan. Memleket aşkına.
O zaman ben sadece bana ait olanı yaşarım diğerleri beni ırgalamaz sızlanmasından da kurtulur akıl. Üst akıl en, en büyük evde oturup anıları kontrolüne geçirdikçe biter yığınla ömür. Önemli olan yiğitçe verilen savaşın masum yüzlerinde netleşmektir. Anılarda netleşirler sıra sıra, deniz derya, onlara savrulmaktır erlik.
Bu referandum gamlı bir sonbahar düşünde harcanan yitik gençliği, kayıp kuşağı arar durur anılar. Peygamber kıvamında ateşle sıvanan örnekten Nisan Yağmurları ile temizlenmektir titizlik. Durulmak korkusudur sessizlik ağartan. Vurulmaktır ağırdan hissedilen. Düşler buz kesince anıların sıcağına sürülür kervan ve it ürür kervan yürür sanılır. Upuzun ipek saçlı bir kahramandır özgürleşmenin sembolü. Zamanı bir anlığına durdurur. Ekmek kadar yürekli olandır emek kadar sahicidir arınmak. Ve referandum öncesi şenlenir anılar, anılar derlenir toplanır ve okçular hedefi on ikiden vurur.
Aradan kaç yıl geçerse geçsin hangi evrensel kural zorlarsa zorlasın hatırlanır halkın belleğine kazınan referandum anıları. Bu da zamanla evrenselleşir.
Ve millet, karanlığın kralı çırçıplak yakalandığında, anların çocuklarının ne haltlar çevirdiğini de bir güzel anlar, şamarı atar ve anılarında saklar. Anların çocukları da anlar aldanışın akıbetini.
Ve referandum yıllar geçse de yollar bitse de daima hayırla anılır…
Sağlıkla esenlikle maviye ve kızaran güneşe akıyor yamalı bohça yaşamlar. Beklenti artık boynu büküklük dağılacak, sonsuz çöl gezintileri bitecek beklentisidir. Ve gereksiz eklenti referandum temaşası nisan yağmurlarıyla beslenen yapay göllerde tersine yüzecek…
Referandumla nice çamlar devrilecek. Çünkü ay mavisidir akla çarpan ve nice anılar vardır yedeğe alınamayacak. Bu suni derinlikte, bu sanal kargaşada kirli çamaşır sepetinde de depmece anılar saklıdır. Beyazı ayrı koymadan karalara bu ne temizlenme paklanma denilecek referandumla. Eski referandumlar anısına tıpkısının aynısı temizlik saatidir şeklinde takılmalar umudu tutuşturacak. Bunalımlı sezgiler dışlanacak ve anlamlı ezgilerle gizlenen kavramların kilidi bir bir açılacak. Film tabakalı camların da ardı görülecek yangı budur.
Referandum boyunca gamzadelerin gamzelerine dolan eksik hayatlar yudumlansa da, yurdumdan insan manzaraları masalarda kavrulacak. Kafalarda yılların tortusu, anıların buğusu içe çekilecek. Yeni sanılan hayatların ciğerin tütmesine ve yüreğin özlemesine tersliği de anlaşılacak. Referandum yurttan sesler korosunun ahengiyle olmazı başaracak. Acılaşan anılara hürmetle referanduma kararsızlar da katılacak. Sonrasında ayak bileğinden başlayıp beynin en ücra hücresi ne kadar suç duyurusuna açık kalacak katmanlar. Yolculuk Himayalar’a Everest’e uzasa da acı gerçekler yüksek basınçta yürek daraltacak. Nice beyin kanamalarına sebep olacak. Anılar dağılacak dağlar yıkılacak. Olacak o kadar dirilecek.
Yapanın edenin Kutup yıldızına tutunmasıdır en hakiki ve sahici suçluluk. Sufle edilen kutuplaştırma bahaneleri savunmadan sayılamayacak. Boşu boşuna Helen diline uymamaktır mesele görülecek. Ve tüm kötü anılar anılar mezarlığına gömülecek.
Bir harap peronda külfetli yollara uzar anılar yumağı. Yakut gözlerde kaybolur zaman. Ve kaç istasyondan kaç isyandan sonra kutsal alanlara yayılır kitle. Kara yıkıntılara kadar uzar anılar. Referandumla sonlanır zaman. Öylesine değişimler vurur ki anı, tarihsel yıkımlardan ve haklı anılardan beslenir umut. Hiçbir anlamı olmayan kandırmacalar bile anılarda tarihlidir. İstiflidir. Memleket referanduma tarif edilir, millet referanduma tarifelendirilir ve anılar yeniden nemli gözlerde canlanır.
Öyle anlar vardır ki ayıplardan kayıplardan kurtarır aklı. Değişimin çiçekleri açar süt beyaz mermerlerde. Sadece taşlara kazınmış çetrefilli savunmalardır akla takılan. Yol üstünde aksak durumları toplayarak varılır engin maviliğe ve çetin sonsuzluğa. Yürek dolar dolar ama iş, hiçbir deli rüzgâra kapılmamaktır. Asıl mesele paranoya halinde paralanmamaktır. Asil biçimde durmaktır anılar durağında. Toplumsal korkuların uzağında, bireysel takıntıların tuzağında sürekli kan kaybederek de olsa insan onuruna yaraşır halde yaşamaya direnmektir mahirlik.
Olur, öyle şeyler ve kimseler duymaz dememektir hiç. Binlerce yıldır harika günler hediye eder anılar. Anlarının kuşatılmışlığı da gün olur biter. Hayata dönüş kavşağında referanduma tutulur memleket. Ve son aşamada yetkiyi hakkınca devretmektir akla yakışan. Memleket aşkına.
O zaman ben sadece bana ait olanı yaşarım diğerleri beni ırgalamaz sızlanmasından da kurtulur akıl. Üst akıl en, en büyük evde oturup anıları kontrolüne geçirdikçe biter yığınla ömür. Önemli olan yiğitçe verilen savaşın masum yüzlerinde netleşmektir. Anılarda netleşirler sıra sıra, deniz derya, onlara savrulmaktır erlik.
Bu referandum gamlı bir sonbahar düşünde harcanan yitik gençliği, kayıp kuşağı arar durur anılar. Peygamber kıvamında ateşle sıvanan örnekten Nisan Yağmurları ile temizlenmektir titizlik. Durulmak korkusudur sessizlik ağartan. Vurulmaktır ağırdan hissedilen. Düşler buz kesince anıların sıcağına sürülür kervan ve it ürür kervan yürür sanılır. Upuzun ipek saçlı bir kahramandır özgürleşmenin sembolü. Zamanı bir anlığına durdurur. Ekmek kadar yürekli olandır emek kadar sahicidir arınmak. Ve referandum öncesi şenlenir anılar, anılar derlenir toplanır ve okçular hedefi on ikiden vurur.
Aradan kaç yıl geçerse geçsin hangi evrensel kural zorlarsa zorlasın hatırlanır halkın belleğine kazınan referandum anıları. Bu da zamanla evrenselleşir.
Ve millet, karanlığın kralı çırçıplak yakalandığında, anların çocuklarının ne haltlar çevirdiğini de bir güzel anlar, şamarı atar ve anılarında saklar. Anların çocukları da anlar aldanışın akıbetini.
Ve referandum yıllar geçse de yollar bitse de daima hayırla anılır…
23 Şubat 2017 Perşembe
FINDIK TANESİ KADAR UMUT…
FINDIK TANESİ KADAR UMUT…
Fesat cemiyetindeki sebepsiz ayrılıklar durduk yerde değişmek veya dönüşmek ayıbı ile bütünleştiğinde kaybolur patikalar. Rejim tutmak da işe yaramaz, sancı kuşatır bedeni. Sadece tümseklerin kıyısında Ata ocağında, ana kucağında semavi inanışın kırık kanatlı serçesi bekler tek başına. İş o serçeyi hakkınca sahiplenmek ve besleyebilmektir. Ortada ocak başında fındık tanesi kadar küçük, küçümen ama alımlı hazımsızlıklar şahlanır. Ve şahı satmanın veya satın almanın da kırıkları, kırık kanatlı serçenin gagasından dökülür.
Gök ak ak dökülürken, yeşil ile Denizi buluşturan eşsiz coğrafyada, bütün kuzinelerin üstünde koca bir su kazanı kaynar. Belki de çorba kazanıdır. Çorbalık karalâhanalar doğrandığında beti benzi solar tepsideki mısır ekmeğinin. Ancak her arsız karakış bir umuttur yarına. Nisan yağmurlarıyla erişilir ilkbahara.
Kuzeyde; fındık ocakları, güç birliği, imece, yevmiye ve ela gözlere güneş kırmızısı değince eş zamanlı derinlikte toplanır bereket. En tesirli zirvelerde ne hale gelmiş olunsa da mimikler aynıdır. Kafasının dikine dikine gidiş, istikrarı yerlerde süründürür, bir düşkünlüktür kapıyı çalan. Ve yaşanılan yerin dünyayı şaşırtan şakaları kuşatır düzlükleri. Megalomanlık tanıdık bir durum olsa da kılıktan kılığa değişilerek sürdürülen zaman ellerin tersiyle itilir, oralarda.
Ocak diplerinde, beli bükülmüş yatak, batak, yatık bahçelerde kan taşı izinde fındık zerresi kadar bulunsa da devlet aranmaktır alın teri. Gerçekten öyle bir tanınmışlık olur ki bu hayat yordu açıklamaları taç yapraklara işlenir. Ölümcül salgın taşır çamdan çama yolculuklarda. Yolculuk öyle bir yolculuktur ki karanın karasında, binaların çatısında bulunan yol iz kaybolur. Atadan baki bir ormanda bala bulanmış bir buluşmadır hayatın cilvesi.
Tüm konfor yakıştırmaları ve kalantor sıkıntısı ağaçları da vurur. Bu öyle bir vurgundur ki balta girmemiş ormanlar kurur. Neyin hayata dokunduğu, hayatı neyin durdurduğu unutulur. Velhasıl her şeyi kökten bitirecek verilere yolculuk başlar. Oysa asıl mesele en hassas keşiflere yüz sürmektir. Yüz görümlüğü almaktır. Sipere ulaşmaktır.
Deniz yosunundan yoksun, küflü ve garip bilinmezlikte umuda yolculuğu duyup heyecanlanmak bugünün tılsımıdır. Veya yarınlara denizden varmaktır umudu canlı tutan. Koca katmanlardan ufalanıp usa takılan ne varsa, bir yere yaslanmayaşın yasıdır memleketi yoran. Ve yeniden yasalanmak kederidir kader sayılan. Derinlerde açılmış bir heyelanın, yarığın ve sarsıntının farkındalığıdır hayata tutunmak. Kırılmalar öyle hızlıdır ki kökünden sökülüp atılamayan yolculukların armağanıdır ve devamlı başa kakılır. Oysa bu farkındalık bölgeleri özlemler ve gözlemlere dayandırır, uyandırır.
Milyonlarca yıllık kalıntıdan sonra sönmeyen yangındır hayata fındık kadar da olsa katılan. Umuttur o tane tane toplanan. Ve yiğitlik ak sulu akan nehrin azgın sularına sunmaktır fındık tanesi kadar umudu. Taşıdıkça ağırlaşan, yürekten kopan duyguları yıllar sonra tekrardan anımsamaktır iş. Belki de çok insanın fark etmeyecek biçimde katılma ve çevre koşullarına uyma zorluğudur yaşanan anılar. Acılar da gün olur durulur. Çekmediğin çile kalmayana dek sürer düşler. Cepleri de yoklar. Cepkenleri de deler. Doya doya açlığı da tetikler. Yarıştan kopuldukça Tanrıdan kopulmaz belki ama biraz uzaklaşmak değer cana. Evladır. Çünkü irade kopar, düşkünlüğün önünde kasıp kavuran kasırgalar eylemleşir. Volkanlar patlar. Saydırmalar fındık tanesi gibi sayılır.
İnsanlık biraz da olsa sarmaşıklara tutulmuş şebneme yanmaktır. Doğum sancılarını yaşamak yerine aynıyla doğuşu açıklamaktır. Gerçekle karşı karşıya gelip yenişememek üzerine kararır belki doğa. Doğanın belki de fındıkkabuğunu doldurmaz meseleleri yüzündendir bu bitmeyen kavga. Ama çetin doğayı yenmektir mesele.
Her yerde doğaya, doğmaya yerli yerince direnmektir insanlık. Ve ruhun penceresi açıldıkça kâinatın en yoğun adaptasyonu yakalanır. Elde tutabilmektir hayatın nabzını, mahirlik odur. Haneleri deniz boyuna, nehir kıyısına toplanmış topraklarda büklüm büklüm gelişir merak. Ve fındık ocağı şelalesi ile şenlenir akıllar. Ulaştıkça menzile kanıtını bulmuş hayatlar hiç kimseyi takmaz. İşte o yüzden çocuklar tarihin yazdığını cemiyetlerden fersah fersah kaçarak okumalıdır.
Ve kuruntulardan kurtulmak gerçekliğidir, kusursuz yaratıcının izinde allı yeşilli takalara kurulmak. Ve hayırlısı ile geleceğe yol almak…
YİNE YABANCI KONTENJANLAR
Din siyasallaşınca, usta ellerde siyasallaştırılınca ulusalcılara ve Ulus devlete düşman siyasal dinci kimlikleri de bulur buluşturur. Oradan buradan bulunup buluşturulanların o saat itibariyle dikte ettikleri bambaşka bir dindir artık. Ama geç anlaşılır veya anlaşılmaz. Zamanla gerçek dine yabancılaşılır, yüce din de yabancıların eline geçer. Tarikat, cemaat ve cemiyetlerin yönetim kadroları hep bu yabancı ajan kontenjanından beslenir. O besleme ve beslenme dürtüsüyle kurum ve kurulları da çöker. Dine hizmet aşkına ortalıkta dolaşan bu yabancı kontenjanlara ne denir ki; sadece Maşallah…
Ve bu yabancı kontenjanından dinci dikteciler cumhuriyet rejimini de, dikta rejimine dönüştüren hamleleri dini sohbet içine saklarlar. Emperyal arzuların gölgesinde memleket tanzim ederler, memlekete mirasçı tayin ederler. Gerçek dini kurgu dine çevirmek ve dilleri kanlı bal damlatarak asil dini milletten uzaklaştırmaktır gaye. Bu yabancılaşmayla acılar artar ve mevcut rejim tartışılır hale getirilir.
Akla takılan ise bu dinbaz tiplerin zehir gibi Müslüman kesilip alim ulema sıfatına erişmeleri ve maskot dinci babında en ücralara dek gidebilmeleridir. Ne hikmet ise aşırı rağbet görmeleridir. İsim isim kim bunlar, kim bunlar diye sormaya hiç gerek yok. Onlar kendilerini biliyor, birileri de onları. İşte tarikatlara kadar sızmış, cemaatlere cemiyetlere kadar katılmış bu yabancıların işi, yeni olup da yabancılaşanlar, kontenjanlaşanlar. Bir de yerli olup bir dolu safsatayla dine imana gelenler. Hiç yokken bir oldular bin oldular dine, imana, mezhebe, iç kapıya, dış kapıya, tefsire, peygambere, kutsal metne, metnin özüne yabancılaştırma faaliyetlerini kolayca sürdürdüler. Eline yüzüne bulaştırdıkları sahte söylemlerle dine yabancılaştırma gerçekleştirildikçe bir ileri aşamaya cesaretlenildi.
On yıllardır sürdürülen kontenjan etkinlikleri çürük meyvalarını vermeye de başladıkça, dinin gücüne gidecek ne senaryolar tasarlandı. Ortadoğu’da, orada, burada. Şu fakir millete dini vecibe sayılarak bir dini sohbet havası estirildi yıllarca. Hanımlara gündüz zatı muhteremlere akşam seansları uygulandı. Yakın uzak bu sohbetlerin müdavimi tanıdığı olanlar olmayanlar bilir traşı. Tanış olmayan bilmezden gelenler ise sanır ki bir muhabbet ortamı var. Yayarlar. Sor soruyu al yanıtı, öğren dini imanı var kapalı mekanlarda . Din adına bilmediklerini veya bildiklerini yokla. Kapalı veya açık devre yayımcılık budur ama işin aslı hiç öyle değil.
Hoş sohbet bir zat anlatıp duracak, sohbete katılanlar mum gibi pür dikkat safa duracak, dilsiz dinleyecek. Atmosfer bu…
Takası tımbırtısı kontenjandan zatı muhtereme bağlı bir yansıma. Sırat, surat ve suret unutulmamalı türünden bir beslenme. işte on yıllardır özellikle başta iş ve politika adamları, saftirik üniversite hocaları, din peşine düşmüş sözde aydınlar, temiz pak insanlar, bu din tüccarlarının ana malzemesi oldular. Yeni müritleri kandırma rolünü de üstlendiler.
Tarikatlı barikatlı bu aldanışın, yüksek maliyeti bir yana postekiye oturanın dili, dini, cinsi, cinsiyeti, cibiliyeti hiç sorgulanmadı. Sorgulatılmadı. Ağırdan irdeleyiciler ve karşıtlar ayıp günah, küffar, kâfir, hafif, Kızıl kapsamında çözümlendi. Dinleyiciler esrar yutmuşçasına esrarlı bir geleceğe aktarıldı.
Dine yabancılaştıkça kurmaca imana sarılma arttı. Dört el sarılmayanlara çıkarılma ve dinden uzaklaşma veya uzaklaştırma kurgulandı. Tek amaç dini tamamen siyasallaştırma ve siyasallaşan dini de topluma el birliğiyle yayma hedeflendi. Nihai hedef ise iktidar ve iktidarı sürekli kılmaydı. Kısmen başarıldı, şimdi altın vuruş zamanı.
Dine imana, iç kapıya, ceme cemaate, dış kapıya, tarikata kıyamete, cime cemiyete, yabancı istihbaratçı düzeyinde din kaynakçılarının yabancı eli değince her şey öyle bir değişti, öyle bir güzelleşti ki istikbal işte bu noktalara evrildi. Mercek kaydı mertek şah oldu.
Oradan buradan devşirilmiş din büyüğü paresi bahşedilmiş, vakfedilmiş yabancı kontenjanından ocu bucular, narcı nurcular, para pulcular hep himaye edildi hep desteklendi. Hurcu kalesi burcu ilahi emirmişçesine hep bunlara teslim edildi. Dikkat edilmedi hiç ince nakış söylemlere. Sözde ayetler ile desteklenen gizli gayretlere hiç dikkat edilmedi. Azgın sohbetlerde dine, dinsel değerlere, hiç alakasız ne hakaretler gizli olduğunun farkına hiç varılmadı. Varılsa bile dinden imandan sayıldı. Hiç bakılmadı sohbetlerde milletin aklına hangi düşmanlıkları sokuyorlar diye. Alt beyinlere neler şırıngalıyorlar diye. Karanlığın eli hiç görülmedi. Veya öylesine ahkâm kesme ve hakem olma, hâkim kılınma cesareti nereden geliyor, yetkiyi nereden alıyorlar hiç sorgulanmadı.
Bu yabancı kontenjanından sahte dinciler ve yedek kulübesinde oturan yerli dinbazlar dini resmen zaafa uğrattılar. Dini zayıflattıkça zayıflattılar ve kandırdılar. Böylece hiç umulmadık derecede güçlendiler. Ve hedefe ulaştılar.
İşte o yabancı kontenjan softalar ve yerli yedeklerin muhteşem dini sohbetlerinden feyz almaların sonucunda, kutsal asanın ucu rejim değişikliğine kadar dayandı. Haydi hayırlısı…
21 Şubat 2017 Salı
KIRILMA NOKTASI
KIRILMA NOKTASI
Şu fakirleştirilen Memleket tarihinde birçok kırılma noktası yaşadı. Bunlara bir de rejimi hepten yok edecek partili cumhurbaşkanlığı sistemi referandumu eklendi. İleride tarihin yazacağı kırılma noktalarından biri olacak nisan referandumu. Belki de yıkılışın…
Yıkılmaya çalışılan şu asırlık çınar, cumhuriyet; Ortadoğu bataklığında büyük sermayenin kurduğu devletçikler, Balkanlar coğrafyası ve Kafkasya'daki ülkeler gibi kurgu devletlerden değil ki kolayca yıkılsın. Öyle bir cenah var ki, ip üstüne dizilmiş ama pek mümkün de görünmüyor yıkmak. Çünkü son derece güçlü ulusal kimliği olan, dünyadaki rolü de asla küçümsenemeyecek, küçültülemeyecek büyük bir devlet bu bir türlü istenmeyen cumhuriyet.
Demokrasisi tam işlemese işletilmese de demokratı, devrimci demokratları yoğun bir memleket, şu rejimi yıkılmak istenen. Ayrıca her yıkılma dönemlerinde bir kıvılcım çakar ve yeniden dirilir. Kurulur…
Son on yıllarda dinci demokrasi anlayışıyla yönetilmeye teşebbüsler bir arada yaşama hissi ve ulus devlet formülünü epeyce zedeledi. Yine de; “Dalgalarını seven Denizi de sever. Düşmeyi öngören uçmayı da sever. Ama korkuyla yaşayan sadece hayatı izler…” İşte son günlerde korku imparatorluğunun dayattığı geçici, memleketin doğasına aykırı formatı izliyor millet. İllet olanı da, devlet olanı da sessizce bekliyor. Lakin “Sessiz atın çiftesi pek olur.”
Bu el birliğiyle fakirleştirilen büyük ülkenin, tüm ezilen mazlum milletlere entelektüel öncü, tam bağımsızlık örneği ve devrimci kurtuluş savaşlarının ilkini yapmış, geleceğin modeli devletlerden olduğunu unutmamak gerekiyor. Son yıllarda bu değerlerden maalesef uzaklaştırıldı memleket.
Resmen tipik bir Ortadoğu ülkesi konumuna sürükleyen bir kırılma yaşadı, hala da yaşıyor. Fay hatları sıkışınca önce kendisine egemen güçlerin dayattığı ılımlı İslam ipine sarıldı. Sarılınca da İslami taraf kulesi yükseldi ve kıyamet emaresi görülmeye başlandı. Yani Türk İslam sentezinden, ılımlı İslam formüllüne çivileme dalış en dibe, çöl kumuna batınca zamanla yeni yönetim modeli gerektiği gündeme getirildi. Ortaçağ karanlığına, din ve mezhep savaşlarına doğru yol alan dünyada, “yurtta ve dünyada sulh” politikası ile bütünleşmiş bir cumhuriyet modeli elbette yıkılması gereken bir barikattı. Egemen sermaye düğmeye bastı. Kum saati dökülüyor.
Şu asil ama fakirleştirilmiş memleket bunca yıl yıkılmadı ama yok edilmesi tarzında bir kırılma daha yaşatılıyor. Memleket bu son noktaya yaslanana dek en sarsıcı dört veya beş kırılma noktası yaşadı. Yaşadı ve atlattı. Yine kurtulur. Referandumda bu kırılma noktasını da hayırla geçer.
Kırılmalar yaşadıkça güçlendi şu fakirleştirilen memleket. Kırılmaları gördükçe de hayırda bütünleşti millet. Yine öyle olur; “Kırılma daha Cumhuriyetin ilanıyla başladı. Paşa’nın ölümü ile de devam etti. Bu kırılma sonucunda memleket çok sallandı. Ata’nın ölümü kırılmaları noktalandırmadı. Gazi’nin ölümü kimilerine göre asıl kırılma noktası kimilerine göre ise kırılmanın nihayete ermesiydi. Ancak bir türlü bitmedi Cumhuriyetle kavga, dalaşma. Öyle veya böyle ellilere gelindi. İkinci kırılma noktası serbest piyasa ekonomisi ile tanışma ve bu akrabalığın pekiştirilmesi oldu. Yani NATO'ya giriş ve Kore'ye asker yollama ilişkiyi sağlamlaştırdı. Kapitalizmin güdümündeki bu sağlıksız şekillenme çuvala sığmayınca da iki askeri faşist darbe planlaması diğer kırılma noktaları oldu. Hele 12 Eylül askeri faşist darbesi memleketi bugüne taşıyan asıl kırılma noktasıdır…” Emperyal güç yine yenilir. Bu referandum da kar etmez. Çünkü bu soylu millet gelmişini geçmişini çok iyi süzer.
12 Eylül faşizmi şu fakir memleketi ileriye götürecek ne kadar aydın varsa aydınlarını, vatansever gençlerini, örgütlü güçlerini yok etti. Memleketin milliyetçi unsurları da silindirden geçirildi. Devrimci potansiyel en zerresine kadar da sindirildi. Asıldı kesildi kaybedildi tümü. Karanlık günlerde ve o günlerden sonra sözde komünizme karşı kullanılan komando kamplarının yerini Akıncı kamplaşmaları aldı. Onlar palazlandırıldı.
Yani Doğu bloku ve SSCB dağılana kadar şu fakirleştirilmiş memlekette İslam kalkanı tercih edildi. Ve bu tip butik örgütlenmeler el altından güçlendirildi. Oluşan yenidünya düzeni Büyük Ortadoğu Projesini hayata geçirirken işte bu Neodinci yapıyı kullandı. Ve bu ekseriyet tek başına iktidara taşındı.
Şimdi on yılların tek başına iktidarı, partili tek adama evriliyor. Emperyal dünyanın istemi bu. Şu el ele fakirleştirilen memleketin kırılmalar tarihi ve darbeler dönemlerini iyi bilmeden, gerçekleri açık açık görmeden, bu güne ilişkin absürt değerlendirmeler yapmak resmi cahilliktir.
Nisan referandumunun son kırılma noktası olduğunu anımsatmak, ileride hayırla anılmak için ve hayırlı dirilişe katkı sunmak için şarttır…
Şu fakirleştirilen Memleket tarihinde birçok kırılma noktası yaşadı. Bunlara bir de rejimi hepten yok edecek partili cumhurbaşkanlığı sistemi referandumu eklendi. İleride tarihin yazacağı kırılma noktalarından biri olacak nisan referandumu. Belki de yıkılışın…
Yıkılmaya çalışılan şu asırlık çınar, cumhuriyet; Ortadoğu bataklığında büyük sermayenin kurduğu devletçikler, Balkanlar coğrafyası ve Kafkasya'daki ülkeler gibi kurgu devletlerden değil ki kolayca yıkılsın. Öyle bir cenah var ki, ip üstüne dizilmiş ama pek mümkün de görünmüyor yıkmak. Çünkü son derece güçlü ulusal kimliği olan, dünyadaki rolü de asla küçümsenemeyecek, küçültülemeyecek büyük bir devlet bu bir türlü istenmeyen cumhuriyet.
Demokrasisi tam işlemese işletilmese de demokratı, devrimci demokratları yoğun bir memleket, şu rejimi yıkılmak istenen. Ayrıca her yıkılma dönemlerinde bir kıvılcım çakar ve yeniden dirilir. Kurulur…
Son on yıllarda dinci demokrasi anlayışıyla yönetilmeye teşebbüsler bir arada yaşama hissi ve ulus devlet formülünü epeyce zedeledi. Yine de; “Dalgalarını seven Denizi de sever. Düşmeyi öngören uçmayı da sever. Ama korkuyla yaşayan sadece hayatı izler…” İşte son günlerde korku imparatorluğunun dayattığı geçici, memleketin doğasına aykırı formatı izliyor millet. İllet olanı da, devlet olanı da sessizce bekliyor. Lakin “Sessiz atın çiftesi pek olur.”
Bu el birliğiyle fakirleştirilen büyük ülkenin, tüm ezilen mazlum milletlere entelektüel öncü, tam bağımsızlık örneği ve devrimci kurtuluş savaşlarının ilkini yapmış, geleceğin modeli devletlerden olduğunu unutmamak gerekiyor. Son yıllarda bu değerlerden maalesef uzaklaştırıldı memleket.
Resmen tipik bir Ortadoğu ülkesi konumuna sürükleyen bir kırılma yaşadı, hala da yaşıyor. Fay hatları sıkışınca önce kendisine egemen güçlerin dayattığı ılımlı İslam ipine sarıldı. Sarılınca da İslami taraf kulesi yükseldi ve kıyamet emaresi görülmeye başlandı. Yani Türk İslam sentezinden, ılımlı İslam formüllüne çivileme dalış en dibe, çöl kumuna batınca zamanla yeni yönetim modeli gerektiği gündeme getirildi. Ortaçağ karanlığına, din ve mezhep savaşlarına doğru yol alan dünyada, “yurtta ve dünyada sulh” politikası ile bütünleşmiş bir cumhuriyet modeli elbette yıkılması gereken bir barikattı. Egemen sermaye düğmeye bastı. Kum saati dökülüyor.
Şu asil ama fakirleştirilmiş memleket bunca yıl yıkılmadı ama yok edilmesi tarzında bir kırılma daha yaşatılıyor. Memleket bu son noktaya yaslanana dek en sarsıcı dört veya beş kırılma noktası yaşadı. Yaşadı ve atlattı. Yine kurtulur. Referandumda bu kırılma noktasını da hayırla geçer.
Kırılmalar yaşadıkça güçlendi şu fakirleştirilen memleket. Kırılmaları gördükçe de hayırda bütünleşti millet. Yine öyle olur; “Kırılma daha Cumhuriyetin ilanıyla başladı. Paşa’nın ölümü ile de devam etti. Bu kırılma sonucunda memleket çok sallandı. Ata’nın ölümü kırılmaları noktalandırmadı. Gazi’nin ölümü kimilerine göre asıl kırılma noktası kimilerine göre ise kırılmanın nihayete ermesiydi. Ancak bir türlü bitmedi Cumhuriyetle kavga, dalaşma. Öyle veya böyle ellilere gelindi. İkinci kırılma noktası serbest piyasa ekonomisi ile tanışma ve bu akrabalığın pekiştirilmesi oldu. Yani NATO'ya giriş ve Kore'ye asker yollama ilişkiyi sağlamlaştırdı. Kapitalizmin güdümündeki bu sağlıksız şekillenme çuvala sığmayınca da iki askeri faşist darbe planlaması diğer kırılma noktaları oldu. Hele 12 Eylül askeri faşist darbesi memleketi bugüne taşıyan asıl kırılma noktasıdır…” Emperyal güç yine yenilir. Bu referandum da kar etmez. Çünkü bu soylu millet gelmişini geçmişini çok iyi süzer.
12 Eylül faşizmi şu fakir memleketi ileriye götürecek ne kadar aydın varsa aydınlarını, vatansever gençlerini, örgütlü güçlerini yok etti. Memleketin milliyetçi unsurları da silindirden geçirildi. Devrimci potansiyel en zerresine kadar da sindirildi. Asıldı kesildi kaybedildi tümü. Karanlık günlerde ve o günlerden sonra sözde komünizme karşı kullanılan komando kamplarının yerini Akıncı kamplaşmaları aldı. Onlar palazlandırıldı.
Yani Doğu bloku ve SSCB dağılana kadar şu fakirleştirilmiş memlekette İslam kalkanı tercih edildi. Ve bu tip butik örgütlenmeler el altından güçlendirildi. Oluşan yenidünya düzeni Büyük Ortadoğu Projesini hayata geçirirken işte bu Neodinci yapıyı kullandı. Ve bu ekseriyet tek başına iktidara taşındı.
Şimdi on yılların tek başına iktidarı, partili tek adama evriliyor. Emperyal dünyanın istemi bu. Şu el ele fakirleştirilen memleketin kırılmalar tarihi ve darbeler dönemlerini iyi bilmeden, gerçekleri açık açık görmeden, bu güne ilişkin absürt değerlendirmeler yapmak resmi cahilliktir.
Nisan referandumunun son kırılma noktası olduğunu anımsatmak, ileride hayırla anılmak için ve hayırlı dirilişe katkı sunmak için şarttır…
17 Şubat 2017 Cuma
TÜRBAN CUMHURİYETİ…
TÜRBAN CUMHURİYETİ…
Türban on yıllardır her siyasal bunalımda öne çıkarılan bir politik armada. Bu referandum öncesinde kıpırdanmalar var ama henüz meydanlara taşmadı, taşınmadı. Demek ki daha zamanı gelmemiş. Ama büyük bir sıkışma ve referandumda olası geriye düşme öngörüldüğü an on yılların yetişkinleri mazlumeler ve azlemlerle tüm mezlakalar dolar. Avlular ve alanlar yine yeniden bu politik kitleme aracı türbanlılarla dolar taşar.
Ancak avlulardan, alanlar ve mezlakalardan esecek estirilecek fırtına kısmıyla türban, Türban Cumhuriyeti'ne dönüşmesi istenen Cumhuriyet’te artık suni bir kavga. Eğer tüm çıkmaz yollar yine türbana bağlanırsa suni bir kavga statüsünde kalır. Çünkü yıllar içinde türban için olağandışı rahatlama gelirken birçok şey de değişti. Değiştirildi. Resmen olmadık derecede rahatlama sağlandı türbana. Ve türban severlere. Öyle eskisi gibi türbancık ağlamalar inandırıcı olmaz. Etki tepkiye dönüşür, dönüştürülür kısa zamanda. Ama bu güruh yine de her denileni yapar, bildiğini okur. Çünkü kanacak taze dindaşa oynanır bu ucuz sahneler. Üstelik şimdi memleket tersine düzüne dönüşüyorken…
Yıllardır suni bir gündem yaratılarak sünni-şii dayanıklı bir sistem, türban altında şu fakir memleketi kucakladı. Türban vasıtasıyla sistem kurcalandı. İlginçtir bu fakir memleket daha en başından genç yaşlı Humeyni’yi seve seve bu hale geldi. Memleket evladı bıyığı terlememiş molla sakallı takkeli gençler ve taktığı türbanı nedeniyle devlet çarkına takılan ve yapmak istediklerini bir türlü yapamayan türbanlı genç kızlar Humeyni’ye aşk besleyerek, uluorta aşkını ifade ederek bugünlere resmen öncülük ettiler.
Mağdur kızlarımızın başlarında türban, mağrur oğlanlarımızın ağızlarında türban savunması ve Şia sevgisi dışa vurdu; “Atatürk Cumhuriyeti'ni değil Humeyni’nin İslam Cumhuriyeti'ni seviyoruz…”
On yıllarca memleketin sünni-şii paydalı ideolojisi sadece türban oldu. Ve ah vah, yazık ünlemleri arasında yayıldı memleket topraklarına. Rol model olarak da üniversite kapılarında bekleşen mazlumu oynayabilecek moda mecmualarından çıkmışçasına renkli türbanlı kızlar seçildi. Türban resmen kullanıldı. Millet kandırıldı. Türban, dinsel siyasal ve sosyal boyutta ilerleyişin sembolü yapıldı. Birden bine türbana nice değerler yüklenip, lafta despot siyasal otorite zayıflatılmaya çalışıldı. Yani türban üzerinden çok yönlü bir siyaset güdümleme mekanizması oluşturuldu. Toplumun genetiğine uymasa da toplum mühendisliği icrasıyla el birliğiyle siyasi bir dinci doktrin oluşturuldu. Kendiliğinden olmasa da dürtülemeyle, akıl sokmayla İmami boyutta bir düzene özlem kabartıldı.
Sıkıca örtünmenin kutsallığı ve ilahi emirden sayılması hurafelerle, bir birinden farksız uydurma hadislerle, abartıldıkça abartıldı mesele. Türbanın, mutlak uygulanması gereken ilahi bir kural olduğu ve mevcut Cumhuriyetin kurumsal düzeneği içinde yeri olmadığının altı çizildi defaatle. Milletin gözüne gözüne sokuldu, bayrak gibi. Alıştırıldı. Sadece çizmekle de kalınmadı her türlü avlu, alan, eylemleriyle devletin ve milletin yüzüne gözüne işlendi al yazmalıdan farklı şu türban.
Mazlum kızlarımız ve mahzun oğlanlarımız ve türban sayesinde usul usul milletin aklına sokuldu; “Humeyni’yi ve kurduğu İslami Cumhuriyet yönetimini çok seviyoruz. Bu cumhuriyeti değil…”
Kadına kıza tüm dünyadan evvel her hakkı fazlasıyla sunan, kadını baş tacı eden cumhuriyet karalandıkça karalandı. Bir kara düzende kadını eve kapatan, kadını sadece çocuk doğuracak eş veya doğurtulacak kadın gören ve resmen köleleştiren, sözde dine dayalı devlet mantığı çerçevesinde buluştu şu fakir memleketin güzide evlatları. Kadına cinsiyet ayrımcılığının babasını uygulayan bir mollatik sistemi otomatikman seven bir türbanlı kitle oluştu, oluşturuldu ve cephe genişledi. Ayrıca türbanlı kitleye yatık, yastık takkeli kütle türedi, türetildi
Türbanlı kızlar kitlesi ve takkeliler kadını ikinci tür varlık gören bir sistemi beğendi ve sevdi. Veya işe öyle geldiğinden övdü, övdürüldü. Önce türbanlar takıldı sonra şiarın peşine takılındı. Eğitimde, iş yaşamında, meslek edinmede ve birçok alanda çok keskin engellemeleri özünde barındıran, kapıyı çok eşliliğe dek aralayan bir sözde cumhuriyet makbul sayıldı. Kamusal alanda türban getiren, hatta çarşafı zorunlu kılan bir despotizmi makul gördü şu fakir memleketin şartlandırılmış gençleri, kızlar oğlanlar.
Ve önceleri pastel makyajlı kara türbanlı mucit kızlarımız ve onlar gibi düşünen bıyığı terlememiş imam sakallı macit oğlanlarımız ve her yaştan epey sonranın mütahit takımı her fırsatta sokağa döküldü. İşte geri sayım ta o günlerden başladı.
Her yasal yaptırım zulüm sayıldı ve anında birleşildi. Despotik gerici sisteme sayıldı, söylenildi; “İmam Humeyni’yi de İran Devrimi'ni de seviyoruz. Atatürk devrimleri şeytanidir. Cumhuriyeti ve Atatürk devrimlerini reddediyoruz…”
Hatta bu memleketin ileride rotunu çıkaracak, rotasını değiştirecek türban çıkışını masumane kişisel hak ve özgürlüklerden sayan ilerici, devrimci, yurtsever, memleket gençliği ve aydınlar da destek verdi bu iğne oyası gibi işlenen oyuna. Çaresiz onlarda çokuluslu oyunun bir parçası oldular ister istemez.
Şimdi o zamanında Humeyni’yi ve mollatik sistemi seven ve sonsuz destek veren, şükran besleyen türbanlı, sarıklı, takkeliler bu gün kimi seviyor, kime âşık ve ilanihaye kime tapıyorlar iyi bakmak gerekiyor. Bu dini motif olarak lanse edilen türbanı kişisel hak ve özgürlük görenlerin bu gün özgürlükleri nasıl ve kimler tarafından ellerinden alınmış ve hala alınıyor iyi görmek gerekiyor.
Tüm mesele dost doğru bakmak ve görmek meselesi. Her şeye rağmen tam anlamıyla iş işten geçmiş değil, bu referandumda gerçekten hayır var...
Türban on yıllardır her siyasal bunalımda öne çıkarılan bir politik armada. Bu referandum öncesinde kıpırdanmalar var ama henüz meydanlara taşmadı, taşınmadı. Demek ki daha zamanı gelmemiş. Ama büyük bir sıkışma ve referandumda olası geriye düşme öngörüldüğü an on yılların yetişkinleri mazlumeler ve azlemlerle tüm mezlakalar dolar. Avlular ve alanlar yine yeniden bu politik kitleme aracı türbanlılarla dolar taşar.
Ancak avlulardan, alanlar ve mezlakalardan esecek estirilecek fırtına kısmıyla türban, Türban Cumhuriyeti'ne dönüşmesi istenen Cumhuriyet’te artık suni bir kavga. Eğer tüm çıkmaz yollar yine türbana bağlanırsa suni bir kavga statüsünde kalır. Çünkü yıllar içinde türban için olağandışı rahatlama gelirken birçok şey de değişti. Değiştirildi. Resmen olmadık derecede rahatlama sağlandı türbana. Ve türban severlere. Öyle eskisi gibi türbancık ağlamalar inandırıcı olmaz. Etki tepkiye dönüşür, dönüştürülür kısa zamanda. Ama bu güruh yine de her denileni yapar, bildiğini okur. Çünkü kanacak taze dindaşa oynanır bu ucuz sahneler. Üstelik şimdi memleket tersine düzüne dönüşüyorken…
Yıllardır suni bir gündem yaratılarak sünni-şii dayanıklı bir sistem, türban altında şu fakir memleketi kucakladı. Türban vasıtasıyla sistem kurcalandı. İlginçtir bu fakir memleket daha en başından genç yaşlı Humeyni’yi seve seve bu hale geldi. Memleket evladı bıyığı terlememiş molla sakallı takkeli gençler ve taktığı türbanı nedeniyle devlet çarkına takılan ve yapmak istediklerini bir türlü yapamayan türbanlı genç kızlar Humeyni’ye aşk besleyerek, uluorta aşkını ifade ederek bugünlere resmen öncülük ettiler.
Mağdur kızlarımızın başlarında türban, mağrur oğlanlarımızın ağızlarında türban savunması ve Şia sevgisi dışa vurdu; “Atatürk Cumhuriyeti'ni değil Humeyni’nin İslam Cumhuriyeti'ni seviyoruz…”
On yıllarca memleketin sünni-şii paydalı ideolojisi sadece türban oldu. Ve ah vah, yazık ünlemleri arasında yayıldı memleket topraklarına. Rol model olarak da üniversite kapılarında bekleşen mazlumu oynayabilecek moda mecmualarından çıkmışçasına renkli türbanlı kızlar seçildi. Türban resmen kullanıldı. Millet kandırıldı. Türban, dinsel siyasal ve sosyal boyutta ilerleyişin sembolü yapıldı. Birden bine türbana nice değerler yüklenip, lafta despot siyasal otorite zayıflatılmaya çalışıldı. Yani türban üzerinden çok yönlü bir siyaset güdümleme mekanizması oluşturuldu. Toplumun genetiğine uymasa da toplum mühendisliği icrasıyla el birliğiyle siyasi bir dinci doktrin oluşturuldu. Kendiliğinden olmasa da dürtülemeyle, akıl sokmayla İmami boyutta bir düzene özlem kabartıldı.
Sıkıca örtünmenin kutsallığı ve ilahi emirden sayılması hurafelerle, bir birinden farksız uydurma hadislerle, abartıldıkça abartıldı mesele. Türbanın, mutlak uygulanması gereken ilahi bir kural olduğu ve mevcut Cumhuriyetin kurumsal düzeneği içinde yeri olmadığının altı çizildi defaatle. Milletin gözüne gözüne sokuldu, bayrak gibi. Alıştırıldı. Sadece çizmekle de kalınmadı her türlü avlu, alan, eylemleriyle devletin ve milletin yüzüne gözüne işlendi al yazmalıdan farklı şu türban.
Mazlum kızlarımız ve mahzun oğlanlarımız ve türban sayesinde usul usul milletin aklına sokuldu; “Humeyni’yi ve kurduğu İslami Cumhuriyet yönetimini çok seviyoruz. Bu cumhuriyeti değil…”
Kadına kıza tüm dünyadan evvel her hakkı fazlasıyla sunan, kadını baş tacı eden cumhuriyet karalandıkça karalandı. Bir kara düzende kadını eve kapatan, kadını sadece çocuk doğuracak eş veya doğurtulacak kadın gören ve resmen köleleştiren, sözde dine dayalı devlet mantığı çerçevesinde buluştu şu fakir memleketin güzide evlatları. Kadına cinsiyet ayrımcılığının babasını uygulayan bir mollatik sistemi otomatikman seven bir türbanlı kitle oluştu, oluşturuldu ve cephe genişledi. Ayrıca türbanlı kitleye yatık, yastık takkeli kütle türedi, türetildi
Türbanlı kızlar kitlesi ve takkeliler kadını ikinci tür varlık gören bir sistemi beğendi ve sevdi. Veya işe öyle geldiğinden övdü, övdürüldü. Önce türbanlar takıldı sonra şiarın peşine takılındı. Eğitimde, iş yaşamında, meslek edinmede ve birçok alanda çok keskin engellemeleri özünde barındıran, kapıyı çok eşliliğe dek aralayan bir sözde cumhuriyet makbul sayıldı. Kamusal alanda türban getiren, hatta çarşafı zorunlu kılan bir despotizmi makul gördü şu fakir memleketin şartlandırılmış gençleri, kızlar oğlanlar.
Ve önceleri pastel makyajlı kara türbanlı mucit kızlarımız ve onlar gibi düşünen bıyığı terlememiş imam sakallı macit oğlanlarımız ve her yaştan epey sonranın mütahit takımı her fırsatta sokağa döküldü. İşte geri sayım ta o günlerden başladı.
Her yasal yaptırım zulüm sayıldı ve anında birleşildi. Despotik gerici sisteme sayıldı, söylenildi; “İmam Humeyni’yi de İran Devrimi'ni de seviyoruz. Atatürk devrimleri şeytanidir. Cumhuriyeti ve Atatürk devrimlerini reddediyoruz…”
Hatta bu memleketin ileride rotunu çıkaracak, rotasını değiştirecek türban çıkışını masumane kişisel hak ve özgürlüklerden sayan ilerici, devrimci, yurtsever, memleket gençliği ve aydınlar da destek verdi bu iğne oyası gibi işlenen oyuna. Çaresiz onlarda çokuluslu oyunun bir parçası oldular ister istemez.
Şimdi o zamanında Humeyni’yi ve mollatik sistemi seven ve sonsuz destek veren, şükran besleyen türbanlı, sarıklı, takkeliler bu gün kimi seviyor, kime âşık ve ilanihaye kime tapıyorlar iyi bakmak gerekiyor. Bu dini motif olarak lanse edilen türbanı kişisel hak ve özgürlük görenlerin bu gün özgürlükleri nasıl ve kimler tarafından ellerinden alınmış ve hala alınıyor iyi görmek gerekiyor.
Tüm mesele dost doğru bakmak ve görmek meselesi. Her şeye rağmen tam anlamıyla iş işten geçmiş değil, bu referandumda gerçekten hayır var...
BIÇAK KEMİĞE DAYANDI
BIÇAK KEMİĞE DAYANDI
On yıllardır Ulus devletler dönemi kapanmıştır denile denile millet aldatıldı. Bu düz mantıkla gelinen aşamada iç siyasetin durumu belli. Dış siyasetin durumu da. Memleket dış siyasette Ortadoğu bataklığına sürüklenmiş. İç siyasette de demokrasiden yana görünmeyen yasalarla despotizm heveslilerine boş meydan bırakılıyor. Erketeye yatıp iç çatışmalar planlamak isteyenlere de zemin hazırlanıyor. Oysa öyle denildiği veya öyle inanıldığı gibi bir değişmezlik yok. Referandum ile çok şeyler değişecek…
Tarihi süreçte milletlerin kaderini değiştiren ya da kaderlerin değişeceği anlar vardır. İşte o an bu andır. Memleket her şeylerin topyekûn, üstü üstüne geldiği ve yanlışların artık dayanılmaz nihai noktaya sürüklendiği günler yaşıyor ve daha da yaşayacak.Yani bıçak kemiğe dayanmıştır.
Memleketi daha demokratik kılacak nice kazanılmış değer varsa gün güne, günden geceye, bu günden yarına tırpanlandıkça tırpanlanıyor. Bu arada parlamento parlayacak diye beklemekle de çok zaman kaybedildi. Parlamento önerilen anayasal sistem değişikliğine karşı durup, direnip güven tazeleyeceğine dikta rejim stratejisini hayata geçirecek hamleye yol verdi. Biat etti.
Yetinmeyip, bir takım kararnameler ile sistemin karartılmasına hala yol veriyor. Hala despotizmin rüzgârına kapılmış ırkçı dinci temelde tanımlanan bir yol haritasını biçimlendiriyor. Bu politikacılar grubu ve on yıllardır oluşan güruh cumhuriyetin kurucu değerlerine, temel ideolojisine düşmanlığı körükledikçe körüklüyor. Bıçağın kemiğe dayandığı görmezden geliniyor…
Sanki koskoca memleket ya hep ya hiç noktasını evrilmemiş. Ortalık sanki güllük gülistanlık. Özellikle gidişatı gören ve çözümleyen sol yapılar, özgürlükçü yaklaşımlar, tam bağımsızlıkçı kurumdaşlar ucuz ilan ediliyor. Kıyısından köşesinden tamamı din dışı sayılıyor, mevcut iktidar karşıtı tüm bileşenler terörist olarak lanse ediliyor. Yani hangi nihai noktaya sürüklenildiğini açıkça ifade edenlere karşı çok yönlü bir ortaklık kuruluyor. Öyle ki bu stratejik ortaklığın pek etik ve demokratik görünmediği bile önemsenmiyor. Ne pahasına olursa olsun rejim değişikliğinin geçmesi için yeni fırsatlar yaratılıyor.
Ulus devletler yıkılmadan özgürleşme gerçekleşmez denile denile şu din mülayimi millet aldatıldıkça kandırıldıkça ne yazık ki çağ kararıyor. Üstelik ortaçağvari din elden gidiyor yalanı atıldıkça, hedefe kilitlenmiş tabanda kurtaralım heyecanı yükseliyor. Tavanda da heyelan yükseltiliyor. Ve millet cumhuriyete resmen düşman ediliyor.
İnsanlık tarihi boyunca yeniden yeniden yazılan senaryo hep aynı. Okunan ve okutulan hep aynı hikâye. Çekilen film, sahnelenen oyun hep aynı. Hep aynı benzer güruh ve kopya tipler. Öyle denildiği gibi ayrıntıya da gerek yok. Açık gizli yürütülen kültürel ve dini propagandalarla yeni hayat tarzı topluma benimsetiliyor. Yani birey zihnine hükmetme veya akılları kiralama operasyonu devam ettiriliyor. Ve siyaseten dünyada eşi benzeri olmayan bir yönetim mekanizması millete dayatılıyor.
Sonuçta ulus devletler dünyada kalmadı, varsa da yok edilmeli mantıyla milletin dolandırılması işgalci güçlerin, emperyal emellerin ve büyük sermayenin işine geliyor. Biline biline yine kulvarlar açılıyor, bedeli ağır girdiler sağlanıyor. Resmen cilalanmış amaçlarla yenidünya şekillenişine aracılık ediliyor.
Bıçak kemiğe dayandı dayanmasına da millet ve vekilleri referandum arifesinde sistematik yıkıma, ritmik yıkılışa nedense göz yumuyor. Hala ne pahasına olduğu çok yakında anlaşılacak amaç için siyaset güdülüyor. Siyaset güdümleniyor. Ve millette karşıt dinamiklerin harekete geçmesini önlemek, ertelemek veya eylemselleşenleri sindirmek yönünde cephe oluşturuluyor.
Ancak tarihsel bir gerçeklik vardır ki; kaderi değiştirmek veya kadercilik anlayışı ile yoğrulan millet her şey üst üste geldiğinde artık dayanamaz hale gelir. En nihayetinde de olsa bıçak kemiğe dayanır. Ve hayırda birleşir.
Ve Ulus devlet küllerinden yeniden doğar…
On yıllardır Ulus devletler dönemi kapanmıştır denile denile millet aldatıldı. Bu düz mantıkla gelinen aşamada iç siyasetin durumu belli. Dış siyasetin durumu da. Memleket dış siyasette Ortadoğu bataklığına sürüklenmiş. İç siyasette de demokrasiden yana görünmeyen yasalarla despotizm heveslilerine boş meydan bırakılıyor. Erketeye yatıp iç çatışmalar planlamak isteyenlere de zemin hazırlanıyor. Oysa öyle denildiği veya öyle inanıldığı gibi bir değişmezlik yok. Referandum ile çok şeyler değişecek…
Tarihi süreçte milletlerin kaderini değiştiren ya da kaderlerin değişeceği anlar vardır. İşte o an bu andır. Memleket her şeylerin topyekûn, üstü üstüne geldiği ve yanlışların artık dayanılmaz nihai noktaya sürüklendiği günler yaşıyor ve daha da yaşayacak.Yani bıçak kemiğe dayanmıştır.
Memleketi daha demokratik kılacak nice kazanılmış değer varsa gün güne, günden geceye, bu günden yarına tırpanlandıkça tırpanlanıyor. Bu arada parlamento parlayacak diye beklemekle de çok zaman kaybedildi. Parlamento önerilen anayasal sistem değişikliğine karşı durup, direnip güven tazeleyeceğine dikta rejim stratejisini hayata geçirecek hamleye yol verdi. Biat etti.
Yetinmeyip, bir takım kararnameler ile sistemin karartılmasına hala yol veriyor. Hala despotizmin rüzgârına kapılmış ırkçı dinci temelde tanımlanan bir yol haritasını biçimlendiriyor. Bu politikacılar grubu ve on yıllardır oluşan güruh cumhuriyetin kurucu değerlerine, temel ideolojisine düşmanlığı körükledikçe körüklüyor. Bıçağın kemiğe dayandığı görmezden geliniyor…
Sanki koskoca memleket ya hep ya hiç noktasını evrilmemiş. Ortalık sanki güllük gülistanlık. Özellikle gidişatı gören ve çözümleyen sol yapılar, özgürlükçü yaklaşımlar, tam bağımsızlıkçı kurumdaşlar ucuz ilan ediliyor. Kıyısından köşesinden tamamı din dışı sayılıyor, mevcut iktidar karşıtı tüm bileşenler terörist olarak lanse ediliyor. Yani hangi nihai noktaya sürüklenildiğini açıkça ifade edenlere karşı çok yönlü bir ortaklık kuruluyor. Öyle ki bu stratejik ortaklığın pek etik ve demokratik görünmediği bile önemsenmiyor. Ne pahasına olursa olsun rejim değişikliğinin geçmesi için yeni fırsatlar yaratılıyor.
Ulus devletler yıkılmadan özgürleşme gerçekleşmez denile denile şu din mülayimi millet aldatıldıkça kandırıldıkça ne yazık ki çağ kararıyor. Üstelik ortaçağvari din elden gidiyor yalanı atıldıkça, hedefe kilitlenmiş tabanda kurtaralım heyecanı yükseliyor. Tavanda da heyelan yükseltiliyor. Ve millet cumhuriyete resmen düşman ediliyor.
İnsanlık tarihi boyunca yeniden yeniden yazılan senaryo hep aynı. Okunan ve okutulan hep aynı hikâye. Çekilen film, sahnelenen oyun hep aynı. Hep aynı benzer güruh ve kopya tipler. Öyle denildiği gibi ayrıntıya da gerek yok. Açık gizli yürütülen kültürel ve dini propagandalarla yeni hayat tarzı topluma benimsetiliyor. Yani birey zihnine hükmetme veya akılları kiralama operasyonu devam ettiriliyor. Ve siyaseten dünyada eşi benzeri olmayan bir yönetim mekanizması millete dayatılıyor.
Sonuçta ulus devletler dünyada kalmadı, varsa da yok edilmeli mantıyla milletin dolandırılması işgalci güçlerin, emperyal emellerin ve büyük sermayenin işine geliyor. Biline biline yine kulvarlar açılıyor, bedeli ağır girdiler sağlanıyor. Resmen cilalanmış amaçlarla yenidünya şekillenişine aracılık ediliyor.
Bıçak kemiğe dayandı dayanmasına da millet ve vekilleri referandum arifesinde sistematik yıkıma, ritmik yıkılışa nedense göz yumuyor. Hala ne pahasına olduğu çok yakında anlaşılacak amaç için siyaset güdülüyor. Siyaset güdümleniyor. Ve millette karşıt dinamiklerin harekete geçmesini önlemek, ertelemek veya eylemselleşenleri sindirmek yönünde cephe oluşturuluyor.
Ancak tarihsel bir gerçeklik vardır ki; kaderi değiştirmek veya kadercilik anlayışı ile yoğrulan millet her şey üst üste geldiğinde artık dayanamaz hale gelir. En nihayetinde de olsa bıçak kemiğe dayanır. Ve hayırda birleşir.
Ve Ulus devlet küllerinden yeniden doğar…
KENT YANGINI DÖNÜŞÜMLER…
KENT YANGINI DÖNÜŞÜMLER…
Şu fakir ilçe bir yanı TEM Diğer yanı E5 olan İstanbul ikinci bölgenin en değerli ilçesi. Aslında ahalisi bilmiyor olsa da en zengin ilçe. Bu iki transit yol arasındaki binalar olsun, boş arsalar olsun en değerli toprak parçası. Neredeyse bulunmaz Hint kumaşı. Böyle olunca özellikle Esenlerin giriş ve çıkış mahalleleri kentsel dönüşüm adına her görenin, bilenin, duyanın iştahını kabartıyor.
Ancak şimdiye kadar olan dönüşümler irdelendiğinde “kentsel dönüşüm” ilçede sahte imaj ve montaj doğrultusunda ilerliyor.
Ayrıca her toplumsal girişime inceden sen yapamazsın ben yapacağım mesajı da var…
Kentsel dönüşüm sen yapamazsın ben yapacağım, yarışı içinde güncellendiğinde tahrip etmeden ve talana uğratmadan sonuç elde etmek ise bir hayli güç. Hele lokasyon açısından getirisi bol bölgelerde her türlü projeye ilişkin en üst düzey uzlaşı gerekir.
O halde uygulanabilirliği olan ve düşünülen projeler; çözüm önerileri alınmadan, uygulamalar tartışılmadan veya tartıştırılmadan, yenileme ve dönüşümde uygulanacak model derinlemesine planlanıp programlanmadan, bölgesel, kentsel, kırsal ölçekte, nazım imar planları doğrultusunda gereğince ele alınmadan, hak hukuk çerçevesinde adilane değerlendirilmeden, yeterince sorgulanmadan hayata geçirilemez.
O yüzden taraflar buradayız diyebilmeli ve birlikte çözüm üretecek platformlarda akıl yarıştırmalıdır…
Ortak aklın önerdiği katılımcı, eşitlikçi, ayrıştırmayan, ötekileştirmeyen, tarihsel dokuyu koruyan, çevreyi bozmayan, kirlenmeyi azaltan, istihdam yaratıcı ve doğal afetlere karşı güvenlikte olmak için binaları yenileme, iyileştirme, dirençlendirme veya yeni mimari anlayışlarla en yeniyi yerinde uygulama projeleri ile dönüştürme gündeme getirilmelidir.
Kentleri olduğu yerde yeniden dönüştürmek dünyanın en zor ve imkânsız görülen işlerinin başında gelir. İnsanı mutlu ve huzurlu kılacak kentler planlamak ve kurmak meselenin özü olarak görülmedikçe de sonuç daima hüsran olur.
Tarihsel sürece bakıldığında kentsel dönüşüm yeni bir olgu değil. Ayrıca depremle gündeme gelmiş de değildir. Elbette özünde rant yatar. Kentsel dönüşüm;“ 19. yüzyılda batıda başlayan ve günümüze dek ulaşmış, uygulandığı ülkelere özgü değişkenlikleri de içeren bir kentsel yenileme, kenti soylulaştırma projesidir. Zamanla küçük, büyük, ağır sanayinin şehir merkezleri dışına taşınmasıyla geride kalan, oluşan harabe alanların, izbe görüntülerin iyileştirilmesi kentsel dönüşümün başlıca nedenidir. Yani kentsel dönüşüm özünde sosyo-ekonomik ve fiziki yeni çevreler, yeni şehirler oluşturma gayretidir. Bir başka deyişle sanayi artığı atıl bölgeleri yeniden canlandırma ve hareketlendirme yöntemidir.”
Şu fakir ilçe ve komşularında da bu durum geçerlidir. Örneğin Metris, Cezaevi ve Şişecam’dan boşalan yerlerin bu yönde kullanılması gibi. Eğer projeler doğru uygulanırsa burada siyasal çekişmeler ve çelişkiler dışında bir sorun yok. Mesele küçük orta ölçekli veya mahalle bazlı büyük dönüşümlerde ortaya çıkıyor.
Yani yetki ve sorumluluk kentlilerle paylaşılmadan, uygulanabilirliği hayata geçirilişi hiç tartışılmamış, ani emir ve kararlarla habitat dışı yöntemlerle yol haritası belirleniyor. Deprem odaklı yenilenme, kentsel dönüşüm denilerek alanlar hesapsız kitapsız arsızca metalaştırılıyor. Hazine arazileri bir çırpıda özelleştiriliyor. Kentlerin mevcut yaşam alanları artırımlarla ultra betonlaştırılyor. Başta savunulan ‘depreme önlem’ teması unutuluyor. Ve Kentsel dönüşüm üst üste yığılmış beton bloklardan oluşan çağ hapishaneleri kuruyor. Zaten kentler geleneğin ve çağın gereklerine göre dizayn edilmiyorsa dönüşüm değil başka bir şey yapılmış olur.
Özellikle vatandaşı hissettirmeden ve kamuoyuna çaktırmadan inceden inceye mağdur eden veya edecek izlenimi veren, nedense hangi beklentileri karşılamak için mağduriyet riskini en aza indirgeyememiş, afet riskini de azaltmaktan oldukça uzak, projelere onay vermek çok baş ağrıtır. Riskli alan-riskli yapı ilanı, papyonvari, planı projesi, yedeği olmayan, parçalı-parçacı anlayışla övünç meselesi yapılarak iki sene de kotarılan ama sıkıntıları ömür boyu sürecek, gelecek kuşaklara da sirayet edecek biçimde karşı karşıya kalınan projelerin kentsel dönüşümle alakası olup olmadığı da iyi incelenmelidir.
Ayrıca kentsel bir dönüşüm projesinde, ekonomik ve sosyal boyutunun iyi irdelenmiş, katılımcı, paylaşımcı, mekân müdahaleleri barındırmayan, mülksüzleştirme gayesi gütmeyen, asla mağdur etmeyen bir çizgide olduğuna ve yoksullaştırıcı, yoksunlaştırıcı, büyük sermayeye kaynak aktarıcı bir işlevselliği olmadığını araştırmak, inanmak ve inandırılmak her yurttaşın en temel hakkıdır.
Kentsel dönüşüm; “ Alt gelir gruplarının zor bela edindikleri yaşam alanlarından tasfiyesi, yoksulların evlerinden barklarından mahallelerinden, semtlerinden vilayetlerinden gönüllü, yarı gönüllü veya metezori tahliyeleriyle oluşturulan alanların halk ve kamu yararı gözetilmeden değerlendirilmesi değildir. Boşaltılan alanların akıl ötesi rant projelerine, yüksek gelirlilere arzı muhtemel lüks konutlara dönüştürülmeden ahalinin de çağdaş, yaşanabilir, sürdürülebilir bir kent ve çevrede yaşama garantisi veren projelere yönelinmelidir. rant odaklı kent girişimciliği yerine insan odaklı kent dönüşümü sistemi önemsenmelidir.
Kentsel dönüşüm projeleri “ve uygulamaları yeterince denetlenmezse üst gelir grupları için bulunmaz nimet, orta ve alt gelir grupları için ise en başta barınma hakkı olmak üzere bir dizi hak ihlalleri ve mağduriyet oluşturur. Her şey bir yana insanları blok beton kutulara hapsetmek de kentsel dönüşümün mantığı ile bağdaşmaz.
Temel sorunu çözme inancı ve bilincine uymayan, yeni somut çözüm önerileri sunmayan küçük, orta ve büyük dönüşüm ve yenileme projeleri yık-yapçı mantıktan öteye geçemez. Sonuçta böyle uygulanan kentsel dönüşüm projeleri kangren olmuş yaraya da asla çözüm olmaz.
Şu fakir ilçe bir yanı TEM Diğer yanı E5 olan İstanbul ikinci bölgenin en değerli ilçesi. Aslında ahalisi bilmiyor olsa da en zengin ilçe. Bu iki transit yol arasındaki binalar olsun, boş arsalar olsun en değerli toprak parçası. Neredeyse bulunmaz Hint kumaşı. Böyle olunca özellikle Esenlerin giriş ve çıkış mahalleleri kentsel dönüşüm adına her görenin, bilenin, duyanın iştahını kabartıyor.
Ancak şimdiye kadar olan dönüşümler irdelendiğinde “kentsel dönüşüm” ilçede sahte imaj ve montaj doğrultusunda ilerliyor.
Ayrıca her toplumsal girişime inceden sen yapamazsın ben yapacağım mesajı da var…
Kentsel dönüşüm sen yapamazsın ben yapacağım, yarışı içinde güncellendiğinde tahrip etmeden ve talana uğratmadan sonuç elde etmek ise bir hayli güç. Hele lokasyon açısından getirisi bol bölgelerde her türlü projeye ilişkin en üst düzey uzlaşı gerekir.
O halde uygulanabilirliği olan ve düşünülen projeler; çözüm önerileri alınmadan, uygulamalar tartışılmadan veya tartıştırılmadan, yenileme ve dönüşümde uygulanacak model derinlemesine planlanıp programlanmadan, bölgesel, kentsel, kırsal ölçekte, nazım imar planları doğrultusunda gereğince ele alınmadan, hak hukuk çerçevesinde adilane değerlendirilmeden, yeterince sorgulanmadan hayata geçirilemez.
O yüzden taraflar buradayız diyebilmeli ve birlikte çözüm üretecek platformlarda akıl yarıştırmalıdır…
Ortak aklın önerdiği katılımcı, eşitlikçi, ayrıştırmayan, ötekileştirmeyen, tarihsel dokuyu koruyan, çevreyi bozmayan, kirlenmeyi azaltan, istihdam yaratıcı ve doğal afetlere karşı güvenlikte olmak için binaları yenileme, iyileştirme, dirençlendirme veya yeni mimari anlayışlarla en yeniyi yerinde uygulama projeleri ile dönüştürme gündeme getirilmelidir.
Kentleri olduğu yerde yeniden dönüştürmek dünyanın en zor ve imkânsız görülen işlerinin başında gelir. İnsanı mutlu ve huzurlu kılacak kentler planlamak ve kurmak meselenin özü olarak görülmedikçe de sonuç daima hüsran olur.
Tarihsel sürece bakıldığında kentsel dönüşüm yeni bir olgu değil. Ayrıca depremle gündeme gelmiş de değildir. Elbette özünde rant yatar. Kentsel dönüşüm;“ 19. yüzyılda batıda başlayan ve günümüze dek ulaşmış, uygulandığı ülkelere özgü değişkenlikleri de içeren bir kentsel yenileme, kenti soylulaştırma projesidir. Zamanla küçük, büyük, ağır sanayinin şehir merkezleri dışına taşınmasıyla geride kalan, oluşan harabe alanların, izbe görüntülerin iyileştirilmesi kentsel dönüşümün başlıca nedenidir. Yani kentsel dönüşüm özünde sosyo-ekonomik ve fiziki yeni çevreler, yeni şehirler oluşturma gayretidir. Bir başka deyişle sanayi artığı atıl bölgeleri yeniden canlandırma ve hareketlendirme yöntemidir.”
Şu fakir ilçe ve komşularında da bu durum geçerlidir. Örneğin Metris, Cezaevi ve Şişecam’dan boşalan yerlerin bu yönde kullanılması gibi. Eğer projeler doğru uygulanırsa burada siyasal çekişmeler ve çelişkiler dışında bir sorun yok. Mesele küçük orta ölçekli veya mahalle bazlı büyük dönüşümlerde ortaya çıkıyor.
Yani yetki ve sorumluluk kentlilerle paylaşılmadan, uygulanabilirliği hayata geçirilişi hiç tartışılmamış, ani emir ve kararlarla habitat dışı yöntemlerle yol haritası belirleniyor. Deprem odaklı yenilenme, kentsel dönüşüm denilerek alanlar hesapsız kitapsız arsızca metalaştırılıyor. Hazine arazileri bir çırpıda özelleştiriliyor. Kentlerin mevcut yaşam alanları artırımlarla ultra betonlaştırılyor. Başta savunulan ‘depreme önlem’ teması unutuluyor. Ve Kentsel dönüşüm üst üste yığılmış beton bloklardan oluşan çağ hapishaneleri kuruyor. Zaten kentler geleneğin ve çağın gereklerine göre dizayn edilmiyorsa dönüşüm değil başka bir şey yapılmış olur.
Özellikle vatandaşı hissettirmeden ve kamuoyuna çaktırmadan inceden inceye mağdur eden veya edecek izlenimi veren, nedense hangi beklentileri karşılamak için mağduriyet riskini en aza indirgeyememiş, afet riskini de azaltmaktan oldukça uzak, projelere onay vermek çok baş ağrıtır. Riskli alan-riskli yapı ilanı, papyonvari, planı projesi, yedeği olmayan, parçalı-parçacı anlayışla övünç meselesi yapılarak iki sene de kotarılan ama sıkıntıları ömür boyu sürecek, gelecek kuşaklara da sirayet edecek biçimde karşı karşıya kalınan projelerin kentsel dönüşümle alakası olup olmadığı da iyi incelenmelidir.
Ayrıca kentsel bir dönüşüm projesinde, ekonomik ve sosyal boyutunun iyi irdelenmiş, katılımcı, paylaşımcı, mekân müdahaleleri barındırmayan, mülksüzleştirme gayesi gütmeyen, asla mağdur etmeyen bir çizgide olduğuna ve yoksullaştırıcı, yoksunlaştırıcı, büyük sermayeye kaynak aktarıcı bir işlevselliği olmadığını araştırmak, inanmak ve inandırılmak her yurttaşın en temel hakkıdır.
Kentsel dönüşüm; “ Alt gelir gruplarının zor bela edindikleri yaşam alanlarından tasfiyesi, yoksulların evlerinden barklarından mahallelerinden, semtlerinden vilayetlerinden gönüllü, yarı gönüllü veya metezori tahliyeleriyle oluşturulan alanların halk ve kamu yararı gözetilmeden değerlendirilmesi değildir. Boşaltılan alanların akıl ötesi rant projelerine, yüksek gelirlilere arzı muhtemel lüks konutlara dönüştürülmeden ahalinin de çağdaş, yaşanabilir, sürdürülebilir bir kent ve çevrede yaşama garantisi veren projelere yönelinmelidir. rant odaklı kent girişimciliği yerine insan odaklı kent dönüşümü sistemi önemsenmelidir.
Kentsel dönüşüm projeleri “ve uygulamaları yeterince denetlenmezse üst gelir grupları için bulunmaz nimet, orta ve alt gelir grupları için ise en başta barınma hakkı olmak üzere bir dizi hak ihlalleri ve mağduriyet oluşturur. Her şey bir yana insanları blok beton kutulara hapsetmek de kentsel dönüşümün mantığı ile bağdaşmaz.
Temel sorunu çözme inancı ve bilincine uymayan, yeni somut çözüm önerileri sunmayan küçük, orta ve büyük dönüşüm ve yenileme projeleri yık-yapçı mantıktan öteye geçemez. Sonuçta böyle uygulanan kentsel dönüşüm projeleri kangren olmuş yaraya da asla çözüm olmaz.
15 Şubat 2017 Çarşamba
KÖŞE VE KÖŞE DÖNME SEVİCİLİĞİ
KÖŞE VE KÖŞE DÖNME SEVİCİLİĞİ
Dönülecek köşeleri ve köşe dönmeyi, köşe dönenleri pek seviyor bu memleket. Özellikle siyasal veya sosyal yaşamın kaşla göz arası köşe dönücülerine ise açık veya aleni aşk besliyor şu millet. Bu besleme alışkanlık yeni bir sevi ve sevicilik formatı sokuyor aşk literatürüne. İllet olmamak elde değil ama hayrı olmayan bir sayrı…
Bu köşe ve köşe dönme seviciliği yüzünden memleket resmen uçurumun kenarında. Millet kızıl kaosun içine içine çekilme aşamasında. Memleket evladı ateşli silahların hâkim olduğu bir köhne bataklığın can pazarında. Memleket ortamı ortaçağın karanlığına denk bir sisteme zorlanma aylarında. Etliye sütlüye karışmadan bir köşeye çekilip köşe olanlar ise yüzünü dönecek köşeler arıyorlar hala. Kıbleler şaşmış, bir köşeye kurulup on yılların klişelerini ballı bedel karşılığında kiliseleştirenler en gözde makamlara kuruluyor. İcraatlar ve denilenlere inanmayan, bol kepçe yenilenlere hayıflanan, direnme işini baş tacı edenler ise kıyı köşe sindiriliyor. Bir esenlik karşıtı maraza.
Şu memleket böylesine gergin günler yaşıyorsa eğer, gerçekten köşeler ve köşe dönme seviciliği yüzünden. Sadece anı yaşarlar veya yaşar yaşamazlar yüzünden her şey. Yaşadıkça da akıllanmayıp kanıksayanlar nedeniyle bu kriz. Köşe dönücü hissine katılıp, oraya buraya takılıp bürünmüşler ve büyüklenmişler yüzünden bu sapkın sevi yüklemesi.
Ve şu garip memleket sessiz sedasız, pürüzsüz belasız, bir alacakaranlık serinliğine mahkûm ise eğer haksız yere bir köşeye atılıp hapis cezası kesilenler yüzünden…
Ve bir köşede bekletilip sırası bir türlü gelmeyenler çoğaldıkça sözde memleket sevgisi rüzgâr ekip fırtına biçenlerle, suskunluğu meslek edinenlere kalıyor. Şimdi öyle arada bir on yıllarca yıllık cezaları göze alarak köşe yazıları karalamaya, bir güzel karalama ilanlarının önü kesilmez ise eğer düzelmez ortalık. Düzelmez bu işler.
Bir köşeden her köşeye sızıp din aromalı siyasal krema tadında köşe yazılarıyla zifiri karanlığın çöküşünü aklayanlar da köşelerden en köşe dönünce müthiş formüller çıkar ortaya. Özgü başkanlık gibi. Bu plastik köşeli kurşun kalemler yüzünden gelindi bu noktaya. Dara çekildi memleket. Köşe dönmek üzerine kurgulanmış dünya görüşlerinin çoğu, zamanlı zamansız din iman mezhep üçgeninde hala geleceği eşeliyor. Köşe dönücüler eşliğinde bu peşi sıra kısır dönemler yaşam tarzlarına ağır hasar verilmiş bir topluma endeksleniyor. Hep bir şeyler unutuluyor unutturuluyor. Nice bahanelerle de memleket uyutuluyor. Hep köşe dönme, köşe dönmüşler ve gözü dönmüşler sevdası.
Bu köşeci uyanıklar grubu günahına sevabına aldırmadan yapıp ettikçe de köşeleri dönüyorlar. Bu karanlık âlemde bir köşeye oturup kaba veya sapa güçle avına çöken karanlık yüzlerle amansız mücadele etmek de bu yüzden günden güne zorlaşıyor. Birbirinden hiç farkı kalmamış bu köşe dönücülerin, köşecilerin ve yol ile hasat kesicilerin bir köşede unutulup unutturulup muhafazakârlık ambalajıyla tekrar tekrar kaplanmaları da başka mesele. Ayrıca etaplar halinde köşe döndüren bir araca döndürülen bu mutabakat ile ataya da gök kubbeye de ayıp ediliyor. Tanrının gök kubbenin ve toprağın altında, fezanın her köşesini görüp bildiği görmezden geliniyor.
Tek hedef sırça köşklere çökmek. Köşe dönmek zümrütten bir kâse, altından bir köşe farz ediliyor. köşe ve köşe dönmek meselesi memleketin resmi dili oluyor. Başlar sapıtılıyor, saptırılıyor. Baştan çıkmak veya baştan çıkarma kalitesiz egemenlik kurmanın vazgeçilmezliğidir. Kof iktidar kurmak, korumak ve egemenlik kurmak köşe dönücülüğün temellidir. Bu gün değil on yıllar önceden cereyan eden bir kasar döngüdür.
Köşe dönme seviciliği düşünce ve bakış açısına göre değişiklikler gösterir ama görgüsüzlük ilk belirtidir şu fakirleşmenin. Memleketin zenginliğine çöken, öykünenler yüzündendir bu sakar sevicilik. Kendi derdine düşmüş milleti köşeli düşünmeye ve köşe dönenlere, köşe dönmüşlerin ve döndürücüleri peşine takılmaya zorlayan da bu illet sevidir.
Şu referandum ayıracıyla, son günlerde on yıllardır uğraşılıp yaratılan bu gelenekçi muhafazakar milli iradenin de pek seviyor görünmediği bir dönemece evrildi memleket. Köşe dönücülük tutkusuyla hala en iyi köşe dönene aşkı ilan ediliyor olunsa da karşı konulmaz hafiflik veya kaldırılamaz ağırlık dolaşıyor aklın kıyı köşelerinde. Köşe tutmanın, köşe kapmaca oynamanın ciddi tehlikeleri de barındırdığı bir nebze de olsa görüldü.
Köşeye kurulmak önemlidir. Hele hele başköşeye kurulmak en önemlidir. Bu köşe seviciliğinin başka da sonu yoktur. Gerçi başı da sonu da yoktur. Lakin dayatılan rol odur ki köşe döner modelin başı kıçı oynamalıdır. Yanar döner olmalıdır. Kıyı köşe binbir numara oyun atılmalıdır. Ve köşeci kuklalar hakkıyla oynatılmalıdır. Son tahlilde oryantalist bir makam düşkünlüğüdür, ne pahasına olursa olsun köşe dönmek dönekliği.
Şimdi o dönemeçte memleket. Hayır, ve bereket ise seçici tavrıyla siyasal veya sosyal yaşamda köşe, köşe dönme ve köşe dönmüş seviciliğini terki diyar etmekte…
Dönülecek köşeleri ve köşe dönmeyi, köşe dönenleri pek seviyor bu memleket. Özellikle siyasal veya sosyal yaşamın kaşla göz arası köşe dönücülerine ise açık veya aleni aşk besliyor şu millet. Bu besleme alışkanlık yeni bir sevi ve sevicilik formatı sokuyor aşk literatürüne. İllet olmamak elde değil ama hayrı olmayan bir sayrı…
Bu köşe ve köşe dönme seviciliği yüzünden memleket resmen uçurumun kenarında. Millet kızıl kaosun içine içine çekilme aşamasında. Memleket evladı ateşli silahların hâkim olduğu bir köhne bataklığın can pazarında. Memleket ortamı ortaçağın karanlığına denk bir sisteme zorlanma aylarında. Etliye sütlüye karışmadan bir köşeye çekilip köşe olanlar ise yüzünü dönecek köşeler arıyorlar hala. Kıbleler şaşmış, bir köşeye kurulup on yılların klişelerini ballı bedel karşılığında kiliseleştirenler en gözde makamlara kuruluyor. İcraatlar ve denilenlere inanmayan, bol kepçe yenilenlere hayıflanan, direnme işini baş tacı edenler ise kıyı köşe sindiriliyor. Bir esenlik karşıtı maraza.
Şu memleket böylesine gergin günler yaşıyorsa eğer, gerçekten köşeler ve köşe dönme seviciliği yüzünden. Sadece anı yaşarlar veya yaşar yaşamazlar yüzünden her şey. Yaşadıkça da akıllanmayıp kanıksayanlar nedeniyle bu kriz. Köşe dönücü hissine katılıp, oraya buraya takılıp bürünmüşler ve büyüklenmişler yüzünden bu sapkın sevi yüklemesi.
Ve şu garip memleket sessiz sedasız, pürüzsüz belasız, bir alacakaranlık serinliğine mahkûm ise eğer haksız yere bir köşeye atılıp hapis cezası kesilenler yüzünden…
Ve bir köşede bekletilip sırası bir türlü gelmeyenler çoğaldıkça sözde memleket sevgisi rüzgâr ekip fırtına biçenlerle, suskunluğu meslek edinenlere kalıyor. Şimdi öyle arada bir on yıllarca yıllık cezaları göze alarak köşe yazıları karalamaya, bir güzel karalama ilanlarının önü kesilmez ise eğer düzelmez ortalık. Düzelmez bu işler.
Bir köşeden her köşeye sızıp din aromalı siyasal krema tadında köşe yazılarıyla zifiri karanlığın çöküşünü aklayanlar da köşelerden en köşe dönünce müthiş formüller çıkar ortaya. Özgü başkanlık gibi. Bu plastik köşeli kurşun kalemler yüzünden gelindi bu noktaya. Dara çekildi memleket. Köşe dönmek üzerine kurgulanmış dünya görüşlerinin çoğu, zamanlı zamansız din iman mezhep üçgeninde hala geleceği eşeliyor. Köşe dönücüler eşliğinde bu peşi sıra kısır dönemler yaşam tarzlarına ağır hasar verilmiş bir topluma endeksleniyor. Hep bir şeyler unutuluyor unutturuluyor. Nice bahanelerle de memleket uyutuluyor. Hep köşe dönme, köşe dönmüşler ve gözü dönmüşler sevdası.
Bu köşeci uyanıklar grubu günahına sevabına aldırmadan yapıp ettikçe de köşeleri dönüyorlar. Bu karanlık âlemde bir köşeye oturup kaba veya sapa güçle avına çöken karanlık yüzlerle amansız mücadele etmek de bu yüzden günden güne zorlaşıyor. Birbirinden hiç farkı kalmamış bu köşe dönücülerin, köşecilerin ve yol ile hasat kesicilerin bir köşede unutulup unutturulup muhafazakârlık ambalajıyla tekrar tekrar kaplanmaları da başka mesele. Ayrıca etaplar halinde köşe döndüren bir araca döndürülen bu mutabakat ile ataya da gök kubbeye de ayıp ediliyor. Tanrının gök kubbenin ve toprağın altında, fezanın her köşesini görüp bildiği görmezden geliniyor.
Tek hedef sırça köşklere çökmek. Köşe dönmek zümrütten bir kâse, altından bir köşe farz ediliyor. köşe ve köşe dönmek meselesi memleketin resmi dili oluyor. Başlar sapıtılıyor, saptırılıyor. Baştan çıkmak veya baştan çıkarma kalitesiz egemenlik kurmanın vazgeçilmezliğidir. Kof iktidar kurmak, korumak ve egemenlik kurmak köşe dönücülüğün temellidir. Bu gün değil on yıllar önceden cereyan eden bir kasar döngüdür.
Köşe dönme seviciliği düşünce ve bakış açısına göre değişiklikler gösterir ama görgüsüzlük ilk belirtidir şu fakirleşmenin. Memleketin zenginliğine çöken, öykünenler yüzündendir bu sakar sevicilik. Kendi derdine düşmüş milleti köşeli düşünmeye ve köşe dönenlere, köşe dönmüşlerin ve döndürücüleri peşine takılmaya zorlayan da bu illet sevidir.
Şu referandum ayıracıyla, son günlerde on yıllardır uğraşılıp yaratılan bu gelenekçi muhafazakar milli iradenin de pek seviyor görünmediği bir dönemece evrildi memleket. Köşe dönücülük tutkusuyla hala en iyi köşe dönene aşkı ilan ediliyor olunsa da karşı konulmaz hafiflik veya kaldırılamaz ağırlık dolaşıyor aklın kıyı köşelerinde. Köşe tutmanın, köşe kapmaca oynamanın ciddi tehlikeleri de barındırdığı bir nebze de olsa görüldü.
Köşeye kurulmak önemlidir. Hele hele başköşeye kurulmak en önemlidir. Bu köşe seviciliğinin başka da sonu yoktur. Gerçi başı da sonu da yoktur. Lakin dayatılan rol odur ki köşe döner modelin başı kıçı oynamalıdır. Yanar döner olmalıdır. Kıyı köşe binbir numara oyun atılmalıdır. Ve köşeci kuklalar hakkıyla oynatılmalıdır. Son tahlilde oryantalist bir makam düşkünlüğüdür, ne pahasına olursa olsun köşe dönmek dönekliği.
Şimdi o dönemeçte memleket. Hayır, ve bereket ise seçici tavrıyla siyasal veya sosyal yaşamda köşe, köşe dönme ve köşe dönmüş seviciliğini terki diyar etmekte…
12 Şubat 2017 Pazar
İŞBİRLİKÇİ İÇGÜÇLER VE DIŞ MİHRAK…
İŞBİRLİKÇİ İÇGÜÇLER VE DIŞ MİHRAK…
Yakın tarihte yaşananlar iyice irdelendiğinde, olaylara objektif bakıldığında ders alınması gereken birçok gerçekle karşılaşılır. Biri yerli işbirlikçi iç güçler ve dış mihraktır…
Belli isimlerle simgeleşen, emperyalistlerle bütünleşen işbirlikçi iç güçler ve dış mihrak öyle bir güçlenmiş, güçlendirilmiş ki tüm çatışmaların temeli o. Suçlu onlar. Gözler bazen görmeyebilir ama kalp duyar. Nice siyasi davalar vardır düşer veya beraatla sonuçlanır. Ancak akıllarda kalan ve yer tutan hep o en baştaki tutuklanmalar ve sorgulamalardır. Duruşmaların nasıl yapıldığı, nasıl iddianamelerin olduğu, suçlamaların neler olduğu gibi konular zamanla unutulur. Akılda kalan her şeyin komple düzmece hazırlandığıdır. Komplo oldukları da başka bir konudur.
İşte bu tutuklayıcıları sorgucuları ve kati kararcıları yönlendiren siyasi, militarist kanat ve kanaat önderlerinin tutumlarıdır. Bu kuklaların yaptıklarından ders alınması gerekir. Dersler çıkarmak gerekir. Geçen zamana yazık türden dama tıkılanların boş boşuna içerde yatmalarının hesabını kim verecek o günahkarlar bir bir ortaya çıkarılmalıdır.
Siyaseten sorumlular hep olmayacak bir cümleyi, cümleleri sarf ederler daima. Ama cümle günahtan dış mihrakların emrindeki yerli işbirlikçi güçler ve dış mihrakların işi diye kurtulurlar. Bu kadar kolay olmamalı. Sorgucularınki ise baştan bellidir; doğruları söyle külahları değişiriz. Kara cüppeli kararcılar ise orta karar tavırla emredileni yazarlar, kalem kırarlar. O kadar kolay yırtılmamalı…
Şu fakir memleketin devlet erkan sayılanları, kurum ve kuruluşları öyle incelikli derinlikleri olan komplo teorileri üretir ki dünya şaşar. Komplo kuranlar ise hiç kendilerinden değildir. Üretmeden, türetirler, suçlarlar, tutarlar ve külahlar değişir. Anlaşılmaz, kopyala yapıştır kes, tercüme tutanaklar süreci işletilir. Pabucun pahalı olduğu görülünce de her meseleyi sürece tüm karşı çıkanlara mal ederler ve vebalden sıyrılmaya çalışırlar. Senaryolu sorgulamaların ardından, tam karar aşamasında metazori beyanlar uydurulur. Halk uyutulur.
Bu dış mihrak meselesi her dönem var olan, çözülmesi gereken geçmişten bu güne nice senelere kan doğramış acı bir gerçekliktir. Aslında her karşı direnişi birilerinin adamı olmak veya dış mihrakların işbirlikçileri görmek emperyalist güçlerle yerli işbirliğinin dışa vurumudur. Asıl işbirlikçilerin saklanma metodudur. Ya askeri darbeyle veya sivil diktayla bir süre nadasa bırakılır.
Sonraki sıkışmalarda tekrar temcit pilavı başlar. Elbette böyle diyenlerin çıkması da çok doğaldır. Peki, bu dış mihrak veya mihraklara yerli işbirlikçilik kime ne sağlar. Veya sağlamıştır onu ne soran ne de gören var. Eğer durumu kurtarma, günü rahatlatma emperyal gücün teminatlarıyla sağlanacak ise en umulmadık yerden balon patlar. Acayip şekilde güç kaybetmektir. Dünyaya büyüklenilir ama öyle meydan okumayla falan da özgür ve bağımsız bir gelecek kurulamaz. Bir yere kadardır her şey.
Emperyal sermaye dış mihrak olarak işini bitirdiğinde yerli işbirlikçilerinin de işini çaktırmadan bitirir. İster idari pozisyonda ister isyani potada olsun eritilir. güç tükenir. İnsani boyutta ise kısmi devşirmelerle güç kazanılıyormuş gibi gösterilir. Bütün argümanları kullanmak kısa bir rahatlatma sağlar. Sonra memleket batar. Yani ekonomik açıdan durum budur. batar, çıkar, bata çıka ölmemecesine nefeslenir memleket.
Sonuçta bir gerçek vardır ki biten bitirir, memleket batma noktasına getirilir. Dış mihrak odaklı yerli yabancı iç işbirlikçiler memleketi batırır ve iç savaşın kapılarına kadar dayandırır. Her şey dış mihraklar ve işbirlikçi yerli yetiştirmelerin işgüzarlığıdır. Batan memleketin batmasına da gözler yumulur. Ölen yiten çocukların bitmeyişine de. Yumoşlar kendine küçültücü bir dünya kurarlar ve yakın tarihten utanırlar, utanılacak tarihin yazılmasına fırsat veririler.
Kişisel çıkar çatışması, maddi zenginlik çarpılması yüzünden büyük sermayenin kanatları altına girilen bu sıkışmanın sonucu da dış mihrak işidir. Emperyal güçlerle işbirlikçi yerli güçler memlekete kara damgasını vuruşu da iç mihrak işidir. Bir işbirliği olduğu kesin. Damgayı yiyenin de yedirenin de kara kışa rağmen kaçıp kurtulmak için hiç çaresi kalmaz. Başka çare yoktur.
Peki, yıllardır sağda solda sallandıkça sallanan ve çok büyük bir sırmış gibi saklanan buyerli işbirlikçi iç güçler ve dış mihrak kimdir. Apaçık belli aslında içi dışı bir olmayanlar. İçinde başka dışında bambaşka olanlar. El ele ayni yola yürüyenler.
Yakın tarihte yaşananlar iyice irdelendiğinde çıkarılacak ders işte aynen budur...
Yakın tarihte yaşananlar iyice irdelendiğinde, olaylara objektif bakıldığında ders alınması gereken birçok gerçekle karşılaşılır. Biri yerli işbirlikçi iç güçler ve dış mihraktır…
Belli isimlerle simgeleşen, emperyalistlerle bütünleşen işbirlikçi iç güçler ve dış mihrak öyle bir güçlenmiş, güçlendirilmiş ki tüm çatışmaların temeli o. Suçlu onlar. Gözler bazen görmeyebilir ama kalp duyar. Nice siyasi davalar vardır düşer veya beraatla sonuçlanır. Ancak akıllarda kalan ve yer tutan hep o en baştaki tutuklanmalar ve sorgulamalardır. Duruşmaların nasıl yapıldığı, nasıl iddianamelerin olduğu, suçlamaların neler olduğu gibi konular zamanla unutulur. Akılda kalan her şeyin komple düzmece hazırlandığıdır. Komplo oldukları da başka bir konudur.
İşte bu tutuklayıcıları sorgucuları ve kati kararcıları yönlendiren siyasi, militarist kanat ve kanaat önderlerinin tutumlarıdır. Bu kuklaların yaptıklarından ders alınması gerekir. Dersler çıkarmak gerekir. Geçen zamana yazık türden dama tıkılanların boş boşuna içerde yatmalarının hesabını kim verecek o günahkarlar bir bir ortaya çıkarılmalıdır.
Siyaseten sorumlular hep olmayacak bir cümleyi, cümleleri sarf ederler daima. Ama cümle günahtan dış mihrakların emrindeki yerli işbirlikçi güçler ve dış mihrakların işi diye kurtulurlar. Bu kadar kolay olmamalı. Sorgucularınki ise baştan bellidir; doğruları söyle külahları değişiriz. Kara cüppeli kararcılar ise orta karar tavırla emredileni yazarlar, kalem kırarlar. O kadar kolay yırtılmamalı…
Şu fakir memleketin devlet erkan sayılanları, kurum ve kuruluşları öyle incelikli derinlikleri olan komplo teorileri üretir ki dünya şaşar. Komplo kuranlar ise hiç kendilerinden değildir. Üretmeden, türetirler, suçlarlar, tutarlar ve külahlar değişir. Anlaşılmaz, kopyala yapıştır kes, tercüme tutanaklar süreci işletilir. Pabucun pahalı olduğu görülünce de her meseleyi sürece tüm karşı çıkanlara mal ederler ve vebalden sıyrılmaya çalışırlar. Senaryolu sorgulamaların ardından, tam karar aşamasında metazori beyanlar uydurulur. Halk uyutulur.
Bu dış mihrak meselesi her dönem var olan, çözülmesi gereken geçmişten bu güne nice senelere kan doğramış acı bir gerçekliktir. Aslında her karşı direnişi birilerinin adamı olmak veya dış mihrakların işbirlikçileri görmek emperyalist güçlerle yerli işbirliğinin dışa vurumudur. Asıl işbirlikçilerin saklanma metodudur. Ya askeri darbeyle veya sivil diktayla bir süre nadasa bırakılır.
Sonraki sıkışmalarda tekrar temcit pilavı başlar. Elbette böyle diyenlerin çıkması da çok doğaldır. Peki, bu dış mihrak veya mihraklara yerli işbirlikçilik kime ne sağlar. Veya sağlamıştır onu ne soran ne de gören var. Eğer durumu kurtarma, günü rahatlatma emperyal gücün teminatlarıyla sağlanacak ise en umulmadık yerden balon patlar. Acayip şekilde güç kaybetmektir. Dünyaya büyüklenilir ama öyle meydan okumayla falan da özgür ve bağımsız bir gelecek kurulamaz. Bir yere kadardır her şey.
Emperyal sermaye dış mihrak olarak işini bitirdiğinde yerli işbirlikçilerinin de işini çaktırmadan bitirir. İster idari pozisyonda ister isyani potada olsun eritilir. güç tükenir. İnsani boyutta ise kısmi devşirmelerle güç kazanılıyormuş gibi gösterilir. Bütün argümanları kullanmak kısa bir rahatlatma sağlar. Sonra memleket batar. Yani ekonomik açıdan durum budur. batar, çıkar, bata çıka ölmemecesine nefeslenir memleket.
Sonuçta bir gerçek vardır ki biten bitirir, memleket batma noktasına getirilir. Dış mihrak odaklı yerli yabancı iç işbirlikçiler memleketi batırır ve iç savaşın kapılarına kadar dayandırır. Her şey dış mihraklar ve işbirlikçi yerli yetiştirmelerin işgüzarlığıdır. Batan memleketin batmasına da gözler yumulur. Ölen yiten çocukların bitmeyişine de. Yumoşlar kendine küçültücü bir dünya kurarlar ve yakın tarihten utanırlar, utanılacak tarihin yazılmasına fırsat veririler.
Kişisel çıkar çatışması, maddi zenginlik çarpılması yüzünden büyük sermayenin kanatları altına girilen bu sıkışmanın sonucu da dış mihrak işidir. Emperyal güçlerle işbirlikçi yerli güçler memlekete kara damgasını vuruşu da iç mihrak işidir. Bir işbirliği olduğu kesin. Damgayı yiyenin de yedirenin de kara kışa rağmen kaçıp kurtulmak için hiç çaresi kalmaz. Başka çare yoktur.
Peki, yıllardır sağda solda sallandıkça sallanan ve çok büyük bir sırmış gibi saklanan buyerli işbirlikçi iç güçler ve dış mihrak kimdir. Apaçık belli aslında içi dışı bir olmayanlar. İçinde başka dışında bambaşka olanlar. El ele ayni yola yürüyenler.
Yakın tarihte yaşananlar iyice irdelendiğinde çıkarılacak ders işte aynen budur...
11 Şubat 2017 Cumartesi
MEMLEKET HAYRA DURDU…
Yıllarca ayarlarıyla oynandı memleketin. Oyun üstüne oyun, oynama üzerine oynamalar ayarı iyice bozdu. Saf ayar bozulunca memleket de bozuldu. Her şey bir yana özellikle din, hedeflenen siyasi sürece, ideolojilere ve günlük siyasi gelişmelere sarf edildikçe siyasallaştı. Toplum siyasallaşan din tandanslı eğilip büküldükçe de memleket tam bozuldu.
Şimdi apaçık belirginleşen bu bozukluğu hayra çevirmek şu asil milletin tekelinde.
Son yıllarda tek tek, toptan ve sıkça değişti her şey. Siyasiler sadece dünün karanlığına ulaşabildi, ulaştıkça da toplumu keskinleştirdi. Bu keskinleştirme yarına akan günleri de gerisingeri değiştirdi. Değişim dünün karanlığına koşut yaşama yeni acılar, dertli anılar istifledi. Ve umutlar tükendi. Umut olmadan yaşanmaz ama alan satanların ikamet ettiği en tepeye niceleri dadandı. Orada o yüksek rakımda daha başka kimlerin ikamet ettiği de belirsiz. Belli belki ama korku dağları beklemeye başladı. Söyleyemiyor kimseler.
Şimdi imparatorluk kuran korkuyu hayra çevirmek korkutmayla değişmeyenlerin azminde…
Memlekette ayar zaafı başlayıp, moral değerler de çökünce ele geçen fırsatı değerlendirmeler mermerden kulelerde tepeleme birikti. Oradaki hava da karardıkça karardı. En güzel manzaralar gri betona gömüldü. Mayasında olanlar olmayanlar havaya girdi. Havalandı ve yükseldi. Öyle ki niye girdaba kapıldığını, hangi dini perspektife göre kurtulabileceğini bile umursamayan bir güruh oluştu. Oysa hepsi olmasa da çoğu her şeyi din iman adına yapan tipi tiplerdi. Bir kez ayarı bozulmuştu hayatın. Ayarlar bozulunca da memleket bozuldu. Devlet çöktü.
Şimdi dip yapan şu fakir memleketi yeniden fabrika ayarlarına döndürmek alın teriyle yaşam sürenlerin pençesinde…
Emek ve insan odaklı dünyalar bile Tanrı ve din merkezli öteki dünyaların hevesine kapıldı. Avlularda avlandı, ağulandı. Onlar ki, zamanın sildiği karaladığı müfredat üzerinden, ilgiyi ve bilgiyi hep kurcaladılar. Saklı defineyi kucakladılar. Ve kalsam da bir gitsem de bir türdeş itiraflar ile herkesle ittifak yaptılar. Göz göre göre yeni bir düzen tescilleniyor olunmasına göz yumuldu. Siyaseten sürekli yanılmalar, dinen koyulmuş yasaklar ile cebelleştiler. Bir cibilliyet ve standart sapma mekanizması kuruldu ve ayarlar iyice bozuldu. Hangi gerçek hangisi yanlış, yanlışlar hangi gerçekliğin uzantısıdır birbirine karıştırıldı. Bilmek gerekirdi ama bilmek zorlaştırıldı. Görmek gerekirdi ama kanıtlar ıraklaştırıldı. İyi algılamak gerekirdi ama salgı çoğaltıldı. Yapılabilenler kısıtlı kaldı ve kısıtlı imkânlarla direnilebildi. En doğrusunu yaptık ettik doğrultusunda, doğru doğru olmaktan da çıkarıldı. Sahte ayarlarla memleketin ahengi bozuldu.
Şimdi bunca suçlu ayarsızlığı hayra döndürmek en sabırlıların bile sabrının tükenmesinde…
Tüketilen kıymetler deryasında, abartılan kimlikler, apartılan titrlar, yalan dolan imajlar gökten yağarmışçasına yağan hisse ortalığından yağlanınca cıvatalar da gevşedi. Ayaklar dolaştı akıl bunca kısa sürede onca varlığa gark olmaya şaştı. Kargaların bile güleceği memleket değişiyor, dönüşüyor, büyüyor hikâyesi ile bu kez ayarlar sıfırlandı. Havuz başına, kerevetin başköşesine oturanlar servete bulanınca ipe un serildiği de kısmen anlaşıldı. Ama toplumun dini ayarlarıyla da oynandığından tıs çıkmadı. Ses gelmedi. Yani yükselme ve kazanma üzerine kurulmuş bir din bezirgânlığı şu bereketli topraklara bir kere belenmişti. Her şey ama her şey ferdi çıkarlara koşut ve din tabana dönük olabildiğince kullanıldığından ayarlarla oynama hız kesmedi. Ortalık yalama doldu. Yalakalık bollaştı. Asil millet ve fakir memleket soyuldu.
Şimdi bunca soygun sonrası fakirleşmeyi hayra yükseltmek fukaranın sağ ve sol avuçlarında...
Gözünü budaktan sakınmayan kişiler ve bu kişilerin içinde bulunduğu kişilikli kurum ve kuruluşların da ayarlarıyla oynandı. Hepsi yeniden kurgulandı. Montajcıların içeride ve dışarıda kullandıkları dil birbirine tamamen zıt olunca felek de şaştı. Ve dünya arenasında sırt mindere yapıştı. Bayat bir siyasi proje peşinde koşan koşturan cenah bu yenilgilerden ders çıkarmadı. Her bir şeylerin paramparça olmasını asla umursamadı. Hiç bozulmadı. En kolay işler Arapsaçına döndü. Arap baharı açılımlı ve sözde demokrasi temelli yürütülen siyasi programların da ayarı tutmadı. Dil, din, iman, mezhep kardeşliği bir süre dillere dolandı. Ama inandıkları din, dünya dini müsaade etmeyince ilk fırsatta yarenlikten cayıldı. Yüz yılın, bin yılların gerçeği Yurtta Sulh Cihanda Sulh tembihinin ayarlarıyla da oynandı. Teminatlar bozuldu ve savaşçı noktaya gelindi. Bataklığa girilince Memleketin huzuru bozuldu.
Şimdi resmen huzuru bozan bu hazirunu hayra çekilemeyeceğinden istirahate çekmek, nisan ayında çiçeklenecek zeytin dalında…
Tek önemsenen, önemli görülen hedeflenmiş siyaseti sonuca ulaştırmak olunca ideolojilerin de ayarlarıyla oynandı. En sağlam ideolojiler bile son yılların ithal ikame versiyonuna, günün son siyasi verilerine kurban edildi. Ayarsızlık zirve yaptı. Ve sahte ayarlara göre yeni siyaset biçimlendirilip her açmaz da din sayacına bağlanınca ahlaksal bütünleşmede çöktü. Birlik beraberlik te kalmadı. Memleketin dirliği bozuldu.
Şimdi bu kamplaşmaları hayra yönlendirecek pusulayı kaybetmemişlerin resen pusulasında…
Yüz yıla yakın süre olabildiğince güçlü kalan ve olabileceği kadarlık güce odaklı bir değişkenliği kabul eden bir memleketin sabit ayarlarıyla oynandı. Öyle oynandı ki kof güce tapınma arttı ve direnç adına hiçbir şey kalmadı. Özgür düşünce ve özgür irade, özelde tüzelde öz başlıklı ne varsa hemen yalnızlaştırıldı. Emperyalkurnazı kurgu film manevralarıyla devlet anaya yaslanıldı. Devlet bab çarpıldı. Kale içten içe fethedildi. Kendi kalesini kendisi fethedip sevinen, kendi surunu kendi yıkan, kıyamete sur üfleyen bu inlerin peşine takılındı. Bunların topuna ayar olanların peşine ise adam takıldı. Mustan, musibetten kaçmak bile durumu anlatmaya yeter. Yeter de artar. Muz, muhabbet kesildikçe ayar aşımı kurbanlıkların yorumuna yuvalanıldı. Üstüne üstlük ahlaki değerler de çökünce memleket yolsuzluk ambarına yuvarlandı.
Şimdi bu yuvalanmayı hayra yuvarlayacak, yorgun demokratların şahlanışı…
Sonuç itibariyle on yıllarca şu asil Milletin ayarlarıyla olmadık derecede oynandı. Millet düştü, dönüştürüldü. Memleketin ayarları bozulup, Milletin yarısı neredeyse duyarsızlaşınca canım memleket zayıfladıkça zayıfladı. Memleket böyle bozuldu. Ve zemin kaymaya başladı. Ve iş gelip rejime dayandı. Ve celep çalap arasına sıkıştı asil millet. Memleket hayra durdu.
Şimdi bu rejim karşıtlığını hayra evrimleştirmek evliyaların çelebiliğinde…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)