me-DÜN BUGÜN YARIN
Bu yazımda böyle oldu. Kendiliğinden
doğdu. Çünkü dünü yaşayan bugünü, bugünü yaşamayan, geleceği yaşayamaz. Ve de
yazamaz. Değişik günlerden geçiyoruz. Demokrasi ve hukuk treni geri geri
giderse ekonomi ve eğitim ileri gitmez. Gitmediğini de açıkça görüyoruz. Ayrıca
adalete ve demokrasiye inanan halkın, diktatöre ihtiyacı yoktur. Diktatöre
inanan halkın da adalete ve demokrasiye ihtiyacı yoktur. Her alanda ne yazık ki
böyle bunu da yıllardır söylüyoruz…
Bir kez daha bu
yazımızla tarihe kayıt düşelim, insanlığın varoluş sebebi; Adalet, özgürlük ve
demokrasidir…
Bir kez daha uyaralım,
son uyarımız olsun; haksızlık kılıcını çekip mazlumun üzerine yürüyen zalim, sanma
ki elindeki Zülfikar’dır.
Ayrıca insan ayıran kendi gibi olsun…
Kendinden olmayanı asla
kendinden görmeyenlere de bir cümle yazalım. Suyu toprakla birleştirip, buğday
ekerseniz ürün alırsınız. Bilimi teknolojiyle birleştirip insan yetiştirirseniz
evreni fethedersiniz. Yoksa cümle alem gelir sizi fetheder. Dünü ve bugünü fena
olanın da yarını feda olur. Hiçbir şey değişmez…
Değişmez bir yazgıymış
gibi, bir ülkede ne kadar çok yasa çıkartılıyorsa ve değiştiriliyorsa, katı kural
konup kesin emir veriliyorsa, o ülkede o kadar çok yoksulluk ve yolsuzluk
vardır ki işte o saklanmak isteniyor demektir. Zaten
insanlar kazandıkları alışkanlıklardan da kolay kolay vazgeçmez.
Yazımın burasına da bir
atadeyimi koyayım, ‘sana hırsızlığı öğreten hırsız öldükten sonra bile çalmaya
devam edersin.’ Çünkü sende alışkanlık yapmıştır. Bu yersiz alışkanlıklara ek
olarak akla yerleşen ise ‘sen bizdensin’ edebiyatıdır…
Sen bizdensin. Fıkra bu
ya, çok eski bir krallıkta halk çok yoksullaşmış. Nüfus ve yoksulluk artmış. Bir
tarafta açlık diğer tarafta işlenen hırsızlık suçları. Kral en çok suç işleyen
hırsızları meydana toplamış. Yankesiciler sağ tarafa kapkaççılar sol tarafa geçsin
demiş. Geçmişler. Bir adamsa ortada bekliyormuş.
Kral; sen niye orda duruyorsun yerine
geçmiyorsun deyince,
Adam; Kralım, ben hem yankesiciyim hem kapkaççıyım
nerde durayım.
Kral;
‘sen bizdensin’ arka tarafıma geç…
Bu yazımın bana göre
ana fikri bu fıkranın içinde, hırsız malını çaldığı ev sahibini savunursa pek inandırıcı
olmaz…
Bu kara yazgı günlerinde
bilmeyenler bilsin bizi, Dünya denen handa dostuz. İnsanlar doğduklarında masumdur, öldüklerinde günahkâr. Kendimizi de biliriz,
Ayrıca ateşle suyu yakamazsın, suyla ateşi söndürebilirsin. Hala
pişmekte, için için yanmaktayız…
Bu yazımda öyle olsun, bencileyin
dünden bugüne, umut dolu yarınlara, tüm dostlara…
NG-8 MART DÜNYA
KADINLAR GÜNÜ
Kadınlar için özel gün
olur da anılmaz mı? Anılır elbet. Özel gün olması aslında tuhaf ta malum ezilen
kesim olunca kutlaması yapılıyor…
Bu yıl ki yazımı
kadınlar ve kız çocuklarına yapılan hiç bitmeyen taciz ve tecavüzler için
yazmayı düşünürken şehitlerimiz oldu maalesef. Ülkemizin yarayan kanası hiç bitmeyen
çilemiz şehitlerimiz ve yine ateş düştüğü yeri yakar aileleri, anaları. Teröre
kurban gitmeseler de devlete emanet edilen yavrularımız ve değerli
komutanlarımız. Onüç eve ateş düştü, anaların, eşlerin, evlatların hele ki çocukların
yüreğine.
Doyasıya kutlayamadık, kutlayamayacağız
günümüzü yine. Hiç Kutlatmadılar zaten. Kadın doğurur, büyütür, gözünden
sakınır sonra doğurduğu erkeği, yavrusu için göz yaşı döker ya sevdiği erkek
tarafından dövülür öldürülür, ya da en yakını erkek tarafından hem tacize uğrar,
olmadı öldürülür.
Yıllarca analar
ağlamasın dedik, çoğunluğu erkek olan TBMM üyeleri başaramadılar, konuşarak
havanda su dövdüler, arada birbirlerini dövdüler, dövüşerek yine kendi hem
cinslerine örnek oldular. Kadına şiddete dur demek için gerekli çalışmalar
yapılamadı, önlemler alınamadı. Eğitimin yine yerle bir olması için birlikte
hareket ettiler, at, avrat, silah sloganı nedense hep şan şeref yerine geçti.
Kadınlar gününü bir
kere olsun davulla zurnayla, dans ederek kutlamamıza izin verin ya da bizlere
yol verin oturduğunuz koltuklardan kalkın biz oturalım. Devlet sorunlarına anne
eli değdirelim, kadın iç güdüsü katalım.
Hep diyorum kadın
sorunlarını yine kadınlar çözer. Yaptığınız iş meydanda ne ölmekten
kurtarabildiniz ne de çocukları gelin etmekten. Ne savaştan kurtarabildiniz ne
de cahillikten. Kadına değer vermeyen toplum cahil kalmaya, açlık çekmeye, başka
ülkelerin oyuncağı olmaya mahkumdur. Kadının meclise girmesi için kota
vereceksiniz de lütfedeceksiniz. Sizler böyle yaptıkça ne o meclis huzur bulur
ne de memleket.
Anaların, kadınların
gözünün yaşı ne size huzur verir ne de memlekete. Haydi yumuşak koltuklardan
kaldırın poponuzu devredin görevlerinizi bize. Bizdeki yüreklerin binde biri
sizde olsa çözerdiniz bu işi.
Tarihte saklı, özel gün
oluşunun nedeni. Hiç değilse 8 Mart dünya emekçi kadınlar günü nasıl bir gün
bir göz atın yeter. Okuyun biraz, tarih okuyun. Tarihten ders alın. Yoksa o
tarih sizi yazmaz, yazarsa da işte öyle yazar…
CANDARA-CENDERE...
Yine uzak farazi, yakın marazi kıyamet koptu. Hiç yoktan acı fırtınası. Beyaz ölüm. Şimdi
şehitler üzerinden telepatik sağaltma yaşatılır. Hilekâr ve pişekar komedyası
derlenir. Tanrı vergisi doğruluk adına ne özellik varsa akla zarar harcanır.
Harcıalem dayatmalar da peşi sıra. Yani peşin fiyatına aldanmalarla kara korsanlık
yapılır. Coğrafyanın ağır, aksak koşullarına karşın, yine teknolojik yenilenme
es geçilir. Facianın boyutunun, mekanik fonksiyon, mental yitimleri, yetke ve
yetki zaafıyla zayıflamak, toptan zayıflatmak ve hastalığa yakalanmakla eşdeğer
olduğu saklanır. Saplanılan can dara düşünce, canlar kaybedildikçe dakika saat
ispata dönük dönence. Açıkça beyne işkencedir bu tip vakalar. Başı can dara, sonu
fiziksel cenderedir…
Surete takılıp can acıtan
gerçekler görülmedikçe, gökte yerde daha çok köz düşer toprağa, öz ölür. Bir yıkımın,
bir krizin sonucu diğerlerine, korkunç güfteli operat ve operasyonlara
bağlanır. Ama öyle harici sebepler arayarak kayıtlanamaz vakalar, kanıtlanamaz
olaylar. Yanıtı güç soruların ardı hatalar, hatalar. Asıl hata savaş tanrısı
yontusu ve bronz heykel gibi davranmalar. Aynı sos, aynı sezgiler zırıltı ve
kırık ezgiler...
Siyasi, coğrafi ve
fiziki haritalarla büyüdü bir nesil. Bilir ve anlar harita okumayı, kaç bin ölçekli
olsa da. O yüzden bu çalkantılı günlerden de onlarla çıkılır. Sokma akıl ve
yeni yetmelerle değil...
Devir kendini koru
devri. Çünkü umulmadık kor düşer, can dara çekilir, ölüm dağılır. Göğü yaran, yeri
bembeyaz kaplayan, altını üstünü sarsan bir güçsüzlük oluşur. Büyük cehennem
anı. Savaştan beter. Devri âlem...
Şimdi görünmez kaza
denilir geçilir, fıtrat kader denilir keder hafifletilir. Aylar boyunca
geleceği besbelli virüssel afet geldiğinde bile gelsin varsın denilmedi mi? Sonrasında
canlar çivili tabutlarla defnedilmedi mi? Artık can dara düştü, aralıksız
yinelenen acı gözlemler bir güzel neticelenir. En karmaşık vücut yapısı bile çapraz
ateşte vücut bulur. Çıplak savaş başlar. Kor rengi kapılmalar hayata girer, hiç
şüpheye yer bırakmayan kült eserler, suni kültür birikimini hiç eder. Yani bundan
sonrasında mevcut kültür yoksunu basit organizma formlarıyla yeni dünya formüle
edilemez. Her zamanki gibi kültürde savaş var misali bir çerçeveye hapsedilen can
kayıpları ve yürek yakan gerçekler şehit edebiyatı ile geçiştirilemez. Çünkü cihana
değer esaretle anlaşılır kaderin cilvesi…
Ve çetrefilli çerçeveye
manasız ruh kaybı, günü kurtaran izahlar boyutunda değerlemeler, insanlık
ölçeğinde değerlendirilmeyecek denli densizliklerle dolu yakıştırmalar ve harita
meselesi raptiyelenir...
Havanda su dövmeden
öteye gidemeyecek havalanmalar, asılsız dinsel dogmalar, kanadı kırpık melek
tablolarına sarılmalar da havada süzülen bariz buharlaşmayı gidermeye yetmez.
Çünkü kaz düşer, kaz dağlarını korku bekler. Ve maddi manevi işlevsizleşme
kendine tam zamanlı gönüllü işçilerini bu kez zor bulur.
Kaybedilen canların
yanı sıra kara kutuyla bulunacak bireysel ve eylemsel kanıtlar, yine yüreklere
kalıcı acılar salar. Çünkü sınır ötesine geçişi özendirmeler, özellemeler,
genellemeler ve güzellemeler vasıtasıyla, her faciayı feleksi tesadüflere
bağlayarak tarih yazılmaz. Yıllar yılı katmerli kozmik acı yaşatanlar, fiziksel
cenderede vücut bulur.
Çünkü savruk savaşın
çapraz ateşi herkesi yalar. Ve tepkisel aktivite benzerliğiyle bir damla kan
düşer yere. Kan gölleri işte böyle oluşur. Ve sonuçta net kanaatlerin rencide
ettiği akli güç, gün olur kural ve kanun tanımaz. Yüzeyde çalkalanan güdümlü
tipiye tırpanı çalar. Yani can dara düşünce kendinden çalınanları gözü dönmüş
gözlere bir bir çarpar.
Felaketlerle ağırlaşan
fiziksel cenderede, hükmetme kabiliyeti ve otantik, otomatik işleyiş de mutlaka
çöker...
Yani kor düşer, beyaz
ölüm canları kucaklar, imparatorluk düzeyinde korku dağılır. Köz düşer, öz
ölür. Kaz düşer, kaz dağlarını korku bekler. Umutla bekleyişin sonu sürekli hüsran
ise eğer artık gelsin varsın demeler de kutsal isyanı yaratır. Çünkü hesap çapraz
ateşte vücut bulur. Ödeşme, ödetme günü patlar. Can dara düştüğünden, fiziksel
cendere de eninde sonunda biter.
Biter ama hayali coğrafik
haritalar yine tam gaz akıllarda bölünür. Ve yine dara, göndere cendereden
kurtulan cennet kuşları çekilir...
Tarihsel gerçektir, yakın
marazi kıyamet, uzak farazi düşleri yakınlaştırır…
KORONAVİRÜS CEPHESİNDE
DEĞİŞEN BİR...
Koronavirüs, yeryüzünde
asrın felaketi havasında ilerliyor. Felaket her milleti eşit derecede olmasa da
aynen ve tedbirsel taklit ölçeğinde etkiledi. Hala da etkiliyor. Dünyayı takip
verilerine göre, işleyen işletilen süreç hep aynı, milletler farklı. Fırsatlar
tepildikçe fakru zaruretten, hemen kendi memleketi içinde kalma veya kalmama,
evde kalma veya kalmama koşuluna bağlanıyor herşey. Herkes. Cümle alem. Sonuç,
koronavirüs cephesinde değişen hiçbir şey yok şimdilik...
Tam felaket. Tam da;
"Felaketler insanları, zeki milletleri daima azimli kılar ve yeni
hamlelere sevk eder." Zamanı...
Sanki milletler
topluluğu, koronavirüs sayesinde çıkar odaklı tüm uydurma dertleri
bıraktı, kendi başının derdine düştü. Bu
düşüş virüse bağlı bir toplanma, toparlanma ve birleşme gerekliliğini kavratır
mı? Onu zaman gösterecek. Ama kavratmalı gibi.
Görünen o ki, çok yakın
zamanda virüssel felaketin, önemli sonuçlar doğurup doğurmayacağı anlaşılacak.
Şimdiden işin sonu belli değil. Ancak toplu kontur hamleler kaçınılmaz
görünüyor...
Çünkü bir millet
virüsle giriştiği savaşta, ne zafer elde ederse etsin, o zafer süreklilik
kazanmayacak. Olumlu sonuçlar vermeyecek. Çünkü diğer milletlerin de virüsle
sürdürdüğü savaşı kazanması şart. O yüzden tıbbi dayanışma şart. Aşı paylaşımı
şart. Ekonomik yardımlaşma şart. Bilim ortaklığı şart. Aksi halde koronavirüs
bulaştıkça bulaşır. Her yere rahat girer, kolay taşınır...
Açıkçası, "Medeni
olmayan milletler, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkum..."
vecizini haklı çıkaran bir virüs felaketi yaşanıyor. Bu yaşatılmamalı. O yüzden
önce toğyekun bu virüs felaketinden kurtulmak, peşinden virüs öncesi ve
sonrasının doğru tahlilini yapmak şart. Yani virüssel vakaya evrensel açıdan ve akılcıl bakmak
lazım. Yoksa felaket çok daha uzun sürer. Kesinlikle akla gelmez bambaşka
felaketleri de tetikler...
Koronavirüs felaketi,
hala israfa batmakla gününü gün eyleyenlere de gösterecek gününü. Çünkü açlık
kapıdan gözlüyor. Sonra öyle insaf ve merhamet dilenmekle de atlatılamaz
facialar. Sadece virüse akıl ve bilim
çerçevesinde direnmekle atlatılır. Milli kudret, milli dayanışma ve dahilde
sosyal yardımlaşma ile yaralar sarılır. Yani birlik beraberlik, birliktelik
bütünlük varsa hem koronavirüs
felaketinden hem de koronaya bağlı kötüleşerek cereyan eden vakalardan,
kolaylıkla çıkılır.
Peki bunu sağlayan otorite var mı? Varsa otorite bu görevi hakkınca yürütüyor
mu? Muallak...
Muammaların sık sık
yaşandığı felaketten çıkış yolunda milletin yüreği ve ortak dimağı arasındaki
uyum da şart. Bu şart özümsenirse koronavirüsün fenalıkları toplumsal, ekonomik
ve politik beceriksizlerle artsa da sonu yakındır. Tünelin çıkışı
görünmüştür...
Herşeye karşın
koronavirüs felaketinin esası, ilerleyişi ve kuvveti ne olursa olsun her millet
tıbben savaşta eşit şartlarda. Bu tabii eşitliği bozan, virüs tehdidine
dayandırılarak yapılan fırsatçılık. Ahlakın ve erdemliliğin kaybedilmesi. Ve
toptan güven kaybı...
Koronaya karşı ayakta
kalabilmek ise; "fikren, ilmen, bedenen, fennen kuvvetli ve yüksek
karakterli koruyucular" ve savaşçılara bağlı. Yani koronavirüsle yüzyılın
savaşı zaruri ve zahmetli...
Diğer yandan
koronavirüsün dayattığı hayat memat meselesi, hayati mesele bir anlık gaflet.
Gafil davranan milletlerin tümden hayati tehlike içinde olduğu acı gerçeği.
Tehlikeye ve can kaybına maruz kalınan korona gölgesindeki yaşamda, söz konusu
olan tek şey de radikal mücadele.
Yani koronavirüsten
asla korkmamalı, kendimizi korumalı ama korunmalıyız. O da devletin gücü ve
güçlülüğüyle orantılı...
Asrın felaketi
karşısında başarı, mutlaka önce milletin ve sonra milletlerin güçlerini aynı
istikamette birleştirmesiyle elde edilir. Yani bütünlük ve ortak hareket. Eylem
birliği. Ortaklık...
Bananeci tavırda ısrar
milletleri hiç beklemediği, asla umut etmediği başka felaketlere açılan kapıya
götürür. Toptan en hafifine dayanamaz bir moda geçilir. Yani tümden yok oluşa
sürüklenilir...
Koronavirüse rağmen
dünyanın bu aymazlığı devam ettikçe yaşanabilecek son sahne sırf karanlık. O
yüzden milletler arası güç birliği, el birliği ve iş birliği şart. Şart çünkü
hiç değil ise koronavirüs cephesinde değişen bir şeyler olsun...
Şimdilik koronavirüs
cephesinde değişen bir şeyler yok...
mh-GÖRELİM BU OYUNU
Büyük Orta Doğu Projesi
sadece Orta Doğu ile alakalı değil. Batıdan doğuya komple Kuzey Afrika'dan
Hindistan'a kadar uzanıyor bu istila. Yaşanan savaşların nedenini düşünün
biraz. Bu kan VE GÖZYAŞI niye?
USA’nın Ortadoğu üzerindeki
oyunu sadece bu bölge ile sınırlı değil. Ermenistan, İran ve Karadeniz’in
etrafındaki, tüm devletleri de içine alan yayılmacı bir politika izleyerek
üstlerini artırmak istiyor. Hedef Rusya’yı güçsüzleştirerek parçalamak.
Adı "Genişletilmiş
Orta Doğu Projesi." olarak konulmuş. Türkiye de bu oyunun içinde. İçindeki
bir piyon.
Atatürk düşmanlığı da buradan
geliyor. T.C. Devletinin barışçıl ve bağımsızlık ruhu" Yurtta sulh cihanda
sulh" ve “T. C. Devleti Laik bir cumhuriyettir” ilkeleri bedava çiğnenmiyor.
Atatürkçülük Ruhu itibarsızlaştırılıyor.
Saldırgan, işgalci,
savaştan beslenen bir yapı oluşturuluyor. Gözümüzün önünde akıl almaz oyunları
bir komedi filmi gibi izliyor, önünü arkasını görmüyoruz. İktidarı ve
muhalefeti ile yaratılan suni gündemlerle oyalanıyoruz ve uyutuluyor.
Kendine zor yeten bu ülkenin
kaynakları yardım adı altında Genişletilmiş Büyük Ortadoğu projesinin önünü
açmak için peşkeş çekiliyor. Boşuna gitmedi Ukrayna'ya Afrika ülkelerine
gönderilen milyon dolarlık askeri yardımlar.
Bizim, Suriye’de, Irak’ta,
Libya’da ne işimiz var. Kimse bizim tavuğumuza kışt demedi. 2006 yılında
Condoleezza Rice'ın Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan ziyaretinin altındaki ana
sebebi ne idi acaba?
Montrö anlaşmasının
11.ve 12.maddesine göre Amerikan Donanması’nın Karadeniz’e geçebilmesi
imkansızdı. Bunun önünü açmak için bir yol vardı o da anlaşmayı baypas edecek Kanal
İstanbul projesi. Öyle "ya 11. ve
12.maddeyi değiştireceksiniz ya da Montrö'yü geçersiz kılan paralel bir kanal
açacaksınız" denildi mi? bu projenin işbirlikçilerine.
Bir yatırıp beş alacak sermaye
de sunuldu. Sunulur. Katar Emiri manevi evlat, Türkiye de manevi baba…
BOB Başkanı her şeye
kadir bir Dünya lideri, Rusya’nın nabzını yokluyor. Ama yasal yollardan Karadeniz’e
geçiş yok. Deneseler de olmuyor. Gürcistan’da
darbeye ve savaşa yeltensen de iş sarpa sarıyor. Anlaşmayı bozmanın imkânı yok.
O halde çare bir kanal açmak.
Zaten 80 faşist darbesinden
beri, aslında Menderes'e kadar uzanan
hazır ve bekleyen bir proje idi bu.
İki yıl önce İstanbul Kanalı’nı
dillendirmeye başladıklarında "bakın görün ardından Çanakkale'ye de
paralel bir kanal açacaklar" demiştik. Sonradan, yaptıkları plana
baktığımızda zaten içinde öneri olarak varmış. "Önce büyüğünü halledelim
küçüğü kolaydır" diye düşündüler herhalde
Montrö her iki boğazı
içeren bir sözleşme olduğuna göre her ikisine de paralel bir kanal
yapılmalıydı. 2006 yılında Bulgaristan'ın Amerika'ya verdiği deniz üslerinin
yani askeri limanların yanına şimdi Romanya da eklendi. Eee nasıl geçecek
Amerikan donanması Karadeniz'deki üslerine. Boğazlar yasak. Gemiler de
kanatlanıp uçamadığına göre sadece Amerikan savaş gemilerinin geçebileceği
genişlikte yapılmış bir kanalla…
Amaç Rusya'yı
Karadeniz'de çevirip Türkiye'yi Güney ve Ege'den olduğu gibi Karadeniz’den de
ablukaya almak. Ve BOP'un en üst
sınırından İsrail'in güvenliğini
sağlayıp adım adım Büyük İsrail'i kurmak.
Pandemiye rağmen
yapılan İstanbul İl Kongresi'nde; "Kanalistanbul'u inadına yapacağız"
dedi Sayın Erdoğan. İnadına yaptıracak yani Amerika. Ardı şudur:
Neredeyse Karadeniz'in
yarısı bizim hakimiyetimizdedir, bu hakimiyet tehlikeye girecek ve dünyada tek
barış denizi olan bu denizi de cehenneme çevirecektir.
Amerika Ege'ye silah
yığmış, Ypg'ye binlerce tır silah göndermiş. "İç cephe, dış cephe"
diye geveleyip duruyorlar kaç gündür. Peki sorarım size: Biz dışımızdaki
Amerika ile mi yoksa İçimizdeki Amerika ile mi mücadele ediyoruz?
Amerika önümüzde
hokkabazlık yaparken; evlatları, cambaza bakan bizlerin arka cebinden
cüzdanları çekiyor haberiniz olsun. O cüzdanın içinde Lozan ve Hatay’la
birlikte Cumhuriyetin 2. zaferi Montrö
ve milletinin, ATATÜRK'ÜN ismi olan
Anayasa'nın ilk dört maddesi de var. Sıradaki plan LOZAN.
Cumhuriyet'in tapusu
olan Lozan'ın ortadan kalkması ya da güncellenmesi icin yerine yeni bir anlaşma
lazım. Yeni bir anlaşma için de Yunanistan'la küçük çaplı bir savaş lazım. Sayın
Erdoğan'ın 5-6 yıl önce Yunanistan'a gidip "Lozan'ı güncelleyelim"
dediğini hatırlayınız. Artık neyini güncelleyecekse? Adaların işgaline ve silahlandırılmasına yıllarca sessiz kalmaları
manidar değil mi?
Şöyle dememiş miydi
Condoleezza Reis; Türkiye dahil Orta Doğu'da 22 ülkenin rejimleri ve sınırları
değişecek. Son referandumda güçler ayrılığı da Parlamenter Cumhuriyet Rejimi
değiştirilip, demokrasinin olmazsa olmazı olan MECLİS baypas edilmedi mi? ARTIK
Sırada sınırlar var.
Eğer İstanbul'a bir
Amerikan kanalı açtırırsan ardı Lozan'dır haberiniz olsun. Sadece önümüze
değil, arkamıza da bakalım. Resmin bir köşesine değil bütününe bakalım. Millet
olarak Emperyalist USA’nın senaryosunu yazdığı büyük bir oyunun içindeyiz. Görelim
bu oyunu…
LL-RAKAMSAL BÜYÜME
Rakamlara göre dünden bugüne
korona vakâ sayısı en yüksek seviyelerde olmasa da bütün ülkeye yayılmış,
büyüyor. Özellikle bu illerde İnatla binlerce kişinin yan yana katıldığı büyük kapalı
spor salonlarında kongreler yapmaya tam gaz devam ediliyor! Hiçbir yasağı kendileri
bile tanımıyor! Peki bir yıldır kısmen açık tamamen kapalı esnafın suçu ne?
benzer sorular artınca sosyal patlamaya dönük bir hava estirilince anında
kontrollü esneklik. Bakalım rakamlar nereye varacak?
Akıl ve bilim bu
esnemenin neresinde tartışılabilir. Avrupa'da14. Yüzyıldan itibaren Rönesans’la
beraber başlayan reform hareketleri, Avrupa’da Dini ilgili yerine koymuş,
Devlet yönetimiyle ilişkisini kesmiştir. İlerleme Sanayi devrimi, Teknolojik
buluşlarla başlamış ve bugünkü her alandaki ilerlemeler de bu sayede olmuştur.
Bizler ise hâlâ Ortaçağ
çıkmazındayız. Makul seviyede tarihin ve rakamların dilini bilmediğimiz gibi, sevgi- İletişim, İlgi ve bilgiden de yoksunuz. Ateş düştüğü yeri yakar
misali bakıyoruz hayata.
Hikaye şöyle; “Yılanın biri Ateş böceğinin peşine
düşmüştü. Onu tam yemek üzereyken ateş böceği,
-“Sana bir şey
sorabilir miyim?” dedi.
Yılan;
-“Aslında
kurbanlarımın sorularını cevaplamam, ama bir istisna yapıp sana
izin vereceğim” dedi.
Ateş böceği sordu:
-“Sana bir şey mi
yaptım?”,
-“Hayır” dedi yılan.
-“Senin besin
zincirine mi dahilim?” diye sordu ateş böceği.
-“Hayır” dedi yine
yılan.
-“O halde niçin beni
yemek istiyorsun” diye sordu.
-“Işığını görmeye
dayanamıyorum da ondan.” dedi yılan. “
Konfüçyüs özdeyişidir;
"İnsanları geçimsiz yapan sevgisizliktir. Birbirine düşman eden iletişimsizliktir.
Güzellikten yana ne varsa yok eden ilgisizliktir...”
İktisat biliminde büyüme
rakamsaldır, her rakamsal büyüme kalkınma değildir! Kalkınma, her alanda
ilerleme, gelişme ve dolayısıyla refahın; nüfusa göre milli gelirin daha fazla
artmasıdır ve daha fazla yükselip eşit seviyede yayılmasıdır. Dağıtılmasıdır. Bir
ülkenin ekonomik kalkınması nüfusun yaşam düzeyi, ekonominin rekabet yeteneği,
ülkenin gayri safi yurt içi hasılası, kişi başına düşen millî gelir ve ekonomik
özgürlüğün olumlu yönde değişmesi ile gerçekleştirilen bir süreçtir.
Bugün reel rakamlara
göre 127 dünya markası %3,8 küçülmüş. Bizim reel rakamlara göre inşaatlar,
otoyollar, köprüler, havaalanları, millet bahçeleri yapılarak, yap işlet devlete
göre memleket beşlisine haksız kazançlar aktarılarak, hiç üretmeden ve pandemi
yüzünden bir yıl kapalı kalarak ülkede %1,8 büyüme. Günaydın.
Ekonominin
gelişmesinin temel dinamiği insan sermayesi ve yarattığı yeniliklerdir. İnsan
sermayesi insanların eğitim, sağlık, bilim, çalışma koşullarına ve yaşam
kalitesinin artırılmasına yapılan harcamaları öngörmektedir. Peki bunlar var mı?
Rakamlara göre sanki
büyüdükçe, küçülüyoruz. Rakamsal büyüme hayaliyle yaşatılıyoruz…
NG-MASKELİ DÜNYA
Yaşlı dünyamız üzerinde hastalık yayılmaya devam ediyor,
ünlü, ünsüz, taçlı, taçsız, genç, yaşlı gözetmeden. Önce anlam veremediğimiz,
inanmak istemediğimiz sonra kanıksadığımız korku filmini seyretmeye, yaşamaya
devam ediyoruz…
Devamla daha çok can uçup gidecek virüs nedeniyle gibi.
Devlet başkanlarından bile, bana bir şey olmaz diyen cengaverler yoğun bakımlarda
azraille cebelleşti.
Sus pus oturan Ana kraliçe bile halkının yanında olduğunu
göstermek için ULUSUNA SESLENDİ. diğer seslenenler de sıraya girdi.
Elinden bir şey gelmediği için ağlayan, dinamik başbakanlar
daha neler, neler… Dünya yasta. Dünya hasta. yüzyıl öncesinin hasta adam ülkesi
de haritada kod kırmızı ve turunculara bakıldığında ağır hasta…
Dünyadaki devlet başkanları hala halkı için kesenin ağzını
açıp, siz sağlığınıza iyi bakın, parayı düşünmeyin diyorlar. Eeeee can bu ,para
nasıl olsa bulunur,kazanılır..Hayat devam etmeli,edecekte..
Bizim devletimiz halkı için ne yapıyor onları da yazmak
gerekiyor. Malum tarihe not düşmekteyim. Kolay kolay unutulacak olaylar
yaşamasak ta bazen ince ayrıntıları not etmek gerekiyor tabii o da usulünce.
Maazallah!
Konu salgın olunca başlarda maskeyi, maskeliyenleri de
unutmamak gerekir.
Tüm dünyada ve ülkemizde bir maske furyası rüzgârı
estirildi. İnsanlık maskeleniyor, önce virüs için sonra toplum için. Her şey
birbirine karıştı. Maskelenmesi gereken çok konu var. Her ne kadar maskelenmeye
çalışılsa da aradan sızanlar oluyor.
Virüse karşı korunmaya çalıştığımız maskeler de kendi içinde
ayrılıyor. Pamuklusu, sentetiği. Nasıl kullanılacağı neresinden tutulmalı.
Neresinden tutarsak tutalım elimizde patladığı da bir gerçek. Konu derelerden
tepelerden geçip elimize ulaşsa da konusu günlerce sürdü.
Tarihe tüm yaşananlar koronalı günler, maskeli dünya ve
“maskelilerin savaşı “adı altında geçer zaten.
Durumu en iyi maskeleyenler de maskeli bunu da biz not edelim....
MİTOMANYA MİTLERİ VE HİTLERİ...
Mit, geleneksel yayılmış, hayal gücünü depreştiren, dünya
ötesi, bambaşka bir dünyada tanrı, tanrıça, evren, evrenin oluşumu ve varoluş
üzerine alegorik hikayelerdir. Ayrıca zatlar ve kavramlar için de kullanılan imgelemdir.
İmrenilen o bildik çerçevede mitomanya mitleri, kendi hitlerini oluşturur...
Zaman içinde gelişen ince çizgide imalı imasız, mit empozesi
ile mitaya ulaşan bir yoldur izlenen. O yüzden her meta ve materyel
kullanılarak, bir şeyin son bulduğu yerin sonuna gitmek takıntısından
kurtulunamaz. Mitaya inananların uğraştığı her işin sonu ise mitomanlığa dek
gider...
Yani hit, mit derken bir anda mitomanlaşılır. Resmen
mitomanyalı olmanın, mitomanyayı yaşamının iç sürgünüdür dışa vuran. Dış
sürümüdür başa gelen. Yani mitomanlık kolay vazgeçilemez, beter alışkanlıktır.
Alışkanlıktan çok bulaşıcı bir hastalıktır. Virüs gibi işler bedene ve hayata,
içten içe…
Kime nasıl bulaşır, neden bulaştı, kimlere ne zaman
buluşacağı hiç bilinmeyen şu koviti virüs günlerinde mitomaninin, daha da gündemleşmesi
ise manidardır. Demek ki mitomani de virüs ile birlikte doğru orantılı
yaygınlaştırılıyor. Ya sabır birden gündeme sokuluveriyor her sıkışıklıkta...
Kim ne derse desin sanki salt aldatı maksatlı, isteyerek ve
bilerek gerçek dışı söylenceler dolaşıyor ortada. Sanki uydurma ve asılsız
söylemler mitmanlara bulaşmış. Bulaştı ki anında mito çekiliyor mir pir ağzıyla.
Oysa Mit delindi, mithat başladı, mitara doldu...
Mitomanın tek derdi tüm dikkatleri üstüne çekmek ve daima
odak noktası olmaktır. Kontrolü kaybetme riskine aldırmadan, gece gündüz kafadan
sallananlara önce kendi inanmak ve sonra herkesi inandırmaktır. Hem de aymazlık
boyutunda, enine boyuna. Dibine dikine. Pikine pekine…
Zaten tüm mitomanlar asla ve kata problemi kendinde görmezler.
Tedavileri de zordur o yüzden. Ve sağlığa kavuşmayı bir fırsatını bulup daima reddederler.
Kaçarlar...
Çünkü onlara göre asıl sorun, mitomanyalı diğer
mitomanlardadır. Yani başkaları, diğerleri, ötekiler suçludur daima. Ötekileştirmeyi
de bu yüzden elden bırakmazlar. Mit bit akılla amaçtan şaşmışlığı böylece hep
saklarlar. Mitsel değinmelerle, bel altı dokundurmalarla, aşağı yukarı
yakıştırmalarla gerçeği saklamaya çalışırlar. Zamanla narcist, isterik ve
asosyal kimlikler de eklenir mitomana. Ve torba tıka basa dolar. Mitomanya
mihmandarlığı...
Mitomanlarca ateşlenen mitralyöz ise pırasa gibi hep
başkalarını doğrar. Ötekileri yakar. Diğerlerini diyardan bezdirir. Mitoman ise
sadece kendini, bizzat şahsını düşünür. Ve sırf kendi çıkarlarını hesaplar.
Dünya yansa makam mekân derdiyle kavrulup, rutin işler peşinde koşan doğal
mitman tavrı takınır. Asla pişmanlık hissetmeyen bir pozda aniden alınganlaşır
veya çok normalmişçesine agresifleşebilir hatta saldırganlaşabilirler de...
İşte tam pandemi ortasında plansız programsız, gelişi güzel
kararlar tutmayınca, istek ve ısrar çıkmazında kalakalış mitomani mekanizmasını
mitleştirdi. Lafıgüzafı birleştirdi. Ve mitomanyal, mitomandal manyeller
işletilmeye başlandı. İşin kötüsü mitomanyetik alan dahi hala koviti virüs
kıskacında.
Hatta virüs kovulamadığından kıskaç daha da genleşiyor,
genişliyor ve mitomanya dahil tüm dünya, mitolojilerini aşan boyuttaki koviti
virüs ile uğraşıyor...
Tüm dünya uğraşıyor akıl ve bilimle. Mitomanyaya özgü mit
ile mitoloji ile değil.
Bu zehirli atmosferde milli ve yerli havasında, yalandan mitomanlaşmanın
ve mistik mitomanyellerin hiç gereği yok...
Çünkü mitomanya mitleri ve hitleri ile koviti virüsün
üstesinden gelinemeyeceği aşikâr…
KOVİTİ VİRÜS EKONOMİSİ!
Daima devlet millet el ele ama kovitivirüse ekonomik açıdan
çok zamansız yakalanıldı. Veya ekonomik manada en zordayken. En çıkmazdayken.
Piyasalar dip yapmışken. Kurlar pik yapmışken. Bir yıldır memleket ekonomisi
öyle beter bir halde ki, şimdilerde resmen kovitivirüs ekonomisi bile uygulanamadı.
Yani kriz ekonomisi uygulanması gerekliyken dahi bir türlü uygulanamıyor.
Uzayan süreç pansuman tedbirlerle atlatılmaya çalışılıyor…
Niyesi aması yok. Çünkü gelinen durum apaçık ortada. Üstelik
kovitivirüs de gelmiş vurmuş. İş başa düşmüş. Ve uzunca süredir memleket
yönettirilenler iyice dara düşmüş. Millet aczine kendi başına çözüm derdinde.
Feveranı duyan yok, yangını gören yok hala hamaset...
Hamarat kapitalizm ekonomiye ve her türlü toplumsal olaylara
direkt hükmeder. Her çeşit siyasal ve finansal normlarla yaygınlaşır. Ancak
kovitivirüs vurduğundan beri küresel ekonomi de can derdinde. Zaten şu garip
memlekette göz göre göre, on yıllarca vahşi kapitalizme bel bağlandı ve acı
sonuç ortada.
Oysa “Ekonomik kalkınma Türkiye'nin hür, müstakil, daima
daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir.” İşte bu şiar
unutuldu, unutturuldu.
Şu fakir memleket için yüz yıl önce başlatılan kalkınma
modeli, dünyayı kendisine hayran bırakan bir modeldi. Belki de Sanayi
Devrimi'nden sonraki en devrimci ataktı. Özünde cepheler ve savaş olsa da rota,
barışçıl ve mükemmel çizilmişti.
Ancak yıllar yılı bu çizgiden sapıldı; “Yeni Türkiye Devleti
cihangir bir devlet olmayacaktır. Fakat yeni Türkiye Devleti bir ekonomi devleti
olacaktır.” Bu ilke unutuldu.
Olacaktı belki ama olmadı. Çünkü tarihteki ilk yenilgisini
tadan ve bir kez daha yenilmek istemeyen emperyalizm son elli, altmış yıl sömür
kurtul projesini uygulamaya geçti. Büyük destek ekonomileri uygulanarak,
siyasal tercih yanlışları hayata geçirildi. Hele son on yirmi yıl tam bir
facia.
Hem de zamanında yapılmış tüm uyarılara rağmen; “Kendiniz
için değil bağlı bulunduğunuz Ulus için elbirliği ile çalışınız. Çalışmaların
en yükseği budur...” Kendine çalışma güncellendi...
En yüksek perdeden akla hayale gelmez oyunlarla, dünyaya
salık verilen en rantabl tarz tam tersine dönüştürüldü. Her fırsatta
ulusalcılık karalanarak, evladiyelik saptırmalarla asrın ekonomik gelişim
yaratısı önlendi. Engellendi. Rasyonel ve ekonomik hamleler yerli
işbirlikçilerle birlikte geciktirildi. Reel projeler rafa kaldırdı. Ekonomi ve
para pul işleri onyıllarca patates kafalılara bırakıldı. Memleket geri
bırakıldı. Gerinin gerisi...
Oysa en başından rota belliydi; “ Yeni Türkiye Devleti
temellerini süngü ile değil süngünün de dayandığı ekonomi ile kuracaktır.”
Eğer asrın ekonomik kurtuluş ve sosyal dönüşüm hareketi olan
bu ekonomik reçeteye uyulsaydı tüm ekonomik kuşatmalar boşa çıkarılabilirdi.
Emperyalizme ve kapitalizme bir ders daha verilebilirdi...
Böylece evrensel ölçekte patlak veren ekonomik veya mikrobik
krizler hasarsız atlatılırdı. Virüs bile halledilirdi. Çalışılmadı. Akıl başka
şeylere çalıştırıldı.
Sokma aklın sonucu; kovitivirüs ekonomisi dahi uygulayamayacak
bir yönetme- yürütme mekanizması. Ayrıca kuvvetler ayrılığı birleştirildi,
yasama yasta, yargı tatil, yürütme hala ayni havada...
Havadan kazanmak. Gereğince çalışmadan menfaatlenmek. Ve hep
iktidar kalmak. Oysa; “Servet ve bunun doğal sonucu olan rahat yaşamak ve
mutluluk yalnız ve ancak çalışanların hakkıdır. Yaşamak demek çalışmak
demektir.” Şimdilik basılan ise çalakalem bedavacı çabalama havası…
Haliyle havadan sudan sebepler yaratılarak egemenlerce
sadece ezmeye dönük yazılan reçeteler bir bir uygulandı. On yıllarca. Dur diyen
çıkmadı. Ve Türkiye'nin kuruluş senedi değersizleştirildi.
Kapitalistleşmeye güdümlü ekonomi memleketin yörüngesine
yerleştirildi. Boz düzelt, düzelt boz mantıksızlığıyla on yılların birikimi
hepten düzlendi. Bitirildi. Yok edildi. Pervasızca harcandı. Hazine hanedenlere
paslandı. Yarım yamalak işleyen mevcut ekonomi böylece daha kovitivirüs
öncesinde rayından çıktı. Çıkarıldı...
Yetmedi resmen küreselleşme oyunlarına figüranlık edildi.
Kurucu emaneti zenginlikler çarçur edildi. Kapitalist üst aklın önerdiği
denenen her ekonomik model çöktü. Ve millete diz çöktürdü. Öylece kalakalınacak
zor günlere zemin hazırlandı.
Bu kovitivirüs salgınında tam kriz ekonomisi uygulamak
lazımken; “Ekonomisi zayıf bir ulus yoksulluktan ve düşkünlükten kurtulamaz.
Güçlü bir uygarlığa, kalkınma ve mutluluğa kavuşamaz. Toplumsal ve siyasal
yıkımlardan kaçamaz.” gerçekliği yüzünden uygulanamadı. Yani tam da sağlam
ekonomi lazımken, kurucu aklı haklı çıkaran ve doğrulayan durum yaşandı. Pik
derken, dip yaşandı…
Yani kovitivirüs acımasızca mutasyonlarla doğurganlaşırken,
diğer yandan mükemmel yeraltı zenginliği, muhteşem yerüstü fakirliğini doğurdu…
Bahane ise dünden hazır, kovitivirüs ekonomisi...
DEVRİM, DEVRİMCİ İNİSİYATİF…
Objektif şartları oluşsa da, devrimci inisiyatif olmayınca
devrim gerçekleşmez. Hatta aniden karşı devrim olur…
Devrim; “ Halkın devrimci girişimidir. Alttan yukarıya
şekillenir. Bu devrimci yol, mevcut devlet mekanizmasına karşı koyuş ve
iktidarın ele geçirilmesidir. İktidar gücüyle yukarıdan aşağı, ileri bir üretim
düzeninin ve sosyal statünün örgütlenmesidir…”
Devrim kesintisiz sürer, sürmelidir de...
Çünkü Devrim; “ Kendi politik hegemonyasını kurmadıkça,
kendi iktidarına uygun alet, yapı düzenlemelerini gerçekleştiremedikçe…”
devrimler sürekli kılınamaz...
Yeryüzü on yıllardır, toplumsal Devrim çağını yaşamakta.
Çünkü ekonomi ve üretim modelleri altüst oldukça, devrimden kaçılamaz.
Kaçınılması gereken siyasi ve hukuki, dini ve felsefi açıdan
çöküştür. Eğer böylesi çöküş yaşanırsa çatışma bilinci ile güçlenen kısır
ideolojiler, üretim gücünü ve olanaklarını bir bir ele geçirir. Tüm bunlar yeni
bir sosyal şekillenmeyi de mecburi kılar.
Yani karşı devrimi.
Karşı devrim kendine özgü iç dinamiği ile “ Üretici güçlerin
gelişmesi sonucu güçlenmeler, aslında gelişmenin önüne engeldir. Devrimleri
engelleyen niteliğe bürünmedir…” halidir.
Hal böyle olunca formülasyon bellidir; yine, yine Devrim...
Ancak toplumsal Devrim çağında halkın, devrimci girişimi
yönlendirmesi şarttır. İnisiyatif alması gerekir. Devrim tarihinin tek zorunlu
şartı, şartlı boyutu budur. Eğer teklenirse, yaklaşan ve yaşanacak olan
Devrimci buhrandır. Ve kaos karşıtını doğurur...
Çünkü “Kişiler kendi tarihlerini kendileri yaparlar…” Kaderi
tayin hakkı çerçevesinde tercihlerle oynanarak devrimleri ve devrimcileri; “art
niyetli kışkırtıcıların ürünü imiş gibi gösteren batıl inanç…” artık zamanı
geçmiş gibi görünse de hala canlıdır. O cansız siper kişisel tercihleri
zımparalar. Mevcudu palazlandırır.
Mevcut iktidarlar tarafından bu karıştırıcı, kaotik,
kışkırtıcı düşünce devamlı diri tutulur...
Oysa devrimlerin olduğu her yerde, mevcut düzenin
karşılayamadığı veya karşılamak istemediği sosyal ihtiyaçların varlığı söz
konusudur. Yani bu yüzden devrimlerin olduğu tarihsel gerçektir. Tarihin boşluk
ve yokluk evrelerinde, özgürlüğü somutlayan isyanlar, devrimci insiyatifin
eseridir. Kim ne yaparsa yapsın, ihtiyaç açığa çıktıkça sosyal patlamalar,
sosyolojik temele dayanan devrimleri de doğurur. Bu aşamada tarihsel zorunluluk
en doğru referanstır. Öncülük girişimi ise tarihi reflekstir.
Çünkü siyasal sistemler sürekli değişmedikçe daima oligarşi,
oligarşiden de daima tiranlık doğar. Tiranlığı da eninde sonunda demokrasi
takip eder…
Yani hep büyük yanlış noktasına gerisingeri dönülür. Her
döngüde acılı süreç sil baştan yaşanır. Değişmeyen tek tarihsel olgu ve başa
gelen zorunluluk ise resmen Devrim sürecidir. Yani asıl hakikat Devrim ve
devrimci girişimlerdir. Tarihi ilerleten devrimlerdir.
Devrimin objektif şartlarını olgunlaştıran reformist
söylemlerdir. Reformist söylemlerin zaman içinde sıradanlaştığı an ise tam
devrim anıdır…
Gidişattan endişelenmenin tavan yaptığı andır o an. Artık
müdahaleler ile durdurulamayacak, sessiz çoğunluğun kolayca sansürlenemeyeceği
bir andır o an. Sindirme operasyonları ile birlikte toplumsal tabular da
yıkılır. Ve isyan doruk noktasına çıkar. Ve Devrim başlar…
Devrimci politik hegomanya kendiliğinden kurulur. Bu arada
en önemli mesele palazlanabilecek karşı devrimi zamanında saptayabilmek ve
engellemektir. Gericileşmeyi gereğince önlemektir...
Ola ki engellenemediyse, gerileme önlenemez ise devrimin
objektif şartları oluşsa da, devrimci inisiyatif, inisiyatif alsa da yaşanan
başı sonu yazılmamış bir hikaye olur…
Tersine döner hikaye. Tıpkısı, tepkisi her bir şey...
BİZ KİMİZ BELLİ...
Elli küsur yıldan beridir, özellikle din ve devlet işlerinin
iç içe karıştırılmasıyla her şeyin bozulduğu zor yıllardan geçtik geldik. Kelle
koltukta açık faşizme karşılığı, kara ve kötü gidişata doğal karşıtlığı
bilimsel ve eylemsel ölçütlerde geliştirdik. Hatta vatan düşmanlığı
yakıştırmasıyla bile karşılaştık. Sürdürdüğümüz devrimci siyaset anlayışı vatan
hainliği kapsamına alındığında bile yılmadık. Korkmadık. Hatta daha ileri
gidilerek dinsiz komünist olarak yaftalandık ama aldırmadık. Hakkımızdaki
yakışıksız yakıştırmalar dört bir yandan, hatta hiç hak etmediğimiz biçimde çok
rahat sallandı. Savrulmadık, direndik ve bilendik. Bu sağcıl salvolar, bizzat
kendi hatalarıyla çıkmaza düşenlerin taktığı ucuz siyaset maskesiyle
sürdürüldükçe sürdürüldü. Acımasızca, ahde vefa gözetilmeden ilelebet
sürdürülecek de. Ama böylesine pervasız devam edilirse çok yakında kim zirve
de, kim dip yapar tastamam görülecek...
Çünkü çok duygulu veya hiç duygusuz, sırf sıfır mantıkla
oluşturulan yapay siyaset atmosferinde, her önüne çıkana dağıtılan vatan
hainliği, her muhalife sarfedilen vatan düşmanlığı bağlamındaki iklimsiz hava
bize yakıştırılamaz. Yakın uzak çerçevede asla etik olmayan bu savurgan tavır,
havanda su dövenlere yakışabilir belki ama ağzı açılanda akıl ve bilim
diyenlere hiç yakışmaz.
Ayrıca on yılların mevcut siyasetine tam muhalif olanlara
bildik tarz bu iğreti isnatlar asla yapışmaz. Çünkü ispatı besbellidir. Biz;
"Kimsenin düşmanı değiliz, yalnız insanlığın düşmanı olanların
düşmanıyız..."
Yani biz düşman da değiliz, hain de. Sadece egemenlere,
etkin iktidara yanlamayan, yamanmayan, yavşamayan yılmaz yurtseverleriz. Hatta
yeri geldiğinde en dincilerden bile daha dindarız. Belki dinsiz imansızız ama
ideoloji de bir din ise eğer; "Dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve
düşünceye de muhalif değiliz." Muhalifliğimiz başka bir mesele. Zaten bu
tescilli tavrımızı, sağdan sola sallayanlar da açık seçik, çok iyi biliyorlar.
Günü gelir haklılığımız mutlaka anlaşılacak. Anlaşılır...
Meselenin özü biz şu taraftayız. Asla sürü tarafında, amigo
taraftar değiliz. Tabiri caizse biz; "Bir ideolojinin tabiî olması için,
akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır." tarafıyız. Yani biz
hak gerçekliğe, katkısız ideolojiye mensubuz. Mensubiyet gereği, doktrinin
kutsal değerleri ölçütünde her adımı da aklen ve vicdanen atanlardanız. Başka
hiç bir kıstas bizi kıskaca alamaz. Elli küsur yıldır alamadı da...
Çünkü biz şahsi işlerini siyasete, siyaseti millet ve devleti
unutarak kendi özel hayatına karıştırmamaya çalışanlarız. Bu amaçla daima
"kasde ve fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz."
İşte bu sakınma yüzünden, birilerinin, başkalarının, dönem
zatlarının, dönek güruhların, egemenlerin arkasına saklananlar tarafından elli
küsur yıldır sakıncalı sayılıyoruz. Tahsil fukarası yapay siyaset eşrafından
zatlar, zaten tam yüz yıldır zaman kollayarak düşünce dünyamızı cehenneme
çeviriyor. O zaman ağır olun efendiler demek lazım...
Bu çel akıl ekipçi çevirmeci, aymaz sakınmaz kafakolcu kurgu siyaset baronlaşması
pervasızlaştıkça, salt sakıncalılık dozumuz dahada artar. Ama nihayetinde
kazanan daima biz oluruz. Zamanla kimler kan kaybeder görülür. Çünkü bizim
dostdoğru olduğumuz günden güne belli olduğu gibi, kaypak taraflarca da
mecburen güncellenir.
Zaten her şey akıl ajandamızda yazılıdır. Gerekirse kara
kaplıyı açar örnekleriz. Bu kısır siyaset düzleminde, yanlı yayılma ve tersine
gelişme dönemlerindeki her türlü zorlamaya hep karşı koyduk. Yine koyarız. Bize
zorluk çıkaran kara vicdanlılarla önünde sonunda hesaplaştık. Yine
hesaplaşırız. Hatta bilenler bilir çok iyi hesap tutarız. Hele hele insan
sıfatında insafsızlarla, gariplere dünyayı tersine çevirenlerledir bizim asıl
davamız. Gerisi hikaye...
Ortada böyle kutlu bir dava varken, her şeyi her şeyimizi
bile bile bize tırnak içi göndermeler yapanlar; “Samimi ve meşru olmak üzere
her fikre saygı duyarız…” tırnağı içinde olması gerekenler son yıllarda neden
müsvedde siyasete yeltenirler anlaşılır değil. Oysa hiç de vasıfsız siyaset
tasarımcıları değiller. Hemde doğru tasarımlar dahilinde göze batan, çıplak
gözle gözlemlenen ahlaki yozlaşmaların tümüne tümden karşıtlık bilindiği
halde...
Diğer yandan “Tehdide dayanan ahlak, bir erdemlilik
olmadığından başka, güvenilmeye de layık değildir.” Bunlar salt çıkar odaklı
açılımlardır. Apaçık, hemen herkese güven kaybettiren de işte budur. Öyleyse bu
tip muhteremlere ne denir; “Herkesin yolu layığına açık olsun…”
Siyaset ehlinden zannedilen, dosta zeval vereceğini, düşmanı
zevklendireceğini hiç düşünmeksizin tehditkâr açıklamalarla sürekli itimat
yitiren, itibarlı zatlara ne demeli; “Zulüm ile abad olanın, akıbeti berbad
olur…”
Biz, en müstesna günlerde, mütemadiyen kamuoyunu meşgul eden
tüm yararsız işgallere ve yersiz işgalcilere de muhalifiz. Özellikle samimiyeti
suistimal edenlere ise tam muhalif. Nedeni şudur; “Samimiyetin lisanı yoktur.
Samimiyet sözlerle açıklanamaz. O gözlerden ve tavırlardan anlaşılır…” Ve biz
bakar, görür ve anlarız beynin arkasını...
Ayrıca biz bilmeden, görmeden, anlamadan asla yol yürümeyiz.
Mehteran adımı asla atmayız. Kötücül ve silme abartılı dedikodulara da asla
kulak asmayız. Asmayız ama tabldot kalleşliğe, tabiiyetsiz hainliğe, tamahkâr
düşmanlığa, ikiyüzlü kardeşliğe de sorumsuzluk deyip geçmeyiz. İşte o yüzden
hep hedef tahtasındayız. Ama “Saygısızlığın, saldırının, küçüğü büyüğü yoktur…”
Onu da çok iyi biliriz. Ve ona göre tavır takınıp, akıl ve bilim perspektifinde
gözüpek duruş sergileriz. Ve de pekala her pişkin veya her çiğ hamleyi çok
kolay savuştururuz…
Çünkü biz cehaleti bütün kötülüklerin anası sayanlardanız.
Hele cehaletten beslenen taklitçi muhabbet ortaklığına, kör taklitçi siyaset
simsarlığına akıl defterimizde hiç yer yoktur. Kitabımızda da asla yazmaz.
Yoktur çünkü “Hiç bir mahiyet aynen, diğer bir mahiyetin taklitçisi
olmamalıdır. Çünkü bir mahiyet ne taklit ettiğinin aynı olabilir, ne de kendi
içinde doğru kalabilir…”
İşte bu yüzden yerli ve milli adaptasyonun akla gelen her
alandaki yankısına değil, temel toplumsal
gerçekliğe uygunluğuna bakarız. Biz bu bağlamda, tam bağımsız düşünenleriz.
Eski yeni esef verici, asılsız, dayanaksız, kaynaksız tüm patentlemelere
rağmen, ciddiyetini bozmayan devrimcileriz. Biliriz ki; “Devrim yasası eldeki
yasaların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki akımı
boğmadıkça, başladığımız Devrim ve yenilik bir an bile durmayacaktır. Bizden
sonraki dönemlerde de böyle olacaktır…” diyenlerin devrimci yolunda ilerleyen
ve yarınlara güvenenleriz.
Biz kimiz, kim bizden, kim değil açık seçik belli. Herşey
besbelli. Hiç önemli değil ama kim bize dost, bize düşman kim? O da belli.
Haliyle hiç belli olmaz ama bazen yorumsuz geçilse de, geçilmese de
katakülliler katiyetle bize uğramaz. Uğrakları, uğradıkları ise açık ve sarih.
Tarih tarih, tarihe yazılı...
Elli küsur yılda, biz kimiz ayan beyan belli de peki siz?
Siz? Kimlerin elisiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder