24 OCAK...
Bilumum 24 Ocaklarda,
çok şey yaşatıldı bu garip memlekete. Nice ocaklar söndürüldü. Bugüne tarihi kaydı
düşülen; kendiliğinden ölenler, acımasızca katledilenler, canına kıyılanlar ve
asortik ekonomik tedbirler...
Hele de alel acele
hazırlanan 24 Ocak ekonomik kararları peşine tetiklenen 12 Eylül faşist darbesi.
Resmen yıkımın başlangıcı. Sonun startı...
Hep bilindik mavra,
tanıdık manevralar ve hep ayni ucuz senaryo. Görmemiş ve yaşanmamış olunması
dilenen 24 Ocakları unutmak ne mümkün. Çok acılar yaşattı 24 Ocaklar şu garip
millete. On yıllar öncesinden bu günleri tıpatıp gören, gerisin geriye akmaya
başlayan tarihi o günlerden kestiren ve canı pahasına uyarılar yapan
araştırmacı-gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun “24 Ocak” 1993’te Ankara Karlı
sokakta, karlı bir günde katledilişini unutmak asla mümkün değil. Gerçekleri sorgulamadan
bağnazlığı ödüllendiren günlerin gelmemesi için, ömrü boyunca etkin mücadele
eden siyasetin beyefendisi İsmail Cem'i ve 12 Eylül faşist dönemine yiğitçe
direnen sosyal demokrat politikanın dev adamı Aydın Güven Gürkan Hocayı unutmak
mümkün değil. Ve diğerleri, on yıllar içinde yok edilenler. unutmak ne mümkün.
Onları hayırla anmamak
demek, azıttıkça azıtan bu günleri anlamamak veya işine öyle geliyor demektir…
Veya bu günleri
hazırlayan faşist diktaya, vaktiyle aydınların, siyasilerin ve teknokratların
aymazca geçit vermesini kutsamak demektir...
24 Ocak, dardaki
küresel sermayenin, memleket ekonomisine seksenler ve sonrası için dayattığı
vahşi kapitalizmin mihenk taşı. Ve uzun yıllar aşılamaz faşizm duvarının ilk
harcı. 24 Ocak, gözü aç doyumsuz emperyal talanın ve pentagonvari faşist-askeri
darbenin ekonomik ve hukuksal alt yapısının bir tık öncesi. Hazırlık aşaması.
Gizli amaç; zorla
yutturulan acı reçete '24 Ocak Kararları'ndan itibaren kırk yıl zarfında
inceden inceye bu beter günlerin ayarlanması. Açıkça memleketin işgali. Faşist
işgal. Hain cunta tarafından yüz binlerce yurtsever gözaltına alındı. On
binlercesi işkenceden geçirildi. İşkenceden sağ kurtulanlar idam edildi. İdamı
onanmayanlar sakat bırakıldı…
Vahşi kapitalizmin ve
faşizmin emrinde, emperyal güdümlenmeyle memleketin bu duruma gelişinin
müsebbiplerinde, günah büyük, suç ağır, kusur çok. En azından topu müebbetlik...
Dayatılan öyle sinsi
bir işgal, öyle bir ekonomik işgal ki can dayanmaz. Sermaye yetmez. Orta direk dayanamaz.
Hemen 24 Ocak ardından gerçekleştirilen, 12 Eylül faşist darbesinden sonra
yıllar yılı asla hiç de değişik olmayan bir zihniyet. Birbirinin benzeri aynı
iktidarlarca başta tarım ve sanayi üretimini gerileten, adalet ve demokrasiden
vaz geçen gerici-dinci bir model. Gerici-dinci bir sentez…
Emperyal dünya düzeni
ve yerli işbirlikçileri tarafından ortaklaşa belirlenen modda neler yapıldı
neler. Memleketin doğusunda ve güney doğusunda terör, tekrardan hortlatıldı. Böylece
on yıllarca silah tüccarlarına büyük rant sağlandı. Bu arada hayvancılık yok
edildi. Tarım bitirildi. Memlekete planlı ekonomi ve karma üretim yerine, dış
borçla finanse edilen yapay ve kökten bağımlı ekonomi yerleştirildi. Temaşayla
tüketim ekonomisi yeğlendi. Memleket ve memleket insanı ağır yüklü ve derin
borç batağına saplandı. Sıfır tasarruf neticesinde, kamu iktisadi teşekkülleri
özelleştirme başlığında açık soyguna uğratıldı. Beş paraya iç-hiç edilmelerine
göz yumuldu. Memleketin asırlık kazanımları peşi sıra yerli işbirlikçiler ve
yabancılara peşkeş çekildi. Memleket yüzyılda karşılanamaz boyutta zarara
uğratıldı.
Yetmezmiş gibi yeraltı
yer üstü kaynakları çokuluslu firmalara yağmalatıldı. Tedbirsizce taşeron
sistemi palazlandırıldı. Sendikalar sarı sendikalara döndürüldü. Köklü siyasi
partilerin demokratik yapıları zedelendi. Demokratik kitle örgütleri ve meslek
örgütlenmeleri işlevsizleştirildi. Böylece aktif ve dirençli muhalefet
tırpanlandı. Topluma korku imparatorluğu yayıldı…
Zaman ve mekân, faşizan
yaptırımlar ve sistematik programlar dahilinde gerici ve dini odaklara
bırakıldı. Onlar da har vurup harman savurdu…
Ve kırk yılda,
özellikle kırk yılın ikinci yarısında memleketin tüm kurum ve kuruluşları alt
üst edildi. Memleketin içi dışına çıkarıldı. Millet içinden çıkamaz girdaplara
sürüklendi. Ve sona bir adım kaldı.
Tüm bunların üstüne
şimdi gel de 24 Ocakları sev. Her şeyi bile yaşaya. Sev sevebilirsen…
Bir yılbaşı daha geçti
kartanem,
başımda ağırlığınca som
altın,
içimde inceden tatlı
bir sancı
ayarsızca pik yapan
salgın
ve en ücra hücrelerimi
kuşatan sen.
Tıpkı bir grimsi duman…
Diğer yılbaşıya
buralarda duramam…
Beklenen son durak
yine es geçilmiş
dar pencereden dışarı
durgun bir gece donmuş
hafif şişmiş suratları
öpüyor kar taneleri.
Sokak lambalarının
titrek ışığından
sarı sıcak göğe
dökülüyor ilk saatler…
Son gecenin epey bir
yarısı
ecel ece kılığında
tebdili mekan sevgili arıyor
hayatlara değen buz
kıran soğuğunu okşuyor.
Soğumaya yüz tutmuş
anılardan sarkıyor
akıllarda kalan gürbüz
çocuk gülümseyişleri
gençlik ve geçkinlik
arzuları.
Ve kuytulara sinmiş sokaklarda
çatlak dudaklarda yaz
öpüşmeleri.
Vay anasını karakış
sökül bakalım
bu son gece sökükler
dikilecek
gökten ne sözcükler ne
mısralar dökülecek…
Bir yerlerde buz tuttu
delice akan ırmak
deli gibi atan
yürekler durdu
iliğine ilmeğine
kemikler dondu.
Cumbasından izlediğim
sahil
sahildeki metruk ev
bile
ve bahçesindeki yarı
kardan adam da.
Hep beraber donduk…
Donuk bir doruğa doğru
savruk adımlar
hadım kalmış evladım
ağıtları döküyor analar
yerden bitme
yarensizlik korkudan beter
buzdan yalımları
kokluyor kainat.
Yalınkılıç köysüz
kentsiz arzular.
Yılın hemen başında
buzdan sarkıt anılar…
Elden ne gelir gün bugün
sanki kaçağınla el ele
bilinmeze koştuğun gün
yıllar yılı geçse de bana
yılbaşı.
Çağla yeşili gözlerin
çıkmazındayım hala.
Ve güneşi çağırdığın her
gece
bensiz gecelediğin ilk
hece
yeni yılın ilk
saatleri hep aklımda.
Akın akın yorulduğum
hayattan
kaç dakikalığına
çaldın beni bilsen
buz tuttu aklım.
Tam bir ömür süren
oy ki oy can teslim
canan
salınarak saldığın
kokuda
korkulara sarındığım
sıcaktasın.
Kaçaksın…
Takiplerdeyim…
Saçaksın…
Savrulan saçlarındayım…
Yadına yakınlaştığım
her an
yanımda oturan iblis azman
azı çoğu şeytanları çoktandır
tanıyorum.
Kalp gözüyle izliyorum
tetikteyim
o benden kaçamaz ben
ondan
o bilmese de ben çok
iyi biliyorum...
Yine yılın birine
birlemişim tutuk yalnızlıklarımı...
Ağır uykuya dalmış
gözlerinden öpeyim kartanem
kapkara geceden kalan
kavruklukla.
Bak buzlu cama vuran
ışığa gökkuşağı sarılmış
artık tam vaktidir
uyanmanın uyan.
Islanılan dağ yolu
tanıdık
patikalar sarı patiska
desenli
köy izbesi kente çok
yakın
yorgun adımlar adını
sayıklar
ha gayret biraz daha
dayan.
Laf cambazlığına
dayanmaktayım…
Gecelerden gelmekteyim…
Lakin aldanma koyu
gecelere
ateşe adanmış adamsılar
hain.
Aldırma iki gözüm, iki
çeşme ağlarım
gönül pınarına kanarım…
Kader deyip geçme
paslı pusulardan.
Kendince ağır ihmaller
düşüyor olsa da kucağına
unutma bir ihtimal
kaldı kulağına küpe
her yıl başında ayni
umut çarkı.
Çarkına çağlamaktayım…
Feleğin fesleğen
kokularına sarıldığı an
başında beyaz ağırlık
vücudunda buğulu nem
bendeniz için vakit
dem.
Dem vakti
düşüncelerinin ayazındayım.
Çaktı mı gözlerinde
çakmak taşı kıvılcımlar
kıpırtısız düşlerden
kaçamak heyecan
geleceğim anıların
kıvrımlarından çıkarak.
Hem de uzak hayallerin
çarkına çakarak…
Bekle kartanem süzülen
kartanelerindeyim…
Her yılın ilk gününde
kar yağarsa eğer
meskenim mazide bir
yerde saklı mezbelelik
mezem ağlayan sızlayan
kış güneşi
içkim akla saplı yakut
hançerin.
Sarhoşluğum hançeremde
sıcak, yumuşak, çıplak ve yorgun sen…
Sensizliğin sönmüş
ocağındayım köz kırmızıda
şarapta güzellik
yıllanmışlığın kırmızısında…
Adım gibi biliyorum ki
bir yaren olacak mutlaka
akan yıllardan birinde
sona yakın bir gün bir yerlerde
umulmadık zamanda
karşına çıkan gri gölgede
geçmişte de
karşılaştığın gelecekte
verilip de tutulmayan
sözde.
Unutma…
Unutmayacağım…
Unutturmayacağım…
Azımsanacak şeyler
değildi yaşananlar denilecek içten içe
ve daima anımsanacak
sımsıcak
hiç değilse her yeni
yılın ilk günü
dağılacak dünya yarılacak
yeryüzü…
Ve günlük
tutulmadığına hayıflanacak taraflar.
Ve son durakta elde kesik
uçlu kalem
başta uçuşan
kartaneleri kereme kelam
arınılacak bir
tümceyle tümden.
Ve yeni yıla
yazılanlar kalacak geriye.
Ez cümle; kartanem çok
üzgünüm.
Üzdüğün kadarıyla katıksız
kararlıyım…
KEŞKE 24 OCAKLARI GÖRMEMİŞ VE YAŞAMAMIŞ OLSAYDIK…
24 Ocakları görmemiş ve yaşamamış olanlar, görüp
yaşayıp ta ardını arkasını bilmeyenler bu günleri asla yeterince tahlil edemez
ve geleceği de göremezler. Gelip çatan günleri, durduk yerde oldu bittiye
bağlarlar. O yüzden kısadan hisse hatırlatmak gerekir.
Yıllar yılı yurtsever aydın, değerli kayıpların
yanı sıra, bu günlere de ışık tutan, sarı ampul yakan faşist askeri dikta ve
gölge parlamentosu ile uygulanan ‘24 Ocak Kararları’nı da unutmamak ve
unutturmamak gerekir. Çünkü şu fakir ülke için ‘24 Ocak Kararları’ resmen yarı
belinden kırılma noktasıdır.
Keşke tüm bu 24 Ocak’ları görmemiş ve yaşamamış
olsaydık…
“ Alınan 24 Ocak Kararları peşinden memlekette hem
siyasal hem de ekonomik bir kıyım gerçekleştirilmiştir. Şu fakir ülke öylesine
beter, beterin beteri iktisadi paketler görmüş ve yaşamıştır ki rejimi
sallanmış ama değişmemiştir. Kabuk değiştiren siyasilerin emriyle daha vahim
kemer sıkma politikaları faşizanca uygulanmıştır. Görüldüğü üzere, aslında tüm
ekonomik paketler ve uygulayan siyasi irade ikiyüzlüdür. Bir yüzü sahte gülücük,
gerçek yüzü rejime yönelik tehdittir. rejim düşmanlığıdır. Tüm ekonomik tedbirler
rejimi yıkma doğrultusunda yazılan acı reçetenin memlekete dayatılması
faşistliğidir.
Vahşi kapitalizmin 70’li yıllardaki bunalımının
aşılması için türetilmiş ekonomik model, 24 Ocak 1980’de Türkiye’ye de
dayatıldı. Modele onay verilir verilmez çok uluslu sermaye tıslayan muslukları
açıverdi. 24 Ocak kararları ile dışarıdan ülkeye akıtılan sıcak para ve
stokçuların stoklamaktan vazgeçmesiyle doğan bolluk, arzulanan siyasi dizayna
yetmedi. 24 Ocak kararları ilk başlarda başarılı gözüktü ama halka iyice benimsetmenin
ve rejime yönelik diğer dayatmaların rahat yapılabilmesi için ülkede darbe
yapılması bile göze alındı. Darbeye kapı aralandı, darbe gerçekleştirildi. Ve
istiflenen kararlar, 12 Eylül faşizminin çizmeleri altında ancak uygulanabildi…
Zar zor, yarı buçuk işleyen demokrasinin tamamıyla
tırpanlandığı o darbe yıllarında siyaseten bugünlerin tohumu atıldı. Sanayi
daima geri plana itilerek, tüm yatırımlar durma noktasına geriledi. Reel
sektörde zamanı gelen teknolojik yenilenme ve teknoloji transferleri yapılamadı.
Yaptırılmadı. Destekler ve teşvikler sıfırlandı. Hazine olanakları sadece dış
pazarlarda ülke üretimi yalandan pay sahibi olsun diye seferber edildi. Büyük
bir hevesle ve kışkırtma ile sözde ihracata yönlenildi. İhracatlar yalan
yanlış, hile hurda, hayal gerçek alabildiğine özendirildi. Hayal ürünü mamuller
ve mahsuller dünyanın dört bir yanına usulsüz vergi iadesi vurgunu için
kargolandı. Rant ve faiz ön plana çıkarılarak üretim yıldan yıla dışlandı.
Devlet gelir getiren akarlarını önceden ve kısa sürede yok pahasına sattı
bitirdi. Gelir ortaklığı, yap işlet devret zehri o günlerde ülke gündemine
girdi. Devlet imkânları çarçur edildi. Bir çivi dahi çakmayan model, 80
ortalarında tamamen hız kesti. Özellikle KİT’ler üretemeyen, zarar eden
kamburlar haline getirildi. Sonuç; topluma ithalat mayası çalınmış, milletin
aklına tüketim alışkanlığı atılmış bir ülke yaratıldı. Ve Cumhuriyet Tarihinin
hiç önemsenmeyen 14 milyar dolarlık rekor dış ticaret açığı oluştu. Hayali
ihracata ödenen 480 milyar lira vergi iadesi güncellendi. Yine yeni yandaş
milyonerleri artan ama ekonomisi batan bir ülke doğdu. Ve fakir halka kesilen
ödenmesi zor faturalara bel bağlandı...
Ezen sömüren, yakan yıkan bir dönem. Gerçi on
yılda tam olmasa da akıllanılmıştı ama ülkenin ‘orta direk’ adıyla var olan
toplum katmanı-tabakası da tarihe karışmıştı. Ve kısa zamanda 25 milyardan 70
milyar dolara çıkan dış borç ve 600 trilyon iç borç ile ülke ekonomisi hepten
çöktü...”
Tüm ekonomik açmazlar bir siyasal sapma ürünüdür
ve tarihin yönünün değiştirilmesi, toplumların geriye yönlendirmesi ve
gericileştirilmesi gerçekliğidir. Tüm ekonomik kriz dönemleri ve paket uygulama
süreçleri, yepyeni sığ ve sağ iktidarlar yaratmış ve her seferinde rejim açık kaçık
tehlikeler atlatmıştır. Yani ekonomik açıdan zorunlu kılınan ve rejim
değişikliğine yeşil ışık yakan bu acı reçetelerin hepsinde daima unutulan ve
yutturulmaya çalışılan bir tuzak vardır. Bilimsel değerlendirmeleri işin ehline
saklı kalması kaydıyla, unutulmaması gereken nokta bütün ekonomik tedbirlerin
birbirinin devamı veya tamamlayıcısı olduğudur. Özellikle 24 Ocak kararlarından
sonrası peş peşe eklendiğinde bu günlerin resmen hazırladığı veya bu günlerin
hazırlığı olduğu açıkça görülür. O yüzden 24 Ocak kararları ve kararların
peşine yapılan faşist 12 Eylül darbesi asla unutulmamalıdır…
Tarihle sabittir;
1946 devalüasyonu İsmet İnönü’yü iktidardan etmiştir.
1950 istikrar tedbirleri Menderes’in başını
yemiştir.
1970 devalüasyonu 12 Mart muhtırası ve faşizmini
getirdi.
1980 24 Ocak kararları 12 Eylül faşist darbesini
yaptırdı, faşist cunta kararların mimarı Özal’ı iktidar yaptı.
1994 5 Nisan devalüasyonu ülkede koalisyon
dönemlerini yeniden başlattı ve merkez sağ liberal partileri siyaset
arenasından sildi.
2001 19 Şubat MGK’da Anayasa kitapçığı fırlatma
krizi cumhuriyet tarihinin başlayan en büyük ekonomik krizinin habercisi oldu
ve sıkışan siyaset ile biten ekonomi neticesinde bir yıl sonra yapılan genel
seçimler AKP’yi tek başına iktidar yaptı.
2007 27 Nisan e-muhtırası Cumhurbaşkanı aday
profili, adaylık süreci ve rejime dair kaygıları değerlendirdi ancak Erdoğan’a
cumhurbaşkanlığı yolunu açtı.
2013 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet skandalı
sağır sultanın bile duyduğu bildiği ama iktidarca yok sayılan paralel yapı
gerçeğini tescilledi. Ekonomi dibe vurmaya başladı. Siyasete ayakkabı kutuları
damgasını vurdu.
2016 15 Temmuz hain kalkışma, askeri darbe
girişimi dibe vuran ekonomiyi hepten çökertti ve Erdoğan’a başkanlık yolu
açıldı…
Ekonomik önlemler veya istikrar paketleri
birbirinden kopuk sahte çözümlere, birbirinin ayak izinden giden dönemsel
takipçi bir çizelgeye ve kapitalist bir mantığa dayanır. Hepsi temel bilimsel
kavramların çok uzağındadır ve günü kurtarmaktan başka bir maharetleri de
yoktur. Sadece belirlenmiş emellere hizmet eder. Ekonomik istikrar paketleri
sonu en başından belli emperyalizmin usta ellerinde şekillendirilen bir film
senaryosudur aslında. Bu yüzden kararların gerekliliğinin dayatılması ve
uygulanması için diktacı yönetim tarzına gereksinim vardır. Belli kesimler
dışındakilerin ezim ezim ezilmesi gerçeği hep saklanır. Vatan millet duygusu
yüklü konuşmalarla toplum etki altına alınır. Millet acı reçeteyi içmeye razı
edilir. Yetmez ise hiç çekinilmeden faşist argümanlar devreye sokulur. Nice
vaatler ile milyonlar kandırılır ve bitmeyen çilenin içine itilir. Arsız
lafazanlık ve derin boşlukta milyar dolarları yine birileri götürür.
Kötü sona getireni götüreni apaçık belliyken, her
çöküşte olduğu gibi son yıllarda palazlandırılan yeni mutlu azınlık hiç yük
altına girmezken, tüm vebal yine mutsuz çoğunluğun sırtına yükleniyor.
Sorumluluk asla eşit paylaştırılmıyor. Ömrü yüz yıla yaklaşan şu fakir ülkeyi
önceden yönetmişlerin başına gelenlerden hiç ders alınmadan son sürat on küsur
yıldır din iman şemsiyesi altında liberalizm tanrısına tapınma devam ediyor.
Rakamlar ona yüze katlanmış ama ayni altın tas, ayni teras-balkon teranesi. Her
sıkışıklıkta fedakârlık nutukları atmalar. Enflasyonu gizli, devalüasyonları
açık ve ne idüğü belirsiz sıcak para akışıyla idare etmeler. İdare de bir yere
kadar. Yetmeyince sınır içi ve dışı savaşlardan medet ummalar.
Sonunda iş rejime iyice dayandı. Bu kez on yıllardır beklenen ve içten
içe çalışılan rejim değişikliği gerçekleşti. Ama denge bir şaşarsa ki gidiş
odur yine şu garip halk çeker cefayı. Saflar sefayı kimler sürer görür ama iş
işten geçmiş olur.
Tüm ekonomik paket uygulamaları şu fakir ülke için
ne ilk ne de son olmuş. Bu geri aksak gidişle ve sinyal veren ekonomiyle ne de
son olacaktır. Bugün doların ve euronun pik yapması, raici geçmiş olması da bir
anlamda yeni gizli ekonomik pakettir. Yakın tarihte kronolojik yaşananlar, bu
ekonomik krizin hemen peşinden başkanlık ambalajı içinde başka bir rejim
değişikliğine gideceği de açıktır. Yani yaşananlar, dibe dayanmış bu siyasal
sistemin geleceğini, sonu gelmese bile yerli yabancı işbirlikçiler eliyle sonunun
getirilmeye çalışılacağını apaçık gösteriyor.
Budur işte 24 Ocakları görmüş ve yaşamışların,
görmemiş ve yaşamamışlara veya görmüş ve yaşamış oldukları halde inkar edenlere
hayırla hatırlatabilecekleri…
Keşke tüm bu 24 Ocak’ları görmemiş ve yaşamamış olsaydık. Belki bir
nebze de olsa mutlu olabilirdik…
İSTANBUL'UN HALK EKMEK
DAVASI...
Hayat, başlı başına
"bir ekmek davası ve ekmek davasının önünde kimse duramaz." Hatta
ekmek yolunda hakkınca akan hayatın önünde de kimse duramaz. Tıpkı
İstanbullulara ekmek üreten ve ulaştıran, İstanbul Halk Ekmek'e muhalif
Büyükşehir meclis çoğunluğu baskısı ve Bakanlık genelgesinin işlemediği gibi...
Elbette işlemez. Çünkü
İBB Başkanı İmamoğlu'nun da benzer şekilde ifade ettiği gibi dibe vuran
ekonomik ve özellikle pandemik süreç İstanbul’a, İstanbullulara on yılların en
yoksul günlerini yaşatıyor. Ekmeğe muhtaçlık had safhada. Genel idare çözüm
üretmekte aciz ve insanlar ekmekte bir liralık fiyat farkı için, Belediye ekmek
büfelerinin önünde upuzun kuyruklarda. Durum buyken ekmeğe yönelik yapılan her
hizmet, değerlidir. Çok değerlidir.
Diğer yandan tüm kamu
kurumları, halkın menfaatine dönük ‘Bu hizmete nasıl katkıda bulunabilirim?’ diye
hareket etmeli, kişi ve kurumlar da bu bilinçle halkın yararına karar
almalıyken tam tersi zorlamalar ve yaptırımlar peşinde koşuluyor.
Bir iş yapılmışçasına,
ucuz siyaset gereği peşine düşülen İstanbul Halk Ekmek, Büyükşehir Belediyesi
bünyesinde hizmet veren 3 fabrika, 533 satış büfesi, 40 mobil satış noktası ve
1376 görevli personeli ile İstanbulluların ekmek davasına destek olmaya devam
ediyor. AKP ve MHP öncülüğündeki muhalefet ise kuruma köstek olmaya dönük manevralar
geliştiriyor.
Son İBB Meclisi’nin
toplantısında, kamuoyuna mal olan sıkıntıları gidermek amaçlı 142 yeni büfe
açılması teklifi ki, büfelerin kimlere verileceği açıkça belirtilmesine karşın
AKP-MHP meclis üyelerinin oylarıyla reddedilmişti. Büfelerin gazilere, şehit
yakınlarına ve engellilere verilmesi öngörülen teklif komisyona havale
edilmişti. Gerçi sonradan muhalefet geri adım attı.
Ancak İBB ve İstanbul
Halk Ekmek Yönetimi tekliflerine karşı çıkılması üzerine, ekmeğin halka
ulaştırılmasını mobil büfelerle yaygınlaştırma kararı almış ve ilçelerde 40
noktada satışa başlamıştı…
Açıkçası 9 Ocak’ta
hizmet vermek üzere konuşlandırılan mobil ekmek büfeleriyle,
Mevcut Halk Ekmek
büfelerinin önünde gittikçe uzayan kuyrukların azaltılması hedefleniyordu.
Hemen peşine Tarım Bakanlığı’nın bilinen genelgesi gündeme düştü.
Genelgeye rağmen İBB
Başkanı İmamoğlu gelişen son durumda, “Belediye
Satışa devam edecek”
kararını güncelledi. Hatta, “Dün yazılan yazı, başka türlü bir uygulama olarak
sahaya yansısaydı bile, biz, ekmek satışımıza devam edecektik. Hazırlığımız o
yöndeydi. Tarım Bakanlığımız açıklamayı yaptı. Onu kastetmedekilerini ifade
ettiler sorun bitti…” dedi.
İmamoğlu eklemeden de
geçemedi; “Dünkü kararın ilk intibaı hepimizi çok üzmüştür. Tarım Bakanlığı’nın
bu süreci ifade etmediğini açıklaması, sorunu şimdilik çözmüştür. Ama ekmek davası, yoksullukla mücadele
konusunda hiçbir engel tanımayacağımızı da tüm İstanbul halkına duyuralım.”
Duyanlara duymayanlara
tekrar tekrar vurgulamak da fayda var. Emek ve ekmek kavgası hayatın temel
gerçekliği. Ekmek davası öylesine ifade karmaşaları ile karıştırılacak,
sıkışınca da düzelttik babında düzeltilen bir durum olamaz. Ekmek ve Halk Ekmek
hizmetleri üzerinden, çapsız karalama kampanyası da tutmaz. Kamuoyunun
takdirine bırakıldığında bile eden, ettiğinin karşılığını bulur. Belki şimdilik
karşılıklı olarak sorun kalmadı görüntüsü veriliyor ama ortada cidden bir
çekememezlik var gibi…
İstanbul’da geniş
yığınların ekmeği derdine düştüğü acı gerçeği, genel idarenin yerel yönetimlere
uyguladığı kısır baskıyla kapatılamaz. Ayrıca İstanbul’u ve Halk Ekmek’i
yönetenlerin de bu ve benzer baskılarla yılmayacağı da ayan beyan görüldü.
İstanbul Halk Ekmek
Yönetim Kurulu Başkanvekili Özgen Nama, ki huzur hakkını dahi bağış yapan üst yöneticisi;
“Bakanlığın açıklamasına karşın genelgenin daha önce yayınlananla harfiyen aynı
olduğunu, sadece seyyar araçlarla ekmek satış yasağı ibaresi eklendiğini” söylüyor.
Bu genelgeyle kast
edilmek istenenin ise, “İBB'ye bu yöntemle bir geri adım attırabilir miyiz, bu
genelge karşısında araçlarını toplayıp fabrikalarına geri dönebilirler mi?
girişimiydi. Buna karşılık Başkanımız İmamoğlu'nun bizlere verdiği talimat,
'Yarın hizmetlerinize devam ediyorsunuz, sabah aynı şekilde gidip ekmek
dağıtımına devam edin' talimatıydı. Kararlı duruş karşısında gördüğümüz, dün
İBB Meclisi'nde AKP ve MHP meclis üyelerinin attığı geri adımı bugün Bakanlıkta
da görmekteyiz…”
Yani son birkaç gün
İstanbul gündemini işgal eden durum özetle budur. Özellikle İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkanı İmamoğlu ve İstanbul Halk Ekmek Yönetim Kurulu Başkanvekili
Özgen Nama’nın konuyu ilişkin beyanatları da gösteriyor ki, haklı ekmek davasının
önünde hiçbir kurum, hiçbir kimse duramaz.
Duramadı da…
KÜLTÜR SAVAŞLARI, KAR DÜNYASI…
Üç beş gündür beklenen yağış vurdu, sel, su, fırtına.
Bir anda kara, tipiye kesti memleket. Buza kesti rüzgâr. Hava bozuk. Bu
bozgunda aklı kuşatan kar, kış, kıyamet, beter soğuk, kültürel boşluk ve
pandemi…
Pandemik akılla bahaneyi bir yerlerde aramaya hiç
gerek yok. Kapıda bacada. Boş bakışlar arasında yıllar içinde kültür değişti.
Sosyal hayatlar değiştirildi. Köklü gelenekçi yapılar bozuldu. Dokular çözüldü.
Mevcudun dayattığı kültür hepsini yuttu. Emperyal iktidar yerini
sağlamlaştırdı. Ve koviti geldi her şeyi zayıflattı…
Rekabetçi kamplaştırma ile dayanışma duyguları
örselendi. Öğütlenen eskiye özlem oldu. Her şey çok basite indirgenerek, uhrevi
ölçülerde, ruhbani ölçütlerde değerlendirmelere tabi tutuldu. Temel olgular,
algı yöntemleri ile hiçleştirildi. Ve yaratılan atmosfer mevcudu güçlendirmeye
katkı yaptı.
Vahşi kapitalizm ile ilintili olan ne varsa gizlendi.
Gelenekle bağlar kuvvetlendirilecek dendiği halde türlü varyasyonlarla
zayıflatıldı. Ateşte emperyal özentiler demlendi. Dört bir yandan kuşatılmışlık
havası estirildi.
İşte bu hava, kendine ait yapay değerleri de yarattı.
Sağlam, saygın, kültürel, sosyal değerleri değişime uğrattı. Sonuç, kültürel
erozyon. Sosyal patlama derecesinde yoksulluk ve yoksunluk. Ters yüz edilen
hayatlar…
Bu toptancı bozulma ulusal kültür düzeyini de aşağıya
çekti. Toplumlara kavimsel suni bir kültür pompalandı. Yüzyılların hâkim
kültürleri sosyal yaşamdan törpülendi. Siyasal düzenek, mini kitle kültürleri
oluşturdu. Yerli ve milli böyle olunur sanıldı. Din ile süslenen bu kültürel sapma
merkezileşti. Merkezden mecburileştirildi…
Hayat damarlarına, kılcal kanallara dek enjekte edilen
dinsel hurafeler kıskacında genleşen kültür, gerçek hayatın önüne geçti. Resmi
görüş içten dışa, yukarıdan aşağıya toptan değişti. Ve milli hassasiyetler
yörünge değiştirdi. İktidar, korku ve dayatmaların dozunu artırarak iktidarını
bir yere kadar korudu.
Bu korunaklı sistem de yetmeyince, köktenci bir
gerigidişim öngören sosyo kültürel pozisyonlar güçlendirildi. Dizayn edilen
değişken ve geçişken pozisyon alıcılar siyasal modelin de değişmesine neden
oldu.
Yani yeni kültüre adapte olan çoğunluk, kendini ifade
etmeyi coğrafyaya yayılan, başka coğrafyalara da yayılmacı bir kültürde buldu.
Ve lafta yeni hayata, yeni sistem adapte edildi…
Bu adap erkan, edep haya tanımayan her şeyi kabullenme
hissiyatı, derin bir travma yaşandığını hissetmeden, ileride daha ağır
hissedilecek bir boyuta evrildi. Devamlı gündemle oynandı. Hayata tutunmayı
sağlayan kültürel köklerdeki bu oynamalar, çok ucuz oyunları da güncelledi.
İktidarı toptan ele geçirmeye dönük atılım sonrası
kısa zamanda din bağlamında farz edilenlerin, sosyal yaşamda önemli yer tutsa da
ortak yaşama yön verecek denli uzun ömürlü olmayacakları görüldü. Pek
sürmeyecek olsa da dini telkinlerle bir zaman daha yol almasını sağlayacak
desteklemeler gecikmedi.
Bu destekler sayesinde çok şeye mal olacak, olmasına
neden olacak ciddiyetsiz adımlar atıldı...
Böylece gittikçe daha da zorlaşacak kan donduran
atmosfere girildi…
Yıllar yılı, binlerce yıllık geçmişi çok sayan
görülüp, yok sayan, esaslı kültür birikiminin yok edilmesine dönüp bakmayanlar
üç beş gün içinde birden kızıştı.
Üç beş gündür doz aşımı yağış, sel, su, kar, boran,
fırtına derken hava buza kesti. Kestirilemeyen bir şeyler oldu ve ateş bastı.
Tam da cehennem ateşi. Kızılca kıyamet havası. Hepten havalar bozuldu.
Kar ayaz, kültür savaşlarından sıcak savaşa. Havada
başka bir şeyler daha var sanki…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder