3 Şubat 2021 Çarşamba

Ocakson

 

 

 


PLANTASYON, TANSİYON...

 

Bu denli plansız programsız idarenin, eksik platformlaşmanın sonu, kendi toprağında köle olmaktır. Yani iş plantasyon köleliğine kadar gider. Bu arada Boğaziçinde bir okul için planlananlar da mutlaka ters teper. Siyasal gözlemci tespiti bu. Neyin sendromu bu…

 

Emperyalizmin kuklası olmaya rıza göstermek ve kaytarıcı tercihler kullanmak zayıflığa ilk adımdır. Kolay kolay geri dönülmez. Mülkiyet kavramından ister istemez uzaklaşılır. Kiliseci heybetin belli dönemlerde, dönüm dönüm arazilerin tapusal oynaklığına imkân aralaması ise yıkıma ilk işarettir. Sona işarettir…

 

Eşitsiz yaşamlar plantasyonlar da birlenir. Dayanıklılık ve verimlilik doğrultusunda, hayatta kalmak yaşam örgüsü olur. Plan sanki oraya gidiyor. Plantasyon ve adaptasyon süreci…

 

Bu süreç pastoral dünyanın bittiği noktadan bir ileri adımdır. Öyle ki biten tarımın, özellikle bitirilen tarımın yeniden inkişafı için lafta kurtarıcı aramaktır. Kendi toprağında kiracılığı, tarla-bağ-bahçe köleliğini sıradanlaştırmaktır…

 

Öncelikle şaftı kaymış bir memleket yaratılarak, topraklarının bir takım projeler ile el değiştirmesi, Vatan değiştirmesidir plan. Enerji ve emek trampası. Sonra kutsal coğrafyaya çökme. Eski defterlerin açılacağı günlere kadar, işleri rayına sokacak, planlar yapılarak, kanallar açılarak, günü gün etme eylemi.

 

Bu denli programsız, kendine pragmatik yaklaşımlarla memleket havası memleket bekası yok edilir. Millet köleleştirilir. Sömürgeci, köleci klanların istediği olur. Geniş toprakların yasal sahibi olmak. Memleketi yüzyıl başına döndürmek. Milleti tebalaştırmak.

 

Tabii önce plantansyonları kurmak için, toprakların efendilere geçmesi gerek.  Yerli yaban beyaz efendilere. Plan bu. Hassas biçimde işletilir çark. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın hesabı. İdare her türlü blöfü yutar. Zaten oyun üstüne oyundur her şey. Köle kütüklü plantasyon. Efendilere tarım toplumu. Köle eğilimi. Sözde plan, program, projeksiyon çağdaş dünyadan geri kalmamanın ürünü. Bir promosyon. Böyle özendirmenin, yeryüzünde birçok örneği, versiyonu vardır.

 

Bu plantasyon uygulamalarından, kötünün kötüsüne maruz kalmaktır işin özü. Sayısız efendi saldırısından kurtulup, her şeyi bir efendiye kaybediştir. Köleci düzenek, iş gücü memnuniyeti ve düşük maliyet. Tutucu fikrin para tutkusu, ulusal normların dertop edilmesiyle kendini gösterir…

 

Dehşetli bir deneyime doğru sürükleniyor mahrumiyet. Sanki hiç yaşanmamış gibi. Yüz yıl dönümünde anglo-klancı bir dünya. Dinsel, etnik köken marifetiyle. Eski dünyadan kalma alışkanlıklarla. Cesur ve korkak adımlarla. Fütursuz saldırganlık, pandemik aymazlık.

 

Bu denli fütursuz saldırganlığın amacı, yayılan plantasyon karşıtlığını kumanda edilecek duruma getirmektir. Her şeyi sokağı, okulları, milleti memleketi, koca coğrafyayı emperyal güçlerin denetimine sokacak plantasyon. Başka istasyon kalmadığının ekstra sunumu. Hadise, tarihi yanılma, yerli ve milli oyalama taktiği. Oysa efsanelere kanmamak gerekir. Plan on yıllardır işleniyor ve işlenmekte. İşlemekte. Şimdi planlı sıra, Boğaziçinde bir okul sınırları içinde. Sınırsız tahakküm. Plantasyon ve tansiyon...

 

Bu plantasyonlaşmanın sonu belli, Tam bağımsızlık ve proleterya demokrasisi…

 

KARNE, KUPON, TİKET, ETİKET FASLI...

 

Bir daha şu sahipli kente, sehven de olsa kar düşer mi acaba? Düşse ne yazar, düşmese kim kızar? Çocuklar tabi ki. Büyüklere de Pinokyovari masallar...

 

Kar yağınca akla yine o melun yakıştırmalar düşer mi? Düşler donar, ateş söner mi? Bilinmez, herşey olası...

 

Dönem dünyayı derinden etkileyen koviti virüsüyle büyük savaş dönemi. Tek parti rejimi. Karta, karneye bağlanan günler. Seferberlik dönemi. Savaştan geri durmanın ve ulusal varoluşu devam ettirmenin bedeli. Çocukları babasız anasız bırakmama gayreti ve cesareti...

 

Vaktiyle savaş karşıtlığının karşılığı ise on yıllarca sürdürülen kart, karne, kupon, tiket, etiket edebiyatı...

 

Çürüyen buğday üzerinden, savaş karşıtlığına ödetilen ağır bedel. Ayrıca kasıtlı makalelerde adı geçenler, gerçek kişiler ve bu olaydan haksızca en çok nasiplenenler. Çarpık ilgi ve ilişki yumağını tersten saranlar...

 

Varsa da yoksa da dünyanın her coğrafyasında yaşanmış benzer olay yığınla. Acı hakikat var veya yok. Ama baş ağrıtıcı...

 

İşte şu sahipli memlekette on yıllarca karne, kupon, jeton, kart, tiket, etiket edebiyatı yapıldı. Bu son günlere oranla çok masum o dönemler. Yine de kıyasıya eleştirildi. Millet hep o günlere dönmekle tehdit edildi. Savaş öncesi ve savaş sonrası es geçilerek iş ucuz politikaya bağlandı. Ucuz oyunlara girişildi. Siyaseten sahipsizliğe bağlanıldı.

 

Peki sonra teneke kutu edebiyatı. Dokuz kusurlu hareket. En acısı da ofsayta düşmek. Zafer bahçesinden kalma ne varsa, iştah kabartan ne varsa bir hiç uğruna iç edilmesi. Elde bir şey kalmayınca da toplumsal morale negatif katkı...

 

Gönüllü seferberliğe facist darbe. Hibe ekmeğe engelleme. Marketing politikası. Suçlardan güç devşirme. VIP görünümlü dip noktası. Kart, karne jeton, piyon saltanatı...

 

Jetonlar plastik. Plastik politikacılık. Punduna getirme kavgası. Suni tezgâh. Tek seferlik değil belki de. Sanki peş peşe gırla. Muhtemelen gaflete ve sefalete yeşil ışık. Kutsal amaç etrafındaki birliği alt etme. Sosyal konum itibarını tuş etme. Durum muallak...

 

Malum pandemi günleri, ille de mart kışı kar tekrarlar mı bilinmez. Bilinen ucundan köşesinden sahte kader bağımlılığı. Sınır dışına taşmanın, iyice dağılmanın ve yersiz yayılmanın ağır bedeli. Bedeli olacağı ve ödenmesi gerekeceği unutularak kusurlu kupon desteği. Kendinden olmayana, racon icabı öyle görünene ara durak. Geride kalanlara köstek. Bu mu beter sorunlardan kaçınmak. Dertlerle yüzleşmek...

 

On yıllarca memlekete sonsuz şevkle aktarılan, o zorunluluk dönemi gibi. Sorulara yanıtı bulunan ancak ilk konuşmaya referans yapılamaz cinsten bir kasılma. Resmen sahtekarlık. Anlatılabilirse eğer bir gün inanılması mümkün olmayan dehşet. Delilere bile yakışmayacak delilik. Aklı sıra dahilik...

 

Kim işaret edecek veya otoriteyi kim üsteleyecek. Zaman gösterecek. Şimdilik kendinde olmayan milyonların tavrı bu. Marketing marifetiyle silmek. Çok bilmek. Sanki hayıflanma faydalanmaya dönüşmüş gibi. Bu virüslü kısır döngüde nice canlar ölüyor.

 

Sanki başa dönme gayreti hiç yok. Dört taraf kuşatılmış. Göz görmez. Kulak duymaz olmuş. Umursanmıyor bile karanlıktan medet ummak. Kartlı, karneli tipik yüksek menfaat çatışması tipisi. Yüksünmeden yakıyor...

 

Durmaksızın devlet baba kasasından inanç çalınıyor. Yerine münasebetsiz asabiyet bırakılıyor. Bol kepçe müsaade edilen kişiye özel kayıtsızlık. Kartlar ve karneler uçuk, ucuz. Tahammül edilemez haksız ayrıcalık çuvala sığmıyor. On yıllardan sonra karne ile ekmek. Kartla kahve. Kuponla şeker. Hala kötü geçmiş edebiyatı yapanlar, plastik jetonlu bir değişim içinde. Ve aldatıcı saltanat peşinde. Topu virüse duacı...

 

Şu sahipli kente yağabilecek kar, onca yıldan sonraki bu kesik kesik kirlenmeyi arındırabilir mi, Koviti virüsün üstesinden gelnir mi? Saltanat yıkılır mı?

 

İşte orası belirsiz...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

VİRÜS FAN KULÜP...

 

Virüse bağlı hiçlik ortamında, çıtkırıldım fantezilerle ferahlamanın fezlekesi, cümle aleme yetecek kadar etrafa Corona-Virüs dağıtmaktır. Virüs bulaştırmaktır. Öylesine taklacı, düzenbaz ve cambaz üçgeninde kıvrak takas girişimleridir. Böyle geçiştirilemez, halledilemez bu salgın. aşı da tutmadı. Çünkü hiç düşünmeden düşülen girdapta yalandan gamlanmanın bir nefes sonrası nefessiz kalmaktır. Gerçekte olay çok vahim. Çok...

 

İyimser takılıp, kötümser köçek havasıyla anca kaçak göçek nargile fokurdatanlar safına katılım gerçekleşir. Anında marpuç ve nemli duman belasına, Corona-Virüs belası da eklenir. Ekabir görünüp, efradın karamsar seslerine kulak vermeyişle de anca misli misline savurtu esnaflığına ulaşılır. Mevcutla yetinilmeyince bambaşka alakasız ilişkilendirmelerle, zilzurna sarhoşluğun ayılınca hissettirdiği ağır sancıya kapaklanılır. Kafesten kurtulmak için kalabalığa kabalık pastili patlatılır. Çamur akıl ve vehamet tilaveti. Kerata baskısı...

 

Virüse bağlı olayların bu kerteye varacağını hiç hesap etmeden, ne münasebet pişkinliğidir, her gün her fırsatta pişirilen. Corona-Virüs tahribatını inceden örten...

 

Virüs saldırısına sadece rastgeldi gözüyle bakarak, dava konusu etmek ve sonradan ayılmak bedavaya işi rezalete bağlamaktır. Veya rezalete yakın derecede, bedeli çok ağır oyunlar tezgahlamaktır. Zaten sefa bitince, vefa balmumu renginde matlaşır. Arka fonda Corona-Virüs ekili ateş tarlası. Nadaslık tarlalar virüs ekildiğinden ruha daraltı gelir.

Kaypak düzen, kaçak güreş, orantısız kuvvet, kuvvetle ihtimal hiçlik ile piclik arasında sıkışmadır. Fan kulüp çatkısıdır çadırlanan. Çadır tiyatrosudur. Sahte deniz kızının kuyruğuna doldurulan kuru ot yığınıdır. Uydurma fan kulüp köpürtüsüdür.

Bu ortamda bütün köprüleri yıkan ise, poyrazdan esen virüs rüzgarından başların kaldırılamadığı zaman aralığını kestirip, kofti kanala yandaş yüklenici aramadır. Asıl can yakan kestirip atmadır...

 

Eğer Corona-Virüs fan club, farkındalık yaratma amaçlı olsaydı fanteziden feragat güncellenir, felaketin getirisi de, götürüsü de hakkıyla yevmiyelenirdi. Ancak ortada kibir, defteri kebir ve etten kemikten duvar var. Devlet sağır duvar. Bu kan pıhtısı pırıltısına fan dayanmaz. Bu felakete can dayanmaz. Cansızlaştıran sonuçları da hiç kimse arzulamaz. Fay kırığından beter, derinliği bariz bir kara salgın bu.

 

Virüs karanlığında bulduğunun karşısına tunçtan bir heykel gibi dikilir ölüm melekleri. Melekeler ölür. Resmen fan kulüp arsızlığı bir durum. Olay üstüne olay. Kıyı köşe Corona-Virüs. Kısa vadeli borca, veya veresiye yatak döşek haraptarlığı. Kristalize hap gibi yutulan kahpe virüsün küflenmiş endamı. Damsız, adamsız girilmez modunda bir talihsiz takıntı. Deliksiz bir mermer kemer. Fildişi kamer öksüzlüğü. Sahipsiz mezar. Kabir. Ekabir takım aymazlığı...

 

Aleme inat Corona-V ile mor fes yarenliği. Geçici ortaklık üssü. Üstüne Corona-Virüs sektirmesi. Virüslü tükrük. Kalıcı yara...

 

Bu yüzüne tükürmelik Corona-Virüs fan kulüp üyeliğinden elbette kul kusurlu. Yüce Mevla neylesin? Ateşten toparlanmış topuz, hiçlik diyarında piclik peşinde. Civarına olmaz denli kötülük yayıyor. Bu denli kötülük zinhar Allah'tan gelmez. Her köşeye sıkışıldığında da her şey Allah'tan denmez. Çok ayıptır, büyük günahtır. Bu yoz, yaban Corona-Virüs fan kulüp üyeliğine artık bir son verilmeli. Gına geldi. Aşı gelemedi...

 

Bu Corona-Virüs sarmalından, minareli dua faslı ve kusurlu şerefe iletişimiyle fan kulüp azaları asla kurtulamaz. Kaybedilen şeref bu şekilde kazanılmaz. Az da olsa azamet teşkil edilemez...

 

Yok. Hiç yere müzmin bir acı yakalar yakalardan. Kalıbına sığmaz arzular kalın duvar örer. Çekilen kara duvar arkasında kalır filizler. Felaket kapıyı çalar. Ve falezde, fanteziler kanatlanır. Çekik, çekinik uysallıktan sıyrılmayla birlikte yaman çelişkiler katlanır. Sıtkın sıyrılması, neslin soyulması ve sığırtmaç duygusu havalanır...

 

Havada Corona-Virüs korkusu. Virüs kokusu. Ve fanatikleşme. Ucu açık kalmış hesaplaşma fena halde etkinleşir...

Vaka, faka basma ve terkide kara pelerinli bir hayaletle virüs takibine dönüşür. Öyle boş bir dünya ki Corona-Virüs hediyesi. Ederi beş paraya. Sırtlan nefesi. Hepten nefessiz kalma...

 

Kambura bir kambur daha. Kirli çıkında bir çıkıntı daha. Sepette bir sereserpelik daha. Küfede bir külfet daha. Dımbıra ayazı. Avaza tek sebep Corona-Virüs. Sıradan Corona-Virüs fan kulüp üyeliği...

 

Ürkmek doğal. Korkmak normal. Daha ilkağızda bocalama trendi. Hiç, pic arası fantezi püskürtüsü. Adanılan tek servetin üst perdeden harcanması. Üstelik harcamaya hiç değmeyeceğini bile bile. Doğal hayatın içine açılacak kanal sevdasıyla...

 

Fanlar açıldıkça, kanallar, kanallar açıldıkça hiçlik saçıldı. O hiçlikte Corona-V piclik peşinde. Fandip. Findip. Fondip...

 

MUSTAFA SUPHİ, 28 KANUNİSANİ

 

Tam yüz yıl önceydi. Türkiye Komünist Fırkası kurulamadı çünkü Bakü Türkiye Komünist Fırkası reisi Giresun doğumlu Mustafa Suphi, huduttan içeri girip, metazori sevk ile Trabzon'a gönderildikten sonra sır oldu. Sis kalktığında ise Mustafa Suphi’nin yoldaşlarıyla birlikte, kara eller marifetiyle, bir kara gecede Denizle bir olduğu anlaşıldı. Ve kızıl komün havası karardı. Karartıldı...

 

Karartıldı çünkü Mustafa Suphi yüz yıl önce; “Ey Türkiye’nin mazlum işçi ve köylüleri! Evvelahir bir şeyi hatırından çıkarma: Avrupa ve Türkiye’deki bütün sermayedarlar, zenginler, paşalar, ağalar, papaz ve mutaassıp mollalar, büyük zabitler Türkiye’de hükmettikçe sermaye ve para esirliği ortadan kalkmaz ve işçi köylü halkı kendi devlet ve hâkimiyetine nail olamaz…” demiştir.

 

Hatta, “Türk, Müslüman, ecnebi, her ne olursa olsun büyük veya küçük sermayedar ve zenginlerle birlik ve ittifak yapma! Beynelmilel cihangirlik ve emperyalizme elinden geldiği kadar karşı dur. Memleketin içinde hiçbir bölük ecnebi askeri kalmasın…” diyerek hiç çekinmeden tam bağımsızlık safında yer almıştır…

 

Salt bu ideallerle karartmanın öncesi Mustafa Suphi ve yoldaşları 18 Ocak 1921’de memlekete Kars'tan giriş yaptılar. Heyecanla karşılandılar ve ağırlandılar. hemen trenle Erzurum'a hareket ettiler. Çekilen şifreli telgraflar ile sıkı takibe alındılar. Erzurum'da planlı bir tepkiyle karşılandılar. Halk galeyana getirilmişti. Burada sözde fiili bir tecavüze uğramamaları bahanesiyle Trabzon'a devama mecbur bırakıldılar...

 

Ve tarihe, III. Enternasyonal heyeti, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının “Trabzon'da Karadeniz'de olduklarına dair abartılı söylentiler, rivayetler yayılıyor. Nereye gönderildikleri de bilinmiyor. Görevli olarak gelmişler ancak izleri kaybedilmiştir” kaydı düşüldü.

 

İki karşı yakada da izleri bulunamadı. Batum'da değildirler. Hiçbir Sovyet Rusya sahiline uğramadıkları da kesindir. Ayrıca resmi kaynak, “ III. Enternasyonal heyetinden hiç kimse buradan gitmedi. Gelmedi. Bu konuda bizde hiçbir bilgi yoktur… Trabzon Valisi Sabri.” bildirimini düştü. Tüm bilgi ve bildirimler arada kaynadı…

 

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının akıbeti yetkili mercilere de soruldu. Müracaatlara malumat verilmedi. Hakikatin üzeri örtüldü. Başvurular dikkate alınmadı. Konu kapatıldı. Veya kapatıldı sanıldı; “Mustafa Suphi ve komünist yoldaşları Trabzon açıklarında katledilmiştir. 28 Kanunisani. Vahşice öldürülerek denize atılmışlardır…" benzeri kriptolar havada uçuştu…

 

Her şey kriptik, aleni ne bir bilgi ne konuşma ne de açık itiraf. Oysa apaçık belliydi akıbetleri, “Mustafa Suphi ve 15 komünist yoldaşının, Trabzon yakınlarında vahşice öldürülüp denize atılmaları 2 ay sonra anlaşıldı. Satın alınmış bir cellat tayfası darbeleri ile yok edilmişlerdir…” Faili meçhul Maria Suphi ise bir başka araştırılası vakadır. Tarihi veriler ışığında anlaşılan şekliyle; “motorlu bir kayığa bindirilmişler, arkasından başka bir kayıkta silahlı adamlar…” İnegöl üzerinden Ankara yerine ölüme gitmişlerdir.

 

Yani deniz ortasında gözlerden uzakta, infaz ve katliam. Organize linç. Vahşice uygulamaya konulanı ve tüm izleri, Karadeniz'in karanlık sularının, karanlığa gömmesi…

 

Karanlığa gömüleceği tasavvur edilse de hemen ertesi gün, bir gün önce ardı sıra denize açılan her iki kayık Trabzon limanına yan yana demirlemiş halde gözlemleniyor. Karaya bağlı iki kayık. İki hırpani taka. Takiben; “Trabzon burjuvası saklasa da ahali olup biteni biliyor. Olaya tanık denizcilerde cabası. Denizin dibine gönderilen Mustafa Suphi ve arkadaşlarını her yerde herkese anlatıyor denizciler…”

 

Takriben anlatı şöyle; “1920'li yılının Ocak ayında Millet Meclisinin çağrılısı olarak Ankara'ya doğru yola çıkan Mustafa Suphi ve yoldaşlarına, Meclis ve Doğu Cephesi Komutanlığı koruma vermedi. Kafile Erzurum'da bilinçli bir linç girişimine uğratılarak Trabzon'a yönlendirildi. Uğraklarda bazıları kafileden ayıklandı. Ve 1921 yılının 28-29 Ocak gecesi Mustafa Suphi yoldaşları ile birlikte Trabzon'da bindirildikleri teknede, linç edilerek öldürüldüler...”

 

Kahreden acı gerçek aslında kayıkçılar kâhyası Yahyanın sinirle ağzından dökülenlerde saklıdır, “Sanki bütün işlerde tek başımaydım. Daha da üstüme varılırsa, her şeyi olduğu gibi ortaya dökerim…” ancak o da meçhule gitti veya gönderildi. Dökemedi…

 

Karadenizi soldan dalgalandıran, bir sır denizi olmasını sağlayan en önemli ama küllenmiş vakadır Mustafa Suphi ve arkadaşlarına reva görülen. Tam yüz yıl geçti sır perdesi kalkmadı, günden geceye sarkan 28-29 Kanunisani 1921 üzerindeki sis çözülemedi…

 

Türkiye Komünist Fırkası devamı olanlar da bu kasıtlı kurguyu hala çözemediler...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖRFİ SÖRFİ KANUNLAR...

 

Şu fakir millet, oldum olası çoğunlukla örfi, örfi idare kanunları ile yönetildi. Yönetildikçe yönetildi ve sihirli şapkadan bu günler çıktı. İdareyi maslahat son yıllarda ise alenen sörfi kanunlar düzeyinde seyrediyor. Sanalda sörf yaparcasına, koviti virüsten köşe bucak kaçarcasına. Ortalık yangın, yıkım yeri gibi yine de onlar revaçta ve yürürlükte. Örfiler ve sörfiler. Tıpkı fi tarihinden beri...

 

Zaten hayatta asla başa gelmez ve karşılaşılmaz denilenler bir bir gerçekleşince, bundan başkası da başa gelmez. Başka çare de kalmaz. Kalmadı. Hiza kayar. Kaydı. Sonrasında bu kaygan zeminde illaki ilan edilecek pratik çözümler seferberliği de hiçbir işe yaramaz. Yarasa da düzelme çok uzun yıllar alır. Çünkü nedensiz ve gerekçesiz ne zaman bir şeylerden vazgeçilir, yerine hemen vazgeçilenden daha beteri gelir. Bizzat getirilir. Maharetli millet vesselam. En çetin şartlar, eza, ceza ırgalamaz hiç. Cefa geri döner, döndükçe de kanıksanır. Bir Garip millet reaksiyonu.

 

İşler hepten ters gittikçe, göz göre göre sanki öncesinde mükemmeldi veya bundan ötesi cennet denilerek ters giden işlere azami hız verilir. Tepe taklak yuvarlanışa tam yol verilir. İşler arapsaçına döndüğünde de görgüsüzce acı acı gülümsenir. Biz biliyorduk böyle olacağını yalanı. Hatta daha pişkince biz söylemiştik zamanında kuyruklu yalanı. Yani arsızca ağlanacak hallere gülünür. Haklı çıkmaya bin takla atılır. Bu arada 'kötü gidişin suçu hep başkalarına yüklenir. Ardı arkasına 'akla suç yüklenecekler geldikçe' tebessümün dozajı ve söylemin şiddeti bir tık artırılır.

 

Bu tıknefes tersoluğa kimseler çıkıp da böyle gelmiş böyle gitmez, 'çok denenmiş yol, hiçbir yere çıkarmaz' demez. Diyemez. Takdiri ilahi bağlamında tavlanılır, uysal davranılır. Hele ki yakın gelecekte hiçbir şey söylenemeyecek kıvama hazırlıklar, hazırlanılır.

 

Biteviye dava denilip durulur ama davalık her konu 'birden çok seçenekle halledilebilecekken, bu seçeneklerden sadece birinin, olumsuz sonuca götüreceği veya faciaya davetiye çıkaracağı biline biline kesinlikle o kötü seçenek seçilir' ve durum daha da fecileşir. Yani örfi sörfi derken öyle bir an gelir ki; en akla gelmez dayatmalar peş peşe sıralanır.

 

Oysa sıraya girmeden, rakamla sayılmadan, safa durulmadan evvel hataları önleme stratejisi belirlenmelidir. Ve tüm benzer stratejiler ciddi temeller üzerine kurulmalıdır. İlkeler modern bir teknik ve analitik ölçütler içermelidir. Bunlardan vazgeçilirse sonuçta kötü olaylar silsilesi kendi kanunlarını da yaratır. Geleneğe takılanlar güruhu sayesinde bilimsel bir gerçeklik taşımayan olasılıklara bel bağlanır. Olanların, bitenlerin tamamı da ilahi emirmiş gibisine koşulsuz şartsız kabul edilir.

 

Kabullenme tam tamına yerleşince lokalde totalde tüm 'kesinlik içeren şeyler olumsuz ve negatif düşünme ile biçimlenir ve bu biçimleniş asla değiştirilemez' gerçekliği unutulur. Böylece dosdoğrulara uzayan bir gerçekliğe hizmet ve hizmet talebi asla rağbet görmez.

 

Haliyle 'mümkün görünen kötü koşullar eninde sonunda mutlaka gerçekleşir' özdeyişsel kanunu haklı çıkar. Kötünün iyisi savına sığınılırken kısa zamanda kötünün kötüsü, en kötüsü gerçekleşir.

 

İşte o saatten sonra beklentiler olumlu veya olumsuz hiç fark etmez. ağızla kuş tutulsa dahi durum kötü sonuçlara gebedir. Çünkü hiç yanlışsız anlatımlar bile o ortamda birilerince yanlış anlaşılır. Yalan yanlış anlatılanlar ise her defasında yarıdan az biraz fazla eğilimle doğru farz edilir.

 

Arzı farzı böyle olunca 'kolay yol mayınlıdır' savı yerini bulur. Yollara cehennem taşları döşenir. Ayrıca öngörülen ne olursa olsun salt kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda gerçeğe ulaşmaya çalışmak ve benmerkezci ısrarcılık sonuçta acı gerçeklerle yüzleşmeyi de getirir. Onca perdeler, engeller ve engellemeler yetmez. Zehir zemberek günler gerçeğin öteki yüzünü ayan beyan gösterir. Ötede beride salınan kral çıplaktır.

 

İşte oldum olası o yüzleşme dönemlerinde bütün terslikler, tüm aksilikler çoğunlukla gelip şu fakir milleti bulur. Ve tersliklerin, aksiliklerin suçlusu da hep o olur. Bütün yükü mecburen çeker…

 

Şimdiye dek rüzgâra karşı, yokuş yukarı koşuların bu garip milleti hiç akıllandırmadığı, yokuş aşağı fren tutmadığı, akıllı saydıklarının da milleti hep aynı ucube yere götürdüğü hep unutulur.

 

Bu balık hafızalılık, umut denizinde yüzdükçe rota hep örfi olur. Örfi idare de sörfi kanunlarına çıkar. Yollar çamur batak, batan yolcular kurutulur. Bütün bu terslikleri ve aksilikleri yaşayıp da makul görenlere ise artık gerçekleri göstermek neredeyse imkansızlaşır. Çünkü onlar görmezler, duymazlar ve söylemezler. Ve dahi hiç düşünmezler…

 

İşte bu düşüncesiz düş ortamında, kendinden emin sallayanlar en ikna edici konuşanlardır. Bunlar karabasana takılanlara ve kendine güvenmeyenlere acayip inandırıcı olurlar. Ve bu tezgâhta inançlar çatallaştırılır. Bardağın boş ve dolu tarafı ikileminde suya hasretlik artar. Suya yazı yazanlar azarlanır ve azaltılır. Boşa inananlar çoğaltılır. Boş inanç nöbetleri tutulur.

 

Akan zamana aklı yetenler öyle böyle derken, örfi sörfi idareyi mutlaka sonlandırır. Kara yazgıyı yazgılaştıranlar ise akılda son kalanlarıyla hala şapkadan sihir bekler.

 

Eğer böylesi gidişe dur durak olmazsa 'ilerde kanunda kalmaz, düzen de' örfi resimleşir, sörfi resmileşir...

 

 

 

 

 

 

YÜZ YILIN ELLİYEDİSİ...

 

Bu makale öyle görünse de zor geçeceği açık seçik belli yeni yıla dair bir makale değil. Olabilirdi de ama değil. Pazardan mezara, pandemiden, ekonomiye yaşanan acı günlere nasıl gelindiğine dair bir başyapıt da değil. Gerçeği yanılsaması yüz yılın elli yedisi bende hesabı. Bir iç hesaplaşma...

 

Bu paragraflar girilen yeni yıldan geçmişe, 21. yüzyılda, 2021 yılının 21 ocağından, 1919'a koca yüzyılın, uzun bir asrın ne kadarının yaşanmışlığı veya yaşananların ne kadarının kalıcı iz bıraktığının iddiasız bir dokümanı…

 

Bir bakıma zamanın ruhunu arama çabası. Katılımcılığı çoğaltmak isteği. Her haliyle akıl yolculuğu ve akıl buharlaşmasının altın başaklı memleket üzerinden kısa bir izahı. Sonuçta her daim kuşatılmışlık ve tersine değişimin acı bilançosu.

 

Yıl 2021. Az kaldı, 2023’ü de gördük, göreceğiz. Eğer bir kaç yıl daha sabredersek, ölmezsek. Ve kayıp giden yüzyılı bağrımıza basacağız…

 

O yüzyıl ki, Büyük Kurtarıcı'nın 1919'da Samsun'a çıkışının peşine yıllar, on yıllar bağlanarak yüzyıl olmuş. Yani İstiklal Harbi’nin kıvılcımlanması için, silik bir mühürle Karadeniz’e açılış tam 100 küsur yıl önceymiş. Tam bir asır önce gerçekleşmiş Anadolu’ya geçiş.

 

Sözün özü dört bir yanı kuşatılmış topraklarda ‘Ya istiklal ya ölüm’ parolasıyla girişilen kutlu direnişin, ‘Geldikleri gibi giderler’ inancıyla, Kutsal İsyan'a evrilişinin ve bir devrimci yola ilerleyişinin üzerinden tam bir asır geçmiş olacak pek yakında.

 

İşte o bir asrın yarısından fazlasını, yani şimdilik elli yedi senesini capcanlı yaşamış, belki 60 incisini de yaşayacak devrimci, yurtsever bir Cumhuriyet evladı olarak, farklı bir 'Yeni Yıla Bakış' yazısı yazma derdindeyiz. Ama dert bir değil, yüz değil, bin. Hangi biriyle baş edelim. Yetmezmiş gibi birkaç yıl daha süreceği söyleniyor koviti virüs illetinin. Hem de bir pik bir dip yaparak yerini sağlamlaştırıyor aklınca. Diğer yandan bin bir suratlılarla dolu ortalık. Hiç yüksünmeyen yüzsüzlerle. Hangi biriyle uğraşalım. Hangi dertle boğuşalım. Nasıl rahatça yazalım…

 

İşte Şu Garip bencileyin o muhteşem kurtuluşun ve kuruluşun sonrasındaki yüzyılın, yarısından epey fazlasını bizzat görmüş, gözlemlemiş ve geçirmiş bir birey. Yine de dayanmak zor, yazmak zor…

Ayrıca insanlık tarihinde antiemperyalist ruhun, fesat gericiliğe ve egemen güçlere ilk yenilgiyi tattırdığı günden bugüne, gizliden gizliye millet bütünleşmesinin nasıl zedelendiğini de gören ve bilen biri olmak da yetmiyor. O ilk adımın, ilk kurşunun hedeften ne kadar uzaklaştırıldığına da tanıklık etmiş kişi sayılmak da yetmiyor. Gönül yaz diyor ya nasıl yazalım. Gönülden gelse, dilden söylense, yazmak elden gelmiyor…

 

Düşünce ve fikir sapağında gereğince yazamadık belki ama ne yazık ki yakın geçmişin kayıp, yitik kuşağının bir temsilcisi olarak en olmazları yaşamak düştü payımıza. Yılmadık hiç. Hep 'geldikleri gibi giderler' algısıyla her saltanata direndik. Ve her defasında yerden göğe haklı çıkarak seneleri kaybettik. On yıllar geçti gitti. Tam elli yedi yılı neredeyse doldurduk. Veya ana yaşı elli altıya yasladık aklımızı şu fani dünyada. Hep baba sözünü tutup, haydan huya hiç küp doldurmadık. Zenginlik başkalarının olsun dedik. Yine de kazanamadık. Kaybettik sanki biraz. Olsun varsın. Hesap günlerine yakınlaştık azar azar, azanlardan hesap sorulacak günleri de yaşarız belki…

 

Bol derin yaşamda bize düşen, Ata'nın yüz yıl önce virane söylenen Bandırma Vapuru ile Karadeniz’e ulaşmasından sonraki yüz yılın elli küsur yılı. Adam olana yeter. Ölüm kalım olmazsa eğer elli yedisi de bendeniz de. Ne anılar saklı heybede. Ne yaşanacaklar yazılı kaderde. Dirayetle yaşarız yine. Korkmadan. Zaten haybeden yaşamadık ki hiç. Ne mutlu...

 

Yeni bir yıla yelken açmışken ve mutlu olmak gerekirken, maalesef gönülden 'Merhaba 2021' diyemiyor insan. Merhaba dileniyor zaman. Bakalım yüz yıldan artan elliyedinci yıl daha neler gösterecek abisine. Ne dinciler ne dincilik ve yedikçe yiyenler. Veya buz çölünde doğan yediverenler...

 

Gel de yaz neler gördü bu fakir, onlarca sene neler neler; Nice siyasal filmler, ucuz senaryolar, zorunlu seyahatler, planlı programlı karşı devrimler, boş rivayetler, besleme tehlikeler, metazori çizilmeler, emrivaki hizaya çekilmeler, maşalı komplolar, kibirli güruhlar, emperyal dizaynlar, ablak suratlı ablukalar, fedaisel sofulaşmalar, akıllı akılsız sataşmalar, beterin beteri şartlar, çetin koşullar, acı reçeteler, stratejik karmaşalar, mertebe düzenekli başıbozuklar, dilsiz dinbazlıklar, otokontrol kaçağı zaaflar, ferdi zayıflıklar, aldanmalar aldatmalar, ithal fazlalıklar, millici riyakarlıklar, yerli rüyalar, müridi sapkınlıklar, zifiri karanlıklar, ihtiraslı hükümler, sabah alacasında faşist darbeler, militarist muhtıralar, totaliter bağnazlıklar, gizli darbecikler, oligarşik sarsıntılar, kıytırık girişimler, karışık ikinciler, dinci kinciler, uyduruk kalkışmalar. Daha neler neler…

Ve keyfekeder gözaltılar, mahsus mahpusluklar. İdamlar, sürgünler, kıyımlar. Zam, zulüm, işkence. Gözyaşı ve kan. Dört duvar zindan. Ve daha niceleri. Hep kötülük. Hep kötülük. Ve iyiye kötürüm kaldık daima. Kör gözlere parmak, şu Garip bencileyin elli altı yılda yüz yılda yaşananların en vahimlerini, vakaların envai çeşidini bir arada gördü ve yaşadı...

 

Hele ki yüz yıl boyunca Cumhuriyet'in göğsüne saplanacak sedef kakmalı hançerin bir saklanıp bir sallanışını da son demlerinde gördü. Hain istilayı da ihaneti de. Sosyoekonomik pranganın şu fakir halka hepten vurulması için yükseltilen nice siyasal aidiyetleri de. Politik adilik ve adlilikleri de. Her devirde yükselen değer 'Büyük Kurtarıcı'yı, kademeli bitiriş yıllarına dönüştürülen ayarsız buharlaşmaları, kısır dozajlı kalıplaşmaları da.

 

Öyle dün de yaşayanlar gördük ki yarınları felç eden, tahta oturtulup mükafatlandırılan akıl dayanmaz. Ama zaman durmaz, akar geçer, yıldız gibi kayıp gider. Bitmez denilenler de an gelir biter…

 

Tıpkı bendenizin bir asırlık özgürlük yolculuğunun içinde, elli yedinci senesine tanıklık edeceğim gibi. Yaz başı, kış başı derken, yazı başında karakışa hazırlanırken 21. yüzyıl nasıl 2021’e bağlandıysa, 2021 de bir yerlere bağlanır. İçten içe, kalpte bitenler içten dışa...

 

Belki de tam zamanıdır; 2021 ve sonrasında, ay kızıla çalar, yekpare düşlere uzar yıllar. Bir yaz mavisi yolculuğuysa akla takılan, ansızın yolculanılır. Birden akıl duvarına, dil duvarına, göz yuvarına, yürek duvarına deniz mavisi yerleşir. Söz diyarına deniz dalgası. Ve sonsuzluk kapısından geçişe yakın; şiir biter, şair uslanır, iç yangını sürse de akıl öper gökyüzünü. Ve 'Her Eylül'de Karadeniz Soldan Dalgalanır...' öyle böyle değil kılıçların gölgesinde Tanrılar geçidi. Dinsel korkular ve zihinsel zaaflar üzerine inşa edilmiş yıllar nasıl geçtiyse, koskoca bir yıl daha kör sağır geçer…

 

Belki salgın sancılar da geçer. Koviti belası durulur. Tam soluklar kesilecekken soluklanılır. Acılar bal olur. Zehirler zevk. Eski yenisini bekler. 21. yüzyıla devrilen yılların hatırına 21 Ocak makalesi böyle biçimlenir. Ve son kayıt; 'Kıyamet bu sene de kopmadı' diye seslenir kâinata. Yıldan yıla büyüyen hasret asla bitmez. 2023’e şunun şurasında ne kaldı? Evet, bu kervan yüz yıldır ilerliyor. İki ileri bir geri yılları varsa da hep ileri gidiyor. Yine gidecek.

 

Kapkaranlık zaman tünelinin çıkışından sonraki yüzyılın, elli yedi yılının benimle abi kardeş geçinip, kalleşçe geçip gittiği gibi…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OCAK GAZETECİLERİ...

 

Her şeye rağmen, çalışanı çalışamayanı kutlu yolda ilerliyor. Nice ocaklar söndü bu uğurda. Bu yolda, bu yolculukta. Ama bugün hayata gazeteci olarak devamın en zor dönemi yaşanıyor. Gazetecilik adına zor günler. En zor. Yerelde başka, genelde bambaşka zorluk. Yerelde gazeteciyseniz eğer başka bir işi lokomotif yapmak gerek geçime. Genelde ise asla geçimsizlik çıkarmamak gerek...

 

Aslında gazeteci kalmanın tek yolu gazeteciliği yok sayan ve silikleştiren sisteme, sistemli karşı koyabilmekten geçer. Öyle kimin kayığına binerse onun küreğini çekenlerin, gazeteciliği bir yere kadar. Sınır geçildi, duvar açıldı mı ortada zaten gazetecilik filan kalmaz. İş başka yerlere kayar.

 

Gazeteci, maharetmiş gibi mazeteci olunca bildiğini, düşündüğünü ve gördüklerini açıkça yazmaktan da kaçınır. Magazinel sansasyon peşinde, sistemin izni ölçüsünde farklı bir görev icra eder. Oysa yaşam insana bazen bilinen, duyulan ve görünenlerin aslında doğru değil yanlış, yanlışların da doğru olduğunu yaşatır. İşte bu yüzden gazeteci bu karanlık girdaba düşmemelidir. Çünkü ileride hesabını veremez.

 

Eğer dik olmak, dürüst kalmak için bir bedel ödenecekse, çekinmeden ödenmelidir. Ödeyenlere saygıyla. Ancak yiğitlik bir yana yiğitlik gösterisinde bulunmak da artık çok zor. Şartlar güç, yaptırımlar ağır. Yani peş peşe üç harf yazma süreci süründürüyor. Gazetecilik yapma, boyutunda bir garip durum egemen. Eza cefa egemenleşmiş.

 

Hele evrensel ilkeler doğrultusunda özgür ve çağdaş bir dünya için, o dünyanın kurulması için kalem oynatmak gerçekten cesaret işi. Onurlu duruş ve kalemi kılıçtan keskin gazetecilik erbaplığı ise çok eskilerde kaldı. Kılıçların gölgesinde ahbaplık da zor. Şimdilerde gazetecilik korku tünellerine hapis. Bu tutsaklık vicdan ve adaletten uzaklaşmanın ve gerçek hayattan kopmanın da birebir göstergesi.

 

Görünürde kamuoyunun bilgilenmesi ve aydınlatılması için her türlü şart ve durumda mesai harcandığı söz konusuysa da artık sözün bittiği yerde gazetecilik. Yılın her günü yanan ocak olsa nafile. Gazetecilik resmen ocak tüttürmez bir meslek oldu. Oluyor da. Yani bu mesleğin korkusuzca idamesi, şimdilik ufukta görünmüyor.

 

Elbette gazete şart, gazeteci şart. Böyle söyleniyor ama şartlar günden güne zorlaşıyor. Zorlaştırılıyor. Anlamak mümkün değil gericileşen ortamı. Ayrıca çalışılabilir ortamlar da daralıyor. Yetkiler ve yetkinlik de kısıtlanıyor.

 

Hal böyle olunca, görseli göstermiyor. Yazılısı da yazmıyor. Dik duruşlu konuşmalar da yalanlanıyor…

 

Gazeteciliğin fıtratında taş duvar varsa ki var, her hâlükârda söylenene aşırı dikkat, yazılana on dikkat gerekiyor. Dikkat eksikliğinde olanların ocakları sönme aşamasına geliyor. O zaman da yanlı kalemşörlük modası yaygınlaşıyor. Tek seslilik prim yapıyor. Dayatılıyor. Çok seslilik tarihe karışıyor.

 

Yine de her Ocak’ta gökyüzüne daha mutlu bakarak görebilmek ve özgürlüğe erişmek çabası güzel. Büyük huzur. Hayata umutla bakabilmek için, umut var göstermek ve yazabilmek için yaşamak şart. Yaşasın gazetecilik, yaşasın gazeteciler.

 

Çünkü gazeteci kalemi ile her şeye rağmen başta haber alma hürriyeti sonra tüm hakların teminatıdır. Takipçisidir. Taleplisidir…

 

Ve her Ocak'ta yaşanan acılarla dağlanarak, duygu ve temenni bağlamında bol keseden dağıtılanlara aldırmamak gerekir. Dün onlara bugün diğerlerine. Hala ocaklar sönüyor. Ancak yerelde ve genelde tüm gazetecilere reva görülenler, gazetecilerden esirgenenler bir gün o dönem yöneticilerinin karşısına dikilir.

 

Centilmence duyurulur…

 

YILBAZI

 

Bir yılbaşı daha geçti kartanem,

başımda ağırlığınca som altın,

içimde inceden tatlı bir sancı

ayarsızca pik yapan salgın

ve en ücra hücrelerimi kuşatan sen.

Tıpkı bir grimsi duman…

Diğer yılbaşıya buralarda duramam…

Beklenen son durak yine es geçilmiş

dar pencereden dışarı durgun bir gece donmuş 

hafif şişmiş suratları öpüyor kar taneleri.

Sokak lambalarının titrek ışığından

sarı sıcak göğe dökülüyor ilk saatler…    

Son gecenin epey bir yarısı

ecel ece kılığında tebdili mekan sevgili arıyor

hayatlara değen buz kıran soğuğunu okşuyor.

Soğumaya yüz tutmuş anılardan sarkıyor

akıllarda kalan gürbüz çocuk gülümseyişleri

gençlik ve geçkinlik arzuları.

Ve kuytulara sinmiş sokaklarda

çatlak dudaklarda yaz öpüşmeleri.

Vay anasını karakış sökül bakalım

bu son gece sökükler dikilecek

gökten ne sözcükler ne mısralar dökülecek…

Bir yerlerde buz tuttu delice akan ırmak

deli gibi atan yürekler durdu

iliğine ilmeğine kemikler dondu.

Cumbasından izlediğim sahil

sahildeki metruk ev bile

ve bahçesindeki yarı kardan adam da.

Hep beraber donduk…

Donuk bir doruğa doğru savruk adımlar

hadım kalmış evladım ağıtları döküyor analar

yerden bitme yarensizlik korkudan beter

buzdan yalımları kokluyor kainat.

Yalınkılıç köysüz kentsiz arzular.

Yılın hemen başında buzdan sarkıt anılar…

Elden ne gelir gün bugün

sanki kaçağınla el ele bilinmeze koştuğun gün

yıllar yılı geçse de bana yılbaşı.

Çağla yeşili gözlerin çıkmazındayım hala.

Ve güneşi çağırdığın her gece

bensiz gecelediğin ilk hece

yeni yılın ilk saatleri hep aklımda.

Akın akın yorulduğum hayattan

kaç dakikalığına çaldın beni bilsen

buz tuttu aklım.

Tam bir ömür süren

oy ki oy can teslim canan

salınarak saldığın kokuda

korkulara sarındığım sıcaktasın.

Kaçaksın…

Takiplerdeyim…

Saçaksın…

Savrulan saçlarındayım…

Yadına yakınlaştığım her an

yanımda oturan iblis azman

azı çoğu şeytanları çoktandır tanıyorum.

Kalp gözüyle izliyorum tetikteyim

o benden kaçamaz ben ondan

o bilmese de ben çok iyi biliyorum...

Yine yılın birine birlemişim tutuk yalnızlıklarımı...

Ağır uykuya dalmış gözlerinden öpeyim kartanem

kapkara geceden kalan kavruklukla.

Bak buzlu cama vuran ışığa gökkuşağı sarılmış

artık tam vaktidir uyanmanın uyan.

Islanılan dağ yolu tanıdık

patikalar sarı patiska desenli

köy izbesi kente çok yakın

yorgun adımlar adını sayıklar

ha gayret biraz daha dayan.

Laf cambazlığına dayanmaktayım…

Gecelerden gelmekteyim…

Lakin aldanma koyu gecelere

ateşe adanmış adamsılar hain.

Aldırma iki gözüm, iki çeşme ağlarım

gönül pınarına kanarım…

Kader deyip geçme paslı pusulardan.

Kendince ağır ihmaller düşüyor olsa da kucağına

unutma bir ihtimal kaldı kulağına küpe

her yıl başında ayni umut çarkı.

Çarkına çağlamaktayım…

Feleğin fesleğen kokularına sarıldığı an

başında beyaz ağırlık

vücudunda buğulu nem

bendeniz için vakit dem.

Dem vakti düşüncelerinin ayazındayım.

Çaktı mı gözlerinde çakmak taşı kıvılcımlar

kıpırtısız düşlerden kaçamak heyecan

geleceğim anıların kıvrımlarından çıkarak.

Hem de uzak hayallerin çarkına çakarak…

Bekle kartanem süzülen kartanelerindeyim…

Her yılın ilk gününde kar yağarsa eğer

meskenim mazide bir yerde saklı mezbelelik

mezem ağlayan sızlayan kış güneşi

içkim akla saplı yakut hançerin.

Sarhoşluğum hançeremde sıcak, yumuşak, çıplak ve yorgun sen…

Sensizliğin sönmüş ocağındayım köz kırmızıda

şarapta güzellik yıllanmışlığın kırmızısında…

Adım gibi biliyorum ki bir yaren olacak mutlaka

akan yıllardan birinde sona yakın bir gün bir yerlerde

umulmadık zamanda karşına çıkan gri gölgede

geçmişte de karşılaştığın gelecekte

verilip de tutulmayan sözde.

Unutma…

Unutmayacağım…

Unutturmayacağım…

Azımsanacak şeyler değildi yaşananlar denilecek içten içe

ve daima anımsanacak sımsıcak

hiç değilse her yeni yılın ilk günü

dağılacak dünya yarılacak yeryüzü…

Ve günlük tutulmadığına hayıflanacak taraflar.

Ve son durakta elde kesik uçlu kalem

başta uçuşan kartaneleri kereme kelam

arınılacak bir tümceyle tümden.

Ve yeni yıla yazılanlar kalacak geriye.

Ez cümle; kartanem çok üzgünüm.

Üzdüğün kadarıyla katıksız kararlıyım…

Hiç yorum yok: