PLANTASYON, TANSİYON...
Bu denli plansız programsız idarenin, eksik
platformlaşmanın sonu, kendi toprağında köle olmaktır. Yani iş plantasyon
köleliğine kadar gider. Bu arada Boğaziçinde bir okul için planlananlar da
mutlaka ters teper. Siyasal gözlemci tespiti bu. Neyin sendromu bu…
Emperyalizmin kuklası olmaya rıza göstermek ve
kaytarıcı tercihler kullanmak zayıflığa ilk adımdır. Kolay kolay geri dönülmez.
Mülkiyet kavramından ister istemez uzaklaşılır. Kiliseci heybetin belli
dönemlerde, dönüm dönüm arazilerin tapusal oynaklığına imkân aralaması ise
yıkıma ilk işarettir. Sona işarettir…
Eşitsiz yaşamlar plantasyonlar da birlenir.
Dayanıklılık ve verimlilik doğrultusunda, hayatta kalmak yaşam örgüsü olur.
Plan sanki oraya gidiyor. Plantasyon ve adaptasyon süreci…
Bu süreç pastoral dünyanın bittiği noktadan bir ileri
adımdır. Öyle ki biten tarımın, özellikle bitirilen tarımın yeniden inkişafı
için lafta kurtarıcı aramaktır. Kendi toprağında kiracılığı, tarla-bağ-bahçe
köleliğini sıradanlaştırmaktır…
Öncelikle şaftı kaymış bir memleket yaratılarak,
topraklarının bir takım projeler ile el değiştirmesi, Vatan değiştirmesidir
plan. Enerji ve emek trampası. Sonra kutsal coğrafyaya çökme. Eski defterlerin
açılacağı günlere kadar, işleri rayına sokacak, planlar yapılarak, kanallar açılarak,
günü gün etme eylemi.
Bu denli programsız, kendine pragmatik yaklaşımlarla
memleket havası memleket bekası yok edilir. Millet köleleştirilir. Sömürgeci,
köleci klanların istediği olur. Geniş toprakların yasal sahibi olmak. Memleketi
yüzyıl başına döndürmek. Milleti tebalaştırmak.
Tabii önce plantansyonları kurmak için, toprakların
efendilere geçmesi gerek. Yerli yaban
beyaz efendilere. Plan bu. Hassas biçimde işletilir çark. Pilavdan dönenin
kaşığı kırılsın hesabı. İdare her türlü blöfü yutar. Zaten oyun üstüne oyundur
her şey. Köle kütüklü plantasyon. Efendilere tarım toplumu. Köle eğilimi. Sözde
plan, program, projeksiyon çağdaş dünyadan geri kalmamanın ürünü. Bir
promosyon. Böyle özendirmenin, yeryüzünde birçok örneği, versiyonu vardır.
Bu plantasyon uygulamalarından, kötünün kötüsüne maruz
kalmaktır işin özü. Sayısız efendi saldırısından kurtulup, her şeyi bir
efendiye kaybediştir. Köleci düzenek, iş gücü memnuniyeti ve düşük maliyet.
Tutucu fikrin para tutkusu, ulusal normların dertop edilmesiyle kendini
gösterir…
Dehşetli bir deneyime doğru sürükleniyor mahrumiyet.
Sanki hiç yaşanmamış gibi. Yüz yıl dönümünde anglo-klancı bir dünya. Dinsel,
etnik köken marifetiyle. Eski dünyadan kalma alışkanlıklarla. Cesur ve korkak
adımlarla. Fütursuz saldırganlık, pandemik aymazlık.
Bu denli fütursuz saldırganlığın amacı, yayılan
plantasyon karşıtlığını kumanda edilecek duruma getirmektir. Her şeyi sokağı,
okulları, milleti memleketi, koca coğrafyayı emperyal güçlerin denetimine
sokacak plantasyon. Başka istasyon kalmadığının ekstra sunumu. Hadise, tarihi
yanılma, yerli ve milli oyalama taktiği. Oysa efsanelere kanmamak gerekir. Plan
on yıllardır işleniyor ve işlenmekte. İşlemekte. Şimdi planlı sıra, Boğaziçinde
bir okul sınırları içinde. Sınırsız tahakküm. Plantasyon ve tansiyon...
Bu plantasyonlaşmanın sonu belli, Tam bağımsızlık ve
proleterya demokrasisi…
KARNE, KUPON, TİKET, ETİKET FASLI...
Bir daha şu sahipli kente, sehven de olsa kar düşer mi
acaba? Düşse ne yazar, düşmese kim kızar? Çocuklar tabi ki. Büyüklere de
Pinokyovari masallar...
Kar yağınca akla yine o melun yakıştırmalar düşer mi?
Düşler donar, ateş söner mi? Bilinmez, herşey olası...
Dönem dünyayı derinden etkileyen koviti virüsüyle
büyük savaş dönemi. Tek parti rejimi. Karta, karneye bağlanan günler.
Seferberlik dönemi. Savaştan geri durmanın ve ulusal varoluşu devam ettirmenin
bedeli. Çocukları babasız anasız bırakmama gayreti ve cesareti...
Vaktiyle savaş karşıtlığının karşılığı ise on yıllarca
sürdürülen kart, karne, kupon, tiket, etiket edebiyatı...
Çürüyen buğday üzerinden, savaş karşıtlığına ödetilen
ağır bedel. Ayrıca kasıtlı makalelerde adı geçenler, gerçek kişiler ve bu
olaydan haksızca en çok nasiplenenler. Çarpık ilgi ve ilişki yumağını tersten
saranlar...
Varsa da yoksa da dünyanın her coğrafyasında yaşanmış
benzer olay yığınla. Acı hakikat var veya yok. Ama baş ağrıtıcı...
İşte şu sahipli memlekette on yıllarca karne, kupon,
jeton, kart, tiket, etiket edebiyatı yapıldı. Bu son günlere oranla çok masum o
dönemler. Yine de kıyasıya eleştirildi. Millet hep o günlere dönmekle tehdit
edildi. Savaş öncesi ve savaş sonrası es geçilerek iş ucuz politikaya bağlandı.
Ucuz oyunlara girişildi. Siyaseten sahipsizliğe bağlanıldı.
Peki sonra teneke kutu edebiyatı. Dokuz kusurlu
hareket. En acısı da ofsayta düşmek. Zafer bahçesinden kalma ne varsa, iştah
kabartan ne varsa bir hiç uğruna iç edilmesi. Elde bir şey kalmayınca da toplumsal
morale negatif katkı...
Gönüllü seferberliğe facist darbe. Hibe ekmeğe
engelleme. Marketing politikası. Suçlardan güç devşirme. VIP görünümlü dip
noktası. Kart, karne jeton, piyon saltanatı...
Jetonlar plastik. Plastik politikacılık. Punduna getirme
kavgası. Suni tezgâh. Tek seferlik değil belki de. Sanki peş peşe gırla.
Muhtemelen gaflete ve sefalete yeşil ışık. Kutsal amaç etrafındaki birliği alt
etme. Sosyal konum itibarını tuş etme. Durum muallak...
Malum pandemi günleri, ille de mart kışı kar tekrarlar
mı bilinmez. Bilinen ucundan köşesinden sahte kader bağımlılığı. Sınır dışına
taşmanın, iyice dağılmanın ve yersiz yayılmanın ağır bedeli. Bedeli olacağı ve
ödenmesi gerekeceği unutularak kusurlu kupon desteği. Kendinden olmayana, racon
icabı öyle görünene ara durak. Geride kalanlara köstek. Bu mu beter sorunlardan
kaçınmak. Dertlerle yüzleşmek...
On yıllarca memlekete sonsuz şevkle aktarılan, o
zorunluluk dönemi gibi. Sorulara yanıtı bulunan ancak ilk konuşmaya referans
yapılamaz cinsten bir kasılma. Resmen sahtekarlık. Anlatılabilirse eğer bir gün
inanılması mümkün olmayan dehşet. Delilere bile yakışmayacak delilik. Aklı sıra
dahilik...
Kim işaret edecek veya otoriteyi kim üsteleyecek.
Zaman gösterecek. Şimdilik kendinde olmayan milyonların tavrı bu. Marketing
marifetiyle silmek. Çok bilmek. Sanki hayıflanma faydalanmaya dönüşmüş gibi. Bu
virüslü kısır döngüde nice canlar ölüyor.
Sanki başa dönme gayreti hiç yok. Dört taraf
kuşatılmış. Göz görmez. Kulak duymaz olmuş. Umursanmıyor bile karanlıktan medet
ummak. Kartlı, karneli tipik yüksek menfaat çatışması tipisi. Yüksünmeden
yakıyor...
Durmaksızın devlet baba kasasından inanç çalınıyor.
Yerine münasebetsiz asabiyet bırakılıyor. Bol kepçe müsaade edilen kişiye özel
kayıtsızlık. Kartlar ve karneler uçuk, ucuz. Tahammül edilemez haksız ayrıcalık
çuvala sığmıyor. On yıllardan sonra karne ile ekmek. Kartla kahve. Kuponla
şeker. Hala kötü geçmiş edebiyatı yapanlar, plastik jetonlu bir değişim içinde.
Ve aldatıcı saltanat peşinde. Topu virüse duacı...
Şu sahipli kente yağabilecek kar, onca yıldan sonraki
bu kesik kesik kirlenmeyi arındırabilir mi, Koviti virüsün üstesinden gelnir
mi? Saltanat yıkılır mı?
İşte orası belirsiz...
VİRÜS FAN KULÜP...
Virüse bağlı hiçlik
ortamında, çıtkırıldım fantezilerle ferahlamanın fezlekesi, cümle aleme yetecek
kadar etrafa Corona-Virüs dağıtmaktır. Virüs bulaştırmaktır. Öylesine taklacı,
düzenbaz ve cambaz üçgeninde kıvrak takas girişimleridir. Böyle geçiştirilemez,
halledilemez bu salgın. aşı da tutmadı. Çünkü hiç düşünmeden düşülen girdapta
yalandan gamlanmanın bir nefes sonrası nefessiz kalmaktır. Gerçekte olay çok
vahim. Çok...
İyimser takılıp,
kötümser köçek havasıyla anca kaçak göçek nargile fokurdatanlar safına katılım
gerçekleşir. Anında marpuç ve nemli duman belasına, Corona-Virüs belası da
eklenir. Ekabir görünüp, efradın karamsar seslerine kulak vermeyişle de anca
misli misline savurtu esnaflığına ulaşılır. Mevcutla yetinilmeyince bambaşka
alakasız ilişkilendirmelerle, zilzurna sarhoşluğun ayılınca hissettirdiği ağır
sancıya kapaklanılır. Kafesten kurtulmak için kalabalığa kabalık pastili
patlatılır. Çamur akıl ve vehamet tilaveti. Kerata baskısı...
Virüse bağlı olayların
bu kerteye varacağını hiç hesap etmeden, ne münasebet pişkinliğidir, her gün
her fırsatta pişirilen. Corona-Virüs tahribatını inceden örten...
Virüs saldırısına
sadece rastgeldi gözüyle bakarak, dava konusu etmek ve sonradan ayılmak
bedavaya işi rezalete bağlamaktır. Veya rezalete yakın derecede, bedeli çok
ağır oyunlar tezgahlamaktır. Zaten sefa bitince, vefa balmumu renginde
matlaşır. Arka fonda Corona-Virüs ekili ateş tarlası. Nadaslık tarlalar virüs
ekildiğinden ruha daraltı gelir.
Kaypak düzen, kaçak
güreş, orantısız kuvvet, kuvvetle ihtimal hiçlik ile piclik arasında
sıkışmadır. Fan kulüp çatkısıdır çadırlanan. Çadır tiyatrosudur. Sahte deniz
kızının kuyruğuna doldurulan kuru ot yığınıdır. Uydurma fan kulüp köpürtüsüdür.
Bu ortamda bütün
köprüleri yıkan ise, poyrazdan esen virüs rüzgarından başların kaldırılamadığı
zaman aralığını kestirip, kofti kanala yandaş yüklenici aramadır. Asıl can
yakan kestirip atmadır...
Eğer Corona-Virüs fan
club, farkındalık yaratma amaçlı olsaydı fanteziden feragat güncellenir,
felaketin getirisi de, götürüsü de hakkıyla yevmiyelenirdi. Ancak ortada kibir,
defteri kebir ve etten kemikten duvar var. Devlet sağır duvar. Bu kan pıhtısı
pırıltısına fan dayanmaz. Bu felakete can dayanmaz. Cansızlaştıran sonuçları da
hiç kimse arzulamaz. Fay kırığından beter, derinliği bariz bir kara salgın bu.
Virüs karanlığında
bulduğunun karşısına tunçtan bir heykel gibi dikilir ölüm melekleri. Melekeler
ölür. Resmen fan kulüp arsızlığı bir durum. Olay üstüne olay. Kıyı köşe
Corona-Virüs. Kısa vadeli borca, veya veresiye yatak döşek haraptarlığı.
Kristalize hap gibi yutulan kahpe virüsün küflenmiş endamı. Damsız, adamsız
girilmez modunda bir talihsiz takıntı. Deliksiz bir mermer kemer. Fildişi kamer
öksüzlüğü. Sahipsiz mezar. Kabir. Ekabir takım aymazlığı...
Aleme inat Corona-V
ile mor fes yarenliği. Geçici ortaklık üssü. Üstüne Corona-Virüs sektirmesi.
Virüslü tükrük. Kalıcı yara...
Bu yüzüne tükürmelik
Corona-Virüs fan kulüp üyeliğinden elbette kul kusurlu. Yüce Mevla neylesin?
Ateşten toparlanmış topuz, hiçlik diyarında piclik peşinde. Civarına olmaz
denli kötülük yayıyor. Bu denli kötülük zinhar Allah'tan gelmez. Her köşeye
sıkışıldığında da her şey Allah'tan denmez. Çok ayıptır, büyük günahtır. Bu
yoz, yaban Corona-Virüs fan kulüp üyeliğine artık bir son verilmeli. Gına
geldi. Aşı gelemedi...
Bu Corona-Virüs
sarmalından, minareli dua faslı ve kusurlu şerefe iletişimiyle fan kulüp
azaları asla kurtulamaz. Kaybedilen şeref bu şekilde kazanılmaz. Az da olsa
azamet teşkil edilemez...
Yok. Hiç yere müzmin
bir acı yakalar yakalardan. Kalıbına sığmaz arzular kalın duvar örer. Çekilen
kara duvar arkasında kalır filizler. Felaket kapıyı çalar. Ve falezde,
fanteziler kanatlanır. Çekik, çekinik uysallıktan sıyrılmayla birlikte yaman
çelişkiler katlanır. Sıtkın sıyrılması, neslin soyulması ve sığırtmaç duygusu
havalanır...
Havada Corona-Virüs
korkusu. Virüs kokusu. Ve fanatikleşme. Ucu açık kalmış hesaplaşma fena halde
etkinleşir...
Vaka, faka basma ve
terkide kara pelerinli bir hayaletle virüs takibine dönüşür. Öyle boş bir dünya
ki Corona-Virüs hediyesi. Ederi beş paraya. Sırtlan nefesi. Hepten nefessiz
kalma...
Kambura bir kambur
daha. Kirli çıkında bir çıkıntı daha. Sepette bir sereserpelik daha. Küfede bir
külfet daha. Dımbıra ayazı. Avaza tek sebep Corona-Virüs. Sıradan Corona-Virüs
fan kulüp üyeliği...
Ürkmek doğal. Korkmak
normal. Daha ilkağızda bocalama trendi. Hiç, pic arası fantezi püskürtüsü.
Adanılan tek servetin üst perdeden harcanması. Üstelik harcamaya hiç
değmeyeceğini bile bile. Doğal hayatın içine açılacak kanal sevdasıyla...
Fanlar açıldıkça,
kanallar, kanallar açıldıkça hiçlik saçıldı. O hiçlikte Corona-V piclik
peşinde. Fandip. Findip. Fondip...
MUSTAFA SUPHİ, 28
KANUNİSANİ
Tam yüz yıl önceydi. Türkiye
Komünist Fırkası kurulamadı çünkü Bakü Türkiye Komünist Fırkası reisi Giresun
doğumlu Mustafa Suphi, huduttan içeri girip, metazori sevk ile Trabzon'a
gönderildikten sonra sır oldu. Sis kalktığında ise Mustafa Suphi’nin
yoldaşlarıyla birlikte, kara eller marifetiyle, bir kara gecede Denizle bir
olduğu anlaşıldı. Ve kızıl komün havası karardı. Karartıldı...
Karartıldı çünkü
Mustafa Suphi yüz yıl önce; “Ey Türkiye’nin mazlum işçi ve köylüleri! Evvelahir
bir şeyi hatırından çıkarma: Avrupa ve Türkiye’deki bütün sermayedarlar,
zenginler, paşalar, ağalar, papaz ve mutaassıp mollalar, büyük zabitler
Türkiye’de hükmettikçe sermaye ve para esirliği ortadan kalkmaz ve işçi köylü
halkı kendi devlet ve hâkimiyetine nail olamaz…” demiştir.
Hatta, “Türk, Müslüman,
ecnebi, her ne olursa olsun büyük veya küçük sermayedar ve zenginlerle birlik
ve ittifak yapma! Beynelmilel cihangirlik ve emperyalizme elinden geldiği kadar
karşı dur. Memleketin içinde hiçbir bölük ecnebi askeri kalmasın…” diyerek hiç
çekinmeden tam bağımsızlık safında yer almıştır…
Salt bu ideallerle karartmanın
öncesi Mustafa Suphi ve yoldaşları 18 Ocak 1921’de memlekete Kars'tan giriş
yaptılar. Heyecanla karşılandılar ve ağırlandılar. hemen trenle Erzurum'a
hareket ettiler. Çekilen şifreli telgraflar ile sıkı takibe alındılar.
Erzurum'da planlı bir tepkiyle karşılandılar. Halk galeyana getirilmişti. Burada
sözde fiili bir tecavüze uğramamaları bahanesiyle Trabzon'a devama mecbur
bırakıldılar...
Ve tarihe, III. Enternasyonal
heyeti, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının “Trabzon'da Karadeniz'de olduklarına
dair abartılı söylentiler, rivayetler yayılıyor. Nereye gönderildikleri de
bilinmiyor. Görevli olarak gelmişler ancak izleri kaybedilmiştir” kaydı
düşüldü.
İki karşı yakada da
izleri bulunamadı. Batum'da değildirler. Hiçbir Sovyet Rusya sahiline
uğramadıkları da kesindir. Ayrıca resmi kaynak, “ III. Enternasyonal heyetinden
hiç kimse buradan gitmedi. Gelmedi. Bu konuda bizde hiçbir bilgi yoktur…
Trabzon Valisi Sabri.” bildirimini düştü. Tüm bilgi ve bildirimler arada
kaynadı…
Mustafa Suphi ve
yoldaşlarının akıbeti yetkili mercilere de soruldu. Müracaatlara malumat
verilmedi. Hakikatin üzeri örtüldü. Başvurular dikkate alınmadı. Konu kapatıldı.
Veya kapatıldı sanıldı; “Mustafa Suphi ve komünist yoldaşları Trabzon
açıklarında katledilmiştir. 28 Kanunisani. Vahşice öldürülerek denize
atılmışlardır…" benzeri kriptolar havada uçuştu…
Her şey kriptik, aleni
ne bir bilgi ne konuşma ne de açık itiraf. Oysa apaçık belliydi akıbetleri, “Mustafa
Suphi ve 15 komünist yoldaşının, Trabzon yakınlarında vahşice öldürülüp denize
atılmaları 2 ay sonra anlaşıldı. Satın alınmış bir cellat tayfası darbeleri ile
yok edilmişlerdir…” Faili meçhul Maria Suphi ise bir başka araştırılası
vakadır. Tarihi veriler ışığında anlaşılan şekliyle; “motorlu bir kayığa bindirilmişler,
arkasından başka bir kayıkta silahlı adamlar…” İnegöl üzerinden Ankara yerine
ölüme gitmişlerdir.
Yani deniz ortasında
gözlerden uzakta, infaz ve katliam. Organize linç. Vahşice uygulamaya konulanı ve
tüm izleri, Karadeniz'in karanlık sularının, karanlığa gömmesi…
Karanlığa gömüleceği
tasavvur edilse de hemen ertesi gün, bir gün önce ardı sıra denize açılan her
iki kayık Trabzon limanına yan yana demirlemiş halde gözlemleniyor. Karaya
bağlı iki kayık. İki hırpani taka. Takiben; “Trabzon burjuvası saklasa da ahali
olup biteni biliyor. Olaya tanık denizcilerde cabası. Denizin dibine gönderilen
Mustafa Suphi ve arkadaşlarını her yerde herkese anlatıyor denizciler…”
Takriben anlatı şöyle;
“1920'li yılının Ocak ayında Millet Meclisinin çağrılısı olarak Ankara'ya doğru
yola çıkan Mustafa Suphi ve yoldaşlarına, Meclis ve Doğu Cephesi Komutanlığı
koruma vermedi. Kafile Erzurum'da bilinçli bir linç girişimine uğratılarak
Trabzon'a yönlendirildi. Uğraklarda bazıları kafileden ayıklandı. Ve 1921
yılının 28-29 Ocak gecesi Mustafa Suphi yoldaşları ile birlikte Trabzon'da bindirildikleri
teknede, linç edilerek öldürüldüler...”
Kahreden acı gerçek
aslında kayıkçılar kâhyası Yahyanın sinirle ağzından dökülenlerde saklıdır, “Sanki
bütün işlerde tek başımaydım. Daha da üstüme varılırsa, her şeyi olduğu gibi
ortaya dökerim…” ancak o da meçhule gitti veya gönderildi. Dökemedi…
Karadenizi soldan
dalgalandıran, bir sır denizi olmasını sağlayan en önemli ama küllenmiş vakadır
Mustafa Suphi ve arkadaşlarına reva görülen. Tam yüz yıl geçti sır perdesi
kalkmadı, günden geceye sarkan 28-29 Kanunisani 1921 üzerindeki sis çözülemedi…
Türkiye Komünist
Fırkası devamı olanlar da bu kasıtlı kurguyu hala çözemediler...
ÖRFİ SÖRFİ KANUNLAR...
Şu fakir millet, oldum
olası çoğunlukla örfi, örfi idare kanunları ile yönetildi. Yönetildikçe
yönetildi ve sihirli şapkadan bu günler çıktı. İdareyi maslahat son yıllarda
ise alenen sörfi kanunlar düzeyinde seyrediyor. Sanalda sörf yaparcasına,
koviti virüsten köşe bucak kaçarcasına. Ortalık yangın, yıkım yeri gibi yine de
onlar revaçta ve yürürlükte. Örfiler ve sörfiler. Tıpkı fi tarihinden beri...
Zaten hayatta asla
başa gelmez ve karşılaşılmaz denilenler bir bir gerçekleşince, bundan başkası
da başa gelmez. Başka çare de kalmaz. Kalmadı. Hiza kayar. Kaydı. Sonrasında bu
kaygan zeminde illaki ilan edilecek pratik çözümler seferberliği de hiçbir işe
yaramaz. Yarasa da düzelme çok uzun yıllar alır. Çünkü nedensiz ve gerekçesiz
ne zaman bir şeylerden vazgeçilir, yerine hemen vazgeçilenden daha beteri
gelir. Bizzat getirilir. Maharetli millet vesselam. En çetin şartlar, eza, ceza
ırgalamaz hiç. Cefa geri döner, döndükçe de kanıksanır. Bir Garip millet
reaksiyonu.
İşler hepten ters
gittikçe, göz göre göre sanki öncesinde mükemmeldi veya bundan ötesi cennet
denilerek ters giden işlere azami hız verilir. Tepe taklak yuvarlanışa tam yol
verilir. İşler arapsaçına döndüğünde de görgüsüzce acı acı gülümsenir. Biz
biliyorduk böyle olacağını yalanı. Hatta daha pişkince biz söylemiştik
zamanında kuyruklu yalanı. Yani arsızca ağlanacak hallere gülünür. Haklı
çıkmaya bin takla atılır. Bu arada 'kötü gidişin suçu hep başkalarına yüklenir.
Ardı arkasına 'akla suç yüklenecekler geldikçe' tebessümün dozajı ve söylemin
şiddeti bir tık artırılır.
Bu tıknefes tersoluğa
kimseler çıkıp da böyle gelmiş böyle gitmez, 'çok denenmiş yol, hiçbir yere
çıkarmaz' demez. Diyemez. Takdiri ilahi bağlamında tavlanılır, uysal
davranılır. Hele ki yakın gelecekte hiçbir şey söylenemeyecek kıvama hazırlıklar,
hazırlanılır.
Biteviye dava denilip
durulur ama davalık her konu 'birden çok seçenekle halledilebilecekken, bu
seçeneklerden sadece birinin, olumsuz sonuca götüreceği veya faciaya davetiye
çıkaracağı biline biline kesinlikle o kötü seçenek seçilir' ve durum daha da
fecileşir. Yani örfi sörfi derken öyle bir an gelir ki; en akla gelmez
dayatmalar peş peşe sıralanır.
Oysa sıraya girmeden,
rakamla sayılmadan, safa durulmadan evvel hataları önleme stratejisi belirlenmelidir.
Ve tüm benzer stratejiler ciddi temeller üzerine kurulmalıdır. İlkeler modern
bir teknik ve analitik ölçütler içermelidir. Bunlardan vazgeçilirse sonuçta
kötü olaylar silsilesi kendi kanunlarını da yaratır. Geleneğe takılanlar güruhu
sayesinde bilimsel bir gerçeklik taşımayan olasılıklara bel bağlanır.
Olanların, bitenlerin tamamı da ilahi emirmiş gibisine koşulsuz şartsız kabul
edilir.
Kabullenme tam tamına
yerleşince lokalde totalde tüm 'kesinlik içeren şeyler olumsuz ve negatif
düşünme ile biçimlenir ve bu biçimleniş asla değiştirilemez' gerçekliği
unutulur. Böylece dosdoğrulara uzayan bir gerçekliğe hizmet ve hizmet talebi
asla rağbet görmez.
Haliyle 'mümkün
görünen kötü koşullar eninde sonunda mutlaka gerçekleşir' özdeyişsel kanunu haklı
çıkar. Kötünün iyisi savına sığınılırken kısa zamanda kötünün kötüsü, en kötüsü
gerçekleşir.
İşte o saatten sonra
beklentiler olumlu veya olumsuz hiç fark etmez. ağızla kuş tutulsa dahi durum kötü
sonuçlara gebedir. Çünkü hiç yanlışsız anlatımlar bile o ortamda birilerince
yanlış anlaşılır. Yalan yanlış anlatılanlar ise her defasında yarıdan az biraz
fazla eğilimle doğru farz edilir.
Arzı farzı böyle
olunca 'kolay yol mayınlıdır' savı yerini bulur. Yollara cehennem taşları döşenir.
Ayrıca öngörülen ne olursa olsun salt kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda
gerçeğe ulaşmaya çalışmak ve benmerkezci ısrarcılık sonuçta acı gerçeklerle
yüzleşmeyi de getirir. Onca perdeler, engeller ve engellemeler yetmez. Zehir
zemberek günler gerçeğin öteki yüzünü ayan beyan gösterir. Ötede beride salınan
kral çıplaktır.
İşte oldum olası o
yüzleşme dönemlerinde bütün terslikler, tüm aksilikler çoğunlukla gelip şu
fakir milleti bulur. Ve tersliklerin, aksiliklerin suçlusu da hep o olur. Bütün
yükü mecburen çeker…
Şimdiye dek rüzgâra
karşı, yokuş yukarı koşuların bu garip milleti hiç akıllandırmadığı, yokuş
aşağı fren tutmadığı, akıllı saydıklarının da milleti hep aynı ucube yere
götürdüğü hep unutulur.
Bu balık hafızalılık,
umut denizinde yüzdükçe rota hep örfi olur. Örfi idare de sörfi kanunlarına
çıkar. Yollar çamur batak, batan yolcular kurutulur. Bütün bu terslikleri ve
aksilikleri yaşayıp da makul görenlere ise artık gerçekleri göstermek neredeyse
imkansızlaşır. Çünkü onlar görmezler, duymazlar ve söylemezler. Ve dahi hiç
düşünmezler…
İşte bu düşüncesiz düş
ortamında, kendinden emin sallayanlar en ikna edici konuşanlardır. Bunlar
karabasana takılanlara ve kendine güvenmeyenlere acayip inandırıcı olurlar. Ve
bu tezgâhta inançlar çatallaştırılır. Bardağın boş ve dolu tarafı ikileminde
suya hasretlik artar. Suya yazı yazanlar azarlanır ve azaltılır. Boşa inananlar
çoğaltılır. Boş inanç nöbetleri tutulur.
Akan zamana aklı
yetenler öyle böyle derken, örfi sörfi idareyi mutlaka sonlandırır. Kara
yazgıyı yazgılaştıranlar ise akılda son kalanlarıyla hala şapkadan sihir
bekler.
Eğer böylesi gidişe
dur durak olmazsa 'ilerde kanunda kalmaz, düzen de' örfi resimleşir, sörfi resmileşir...
…
YÜZ YILIN ELLİYEDİSİ...
Bu makale öyle görünse
de zor geçeceği açık seçik belli yeni yıla dair bir makale değil. Olabilirdi de
ama değil. Pazardan mezara, pandemiden, ekonomiye yaşanan acı günlere nasıl
gelindiğine dair bir başyapıt da değil. Gerçeği yanılsaması yüz yılın elli
yedisi bende hesabı. Bir iç hesaplaşma...
Bu paragraflar girilen
yeni yıldan geçmişe, 21. yüzyılda, 2021 yılının 21 ocağından, 1919'a koca
yüzyılın, uzun bir asrın ne kadarının yaşanmışlığı veya yaşananların ne
kadarının kalıcı iz bıraktığının iddiasız bir dokümanı…
Bir bakıma zamanın
ruhunu arama çabası. Katılımcılığı çoğaltmak isteği. Her haliyle akıl yolculuğu
ve akıl buharlaşmasının altın başaklı memleket üzerinden kısa bir izahı.
Sonuçta her daim kuşatılmışlık ve tersine değişimin acı bilançosu.
Yıl 2021. Az kaldı, 2023’ü
de gördük, göreceğiz. Eğer bir kaç yıl daha sabredersek, ölmezsek. Ve kayıp
giden yüzyılı bağrımıza basacağız…
O yüzyıl ki, Büyük
Kurtarıcı'nın 1919'da Samsun'a çıkışının peşine yıllar, on yıllar bağlanarak yüzyıl
olmuş. Yani İstiklal Harbi’nin kıvılcımlanması için, silik bir mühürle
Karadeniz’e açılış tam 100 küsur yıl önceymiş. Tam bir asır önce gerçekleşmiş
Anadolu’ya geçiş.
Sözün özü dört bir
yanı kuşatılmış topraklarda ‘Ya istiklal ya ölüm’ parolasıyla girişilen kutlu direnişin,
‘Geldikleri gibi giderler’ inancıyla, Kutsal İsyan'a evrilişinin ve bir
devrimci yola ilerleyişinin üzerinden tam bir asır geçmiş olacak pek yakında.
İşte o bir asrın
yarısından fazlasını, yani şimdilik elli yedi senesini capcanlı yaşamış, belki
60 incisini de yaşayacak devrimci, yurtsever bir Cumhuriyet evladı olarak,
farklı bir 'Yeni Yıla Bakış' yazısı yazma derdindeyiz. Ama dert bir değil, yüz
değil, bin. Hangi biriyle baş edelim. Yetmezmiş gibi birkaç yıl daha süreceği
söyleniyor koviti virüs illetinin. Hem de bir pik bir dip yaparak yerini
sağlamlaştırıyor aklınca. Diğer yandan bin bir suratlılarla dolu ortalık. Hiç
yüksünmeyen yüzsüzlerle. Hangi biriyle uğraşalım. Hangi dertle boğuşalım. Nasıl
rahatça yazalım…
İşte Şu Garip
bencileyin o muhteşem kurtuluşun ve kuruluşun sonrasındaki yüzyılın, yarısından
epey fazlasını bizzat görmüş, gözlemlemiş ve geçirmiş bir birey. Yine de dayanmak
zor, yazmak zor…
Ayrıca insanlık
tarihinde antiemperyalist ruhun, fesat gericiliğe ve egemen güçlere ilk
yenilgiyi tattırdığı günden bugüne, gizliden gizliye millet bütünleşmesinin
nasıl zedelendiğini de gören ve bilen biri olmak da yetmiyor. O ilk adımın, ilk
kurşunun hedeften ne kadar uzaklaştırıldığına da tanıklık etmiş kişi sayılmak
da yetmiyor. Gönül yaz diyor ya nasıl yazalım. Gönülden gelse, dilden söylense,
yazmak elden gelmiyor…
Düşünce ve fikir
sapağında gereğince yazamadık belki ama ne yazık ki yakın geçmişin kayıp, yitik
kuşağının bir temsilcisi olarak en olmazları yaşamak düştü payımıza. Yılmadık
hiç. Hep 'geldikleri gibi giderler' algısıyla her saltanata direndik. Ve her
defasında yerden göğe haklı çıkarak seneleri kaybettik. On yıllar geçti gitti.
Tam elli yedi yılı neredeyse doldurduk. Veya ana yaşı elli altıya yasladık aklımızı
şu fani dünyada. Hep baba sözünü tutup, haydan huya hiç küp doldurmadık.
Zenginlik başkalarının olsun dedik. Yine de kazanamadık. Kaybettik sanki biraz.
Olsun varsın. Hesap günlerine yakınlaştık azar azar, azanlardan hesap sorulacak
günleri de yaşarız belki…
Bol derin yaşamda bize
düşen, Ata'nın yüz yıl önce virane söylenen Bandırma Vapuru ile Karadeniz’e
ulaşmasından sonraki yüz yılın elli küsur yılı. Adam olana yeter. Ölüm kalım
olmazsa eğer elli yedisi de bendeniz de. Ne anılar saklı heybede. Ne
yaşanacaklar yazılı kaderde. Dirayetle yaşarız yine. Korkmadan. Zaten haybeden
yaşamadık ki hiç. Ne mutlu...
Yeni bir yıla yelken
açmışken ve mutlu olmak gerekirken, maalesef gönülden 'Merhaba 2021' diyemiyor
insan. Merhaba dileniyor zaman. Bakalım yüz yıldan artan elliyedinci yıl daha
neler gösterecek abisine. Ne dinciler ne dincilik ve yedikçe yiyenler. Veya buz
çölünde doğan yediverenler...
Gel de yaz neler gördü
bu fakir, onlarca sene neler neler; Nice siyasal filmler, ucuz senaryolar,
zorunlu seyahatler, planlı programlı karşı devrimler, boş rivayetler, besleme
tehlikeler, metazori çizilmeler, emrivaki hizaya çekilmeler, maşalı komplolar,
kibirli güruhlar, emperyal dizaynlar, ablak suratlı ablukalar, fedaisel
sofulaşmalar, akıllı akılsız sataşmalar, beterin beteri şartlar, çetin
koşullar, acı reçeteler, stratejik karmaşalar, mertebe düzenekli başıbozuklar,
dilsiz dinbazlıklar, otokontrol kaçağı zaaflar, ferdi zayıflıklar, aldanmalar
aldatmalar, ithal fazlalıklar, millici riyakarlıklar, yerli rüyalar, müridi
sapkınlıklar, zifiri karanlıklar, ihtiraslı hükümler, sabah alacasında faşist
darbeler, militarist muhtıralar, totaliter bağnazlıklar, gizli darbecikler,
oligarşik sarsıntılar, kıytırık girişimler, karışık ikinciler, dinci kinciler, uyduruk
kalkışmalar. Daha neler neler…
Ve keyfekeder
gözaltılar, mahsus mahpusluklar. İdamlar, sürgünler, kıyımlar. Zam, zulüm,
işkence. Gözyaşı ve kan. Dört duvar zindan. Ve daha niceleri. Hep kötülük. Hep
kötülük. Ve iyiye kötürüm kaldık daima. Kör gözlere parmak, şu Garip bencileyin
elli altı yılda yüz yılda yaşananların en vahimlerini, vakaların envai çeşidini
bir arada gördü ve yaşadı...
Hele ki yüz yıl
boyunca Cumhuriyet'in göğsüne saplanacak sedef kakmalı hançerin bir saklanıp
bir sallanışını da son demlerinde gördü. Hain istilayı da ihaneti de.
Sosyoekonomik pranganın şu fakir halka hepten vurulması için yükseltilen nice
siyasal aidiyetleri de. Politik adilik ve adlilikleri de. Her devirde yükselen
değer 'Büyük Kurtarıcı'yı, kademeli bitiriş yıllarına dönüştürülen ayarsız
buharlaşmaları, kısır dozajlı kalıplaşmaları da.
Öyle dün de yaşayanlar
gördük ki yarınları felç eden, tahta oturtulup mükafatlandırılan akıl dayanmaz.
Ama zaman durmaz, akar geçer, yıldız gibi kayıp gider. Bitmez denilenler de an
gelir biter…
Tıpkı bendenizin bir
asırlık özgürlük yolculuğunun içinde, elli yedinci senesine tanıklık edeceğim
gibi. Yaz başı, kış başı derken, yazı başında karakışa hazırlanırken 21. yüzyıl
nasıl 2021’e bağlandıysa, 2021 de bir yerlere bağlanır. İçten içe, kalpte bitenler
içten dışa...
Belki de tam
zamanıdır; 2021 ve sonrasında, ay kızıla çalar, yekpare düşlere uzar yıllar.
Bir yaz mavisi yolculuğuysa akla takılan, ansızın yolculanılır. Birden akıl
duvarına, dil duvarına, göz yuvarına, yürek duvarına deniz mavisi yerleşir. Söz
diyarına deniz dalgası. Ve sonsuzluk kapısından geçişe yakın; şiir biter, şair
uslanır, iç yangını sürse de akıl öper gökyüzünü. Ve 'Her Eylül'de Karadeniz
Soldan Dalgalanır...' öyle böyle değil kılıçların gölgesinde Tanrılar geçidi.
Dinsel korkular ve zihinsel zaaflar üzerine inşa edilmiş yıllar nasıl geçtiyse,
koskoca bir yıl daha kör sağır geçer…
Belki salgın sancılar
da geçer. Koviti belası durulur. Tam soluklar kesilecekken soluklanılır. Acılar
bal olur. Zehirler zevk. Eski yenisini bekler. 21. yüzyıla devrilen yılların hatırına
21 Ocak makalesi böyle biçimlenir. Ve son kayıt; 'Kıyamet bu sene de kopmadı'
diye seslenir kâinata. Yıldan yıla büyüyen hasret asla bitmez. 2023’e şunun
şurasında ne kaldı? Evet, bu kervan yüz yıldır ilerliyor. İki ileri bir geri
yılları varsa da hep ileri gidiyor. Yine gidecek.
Kapkaranlık zaman
tünelinin çıkışından sonraki yüzyılın, elli yedi yılının benimle abi kardeş
geçinip, kalleşçe geçip gittiği gibi…
OCAK GAZETECİLERİ...
Her şeye rağmen, çalışanı
çalışamayanı kutlu yolda ilerliyor. Nice ocaklar söndü bu uğurda. Bu yolda, bu
yolculukta. Ama bugün hayata gazeteci olarak devamın en zor dönemi yaşanıyor.
Gazetecilik adına zor günler. En zor. Yerelde başka, genelde bambaşka zorluk.
Yerelde gazeteciyseniz eğer başka bir işi lokomotif yapmak gerek geçime.
Genelde ise asla geçimsizlik çıkarmamak gerek...
Aslında gazeteci
kalmanın tek yolu gazeteciliği yok sayan ve silikleştiren sisteme, sistemli
karşı koyabilmekten geçer. Öyle kimin kayığına binerse onun küreğini çekenlerin,
gazeteciliği bir yere kadar. Sınır geçildi, duvar açıldı mı ortada zaten
gazetecilik filan kalmaz. İş başka yerlere kayar.
Gazeteci, maharetmiş
gibi mazeteci olunca bildiğini, düşündüğünü ve gördüklerini açıkça yazmaktan da
kaçınır. Magazinel sansasyon peşinde, sistemin izni ölçüsünde farklı bir görev
icra eder. Oysa yaşam insana bazen bilinen, duyulan ve görünenlerin aslında
doğru değil yanlış, yanlışların da doğru olduğunu yaşatır. İşte bu yüzden
gazeteci bu karanlık girdaba düşmemelidir. Çünkü ileride hesabını veremez.
Eğer dik olmak, dürüst
kalmak için bir bedel ödenecekse, çekinmeden ödenmelidir. Ödeyenlere saygıyla. Ancak
yiğitlik bir yana yiğitlik gösterisinde bulunmak da artık çok zor. Şartlar güç,
yaptırımlar ağır. Yani peş peşe üç harf yazma süreci süründürüyor. Gazetecilik
yapma, boyutunda bir garip durum egemen. Eza cefa egemenleşmiş.
Hele evrensel ilkeler
doğrultusunda özgür ve çağdaş bir dünya için, o dünyanın kurulması için kalem
oynatmak gerçekten cesaret işi. Onurlu duruş ve kalemi kılıçtan keskin
gazetecilik erbaplığı ise çok eskilerde kaldı. Kılıçların gölgesinde ahbaplık
da zor. Şimdilerde gazetecilik korku tünellerine hapis. Bu tutsaklık vicdan ve
adaletten uzaklaşmanın ve gerçek hayattan kopmanın da birebir göstergesi.
Görünürde kamuoyunun
bilgilenmesi ve aydınlatılması için her türlü şart ve durumda mesai harcandığı
söz konusuysa da artık sözün bittiği yerde gazetecilik. Yılın her günü yanan ocak
olsa nafile. Gazetecilik resmen ocak tüttürmez bir meslek oldu. Oluyor da. Yani
bu mesleğin korkusuzca idamesi, şimdilik ufukta görünmüyor.
Elbette gazete şart,
gazeteci şart. Böyle söyleniyor ama şartlar günden güne zorlaşıyor.
Zorlaştırılıyor. Anlamak mümkün değil gericileşen ortamı. Ayrıca çalışılabilir
ortamlar da daralıyor. Yetkiler ve yetkinlik de kısıtlanıyor.
Hal böyle olunca,
görseli göstermiyor. Yazılısı da yazmıyor. Dik duruşlu konuşmalar da
yalanlanıyor…
Gazeteciliğin
fıtratında taş duvar varsa ki var, her hâlükârda söylenene aşırı dikkat,
yazılana on dikkat gerekiyor. Dikkat eksikliğinde olanların ocakları sönme
aşamasına geliyor. O zaman da yanlı kalemşörlük modası yaygınlaşıyor. Tek
seslilik prim yapıyor. Dayatılıyor. Çok seslilik tarihe karışıyor.
Yine de her Ocak’ta gökyüzüne
daha mutlu bakarak görebilmek ve özgürlüğe erişmek çabası güzel. Büyük huzur.
Hayata umutla bakabilmek için, umut var göstermek ve yazabilmek için yaşamak
şart. Yaşasın gazetecilik, yaşasın gazeteciler.
Çünkü gazeteci kalemi
ile her şeye rağmen başta haber alma hürriyeti sonra tüm hakların teminatıdır.
Takipçisidir. Taleplisidir…
Ve her Ocak'ta yaşanan
acılarla dağlanarak, duygu ve temenni bağlamında bol keseden dağıtılanlara
aldırmamak gerekir. Dün onlara bugün diğerlerine. Hala ocaklar sönüyor. Ancak
yerelde ve genelde tüm gazetecilere reva görülenler, gazetecilerden
esirgenenler bir gün o dönem yöneticilerinin karşısına dikilir.
Centilmence duyurulur…
YILBAZI
Bir yılbaşı daha geçti
kartanem,
başımda ağırlığınca som
altın,
içimde inceden tatlı
bir sancı
ayarsızca pik yapan
salgın
ve en ücra hücrelerimi
kuşatan sen.
Tıpkı bir grimsi duman…
Diğer yılbaşıya
buralarda duramam…
Beklenen son durak
yine es geçilmiş
dar pencereden dışarı
durgun bir gece donmuş
hafif şişmiş suratları
öpüyor kar taneleri.
Sokak lambalarının
titrek ışığından
sarı sıcak göğe
dökülüyor ilk saatler…
Son gecenin epey bir
yarısı
ecel ece kılığında
tebdili mekan sevgili arıyor
hayatlara değen buz
kıran soğuğunu okşuyor.
Soğumaya yüz tutmuş
anılardan sarkıyor
akıllarda kalan gürbüz
çocuk gülümseyişleri
gençlik ve geçkinlik
arzuları.
Ve kuytulara sinmiş sokaklarda
çatlak dudaklarda yaz
öpüşmeleri.
Vay anasını karakış
sökül bakalım
bu son gece sökükler
dikilecek
gökten ne sözcükler ne
mısralar dökülecek…
Bir yerlerde buz tuttu
delice akan ırmak
deli gibi atan
yürekler durdu
iliğine ilmeğine
kemikler dondu.
Cumbasından izlediğim
sahil
sahildeki metruk ev
bile
ve bahçesindeki yarı
kardan adam da.
Hep beraber donduk…
Donuk bir doruğa doğru
savruk adımlar
hadım kalmış evladım
ağıtları döküyor analar
yerden bitme
yarensizlik korkudan beter
buzdan yalımları
kokluyor kainat.
Yalınkılıç köysüz
kentsiz arzular.
Yılın hemen başında
buzdan sarkıt anılar…
Elden ne gelir gün bugün
sanki kaçağınla el ele
bilinmeze koştuğun gün
yıllar yılı geçse de
bana yılbaşı.
Çağla yeşili gözlerin
çıkmazındayım hala.
Ve güneşi çağırdığın her
gece
bensiz gecelediğin ilk
hece
yeni yılın ilk
saatleri hep aklımda.
Akın akın yorulduğum
hayattan
kaç dakikalığına
çaldın beni bilsen
buz tuttu aklım.
Tam bir ömür süren
oy ki oy can teslim
canan
salınarak saldığın
kokuda
korkulara sarındığım
sıcaktasın.
Kaçaksın…
Takiplerdeyim…
Saçaksın…
Savrulan
saçlarındayım…
Yadına yakınlaştığım
her an
yanımda oturan iblis azman
azı çoğu şeytanları çoktandır
tanıyorum.
Kalp gözüyle izliyorum
tetikteyim
o benden kaçamaz ben
ondan
o bilmese de ben çok
iyi biliyorum...
Yine yılın birine
birlemişim tutuk yalnızlıklarımı...
Ağır uykuya dalmış
gözlerinden öpeyim kartanem
kapkara geceden kalan
kavruklukla.
Bak buzlu cama vuran
ışığa gökkuşağı sarılmış
artık tam vaktidir
uyanmanın uyan.
Islanılan dağ yolu
tanıdık
patikalar sarı patiska
desenli
köy izbesi kente çok
yakın
yorgun adımlar adını
sayıklar
ha gayret biraz daha
dayan.
Laf cambazlığına
dayanmaktayım…
Gecelerden
gelmekteyim…
Lakin aldanma koyu
gecelere
ateşe adanmış adamsılar
hain.
Aldırma iki gözüm, iki
çeşme ağlarım
gönül pınarına kanarım…
Kader deyip geçme
paslı pusulardan.
Kendince ağır ihmaller
düşüyor olsa da kucağına
unutma bir ihtimal
kaldı kulağına küpe
her yıl başında ayni
umut çarkı.
Çarkına çağlamaktayım…
Feleğin fesleğen
kokularına sarıldığı an
başında beyaz ağırlık
vücudunda buğulu nem
bendeniz için vakit
dem.
Dem vakti
düşüncelerinin ayazındayım.
Çaktı mı gözlerinde
çakmak taşı kıvılcımlar
kıpırtısız düşlerden
kaçamak heyecan
geleceğim anıların
kıvrımlarından çıkarak.
Hem de uzak hayallerin
çarkına çakarak…
Bekle kartanem süzülen
kartanelerindeyim…
Her yılın ilk gününde
kar yağarsa eğer
meskenim mazide bir
yerde saklı mezbelelik
mezem ağlayan sızlayan
kış güneşi
içkim akla saplı yakut
hançerin.
Sarhoşluğum hançeremde
sıcak, yumuşak, çıplak ve yorgun sen…
Sensizliğin sönmüş
ocağındayım köz kırmızıda
şarapta güzellik
yıllanmışlığın kırmızısında…
Adım gibi biliyorum ki
bir yaren olacak mutlaka
akan yıllardan birinde
sona yakın bir gün bir yerlerde
umulmadık zamanda
karşına çıkan gri gölgede
geçmişte de
karşılaştığın gelecekte
verilip de tutulmayan
sözde.
Unutma…
Unutmayacağım…
Unutturmayacağım…
Azımsanacak şeyler
değildi yaşananlar denilecek içten içe
ve daima anımsanacak
sımsıcak
hiç değilse her yeni
yılın ilk günü
dağılacak dünya
yarılacak yeryüzü…
Ve günlük
tutulmadığına hayıflanacak taraflar.
Ve son durakta elde kesik
uçlu kalem
başta uçuşan
kartaneleri kereme kelam
arınılacak bir
tümceyle tümden.
Ve yeni yıla yazılanlar
kalacak geriye.
Ez cümle; kartanem çok
üzgünüm.
Üzdüğün kadarıyla katıksız
kararlıyım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder