EY ÖZGÜRLÜK NEREDESİN?
Ben yol yorgunu garip bir yolcuyum. ya er vakit kendiliğinden doğan dizelerimde gözü dönmüş bahaneler ağırlarım ya da penceremde solan cam güzeline ağlarım. Arada bir lodoslara kapılmış, yarım yamalak balkon sevdaları da düşer kucağıma. Toparlanırım ve tez unuturum…
Ey özgürlük, ey ki ey neredesin?
Baktım da pencere camında asılı buğulu şiirlere hiç biri sen değilsin. Katarakt inmiş sanki seyrime. Ve canımı adadığım dizelerin hepsi hayırsız ada yolcusu. Demek ki yıllardır boşa seyirtmişim. Yalnızlar rıhtımında selpak satan çelimsiz çocuk gibi ardına. Göz rengimde birikmiş öfkenin soyut resmi. Fırtınanın resmigeçidini, göremedim. Göremeden de gideceğim demek ki. Sen de görünmedin nedense.
Belki de sen, sen değildin, ben bendim. Sen oydun…
Evet, bir hayli geç kalmış olabilirim. Biraz da erken. Gecikmişim, gecikmişiz belki birbirimizi bulamadığımız bulvarlarda dolaşarak. Sen kendince haklı, ben sessizliğin sesi, sevdalı mı sevdalı. Seni sana bıraktımsa ateşin ortasında affet. Sen affetsen bile ben kendimi affetmeyeceğim yine de. Ve terkedildiği sanılan her şeyi aşkı öğrenmeden, öğretmeden, aşka vedaya bağlayacağım kurşun başlı harflerle.
Seçilmiş nağmeler yağıyor arnavut kaldırımlı yokuşlara. İnadım inat ve yorgunum. Bırak olmuş bitmişleri, asla ve asla tamamlanamaz yapbozlarla resmedilmiş sevgileri. Çünkü külliyen yalan ateşler dağlıyor açılan yaramı. İşe yaramaz adamlar kervanında sürükleniyorum. kararmış ak düşlere dalarken sevdam sistemsizliğe yanıyorum. Sana tam uzanacakken ellerimde derman gözümde fer sönüyor. Ve bir bakıyorum başka boyuttayım.
Su gibi akıyor bedenim sonsuza. Gövdem küçülüyor, küçülüyor ve kırmızı bir nokta oluyorum. Hiç bitmeyen kavganın gözbebeğinde fer. Bebeğim de, bak onu anlatamıyorum işte. Yeterince. Bağışlanmak adına Tanrı’dan sonra sana, senin için secdelere varıyor ağrılı başım. Nafile. Anlıyorum çok seferler olacak ucu sana varmayan. Seher yelinde tam buldum derken delice kaybedilen. Sen o. Ben suya akı düşmüş pervane.
“Külçe aşklar ağlar, ben de ağlaşırım.
Hayat ağlaştıkça ağırlaşır.
Yükümü taşıyamam dev gibi ağırlaşırım.
Ve bayrak bezinden barınaklardan
karla kaplı okullardan
çit arkası tek katlı evlerden,
yükseklerden tümseklerden evliyalardan
ülfetli külfetli hikayeler depolar aklım.
Aklımda kül rengi ormanlar
lal renkli romanlar…“
Ey özgürlük, ey ki ey, özüm neredesin?
Ağlatır da ağlatır sonsuz ayrılık. Soluklayan sesindeki hüzne kapılıp sellendiğimde tombalak kollarını açarak üstüme üstüme gelir bozuk düzen. Bu derin kucaklaşmalar anıdır. Ve sana ağıt olarak arşa kadar yükselir.
Dizeler durup sımsıkı sarıyor dağılmış bedenimi. Kemiklerim sımsıcak birbiriyle yeniden kaynaşıyor. Ve doğuruyorum yeniden. Sen yenidünyaya hamileyken, kıpır kıpır sevinçle yerinde duramazken, ben sanki ölüyorum her doğumla. Ağıtı bağıtı böyle işte. Ölürken sana sende doğuyorum.
Devasa bir arenada beyaz elbiseli beyaz bir dev gibi can havliyle koşuşturuyorum. Al desenli kravatım sana bir mesaj için yumuşak bağlanmış. Arenayı dolduran seyirci gül danesi gencecik. Yaşamdan beklentileri her neyse o işte. Çok geç uyanmışım uykudan. Ve hediyeler dağıtıyorum boyuna. Boyumdan büyük işlere yeltenmişim sanki. Demet demet öpücükler savruluyor dört bir yanıma. Çıkartıp atıyorum ceketimi, dev posterler imzalatıyorum ona. Aklım sıra tribünlere atıp sakinleştireceğim çıldırmış seyircileri. Klan boyu gelmişsin davetime, ama bilmiyorum ve o yüzden gözlerim aramıyor içindeki bebeği.
Ve bir ateş topu olup yuvarlanıyor arenaya delirtici hayranlıklar. Bilmiyorum gerçekten geleceğe sağırlaştırıcı bir tokat atan bu hastalığı. Haytalığın son perdesindeyim ama haydayamıyorum aklımdan geçenleri. Süzgeçten geçirdiğim onca günün ve anımın bir yerindesin elbet. Ve çok iyi saklanmışsın kuytulara, tutup çıkaramıyorum seni dipsizliğimden. Mavi kelebekler uçuşuyor aklımda tazecik bahar kokularıyla. Halelere dolaşıyor sendeleyen ayaklarım. Keyfini süremediğim ne keyifler varmış meğer. Kesin kaçırmışım. Kesinlikle Eylül akşamları suçlu. Geceleri…
“ Ateşi çalma nolur şarabımdan, tütünümden de ölgün şafağı.
Al şafaklarda yüzer Alsancak.
Transit madenci geçişlerini de yasaklama
eylemsizliği sunma kadehime.
Karşı dururum karşı yakalıyım.
Direnirim hayatta içmem, kör kuyusunda gönyeyle çizili bir başınalığı
ve kan uykuda aldanmışlığı…
Meze yaptırma soframa ölümüne aç kalırım da bir lokma olsun yutmam.
Nöbete dursa da en azılı düşman, yerleşse de en ücralara düşmanlık
dünya her dem kardeşliği yaşar.
Onu bilir onu söylerim…“
Evet devasa arenada durdum. Beyaz elbisem üstümde, kefenimdir boynumu vurun dedim. Boğazımda pembe hayallerden boyun bağı. Sıkılıyorum. Artık bir oraya bir buraya çocuklar gibi seğirtemiyorum. Seyyanen kana ve ete bürünüyorum. Tekrar ayrışan kemiklerimi yapıştırıyor sevgi, damarlarımı onarıyor kara sevda. Ama içinde sen yoksun.
Ey özgürlük, ey ki ey, özüm neredesin? Yoksunum…
31 Temmuz 2018 Salı
ELLERİMDE TERCÜMESİ ZOR ŞİİR
ELLERİMDE TERCÜMESİ ZOR ŞİİR
Tercümesi zor eski Türkçe bir şiir gibi yaklaştım içimdeki çocuğa. Yıllarca. Bedenimde sere serpe büyürken zaman kromozom animalisi ile tanıştım. Ve çarpıldım. İşte o günlerden küsmüşüm uykuya, bu bensiz yaşayan şehirde. Yastığım karaca taş soğukluğunda ve Marmara mermerinden yatağımda yapayalnızım. Başucumda çam ağaçlarının bitmeyen uğultusu. Şarkı söylüyorlar, ben dinliyorum. Deli aklım seni özlemiş delicesine. Bir yanım cennet bir yanım cehennem. Hem yanmışım hem serinlemişim. Şimdilik arafta bir yerdeyim…
Çıplak ellerimde son nefesini vermiş bir beste. İçimde apansız çekip gitmek arzusu. Güvertesinde bana benzer yığınla insan bulamacı bir gemi. Hayat gemisi. Demirlemiş Yenikapı açıklarına. O gemi ki beni benden çalmış. Ürkütücü düdüğünü öttürüyor ha bire. Meğer sana taşınırmışım en vazgeçilmez rotayla. Bilinmeze. Hırçın köleliğim sanki uslanmış. Zavallı dalgalarla, yıldızsız geceleri ıslamışım. Isladıkça ıslandıkça gözlerim kurumuş. Ve sözler kifayetsiz kalmış.
Birden keyfim kaçtı mavi rüzgârlar yüreğime çarpınca. Kilidi kırılmış kalbim dev dalgalı okyanusta yalpalıyor. Yalın kılıç zerre zerre dağılıyorum sonsuza…
Aynadaki yüzümü tanıyamıyorum artık. Bu ben, ben değilim sanki. Ne masklar taktım da suratıma sahici ben olamadım bir türlü. Çoktandır unutmuşum aynaya bakmayı ve aşka isyandayım hala. Ruhumu bir daha teslim edersem, ederken gül kokan avcuna bırakacağım can kütlemi. Özümü sana harcadığımdan belki de aynada kendimi bulamıyorum. Aramayı da çoktan bıraktım desem yeridir. Sarılmak kelimesinin anlamını da bilemediğimden o en sevdiğin saatlerde tam teçhizat nöbetteyim. Nöbetlerdeyim. Korktuğumdan değil ama çekindiğimden karanlığı ıslığımla uyarıyorum. Besbelli anladı çökmeyecek gırtlağıma kömür karası.
Yok artık. Ardımda “Yok mu Allah’ım yok mu? Çiçeğin her renginde sevda tüten sonbahar, tütün kokan nefesinde soluklanacağım yaz akşamları, yok mu? “ sorgusu…
Sorma otogardan gırgır yaparak insan uğurlamaktan bıktım. Yoruldum el sallamaktan yalnızlığıma. Tüm yalnızlar bir olsun ve bana el sallasınlar istiyorum artık. Ben nasılsa avuturum kendimi bir zamanlardaki gibi, sarı yapraklarıyla beni saran, sarmalayan deli bozması Gırgır’da. Kendimi aşmak hakkımı kullanmak istiyorum, şoför arkası koltukta yolculuk ederek. Keyfimi kaçıran ara nağmeleri bir bir yutarak. Bunca emeğin heba olmasını önlemek adına yumuyorum gözlerimi. Otogarda yolcu yolculayıcı iken yolcu olmak da tam bana yarışır hani. İşim son bir kez olanca olgunluğumla sıralamak seni kıpkırmızı göğe. Hassaten ve üslubunca.
Hiç değilse Haydarpaşa garı merdivenlerinden inerek bu aleme ilk adımını atanlar yarım yamalak okuryazarlığıyla seni tanısınlar diye...
Çömez ahkâmla çam ağaçlarının en bol kepçeden serpildiği bu isimsiz semte taşınmadan önce her şey bir anda olup bitsin isterdim. Ama olmadı. Soluksuz yan yatırıldığımdan hemen önce Allah’ına kadar soluklanmak senle, tek dileğimdi. Etim budum budur işte. Liğme liğme edildi. Ölmeyi öğrenmeden önce seni öğrenmek ve mehtaba sarılmak senle. Dersim buydu. Sonra acı tecrübe. Ne telef olalım ne de başka bir sınav...
Çam ağaçlarından dinliyorum seni, şiir gibisin. Yeter de artar bunca mola. Şoför arkası koltukta çıktığım berbat yolculukta uğramadan edemedim bu mola yerine de. Burada sana. Çam kokuyordu yüzüme çarptığım sular. Buz tutmuştu yüreğim. Tuz buz olmuştu bedenim.
Cam gibiydi gözlerin. Seni gördüğümü sanmıştım sanki yıllar sonra. Bir gece yarısına yakın ümitsizliği adımlarken başıbozuk, bir film festivali arifesinde. Upuzun pardösülüydüm. Günlerim babadan kalmış yıpranmışlıklara askı vazifesindeydi. Döşüm sıkıldı. Eteğin açılmıştı bir an, seni fark edişimin yegane sebebi işte o yelpazelenişti. Sabırsızca dolaştım saçlarında. Yorgun gözlerinde içimi yakan bakışlarını yakalayamadım. Sahi belki de sen değildin. Sen olsaydın eğer sende beni görürdün. Tanırdın belki de. Kır düşmüş şakaklarıma başını yaslardın. Baş başa ne filmler izlerdik beyaz perdemizde. Yeniden ve birlikte.
Bembeyaz bir yolculuğun son deminde kara denize bakarken o sayfada eksik kalan yan nedir acaba diye düşünüyorum. Taşlar yerli yerine bir türlü oturmuyor. Keşke tutsaydım ellerinden, dur deseydim geleceğe, dur gelme, bırakma beni, al beni de götür gideceksen eğer. Ve mutluluk gözyaşlarıyla boğulsaydı ömrüm. Dolaydın içime sıcacık. Bunca dağlanmanın, horlanmanın ödülü olarak. Ödül sendin mutlaka. Anlayamadım.
Veya ödülüm sen olsaydın, ayılsaydım ve sana ayrılmamacasına bağlansaydı deli gönlüm yeniden. Sonra aklım ihanetleri sıraya koysaydı ve tek tek sana açsaydı aşk ihalesini. Ve ben sabırsız şiirler karalamasaydım geceler boyu. İçimdeki çocuğa yakınmasaydım on yıllarca. İşin tuhaf yanı o zaman da ben bugünkü ben olmayacaktım. Olsam da olmasam da, of düşünüyorum da hiç pişman değilim. Pişmanlık duymaktan korkarak yaşamaktansa hiç ama hiç yaşamadığıma seviniyorum.
Geçmişimi öyle veya böyle seviyorum. Seni de. Fakat ödülüm sen değilmişsin, değil mi? Artık onu anladım…
Tercümesi zor eski Türkçe bir şiir gibi yaklaştım içimdeki çocuğa. Yıllarca. Bedenimde sere serpe büyürken zaman kromozom animalisi ile tanıştım. Ve çarpıldım. İşte o günlerden küsmüşüm uykuya, bu bensiz yaşayan şehirde. Yastığım karaca taş soğukluğunda ve Marmara mermerinden yatağımda yapayalnızım. Başucumda çam ağaçlarının bitmeyen uğultusu. Şarkı söylüyorlar, ben dinliyorum. Deli aklım seni özlemiş delicesine. Bir yanım cennet bir yanım cehennem. Hem yanmışım hem serinlemişim. Şimdilik arafta bir yerdeyim…
Çıplak ellerimde son nefesini vermiş bir beste. İçimde apansız çekip gitmek arzusu. Güvertesinde bana benzer yığınla insan bulamacı bir gemi. Hayat gemisi. Demirlemiş Yenikapı açıklarına. O gemi ki beni benden çalmış. Ürkütücü düdüğünü öttürüyor ha bire. Meğer sana taşınırmışım en vazgeçilmez rotayla. Bilinmeze. Hırçın köleliğim sanki uslanmış. Zavallı dalgalarla, yıldızsız geceleri ıslamışım. Isladıkça ıslandıkça gözlerim kurumuş. Ve sözler kifayetsiz kalmış.
Birden keyfim kaçtı mavi rüzgârlar yüreğime çarpınca. Kilidi kırılmış kalbim dev dalgalı okyanusta yalpalıyor. Yalın kılıç zerre zerre dağılıyorum sonsuza…
Aynadaki yüzümü tanıyamıyorum artık. Bu ben, ben değilim sanki. Ne masklar taktım da suratıma sahici ben olamadım bir türlü. Çoktandır unutmuşum aynaya bakmayı ve aşka isyandayım hala. Ruhumu bir daha teslim edersem, ederken gül kokan avcuna bırakacağım can kütlemi. Özümü sana harcadığımdan belki de aynada kendimi bulamıyorum. Aramayı da çoktan bıraktım desem yeridir. Sarılmak kelimesinin anlamını da bilemediğimden o en sevdiğin saatlerde tam teçhizat nöbetteyim. Nöbetlerdeyim. Korktuğumdan değil ama çekindiğimden karanlığı ıslığımla uyarıyorum. Besbelli anladı çökmeyecek gırtlağıma kömür karası.
Yok artık. Ardımda “Yok mu Allah’ım yok mu? Çiçeğin her renginde sevda tüten sonbahar, tütün kokan nefesinde soluklanacağım yaz akşamları, yok mu? “ sorgusu…
Sorma otogardan gırgır yaparak insan uğurlamaktan bıktım. Yoruldum el sallamaktan yalnızlığıma. Tüm yalnızlar bir olsun ve bana el sallasınlar istiyorum artık. Ben nasılsa avuturum kendimi bir zamanlardaki gibi, sarı yapraklarıyla beni saran, sarmalayan deli bozması Gırgır’da. Kendimi aşmak hakkımı kullanmak istiyorum, şoför arkası koltukta yolculuk ederek. Keyfimi kaçıran ara nağmeleri bir bir yutarak. Bunca emeğin heba olmasını önlemek adına yumuyorum gözlerimi. Otogarda yolcu yolculayıcı iken yolcu olmak da tam bana yarışır hani. İşim son bir kez olanca olgunluğumla sıralamak seni kıpkırmızı göğe. Hassaten ve üslubunca.
Hiç değilse Haydarpaşa garı merdivenlerinden inerek bu aleme ilk adımını atanlar yarım yamalak okuryazarlığıyla seni tanısınlar diye...
Çömez ahkâmla çam ağaçlarının en bol kepçeden serpildiği bu isimsiz semte taşınmadan önce her şey bir anda olup bitsin isterdim. Ama olmadı. Soluksuz yan yatırıldığımdan hemen önce Allah’ına kadar soluklanmak senle, tek dileğimdi. Etim budum budur işte. Liğme liğme edildi. Ölmeyi öğrenmeden önce seni öğrenmek ve mehtaba sarılmak senle. Dersim buydu. Sonra acı tecrübe. Ne telef olalım ne de başka bir sınav...
Çam ağaçlarından dinliyorum seni, şiir gibisin. Yeter de artar bunca mola. Şoför arkası koltukta çıktığım berbat yolculukta uğramadan edemedim bu mola yerine de. Burada sana. Çam kokuyordu yüzüme çarptığım sular. Buz tutmuştu yüreğim. Tuz buz olmuştu bedenim.
Cam gibiydi gözlerin. Seni gördüğümü sanmıştım sanki yıllar sonra. Bir gece yarısına yakın ümitsizliği adımlarken başıbozuk, bir film festivali arifesinde. Upuzun pardösülüydüm. Günlerim babadan kalmış yıpranmışlıklara askı vazifesindeydi. Döşüm sıkıldı. Eteğin açılmıştı bir an, seni fark edişimin yegane sebebi işte o yelpazelenişti. Sabırsızca dolaştım saçlarında. Yorgun gözlerinde içimi yakan bakışlarını yakalayamadım. Sahi belki de sen değildin. Sen olsaydın eğer sende beni görürdün. Tanırdın belki de. Kır düşmüş şakaklarıma başını yaslardın. Baş başa ne filmler izlerdik beyaz perdemizde. Yeniden ve birlikte.
Bembeyaz bir yolculuğun son deminde kara denize bakarken o sayfada eksik kalan yan nedir acaba diye düşünüyorum. Taşlar yerli yerine bir türlü oturmuyor. Keşke tutsaydım ellerinden, dur deseydim geleceğe, dur gelme, bırakma beni, al beni de götür gideceksen eğer. Ve mutluluk gözyaşlarıyla boğulsaydı ömrüm. Dolaydın içime sıcacık. Bunca dağlanmanın, horlanmanın ödülü olarak. Ödül sendin mutlaka. Anlayamadım.
Veya ödülüm sen olsaydın, ayılsaydım ve sana ayrılmamacasına bağlansaydı deli gönlüm yeniden. Sonra aklım ihanetleri sıraya koysaydı ve tek tek sana açsaydı aşk ihalesini. Ve ben sabırsız şiirler karalamasaydım geceler boyu. İçimdeki çocuğa yakınmasaydım on yıllarca. İşin tuhaf yanı o zaman da ben bugünkü ben olmayacaktım. Olsam da olmasam da, of düşünüyorum da hiç pişman değilim. Pişmanlık duymaktan korkarak yaşamaktansa hiç ama hiç yaşamadığıma seviniyorum.
Geçmişimi öyle veya böyle seviyorum. Seni de. Fakat ödülüm sen değilmişsin, değil mi? Artık onu anladım…
SİYASET SUÇLARI
SİYASET SUÇLARI
Siyasette seçimlerle sınanır başarı veya başarısızlık. Parti içi yarışlarda başa gelindiğinde bir bayrak yarışıdır tutturulur. Burada çıtayı bir tık yükseğe çıkartabilmektir başarı ölçüsü. Ancak görev layıkıyla yerine getirilemeyince, eldeki bayrak düşürülünce, çıta kırılınca içten içe suçlu aranır. Sonuçta suçlu ayağa kalk! denilince de kimse kıpırdamaz yerinden. İsyan duymazdan gelinir. Koltuğa iyice yerleşilir. Ayrıca makama koltuğa sinenler ve yapışanlar gereğini yapmak yerine birden masumlaşır…
Masum veya malum siyaseten yaşananlar tam bu merkezde. Deyim yerindeyse yerel de genelde sabır taşı çatladı. Ayrıca yazboz tahtasına yazılacak suçlara her gün bir yenisi ekleniyor. Elbette siyaset uzun soluklu yarışlara alışkın bünye ister. Ama fünye çekildiğindeki kısa aralıklı zikzaklar kabak tadı veriyor. Hele siyasetçi psikolojisinin yanı sıra toplumsal psikolojinin de bozulması bu hengâmeye temel oluşturuyor. Zaten bir toplumda etik ve moral değerler çökertilmiş ise elbette bu çökme siyaseti siyasetçiyi de çok yakından ve olumsuz etkileyebilir. Ve etki yetki birbirine karışır.
İşte bu karışıklık dönemlerine özgü bilinmesi gereken, siyaset tarihine daima barışçıl olmayan, kişisel çıkarlar ve ayarsız hırsların yön vermişliğidir. Öyle ki özenip bezenerek düzenlenen tüm kurallar an gelir sus pus siyasetçiler ve kimliksiz siyasi kimlikler yaratmaya başlar. Bu hiçbir zaman önlenememiştir. Çünkü her sıkışıklıkta siyaseten suç teşkil edebilecek yöntemlerle sorun çözme gayreti içine girilir.
Siyaset suçları ve sebepli sebepsiz suçluluğa dair ne varsa toplumla bütünleşme veya bütünleşememe aşamasında iyice ortaya çıkar. Hemen eksik dürtüler zirve yapar. Çok olan şeyin değeri azdır bağlamında değer yargısı yörüngeye oturur. Yani toplumsal dayatmalar ve toplumun basiretsizliği siyasal bir zorunluluk olmamasına rağmen bir süre sonra yapılan her şeyi haklı kılar. Suçlar ve suçlamalar ise siyasi tabuları yıkmayan, mevcut düzene direnmeyen ve yasaklardan kaçamayanların üzerine yıkılır.
Zaten toplumun alt ve üst katmanları arasındaki uçurumun çoğalması keskinleşen bir siyaseti de belirler. Sorgulama mekanizmasının hareketlendirilmesi ile kolayca toplumsal statü elde etmeyi başarmışlar ve bu dertten muzdaripler her ne pahasına olsa da çarpışır. Neredeyse olmaması gereken şeyler olur. Toplum ve toplumu yönetme erki için oluşturulmuş statükocu zihniyet resmen suç işler hale dönüşür.
Bu arada statükoyu kaderleştiren diğer bir etken de din olgusudur. Zaten din binlerce yıldır toplumu tek kişi, tek zümre, tek toplum arkasından sürükleyebilecek en kuvvetli düşünce ve inanç biçimidir. Ama suça dönük bağlamda unutulmaması gereken ise haddini aşan şeyin, zamanla zıddına döndüğü gerçeğidir.
Zemin bu kadar sıcakken siyasetin çetrefilli literatürüne ve çetelesi tutulmuş suçlarına dalmaya hiç de gerek yok. Siyaset suçları yerli yersiz çatışmanın şiddetine göre azalır çoğalır. Ama çoğu zaman iktidar veya muhalefet fark etmez siyaseten suç olgusunun üzeri anında kapatılır. Eğer siyaseten ortada bir suç varsa ve suçlular aranıyorsa suçu neden sonuç, insan mekân, yer ve coğrafya temelinde ele alıp irdelemek gerekir. Öyle siyasi emel, arzu ve isteklerine ulaşmak için duruma fesat karıştırmamak gerekir. Zaten makam mevki aramadan topun ağzındakiler her kim ise en başta onlar suçludur. Sonra her mekanizma çek edilmelidir.
Siyaset suçları ve suçlularını içten dışarı eleştiriye ve özeleştiriye tabi tutmak öyle bir fırsatını bulup kördüğüm edilmiş kurallarla ve mıntıka temizliği mantığıyla olmaz. Orantısız güç ve bu gücün kullanımı ile hiç olmaz.
Şimdi yapılması gereken pişmiş aşa su katmadan, seçimlerde oran moran tanımadan geleceği kurgulamaktır. Çünkü yeni siyaset suçlarına suçlu bulmak yarışı değildir ve olmamalıdır kapıya dayanan…
Siyasette seçimlerle sınanır başarı veya başarısızlık. Parti içi yarışlarda başa gelindiğinde bir bayrak yarışıdır tutturulur. Burada çıtayı bir tık yükseğe çıkartabilmektir başarı ölçüsü. Ancak görev layıkıyla yerine getirilemeyince, eldeki bayrak düşürülünce, çıta kırılınca içten içe suçlu aranır. Sonuçta suçlu ayağa kalk! denilince de kimse kıpırdamaz yerinden. İsyan duymazdan gelinir. Koltuğa iyice yerleşilir. Ayrıca makama koltuğa sinenler ve yapışanlar gereğini yapmak yerine birden masumlaşır…
Masum veya malum siyaseten yaşananlar tam bu merkezde. Deyim yerindeyse yerel de genelde sabır taşı çatladı. Ayrıca yazboz tahtasına yazılacak suçlara her gün bir yenisi ekleniyor. Elbette siyaset uzun soluklu yarışlara alışkın bünye ister. Ama fünye çekildiğindeki kısa aralıklı zikzaklar kabak tadı veriyor. Hele siyasetçi psikolojisinin yanı sıra toplumsal psikolojinin de bozulması bu hengâmeye temel oluşturuyor. Zaten bir toplumda etik ve moral değerler çökertilmiş ise elbette bu çökme siyaseti siyasetçiyi de çok yakından ve olumsuz etkileyebilir. Ve etki yetki birbirine karışır.
İşte bu karışıklık dönemlerine özgü bilinmesi gereken, siyaset tarihine daima barışçıl olmayan, kişisel çıkarlar ve ayarsız hırsların yön vermişliğidir. Öyle ki özenip bezenerek düzenlenen tüm kurallar an gelir sus pus siyasetçiler ve kimliksiz siyasi kimlikler yaratmaya başlar. Bu hiçbir zaman önlenememiştir. Çünkü her sıkışıklıkta siyaseten suç teşkil edebilecek yöntemlerle sorun çözme gayreti içine girilir.
Siyaset suçları ve sebepli sebepsiz suçluluğa dair ne varsa toplumla bütünleşme veya bütünleşememe aşamasında iyice ortaya çıkar. Hemen eksik dürtüler zirve yapar. Çok olan şeyin değeri azdır bağlamında değer yargısı yörüngeye oturur. Yani toplumsal dayatmalar ve toplumun basiretsizliği siyasal bir zorunluluk olmamasına rağmen bir süre sonra yapılan her şeyi haklı kılar. Suçlar ve suçlamalar ise siyasi tabuları yıkmayan, mevcut düzene direnmeyen ve yasaklardan kaçamayanların üzerine yıkılır.
Zaten toplumun alt ve üst katmanları arasındaki uçurumun çoğalması keskinleşen bir siyaseti de belirler. Sorgulama mekanizmasının hareketlendirilmesi ile kolayca toplumsal statü elde etmeyi başarmışlar ve bu dertten muzdaripler her ne pahasına olsa da çarpışır. Neredeyse olmaması gereken şeyler olur. Toplum ve toplumu yönetme erki için oluşturulmuş statükocu zihniyet resmen suç işler hale dönüşür.
Bu arada statükoyu kaderleştiren diğer bir etken de din olgusudur. Zaten din binlerce yıldır toplumu tek kişi, tek zümre, tek toplum arkasından sürükleyebilecek en kuvvetli düşünce ve inanç biçimidir. Ama suça dönük bağlamda unutulmaması gereken ise haddini aşan şeyin, zamanla zıddına döndüğü gerçeğidir.
Zemin bu kadar sıcakken siyasetin çetrefilli literatürüne ve çetelesi tutulmuş suçlarına dalmaya hiç de gerek yok. Siyaset suçları yerli yersiz çatışmanın şiddetine göre azalır çoğalır. Ama çoğu zaman iktidar veya muhalefet fark etmez siyaseten suç olgusunun üzeri anında kapatılır. Eğer siyaseten ortada bir suç varsa ve suçlular aranıyorsa suçu neden sonuç, insan mekân, yer ve coğrafya temelinde ele alıp irdelemek gerekir. Öyle siyasi emel, arzu ve isteklerine ulaşmak için duruma fesat karıştırmamak gerekir. Zaten makam mevki aramadan topun ağzındakiler her kim ise en başta onlar suçludur. Sonra her mekanizma çek edilmelidir.
Siyaset suçları ve suçlularını içten dışarı eleştiriye ve özeleştiriye tabi tutmak öyle bir fırsatını bulup kördüğüm edilmiş kurallarla ve mıntıka temizliği mantığıyla olmaz. Orantısız güç ve bu gücün kullanımı ile hiç olmaz.
Şimdi yapılması gereken pişmiş aşa su katmadan, seçimlerde oran moran tanımadan geleceği kurgulamaktır. Çünkü yeni siyaset suçlarına suçlu bulmak yarışı değildir ve olmamalıdır kapıya dayanan…
RUTİNE BAĞLANMAK BAĞIMLILIĞI…
RUTİNE BAĞLANMAK BAĞIMLILIĞI…
Biraz daha serinkanlı olmayı gerektiren, rutine bağlanmış günler yaşıyor memleket. On küsur yılın getirdiği bu rutine bağlanma resmen bağımlılık yarattı. Bu rasputine bağlılık, rutinsel hipnotizelik yedi veren dertlerle boğuşulan bir dönemi de piyasaya açtı. Resmen memleketin sinir sistemi felç edildi. Ağır şüpheler de artınca korku belirdi. Böyle zamanlarda mucize beklemek, rutinsel gerçekliği de yer bitirirdi. Bitirdi. Artık minnettarlık da yetmez oldu, haliyle minnet de kalmadı...
Asla herhangi bir teste veya içsel muhakemeye gerek kalmadan kerametlere bulaşmak kemiksiz kabullenildi. Oysa büyük iddia yalansız bir hasrettir. İdea öyle ince bir haslettir. Zamanı gelir bir imzaya bağlanılır gelecek. Ama ömrü uzatmaz. İlk adımı son adımı yoktur bu kararların ve yakaya yapışan karanlığın. Siyahın ötesinde bir buluşmadır aklı çelen. Uyum sorunu varsa da el birliğiyle ortam hazırlanır. Netine, methine ve rutine bağlanmıştır her şey. Gelenek ağır basar.
Her şey bir yana tinsel duyarlıkların dinsel korkuya endekslendiği acayip bir düzendir bu. Veya dinsel hazımsızlıkların tepe yaptığı ve yönetmeye taleplendirildiği bir tinsel düzenek. Dara düşülmeden atılan bir imzayla rutine bağlanan nice hayatlar vardır tanık olunan. Tanıkken sanık olunan. Delil azgınlığından tutukluluğu arşa tırmandırılan. insanı elinden kolundan yakalayan, delikanlılıktan arta kalanla mahkumluğa uzanan.
Uzunu kısası biraz daha delikanlılık ister umuda yolculuk. Öyle on küsur yılın bellettiği belirsizliğe kanatsız uçarak olmaz. Rutinden kopmak, ürpertiler otağında rasputinsiz korkuya yatmakla olur. korkusuzluğa uyanmakla.
Yata kalka memleketin sinir uçları felç olmuş, millet mucize bekliyor. Ama ikiyüzlü rahipler basit insanları etkileyen bazı batıl inançları bata çıka geliştirme işinde. O işi de rutine bağlamışlar. Oysa her meşruiyet, meşruti rejime, rejim inceden özgürlükçü görünse de rutine bağlanır. Bu bağlı bağcılık asla hür değildir. Hürriyeti vazgeçin, ulusçuluğa hiç yaslanmazlar. Laik felsefeye hiç uymaz, medeniyetin gereği ve düşündürdüğü ne varsa her şeye toptan karşı çıkarlar. Otoriteye ise hiç karşı çıkmaz, başkaldırmazlar. Onu da rutine bağlarlar.
Şiddetli fırtınalara yakalanıldığında ise korku iyice büyür. Muhteşem görülen ne varsa ruhsal deneyimlerle acilleşir. Sahiplenmeler ve sahipler dışında başkaca kimseye onay verilmez. Bu resmen kurtuluş savaşının yerildiği, kurtuluş şansının bittiği andır. Ve bir imzaya muhtaçlık ile baş başa kalınır. Verenler, vermeyenlerce iş başa kakılır. Ayağa kalkılamazsa eğer her türlü yenilenmeye ters, asla umudu terkisine atmayan rutine bağlanmışlık sürer.
Sürer çünkü siyaset ünitesi siyah ötesi günler yaşıyor. Memlekette nakil olanakları devreye sokulsa da durum vahim. Nakit sıkıntısı, vakit sızıntısı zorbalaşmış. Sihirli dokunuşlar pınarında ar kalmamış, arka kalmamış. Dolar azmış. Kaseler boşalmış. On küsur yılda yan yattı asırlık kapasite. Dayatılan kapasite ise kapı dışarı.
Bu rutine hayat aktarma sürecinde doğru analizler yapmak da zor. Zaten doğru hamleler az, akılcı hamleler zayıf. Karşılaşılan parçalanmış aile ıstırabı. Baştan budanmışlık. Aile ve gaile meselesi. Ya öldün ya ödün ver deryası. Bir doğru varsa bu memlekette işler çoktan karışmış.
Şimdi her öbeğe içten içe inceden o karışıklık karışıyor. İkiyüzlü rahipler, ruhbanlar, rasputinvari rutine bağlanmışlığı öğütlüyor. Memleket öyle böyle yönetiliyor. İlliyet, milliyet sıradanlaştırılmış. Fırkası, sırası sıralaması rutine bağlanmış. Oysa biraz daha umut lazım, ancak eller kollar bağlı. Yollar bağlanmış.
Biteviye rutine bağlanmak ise bağımlılık yaratmış. İşin içinden çıkılamıyor…
Biraz daha serinkanlı olmayı gerektiren, rutine bağlanmış günler yaşıyor memleket. On küsur yılın getirdiği bu rutine bağlanma resmen bağımlılık yarattı. Bu rasputine bağlılık, rutinsel hipnotizelik yedi veren dertlerle boğuşulan bir dönemi de piyasaya açtı. Resmen memleketin sinir sistemi felç edildi. Ağır şüpheler de artınca korku belirdi. Böyle zamanlarda mucize beklemek, rutinsel gerçekliği de yer bitirirdi. Bitirdi. Artık minnettarlık da yetmez oldu, haliyle minnet de kalmadı...
Asla herhangi bir teste veya içsel muhakemeye gerek kalmadan kerametlere bulaşmak kemiksiz kabullenildi. Oysa büyük iddia yalansız bir hasrettir. İdea öyle ince bir haslettir. Zamanı gelir bir imzaya bağlanılır gelecek. Ama ömrü uzatmaz. İlk adımı son adımı yoktur bu kararların ve yakaya yapışan karanlığın. Siyahın ötesinde bir buluşmadır aklı çelen. Uyum sorunu varsa da el birliğiyle ortam hazırlanır. Netine, methine ve rutine bağlanmıştır her şey. Gelenek ağır basar.
Her şey bir yana tinsel duyarlıkların dinsel korkuya endekslendiği acayip bir düzendir bu. Veya dinsel hazımsızlıkların tepe yaptığı ve yönetmeye taleplendirildiği bir tinsel düzenek. Dara düşülmeden atılan bir imzayla rutine bağlanan nice hayatlar vardır tanık olunan. Tanıkken sanık olunan. Delil azgınlığından tutukluluğu arşa tırmandırılan. insanı elinden kolundan yakalayan, delikanlılıktan arta kalanla mahkumluğa uzanan.
Uzunu kısası biraz daha delikanlılık ister umuda yolculuk. Öyle on küsur yılın bellettiği belirsizliğe kanatsız uçarak olmaz. Rutinden kopmak, ürpertiler otağında rasputinsiz korkuya yatmakla olur. korkusuzluğa uyanmakla.
Yata kalka memleketin sinir uçları felç olmuş, millet mucize bekliyor. Ama ikiyüzlü rahipler basit insanları etkileyen bazı batıl inançları bata çıka geliştirme işinde. O işi de rutine bağlamışlar. Oysa her meşruiyet, meşruti rejime, rejim inceden özgürlükçü görünse de rutine bağlanır. Bu bağlı bağcılık asla hür değildir. Hürriyeti vazgeçin, ulusçuluğa hiç yaslanmazlar. Laik felsefeye hiç uymaz, medeniyetin gereği ve düşündürdüğü ne varsa her şeye toptan karşı çıkarlar. Otoriteye ise hiç karşı çıkmaz, başkaldırmazlar. Onu da rutine bağlarlar.
Şiddetli fırtınalara yakalanıldığında ise korku iyice büyür. Muhteşem görülen ne varsa ruhsal deneyimlerle acilleşir. Sahiplenmeler ve sahipler dışında başkaca kimseye onay verilmez. Bu resmen kurtuluş savaşının yerildiği, kurtuluş şansının bittiği andır. Ve bir imzaya muhtaçlık ile baş başa kalınır. Verenler, vermeyenlerce iş başa kakılır. Ayağa kalkılamazsa eğer her türlü yenilenmeye ters, asla umudu terkisine atmayan rutine bağlanmışlık sürer.
Sürer çünkü siyaset ünitesi siyah ötesi günler yaşıyor. Memlekette nakil olanakları devreye sokulsa da durum vahim. Nakit sıkıntısı, vakit sızıntısı zorbalaşmış. Sihirli dokunuşlar pınarında ar kalmamış, arka kalmamış. Dolar azmış. Kaseler boşalmış. On küsur yılda yan yattı asırlık kapasite. Dayatılan kapasite ise kapı dışarı.
Bu rutine hayat aktarma sürecinde doğru analizler yapmak da zor. Zaten doğru hamleler az, akılcı hamleler zayıf. Karşılaşılan parçalanmış aile ıstırabı. Baştan budanmışlık. Aile ve gaile meselesi. Ya öldün ya ödün ver deryası. Bir doğru varsa bu memlekette işler çoktan karışmış.
Şimdi her öbeğe içten içe inceden o karışıklık karışıyor. İkiyüzlü rahipler, ruhbanlar, rasputinvari rutine bağlanmışlığı öğütlüyor. Memleket öyle böyle yönetiliyor. İlliyet, milliyet sıradanlaştırılmış. Fırkası, sırası sıralaması rutine bağlanmış. Oysa biraz daha umut lazım, ancak eller kollar bağlı. Yollar bağlanmış.
Biteviye rutine bağlanmak ise bağımlılık yaratmış. İşin içinden çıkılamıyor…
30 Temmuz 2018 Pazartesi
KIRMIZI PAZARTESİ…
KIRMIZI PAZARTESİ…
Ana muhalefette pazartesi akşamı her şey belli olacak. Memlekete ve partiye ilişkin kafa yoranlar içerideki sıkıntıların giderilmesini öceler. Sıkıntının giderilmesine açıkça kafa yormayacaklar mevcut hastalığın tartışılabilmesini daima ertelerler. Partide şimdilik ya olağanüstü ve değişim ya da erteleme ve memleket daha çok bekler arasındaki bu medcezir yaşanıyor. Bakalım her iki durum sonucu yarınlarda daha neler yaşanacak…
Delegasyonun uzun yıllardan sonra beter zorlandığı bu imza kampanyası eğer hakkınca sorumluluk taşıma ve sorumluluk alma gerçekliğini hayata geçiremez ise iş vahim. Yani süreç pazartesi akşamı eksik bir kadrosal buluşmaya dönüşürse unutulmamalı ki iç demokrasi ve öz disiplin süratle kaybolur. Netice de esneklik ve etkinlik, emek ve yetkinlik, işbirliği ve hoşgörü, basitlik ve anlaşılırlık iyice dip yapar. Estetik ve atletik siyaset yapma biçimi inceden unutulur. Partide durağanlık üst seviyede hâkim olur. Ve parti yerelde ve genelde iktidar olmayı daha çok bekler.
Derin tespitler yapıldığında sanki son günlerde böylesi aksi bir tavır işlerlik kazanıyor. Temel değerler bağlamında çıkmaza düşen delegasyon eski duyarlıklar üzerinden dizayna çalışılıyor. Beyin arkası inatlar ve itaat bir potada eritiliyor. Hayal kırıklıkları ve terk edişler yaşansa da olağanüstünün önü alınmaya başlıyor. Yani yelkenleri dolduran değişken rüzgârlara kapılmak sıkı denetimlerle engelleniyor. Ayrıca kadrosal güncelleme aktivitesi ve amacının imzaya dönüştürülmesi partiyi yıpratır hissi uyandırılıyor. Son tespitte olağanüstüye giderken manevra rahatlığı üzerine çeşitli oyunlar oynanıyor.
Pazartesi saat on yedi otuza kadar ki bu süreç kaçınılmaz bir sona sürüklenişin de son günü, son dakikaları. Ya en lider kadrolar bir araya gelerek ideolojiyi yeniden oluşturacak, yada mevcut yönetici kadrolardan memnuniyet güdümlendirilerek, çağa ve memlekete özel ideoloji oluşturma ve felsefeyi yenileme ertelenecek.
Elbette yerel seçimler bahane edilerek bu statükocu tutum ve tavırda ısrar birilerince makul karşılanabilir. Ancak akılcı olmaz. Hele bu nasıl ve niçin sorusu sormadan, nasıl ve ne zaman sorgulamasına yatkın dikey geçiş yakın uzak tüm seçim sonuçlarını sekteye uğratır. Yatay platformda ise eldekinden olmak deyimiyle resmen yüzleşilir.
Eğer denildiği gibi ana muhalefet partisi bir kadro partisi ise lider kadro ve yönetici kadro bağlamında çemberin dışı ve çizgi ötesi birlikte değerlendirilmelidir. Özellikle pazartesi günü sonrasında geleceği planlama, bu günü en iyi tarzda kotarma yükümlülüğünü yerine getirebilecek bir mucize gerçekleştirilmelidir.
Bu mucizevi irade ancak icraya yetkin ve asla taklitçi olmayan özellikle partili kişilerin ilkeler ve ilkelilik persperktifinde kadrolaşması ile mümkündür. Sadece kadro yetkinleştirmekle de olmaz. Ek olarak partide değişim ve umut savını geçerli kılacak koşulları hazırlamak ile olur. Öyleyse pazartesinden sonra dinamikleşen bir yapı kurulmasına yoğun emek harcanmalıdır. Yoksa bir daha basiret tutulması yaşanırsa, acizane değerlendirmeler ve bir yerlerden esinlenilmiş saptamalar kapsamında bir çok şey göz ardı edilir.
Gözden ırak gönülden uzak olmamak için bu kez ciddi manada lider kadro yönetici kadro bütünleşmesinin bilimsel temeller doğrultusunda, halk adına politika üretilen seviyede dizaynı gerekiyor. Yani günden güne halktan uzaklaşan ve halka yabancılaşan kadrolarla bu ana gemi yürümez. Eğer ciddi boyutta bir tasfiye güncellenmez ise alışıldık tavsiyelerle partiye nihayetinde zarar verecek tasarrufa gidilirse bu gemi bunca hırçın dalgalı denizde pek tutunamaz. Batar. Ve siyaset tarihinin tozlu raflarında yerini alır. Tarihin kara kaplısına da bir zamanlar umut idi, çare idi, tek yol idi ile başlayan paragraflar eklenir.
O yüzden gün kırmızı pazartesiye giderken, gözler ıslak imzalara çevrilirken bilinmesi gereken şudur; artı değer katmak için çıkılan her yol ve her yarışta enerjiyi tasarruflu kullanmak gerekir. Etap öyle veya böyle sona erdiğinde bazen arzulanan başarıyı getirmeyebilir. Öylesine veya böylesine kurulan bir yönetsel yapı da toplumdan teveccüh görmez.
İşte yıllardır ardı sıra yitirilen seçimlerin başlıca nedeni de budur. Parti içi muhaliflerin başlattığı imza kampanyası serüveninin de…
Ana muhalefette pazartesi akşamı her şey belli olacak. Memlekete ve partiye ilişkin kafa yoranlar içerideki sıkıntıların giderilmesini öceler. Sıkıntının giderilmesine açıkça kafa yormayacaklar mevcut hastalığın tartışılabilmesini daima ertelerler. Partide şimdilik ya olağanüstü ve değişim ya da erteleme ve memleket daha çok bekler arasındaki bu medcezir yaşanıyor. Bakalım her iki durum sonucu yarınlarda daha neler yaşanacak…
Delegasyonun uzun yıllardan sonra beter zorlandığı bu imza kampanyası eğer hakkınca sorumluluk taşıma ve sorumluluk alma gerçekliğini hayata geçiremez ise iş vahim. Yani süreç pazartesi akşamı eksik bir kadrosal buluşmaya dönüşürse unutulmamalı ki iç demokrasi ve öz disiplin süratle kaybolur. Netice de esneklik ve etkinlik, emek ve yetkinlik, işbirliği ve hoşgörü, basitlik ve anlaşılırlık iyice dip yapar. Estetik ve atletik siyaset yapma biçimi inceden unutulur. Partide durağanlık üst seviyede hâkim olur. Ve parti yerelde ve genelde iktidar olmayı daha çok bekler.
Derin tespitler yapıldığında sanki son günlerde böylesi aksi bir tavır işlerlik kazanıyor. Temel değerler bağlamında çıkmaza düşen delegasyon eski duyarlıklar üzerinden dizayna çalışılıyor. Beyin arkası inatlar ve itaat bir potada eritiliyor. Hayal kırıklıkları ve terk edişler yaşansa da olağanüstünün önü alınmaya başlıyor. Yani yelkenleri dolduran değişken rüzgârlara kapılmak sıkı denetimlerle engelleniyor. Ayrıca kadrosal güncelleme aktivitesi ve amacının imzaya dönüştürülmesi partiyi yıpratır hissi uyandırılıyor. Son tespitte olağanüstüye giderken manevra rahatlığı üzerine çeşitli oyunlar oynanıyor.
Pazartesi saat on yedi otuza kadar ki bu süreç kaçınılmaz bir sona sürüklenişin de son günü, son dakikaları. Ya en lider kadrolar bir araya gelerek ideolojiyi yeniden oluşturacak, yada mevcut yönetici kadrolardan memnuniyet güdümlendirilerek, çağa ve memlekete özel ideoloji oluşturma ve felsefeyi yenileme ertelenecek.
Elbette yerel seçimler bahane edilerek bu statükocu tutum ve tavırda ısrar birilerince makul karşılanabilir. Ancak akılcı olmaz. Hele bu nasıl ve niçin sorusu sormadan, nasıl ve ne zaman sorgulamasına yatkın dikey geçiş yakın uzak tüm seçim sonuçlarını sekteye uğratır. Yatay platformda ise eldekinden olmak deyimiyle resmen yüzleşilir.
Eğer denildiği gibi ana muhalefet partisi bir kadro partisi ise lider kadro ve yönetici kadro bağlamında çemberin dışı ve çizgi ötesi birlikte değerlendirilmelidir. Özellikle pazartesi günü sonrasında geleceği planlama, bu günü en iyi tarzda kotarma yükümlülüğünü yerine getirebilecek bir mucize gerçekleştirilmelidir.
Bu mucizevi irade ancak icraya yetkin ve asla taklitçi olmayan özellikle partili kişilerin ilkeler ve ilkelilik persperktifinde kadrolaşması ile mümkündür. Sadece kadro yetkinleştirmekle de olmaz. Ek olarak partide değişim ve umut savını geçerli kılacak koşulları hazırlamak ile olur. Öyleyse pazartesinden sonra dinamikleşen bir yapı kurulmasına yoğun emek harcanmalıdır. Yoksa bir daha basiret tutulması yaşanırsa, acizane değerlendirmeler ve bir yerlerden esinlenilmiş saptamalar kapsamında bir çok şey göz ardı edilir.
Gözden ırak gönülden uzak olmamak için bu kez ciddi manada lider kadro yönetici kadro bütünleşmesinin bilimsel temeller doğrultusunda, halk adına politika üretilen seviyede dizaynı gerekiyor. Yani günden güne halktan uzaklaşan ve halka yabancılaşan kadrolarla bu ana gemi yürümez. Eğer ciddi boyutta bir tasfiye güncellenmez ise alışıldık tavsiyelerle partiye nihayetinde zarar verecek tasarrufa gidilirse bu gemi bunca hırçın dalgalı denizde pek tutunamaz. Batar. Ve siyaset tarihinin tozlu raflarında yerini alır. Tarihin kara kaplısına da bir zamanlar umut idi, çare idi, tek yol idi ile başlayan paragraflar eklenir.
O yüzden gün kırmızı pazartesiye giderken, gözler ıslak imzalara çevrilirken bilinmesi gereken şudur; artı değer katmak için çıkılan her yol ve her yarışta enerjiyi tasarruflu kullanmak gerekir. Etap öyle veya böyle sona erdiğinde bazen arzulanan başarıyı getirmeyebilir. Öylesine veya böylesine kurulan bir yönetsel yapı da toplumdan teveccüh görmez.
İşte yıllardır ardı sıra yitirilen seçimlerin başlıca nedeni de budur. Parti içi muhaliflerin başlattığı imza kampanyası serüveninin de…
28 Temmuz 2018 Cumartesi
BENDEN BİZDEN EDEBİYATI
BENDEN BİZDEN EDEBİYATI
Bendendir, bizdendir şeklinde partinin eylemciliği sınırlanamaz. Sınırlanmamalı ama iki haftalık gidişat oraya. Planlı manevralar ile bu maraza devam ettirilirse mevcut yapı yine ağırlığını koyar. Ve bu kısıtlı genişleme on yıllardır kenarda tutulmuş değerlerin partiye dönmesini yine engeller. Sınır tanımaz siyasetçiliğin önü bir daha kesilir. Ayni tas ayni hamam devam edilir. Ve yerel seçimde yarıştan kopulur ve hedef kitleden bir daha uzaklaşılır…
Eğer değişik yaptırımlarla parti yararına ve umut beklentili olabilecek olağanüstü kurultay gerçekleşmez ise mevcut yönetim her ortamda saygınlık uyandıran, uyandırmayan tüm adaylaştırmaları, aday çıkartmaları benden bizden mantığı çerçevesinde belirler. Manidar ve rastlantısal görülen bu restleşme meçhule aday taşıyacak bir norma dönüşür.
İşte sadece o yüzden bile olsa olağanüstü büyük kurultay üzerinde ciddiyetle düşünülmelidir. Bu olağan üstü memleket şartlarında gereken bir gerçekliktir. Bu gerçeğe kurultay delegeleri ne kadar hâkim başka konu. Hal böyleyken maalesef partiyi bir yerlere getirecek güçler, önlerinin kesilebileceği endişesiyle mantık dışı bir tutum içerisine giriyor. Partililiğe ve yöneticiliğe yakışmayan, ülke kurmuş köklü bir parti kültürü ile asla bağdaşmayan sözde mantık arayışına girişiyor. Oysa mesele benden bize, bizden size çeki düzen verme meselesi.
Olağanüstü kurultaya bile yerel açıdan bakılıyor. Belediye meclis üyeliğine kadar indirgenen bir küçülme yaşıyor koskoca parti. Ve yönetenleri de oluşturulan bu yapay hava etkiliyor. Bu yerel şartlama ve şartlanma belki makul görülebilir ancak bilimsel aktarımlar, ideolojik tahliller ve çözüm önerileri de bu ben merkezli dayatmacılık kapsamında ele alınıyor. Delegasyon izlenecek yeni rotayı da kendi çapında en iyi bildiği, aktif siyasetle geçen yılların kırgınlığına bağlıyor. Yer yarılsa değişmiyor, dünya yıkılsa yerinden kıpırdamıyor.
Ayrıca Genel Kurulda her kim Genel Başkan seçilirse seçilsin, parti geneline benden bizden başkan olmayacağı da malum. Kısa zaman sonra yine değme siyaset simsarlarına ve değme siyaset simyacılarına iş çıkar. Basma kalıp yeni oyunlar sahnelenir. Sonu bilinse ne olur, bilinmese ne olur, dilekleriyle seçilmiş değil belirlenmiş yöneticilerle dertlerin çözüleceği beklentisine destek verilir. Böyle kurulan örgütsel ağ da bir süre durumu idare eder.
Yani partinin umut olabilmesi bu dışa sönük, içe dönük kurultaylarla kotarılamaz. Benden bizden olsun kim olursa olsun taşra siyaseti mantığıyla çalışan ve tekleyen mekanizmanın ideolojinin hiçbir yerinde de yeri yoktur. Bu tarz siyaset boyutunda tertiplenen kurultaylarda en baba değişimciler dahil statükodan yana tavır koyan kof gruplaşmadan öteye gidemez. Böylece bir kez daha özlenen ulusal hâkimiyet memleketin kaygan zemininde ince detaylarda boğulur gider.
Gider gitmez, yürür yürümez aralığında gider olağanı, gelir olağanüstüsü. Yetkileri elinde tuttuğunu zannedenler ve bu kanıyı içselleştirenler her yeni atılıma, değişim sürecine ve yönetme talebine karşı koyarlar. Benden bizden siyasetini çatışmalara direkt yansıtırlar. İşte bu arazlı yansıma yok olma sürecine endirekt katkıdır.
Ve siyasi tarihe birileri böylesine negatif, portatif davranarak katkı sunarlar. Bir türlü bertaraf edilemeyen bu zaaflarla kimin güçleneceği apaçık ortadayken yine kökten derin rahatsızlıklar uyandıracak bir yönetsel yapı dizaynı gerçekleşir. Bu yarınlarda kolay açıklanamaz, kolaylıkla da anlatılamaz piramidin en tepesinden tabanına sirayet eden siyaset yapma türevidir.
Benden bizden ayrımcılığı bir kenara koyularak bu tür gidişata dur denilmedikçe daha çok kurultaylara, olağanüstü kurultaylara parti emekçileri seyirci olur. Bu eklemlenmeler makul görüldükçe ve asıl meseleler gereğince ele alınmadıkça lokomotif raydan çıkar. Lokomotif raydan çıktığında ise vagonlar yön tayin edemezler.
Bu kazayı önlemenin başka yolu var mıdır elbette vardır. Ne zaman ki işlerini doğru yapanlar ile doğru işler yapanlar ayni noktada kesişirler, ayni safta toplanırlar işte o zaman yanlış giden her şey incelikle ele alınabilir. İşler kısa zamanda düzelir.
Ancak bu benden bizden edebiyatıyla değil, kollektivist mantıkla olur...
Bendendir, bizdendir şeklinde partinin eylemciliği sınırlanamaz. Sınırlanmamalı ama iki haftalık gidişat oraya. Planlı manevralar ile bu maraza devam ettirilirse mevcut yapı yine ağırlığını koyar. Ve bu kısıtlı genişleme on yıllardır kenarda tutulmuş değerlerin partiye dönmesini yine engeller. Sınır tanımaz siyasetçiliğin önü bir daha kesilir. Ayni tas ayni hamam devam edilir. Ve yerel seçimde yarıştan kopulur ve hedef kitleden bir daha uzaklaşılır…
Eğer değişik yaptırımlarla parti yararına ve umut beklentili olabilecek olağanüstü kurultay gerçekleşmez ise mevcut yönetim her ortamda saygınlık uyandıran, uyandırmayan tüm adaylaştırmaları, aday çıkartmaları benden bizden mantığı çerçevesinde belirler. Manidar ve rastlantısal görülen bu restleşme meçhule aday taşıyacak bir norma dönüşür.
İşte sadece o yüzden bile olsa olağanüstü büyük kurultay üzerinde ciddiyetle düşünülmelidir. Bu olağan üstü memleket şartlarında gereken bir gerçekliktir. Bu gerçeğe kurultay delegeleri ne kadar hâkim başka konu. Hal böyleyken maalesef partiyi bir yerlere getirecek güçler, önlerinin kesilebileceği endişesiyle mantık dışı bir tutum içerisine giriyor. Partililiğe ve yöneticiliğe yakışmayan, ülke kurmuş köklü bir parti kültürü ile asla bağdaşmayan sözde mantık arayışına girişiyor. Oysa mesele benden bize, bizden size çeki düzen verme meselesi.
Olağanüstü kurultaya bile yerel açıdan bakılıyor. Belediye meclis üyeliğine kadar indirgenen bir küçülme yaşıyor koskoca parti. Ve yönetenleri de oluşturulan bu yapay hava etkiliyor. Bu yerel şartlama ve şartlanma belki makul görülebilir ancak bilimsel aktarımlar, ideolojik tahliller ve çözüm önerileri de bu ben merkezli dayatmacılık kapsamında ele alınıyor. Delegasyon izlenecek yeni rotayı da kendi çapında en iyi bildiği, aktif siyasetle geçen yılların kırgınlığına bağlıyor. Yer yarılsa değişmiyor, dünya yıkılsa yerinden kıpırdamıyor.
Ayrıca Genel Kurulda her kim Genel Başkan seçilirse seçilsin, parti geneline benden bizden başkan olmayacağı da malum. Kısa zaman sonra yine değme siyaset simsarlarına ve değme siyaset simyacılarına iş çıkar. Basma kalıp yeni oyunlar sahnelenir. Sonu bilinse ne olur, bilinmese ne olur, dilekleriyle seçilmiş değil belirlenmiş yöneticilerle dertlerin çözüleceği beklentisine destek verilir. Böyle kurulan örgütsel ağ da bir süre durumu idare eder.
Yani partinin umut olabilmesi bu dışa sönük, içe dönük kurultaylarla kotarılamaz. Benden bizden olsun kim olursa olsun taşra siyaseti mantığıyla çalışan ve tekleyen mekanizmanın ideolojinin hiçbir yerinde de yeri yoktur. Bu tarz siyaset boyutunda tertiplenen kurultaylarda en baba değişimciler dahil statükodan yana tavır koyan kof gruplaşmadan öteye gidemez. Böylece bir kez daha özlenen ulusal hâkimiyet memleketin kaygan zemininde ince detaylarda boğulur gider.
Gider gitmez, yürür yürümez aralığında gider olağanı, gelir olağanüstüsü. Yetkileri elinde tuttuğunu zannedenler ve bu kanıyı içselleştirenler her yeni atılıma, değişim sürecine ve yönetme talebine karşı koyarlar. Benden bizden siyasetini çatışmalara direkt yansıtırlar. İşte bu arazlı yansıma yok olma sürecine endirekt katkıdır.
Ve siyasi tarihe birileri böylesine negatif, portatif davranarak katkı sunarlar. Bir türlü bertaraf edilemeyen bu zaaflarla kimin güçleneceği apaçık ortadayken yine kökten derin rahatsızlıklar uyandıracak bir yönetsel yapı dizaynı gerçekleşir. Bu yarınlarda kolay açıklanamaz, kolaylıkla da anlatılamaz piramidin en tepesinden tabanına sirayet eden siyaset yapma türevidir.
Benden bizden ayrımcılığı bir kenara koyularak bu tür gidişata dur denilmedikçe daha çok kurultaylara, olağanüstü kurultaylara parti emekçileri seyirci olur. Bu eklemlenmeler makul görüldükçe ve asıl meseleler gereğince ele alınmadıkça lokomotif raydan çıkar. Lokomotif raydan çıktığında ise vagonlar yön tayin edemezler.
Bu kazayı önlemenin başka yolu var mıdır elbette vardır. Ne zaman ki işlerini doğru yapanlar ile doğru işler yapanlar ayni noktada kesişirler, ayni safta toplanırlar işte o zaman yanlış giden her şey incelikle ele alınabilir. İşler kısa zamanda düzelir.
Ancak bu benden bizden edebiyatıyla değil, kollektivist mantıkla olur...
27 Temmuz 2018 Cuma
ESTETİK DÜZEN VE ESTETİZMDEN UZAK BAŞKANLAR…
ESTETİK DÜZEN VE ESTETİZMDEN UZAK BAŞKANLAR…
Şu fakir coğrafyada on yıllarca birbiri ardına sisteme dönük açılımlar yapılırken ana muhalefet partisinde hep sonuçsuz içe dönük açılımlar güncellendi. Ve yıllar yılı estetizmden iyice uzaklaşıldı. Yani her kademede estetizm es geçildi. Bu da kendi içinde olması gereken doğal uyumu zorlaştırdı. Toplumda sempatiyi azalttı. Yenilgileri de sıradanlaştırdı.
Şimdi olağanüstü kurultaya gidilirken seçim başarısızlığına rağmen koltuğa yapışan belde başkanlarının, ilçe başkanlarının, rakamları tutarsız il başkanlarının istemezük açıklamalarına bakıldığında ne kadar estetizmden uzak olunduğu ortaya çıkıyor.
Bu estetik düzen karşıtı ve estetizmden uzak başkanların dediği olursa, yani böyle giderse partide doğal uyum hepten zorlaşır. Ve daima görünüşte etkin ama etkisiz, modernleşmeye uyumsuz kadrolar işbaşı yapar. Ayrıca fark yaratacak, halk hareketlerine uyan karakterler ve evrensel ideoloji neferleri yine dışlanır. Sadece ağdalı bir taraftarlık yaratılır. Yine kazanılır belki ama geleceğe dönük kaygılar hiç giderilemez. Böylece ileride anımsanmak için, çağ açıp çağ kapatmakla özdeşleştirilen tarihin dağarcığında yer bulmak bir hayli güçleşir.
Oysa devrim ve değişim yüksek dozda estetizm ister. Zaten devrimcilik ve siyaset estetizmi doğru ve güzel olanı öne çıkarmaktır. Duyu ve duygu bütünleşmesi bir devrimin ve değişimin yapı taşıdır. Yeni güzellikler inşa etmektir devrimcilik. Bu inşaa sürecini tarihsel kökenleri çok derinde, maddi kaygılar ve ihtiraslardan arınmışlar hazırlar ve gerçekleştirir. İşte onlar ki ilelebet anımsanırlar.
Öyle kolayca denetlenemez bir düzen kurgusudur estetik düzen. Sadece yetkin kadrolarca içten içe, incelikli biçimde denetlenebilir. Her zaman yeni bir gelişmeyi tetikler. Ret noktasındaki tavırsızlığı da ret eder, yok eder. İstemezük başkanlarının bu kurumlu tavrı gidişatın çehresini değiştirmez.
Çünkü evvelinde sonrasında estetizm duyu, duygu, bakış açısı, algı ve yorum üzerine kuruludur. Yani bir düşünme sistematiğidir. O halde değişim sürecine etki eder ve güzelleştirir. Elbette tüm keskin çatışmaların ara yüzünde estetik kaygılar yatar. Bu seçkinci bir arayışın doğrulanmasıdır. Devrimci belirleyiciliğinde ilk adımıdır. Yani düzenli ve yaşama dönük teori ve pratiğin simetrik dağılımıdır estetizm. Çeşitli kavramlarla bütünleşerek bir armoni oluşturur. Dili de, temel kuralları da, iletişimi de kolaylaştırır. Sürece yakınlaşmayı sağlar. Pragmatik ve taklitçi yaklaşımlarla estetik dayatmak güçlü olmak istemine zemin hazırlamaktır. Böylesi bir tavır resmen görüntüdür. İçten içe bambaşka çatışmaları da körükler.
Çatışma istemiyoruz ama gerekirse çatışırız babında birleşen İstemezük başkanları sayesinde on yıllarca estetik denildiğinde, eksiklik denildiğinde hayata geçirilen bir katı prensip gerçekleştiriliyor. Karışmayın siz biz biliriz, gereğini yaparız prensibi. Yani değişimin hayata güzellikler kattığı hep yok sayılmıştı, yine sayılmaya devam ediyor. Siyaset sonuçta evrensel açıdan geriye dönüşler ve ileriye akışlar doğrusunda ivmelenir. Keskin mantıkla makineleşir. Sürgün sürer. Her menfi durum ve yersiz tutum aslında estetizm temelli ele alınsa şu fakir coğrafya güzelleşir. Parti de değişir. Sanki bu istenmiyor.
Oysa değişim değişik sosyo kültürel açılımlarla gerçekleştirilir. Ancak bu şekilde açı değiştirilir. Sevk ve idare bağlamında da ulaşılamayan noktalara ulaşılır. İzler ve izmler pekiştirilir.
Ancak modern görünen her model içinde totaliter gruplar da taşır. O güruh toptancı bir ideoloji ile verilen şoklar neticesinde duyarsızlaşır. Mevcudu sahiplenip kitleleri estetizmden uzaklaştırır. Sonuçta gerçek dünyadan uzaklaşılarak hiç de estetik olmayan bir katı sistematiğe yumuşak geçiş sağlanır.
Şu fakir memleketin son hali budur. Belki ana muhalefet için de istenen kısmen budur. Sanki istemezük başkanlarına bu soruyu sormak lazım…
Şu fakir coğrafyada on yıllarca birbiri ardına sisteme dönük açılımlar yapılırken ana muhalefet partisinde hep sonuçsuz içe dönük açılımlar güncellendi. Ve yıllar yılı estetizmden iyice uzaklaşıldı. Yani her kademede estetizm es geçildi. Bu da kendi içinde olması gereken doğal uyumu zorlaştırdı. Toplumda sempatiyi azalttı. Yenilgileri de sıradanlaştırdı.
Şimdi olağanüstü kurultaya gidilirken seçim başarısızlığına rağmen koltuğa yapışan belde başkanlarının, ilçe başkanlarının, rakamları tutarsız il başkanlarının istemezük açıklamalarına bakıldığında ne kadar estetizmden uzak olunduğu ortaya çıkıyor.
Bu estetik düzen karşıtı ve estetizmden uzak başkanların dediği olursa, yani böyle giderse partide doğal uyum hepten zorlaşır. Ve daima görünüşte etkin ama etkisiz, modernleşmeye uyumsuz kadrolar işbaşı yapar. Ayrıca fark yaratacak, halk hareketlerine uyan karakterler ve evrensel ideoloji neferleri yine dışlanır. Sadece ağdalı bir taraftarlık yaratılır. Yine kazanılır belki ama geleceğe dönük kaygılar hiç giderilemez. Böylece ileride anımsanmak için, çağ açıp çağ kapatmakla özdeşleştirilen tarihin dağarcığında yer bulmak bir hayli güçleşir.
Oysa devrim ve değişim yüksek dozda estetizm ister. Zaten devrimcilik ve siyaset estetizmi doğru ve güzel olanı öne çıkarmaktır. Duyu ve duygu bütünleşmesi bir devrimin ve değişimin yapı taşıdır. Yeni güzellikler inşa etmektir devrimcilik. Bu inşaa sürecini tarihsel kökenleri çok derinde, maddi kaygılar ve ihtiraslardan arınmışlar hazırlar ve gerçekleştirir. İşte onlar ki ilelebet anımsanırlar.
Öyle kolayca denetlenemez bir düzen kurgusudur estetik düzen. Sadece yetkin kadrolarca içten içe, incelikli biçimde denetlenebilir. Her zaman yeni bir gelişmeyi tetikler. Ret noktasındaki tavırsızlığı da ret eder, yok eder. İstemezük başkanlarının bu kurumlu tavrı gidişatın çehresini değiştirmez.
Çünkü evvelinde sonrasında estetizm duyu, duygu, bakış açısı, algı ve yorum üzerine kuruludur. Yani bir düşünme sistematiğidir. O halde değişim sürecine etki eder ve güzelleştirir. Elbette tüm keskin çatışmaların ara yüzünde estetik kaygılar yatar. Bu seçkinci bir arayışın doğrulanmasıdır. Devrimci belirleyiciliğinde ilk adımıdır. Yani düzenli ve yaşama dönük teori ve pratiğin simetrik dağılımıdır estetizm. Çeşitli kavramlarla bütünleşerek bir armoni oluşturur. Dili de, temel kuralları da, iletişimi de kolaylaştırır. Sürece yakınlaşmayı sağlar. Pragmatik ve taklitçi yaklaşımlarla estetik dayatmak güçlü olmak istemine zemin hazırlamaktır. Böylesi bir tavır resmen görüntüdür. İçten içe bambaşka çatışmaları da körükler.
Çatışma istemiyoruz ama gerekirse çatışırız babında birleşen İstemezük başkanları sayesinde on yıllarca estetik denildiğinde, eksiklik denildiğinde hayata geçirilen bir katı prensip gerçekleştiriliyor. Karışmayın siz biz biliriz, gereğini yaparız prensibi. Yani değişimin hayata güzellikler kattığı hep yok sayılmıştı, yine sayılmaya devam ediyor. Siyaset sonuçta evrensel açıdan geriye dönüşler ve ileriye akışlar doğrusunda ivmelenir. Keskin mantıkla makineleşir. Sürgün sürer. Her menfi durum ve yersiz tutum aslında estetizm temelli ele alınsa şu fakir coğrafya güzelleşir. Parti de değişir. Sanki bu istenmiyor.
Oysa değişim değişik sosyo kültürel açılımlarla gerçekleştirilir. Ancak bu şekilde açı değiştirilir. Sevk ve idare bağlamında da ulaşılamayan noktalara ulaşılır. İzler ve izmler pekiştirilir.
Ancak modern görünen her model içinde totaliter gruplar da taşır. O güruh toptancı bir ideoloji ile verilen şoklar neticesinde duyarsızlaşır. Mevcudu sahiplenip kitleleri estetizmden uzaklaştırır. Sonuçta gerçek dünyadan uzaklaşılarak hiç de estetik olmayan bir katı sistematiğe yumuşak geçiş sağlanır.
Şu fakir memleketin son hali budur. Belki ana muhalefet için de istenen kısmen budur. Sanki istemezük başkanlarına bu soruyu sormak lazım…
26 Temmuz 2018 Perşembe
DOĞA, DUA, BEDDUA…
DOĞA, DUA, BEDDUA…
Doğa şüphesiz her güzelliğin kaynağıdır. Belirli periyodlarda aşırı kızdırıldığında itiraz edilmeyecek denli buyruklar da ortaya koyar. Bazen bu buyrukların önüne geçirilen toplumsal yasaklar binlerce yıldır insanların kan kusmasına nedendir. O yüzden kurtuluş ve kültürel birikimin oluşumu hep engellenmiştir. Geliştirilen savunma güdüleri ise temel zorunluluk olmuştur.
Oysa savunmasızdır dünya. Yakın geleceğe ne büyük sermaye, ne emperyal güçler ne de güçlü iktidarlar egemen olamayacaktır. Dünyayı sorumsuz enerji üretimi ve kullanımı, ekolojik dengenin bozulması, iklim değişimleri ve artan, sıklaşan devasa doğal felaketler belirleyecektir. Ayrıca doğaya ve afetlerine dünya teknolojisi hangi üst seviyeye ulaşırsa ulaşsın dur diyemeyecektir.
İşte yeryüzünde tanrısal sayılan emirlere itaat de bu yüzden tutmuştur. Daima vaat edilenlere bakılmış vade dolunca vaat edilenlere kavuşmak üzere her türden rehberlere şüphesiz inanılmıştır. Bu inanma güdüsü, içten gelen dürtüyle o ilk sesi iman ve güven oluşmuştur. Doğaya inat dinler dünyasına giriş başlamıştır.
Doğa benliği bir anlığına bir başına bıraktığında libido sınır tanımaz. O sınırsızlıkta beliren tinsel boşluk insanın doğasında zaten olandır. O dolmayan boşluk dinsel irkilişe her zaman hazır ve nazırdır. Öyle ki her din ve dinci kişilik ispatlayamadığını orada görür. Anında tapınır. Oysa insan da doğanın bir parçasıdır. Yani doğaya hâkim olma çabasına girişse de varoluşundan bu yana doğada tutsaktır. Ekosisteme verdiği zarar boyutunda da cezalandırılır. Gerçekte doğayı har vurup harman savurarak sömürmek ile insanlık tarihi gelişmiş görünür ama gelişmemiştir. Çünkü doğanın değer yargıları yoktur ama kesin ve keskin değerlendirme ölçütleri vardır. Etkisine ve gücüne başkaldırıları da asla affetmez. Hele dengenin bozulmasını beter cezalandırır.
Taraflar açısından sürdürülebilirlik esas meseledir. Yaşlı dünyayı ısı tarlasına, kıtaları ateş parçasına çeviren sözde yatırım ve hizmetlerle doğanın ahengi bozuldukça cehenneme dönüşen bir dünyada yaşama doğar her canlı.
Her canlı türü doğal koşullara bağlı kalarak doğada katma değer üretir. Ama insan bu katma değerleri hovardaca tüketir. Doğa dinsel, ırksal, dilsel, sınıfsal ayrımlar yapmaz. Ancak her türlü tohumlama yanlışlarını bir bir kusar. Ayrıcalık veren ayrıntıların nesneleşmesini de reddeder. Aşırı dikkatli refleks gösterir. Asla kontrol edilebilir bir grafikle ilerlemez. Yanlış atılan her adım da kontrol kaybı ile yüzleşilir. Kaygı ve kavga arasında gitgelleri olan bir sürece de hiza koyar. Yoldan çıkılıp hizmet yanlışları çoğalınca da son çare edilen dualar çare olmaz.
Doğa insanlara hiç kötülük etmese de Dünya üzerindeki insanlar çekinmeden kitleler halinde ona üstünlük kurmaya çalışır. Dünya aklıyla anlaşılmayacak sistemi aklı sıra kurcalar. Diyalektiğe ters başıbozukluğun dozunu arttırdıkça artırır. Ve sonuçta insan zararla oturur. Çünkü keşfedildiği kadarına kanıp bütünlüğü bozmaya yönelir. Doğal düzeni hiçe sayıp otokontrolü zedeleyen tercihlere yoğunlaşır. Ve bir gün mutlaka hesap sorulacağını unutur.
Bu unutkanlık mıdır yoksa işe geldiğinden midir bilinmez ama eninde boyunda hesap sorulmaya başlar. ve vara yoğa istiflenmiş sanayi ve aksak teknoloji neticesinde oluşan afetler yaylım ateşine başlar. Kuvvetli yağışlar, yağışların getirdiği seller, sellerin meyvesi erozyonlarla baş edilemez. Onca yağışa karşın bir taraftan da dört bir yanı mütemadiyen saran ve sarsan facia boyutlu yangınlarla baş başa kalınır. Zamanla ilahi güce endekslenen kafalarda felaketler de olağanlaşır. Oysa üzerinde düşünülmesi gereken olağanüstü doğa ikazlarıdır tamamı.
Doğa paylaşıldıkça kökü derinlerde bir kapasiteyi de dışa vurur. Hava, su ve toprak üçgeninde diğer bileşenlerle belli refleksler ortaya koyar. Yani doğanın kurgusu bozuldukça, ilahi sınırlar aşıldıkça, doğal rotadan şaşıldıkça doğa şamarını vurur. Doğal uyum yeniden kurulur. Doğa yakar, yıkar, çakar. Sonra yeniden doğulur. Çünkü evrende birbirini var etme düzeneğine bağlıdır her şey. Yok, etme asla yoktur. Doğada yok oluş yoktur. Yani her yok oluş veya yok ediş bir başka başlangıçtır.
Doğa asla vazgeçilmez öğeler içerir ve dışa dönük kriterler çerçevesinde kendisini yenileyerek dünyanın uzun ömürlü olmasına çalışır. Dünyalılar ise her başı sıkıştığında duaya dururlar. Demek ki dua tek cümlede küfre girmeden geliştirme yerine geçiştirme organizasyonudur. Beddua ise doğanın gücünü bile bile boşuna karşı koyuştur.
Çünkü doğa her yeniliğin kaynağıdır, dua da her yenilginin dayanağıdır. Beddualara da akıl sağlığı açısından hiç gerek yoktur. İki dünyada huzura ermek için biraz da böyle bakmak lazım…
Doğa şüphesiz her güzelliğin kaynağıdır. Belirli periyodlarda aşırı kızdırıldığında itiraz edilmeyecek denli buyruklar da ortaya koyar. Bazen bu buyrukların önüne geçirilen toplumsal yasaklar binlerce yıldır insanların kan kusmasına nedendir. O yüzden kurtuluş ve kültürel birikimin oluşumu hep engellenmiştir. Geliştirilen savunma güdüleri ise temel zorunluluk olmuştur.
Oysa savunmasızdır dünya. Yakın geleceğe ne büyük sermaye, ne emperyal güçler ne de güçlü iktidarlar egemen olamayacaktır. Dünyayı sorumsuz enerji üretimi ve kullanımı, ekolojik dengenin bozulması, iklim değişimleri ve artan, sıklaşan devasa doğal felaketler belirleyecektir. Ayrıca doğaya ve afetlerine dünya teknolojisi hangi üst seviyeye ulaşırsa ulaşsın dur diyemeyecektir.
İşte yeryüzünde tanrısal sayılan emirlere itaat de bu yüzden tutmuştur. Daima vaat edilenlere bakılmış vade dolunca vaat edilenlere kavuşmak üzere her türden rehberlere şüphesiz inanılmıştır. Bu inanma güdüsü, içten gelen dürtüyle o ilk sesi iman ve güven oluşmuştur. Doğaya inat dinler dünyasına giriş başlamıştır.
Doğa benliği bir anlığına bir başına bıraktığında libido sınır tanımaz. O sınırsızlıkta beliren tinsel boşluk insanın doğasında zaten olandır. O dolmayan boşluk dinsel irkilişe her zaman hazır ve nazırdır. Öyle ki her din ve dinci kişilik ispatlayamadığını orada görür. Anında tapınır. Oysa insan da doğanın bir parçasıdır. Yani doğaya hâkim olma çabasına girişse de varoluşundan bu yana doğada tutsaktır. Ekosisteme verdiği zarar boyutunda da cezalandırılır. Gerçekte doğayı har vurup harman savurarak sömürmek ile insanlık tarihi gelişmiş görünür ama gelişmemiştir. Çünkü doğanın değer yargıları yoktur ama kesin ve keskin değerlendirme ölçütleri vardır. Etkisine ve gücüne başkaldırıları da asla affetmez. Hele dengenin bozulmasını beter cezalandırır.
Taraflar açısından sürdürülebilirlik esas meseledir. Yaşlı dünyayı ısı tarlasına, kıtaları ateş parçasına çeviren sözde yatırım ve hizmetlerle doğanın ahengi bozuldukça cehenneme dönüşen bir dünyada yaşama doğar her canlı.
Her canlı türü doğal koşullara bağlı kalarak doğada katma değer üretir. Ama insan bu katma değerleri hovardaca tüketir. Doğa dinsel, ırksal, dilsel, sınıfsal ayrımlar yapmaz. Ancak her türlü tohumlama yanlışlarını bir bir kusar. Ayrıcalık veren ayrıntıların nesneleşmesini de reddeder. Aşırı dikkatli refleks gösterir. Asla kontrol edilebilir bir grafikle ilerlemez. Yanlış atılan her adım da kontrol kaybı ile yüzleşilir. Kaygı ve kavga arasında gitgelleri olan bir sürece de hiza koyar. Yoldan çıkılıp hizmet yanlışları çoğalınca da son çare edilen dualar çare olmaz.
Doğa insanlara hiç kötülük etmese de Dünya üzerindeki insanlar çekinmeden kitleler halinde ona üstünlük kurmaya çalışır. Dünya aklıyla anlaşılmayacak sistemi aklı sıra kurcalar. Diyalektiğe ters başıbozukluğun dozunu arttırdıkça artırır. Ve sonuçta insan zararla oturur. Çünkü keşfedildiği kadarına kanıp bütünlüğü bozmaya yönelir. Doğal düzeni hiçe sayıp otokontrolü zedeleyen tercihlere yoğunlaşır. Ve bir gün mutlaka hesap sorulacağını unutur.
Bu unutkanlık mıdır yoksa işe geldiğinden midir bilinmez ama eninde boyunda hesap sorulmaya başlar. ve vara yoğa istiflenmiş sanayi ve aksak teknoloji neticesinde oluşan afetler yaylım ateşine başlar. Kuvvetli yağışlar, yağışların getirdiği seller, sellerin meyvesi erozyonlarla baş edilemez. Onca yağışa karşın bir taraftan da dört bir yanı mütemadiyen saran ve sarsan facia boyutlu yangınlarla baş başa kalınır. Zamanla ilahi güce endekslenen kafalarda felaketler de olağanlaşır. Oysa üzerinde düşünülmesi gereken olağanüstü doğa ikazlarıdır tamamı.
Doğa paylaşıldıkça kökü derinlerde bir kapasiteyi de dışa vurur. Hava, su ve toprak üçgeninde diğer bileşenlerle belli refleksler ortaya koyar. Yani doğanın kurgusu bozuldukça, ilahi sınırlar aşıldıkça, doğal rotadan şaşıldıkça doğa şamarını vurur. Doğal uyum yeniden kurulur. Doğa yakar, yıkar, çakar. Sonra yeniden doğulur. Çünkü evrende birbirini var etme düzeneğine bağlıdır her şey. Yok, etme asla yoktur. Doğada yok oluş yoktur. Yani her yok oluş veya yok ediş bir başka başlangıçtır.
Doğa asla vazgeçilmez öğeler içerir ve dışa dönük kriterler çerçevesinde kendisini yenileyerek dünyanın uzun ömürlü olmasına çalışır. Dünyalılar ise her başı sıkıştığında duaya dururlar. Demek ki dua tek cümlede küfre girmeden geliştirme yerine geçiştirme organizasyonudur. Beddua ise doğanın gücünü bile bile boşuna karşı koyuştur.
Çünkü doğa her yeniliğin kaynağıdır, dua da her yenilginin dayanağıdır. Beddualara da akıl sağlığı açısından hiç gerek yoktur. İki dünyada huzura ermek için biraz da böyle bakmak lazım…
25 Temmuz 2018 Çarşamba
FINDIK SORUNSALI…
FINDIK SORUNSALI…
Kuzeyde bir yerde, Doğu Karadeniz’in sahil kesimlerinde veya içeri, çoğunlukla fındığın başkentinde bir bal ormanındaki gibi üç beş dönümlük bir mecrada çotanak gözlüyor ahali. Eksiği fazlası üretici birim miktarı on, on beş kantar. Sağanaktan kaçan, güneşe muhtaç rençperler yine zehir zemberek. Ve yerden göğe haklı oldukları, doğanın kendilerine sunduğu en doğal hakların bile ellerinden alındığı bir gerçek. Asıl gerçek ise bunca mağduriyete karşın kesici keskinliğiyle yetkinin ağa babasını son düzlükte elleriyle teslim ettikleri. Bu yıl ki fındık hasadı da inceden başladı, başlayacak. Hemen hasadın peşine alevlenecek yersiz yurtsuz isyanlarda şimdiden hazır...
Hazır çünkü fındığın fiyatı konusunda tüm üreticiler endişeli. Giden yıl sonbaharı fiyatının yakalanamayacağı bile söyleniyor. Hatta daha da düşer mi düşer korkusu duyuluyor içten içe. Bu sene de düşebilecek fiyat yüzünden birçok üretici masraflarını dahi çıkaramayabilir. Kur arttığından zaten gelir baştan azaldı. Fındık döviz arttıkça gelir düşer sarmalına girecek ilk ürünlerden. Hele rekolteye bağlı ki bu yıl 580 bin tonun altında olacağı varsayılıyoryor, spekülasyonlar yapıldıkça yerlere serilir ürün. Bir umut artan döviz ve bu yılki rekolte düşük olacağı beklentisi ile fiyat biraz yükselebilir. Eğer rekolte yüksek olursa fiyat umulmadık sert bir düşüş daha yaşar.
Zaten üç beş yıldır İtalyan Ferrero iç pazarı kontrol ettiğinden hem üreticinin hem de devletin geliri dip yaptı. Çünkü yanlış hükümet politikaları ile Ferrero en büyük alıcı konumuna geldi. Fındık piyasasını belirliyor, fındığı da iç piyasada oluşan rakamın bir lira altında alıyor. Yani bu günden sonra devlet taban fiyatı belirlese de boş. Devletin verdiği fiyat tavan fiyat olarak kalır. Fındık alımına giderse de ağası dayısı olan yandaşlara tavan fiyattan destek sağlanır. O kadar.
Ayrıca fındığa dağ ürünü, orman meyvesi muamelesi yapmak ayıp kaçar. Bu ayıp ayıplanmadığından bu günlere gelindi. Üstelik bunu devlet erkânı yapıyorsa tutulan hesap kaçar. Hesap kaçtı. Hele üretici ve fındık sever millet meseleye boşverdimci pencereden bakıyorsa ki öyle, ayrıca günlük politik manevralara fındığı kurban ediyorsa hiç yakışmaz. Çünkü fındık on yıllar itibariyle güdülen yanlış politikalara rağmen yine de memlekete yıllık iki, iki buçuk milyar dolar tarım girdisi sağlıyor.
Aslında fındıktan devletin kazancı az buz değil. ayrıca yaşanan sorun da belli. Çözümü neden ise çözüm üretecekler tarafından dahi belirsizmiş gibi gösteriliyor. Oysa çözüm de besbelli. Çözümsüzlüğün nedeni de. Neden olanlar da…
Peki, ne yapılabilir, hiç derdi tasası değil ama devlet döviz artışını da dikkate alarak hiç değilse bu yıl piyasa açılış fiyatının üzerinde alıma gideceğini açıklayabilir. Çünkü üretici açısından geçen yıl kayıp yıl. Bari bir yıl daha kaybedilmesin. Bu açılış rakamı da herkes tarafından on iki lira olarak bekleniyor. Beklenenin veya az biraz üzerinde bir fiyatın açıklanmasıyla fındık dengeye oturur. Piyasada da dökülmeler yaşanmaz.
Aksi durumda yani yıllardır olduğu gibi devletin yanlış fiyat politikası ve düşük fiyat belirlemesi neticesinde tek alıcı Ferrero’nun da fındığı düşük fiyata kapatmak istemesi geçmişi tekrar ettirir. Değişen bir şey olmayacağı akıllara ve piyasaya yerleşince üretici fındığını maliyetine veya maliyetinin altına satmak zorunda kalır. Yani fındık kapanın elinde kalır. Böyle seyreden ve sadece seyredilen süreçte her zamanki gibi yine büyük küçük tüm üreticiler ezilir. Fındığa yatırımlar gittikçe azalır ve fındıkta kalite daha da düşer.
Meseleyi sadece fiyata da endeksli de düşünmemek lazım. Fındık yirmi lira olsa ne yazar. Olsa bile küçük üreticiye faydası olmaz. Büyüklerin hangi fiyat olursa olsun zaten derdi değil. Daha geçen seneden işi sağlama bağlamış durumdalar. Ancak gıda sektörü açısından fındığa artan bir talep de var. Ancak maalesef fındık üreticiliği kazandırdığı bakımından sürdürülebilir değil. işte meseleyi sırf bu yüzden komplike irdelemek gerekiyor.
Gerekiyor çünkü fındık kazandırmıyor. Bu haliyle ömür törpülüyor…
Kuzeyde bir yerde, Doğu Karadeniz’in sahil kesimlerinde veya içeri, çoğunlukla fındığın başkentinde bir bal ormanındaki gibi üç beş dönümlük bir mecrada çotanak gözlüyor ahali. Eksiği fazlası üretici birim miktarı on, on beş kantar. Sağanaktan kaçan, güneşe muhtaç rençperler yine zehir zemberek. Ve yerden göğe haklı oldukları, doğanın kendilerine sunduğu en doğal hakların bile ellerinden alındığı bir gerçek. Asıl gerçek ise bunca mağduriyete karşın kesici keskinliğiyle yetkinin ağa babasını son düzlükte elleriyle teslim ettikleri. Bu yıl ki fındık hasadı da inceden başladı, başlayacak. Hemen hasadın peşine alevlenecek yersiz yurtsuz isyanlarda şimdiden hazır...
Hazır çünkü fındığın fiyatı konusunda tüm üreticiler endişeli. Giden yıl sonbaharı fiyatının yakalanamayacağı bile söyleniyor. Hatta daha da düşer mi düşer korkusu duyuluyor içten içe. Bu sene de düşebilecek fiyat yüzünden birçok üretici masraflarını dahi çıkaramayabilir. Kur arttığından zaten gelir baştan azaldı. Fındık döviz arttıkça gelir düşer sarmalına girecek ilk ürünlerden. Hele rekolteye bağlı ki bu yıl 580 bin tonun altında olacağı varsayılıyoryor, spekülasyonlar yapıldıkça yerlere serilir ürün. Bir umut artan döviz ve bu yılki rekolte düşük olacağı beklentisi ile fiyat biraz yükselebilir. Eğer rekolte yüksek olursa fiyat umulmadık sert bir düşüş daha yaşar.
Zaten üç beş yıldır İtalyan Ferrero iç pazarı kontrol ettiğinden hem üreticinin hem de devletin geliri dip yaptı. Çünkü yanlış hükümet politikaları ile Ferrero en büyük alıcı konumuna geldi. Fındık piyasasını belirliyor, fındığı da iç piyasada oluşan rakamın bir lira altında alıyor. Yani bu günden sonra devlet taban fiyatı belirlese de boş. Devletin verdiği fiyat tavan fiyat olarak kalır. Fındık alımına giderse de ağası dayısı olan yandaşlara tavan fiyattan destek sağlanır. O kadar.
Ayrıca fındığa dağ ürünü, orman meyvesi muamelesi yapmak ayıp kaçar. Bu ayıp ayıplanmadığından bu günlere gelindi. Üstelik bunu devlet erkânı yapıyorsa tutulan hesap kaçar. Hesap kaçtı. Hele üretici ve fındık sever millet meseleye boşverdimci pencereden bakıyorsa ki öyle, ayrıca günlük politik manevralara fındığı kurban ediyorsa hiç yakışmaz. Çünkü fındık on yıllar itibariyle güdülen yanlış politikalara rağmen yine de memlekete yıllık iki, iki buçuk milyar dolar tarım girdisi sağlıyor.
Aslında fındıktan devletin kazancı az buz değil. ayrıca yaşanan sorun da belli. Çözümü neden ise çözüm üretecekler tarafından dahi belirsizmiş gibi gösteriliyor. Oysa çözüm de besbelli. Çözümsüzlüğün nedeni de. Neden olanlar da…
Peki, ne yapılabilir, hiç derdi tasası değil ama devlet döviz artışını da dikkate alarak hiç değilse bu yıl piyasa açılış fiyatının üzerinde alıma gideceğini açıklayabilir. Çünkü üretici açısından geçen yıl kayıp yıl. Bari bir yıl daha kaybedilmesin. Bu açılış rakamı da herkes tarafından on iki lira olarak bekleniyor. Beklenenin veya az biraz üzerinde bir fiyatın açıklanmasıyla fındık dengeye oturur. Piyasada da dökülmeler yaşanmaz.
Aksi durumda yani yıllardır olduğu gibi devletin yanlış fiyat politikası ve düşük fiyat belirlemesi neticesinde tek alıcı Ferrero’nun da fındığı düşük fiyata kapatmak istemesi geçmişi tekrar ettirir. Değişen bir şey olmayacağı akıllara ve piyasaya yerleşince üretici fındığını maliyetine veya maliyetinin altına satmak zorunda kalır. Yani fındık kapanın elinde kalır. Böyle seyreden ve sadece seyredilen süreçte her zamanki gibi yine büyük küçük tüm üreticiler ezilir. Fındığa yatırımlar gittikçe azalır ve fındıkta kalite daha da düşer.
Meseleyi sadece fiyata da endeksli de düşünmemek lazım. Fındık yirmi lira olsa ne yazar. Olsa bile küçük üreticiye faydası olmaz. Büyüklerin hangi fiyat olursa olsun zaten derdi değil. Daha geçen seneden işi sağlama bağlamış durumdalar. Ancak gıda sektörü açısından fındığa artan bir talep de var. Ancak maalesef fındık üreticiliği kazandırdığı bakımından sürdürülebilir değil. işte meseleyi sırf bu yüzden komplike irdelemek gerekiyor.
Gerekiyor çünkü fındık kazandırmıyor. Bu haliyle ömür törpülüyor…
24 Temmuz 2018 Salı
SÖZDE BASIN BAYRAMI VAR…
SÖZDE BASIN BAYRAMI VAR…
Dünden bugüne, bugünden yarına daha bir garipleşen şu memlekette sözde gazetecilere bayram var. Basın bayramı var. Takvim yapraklarında onlara adanmış bir gün var…
24 Temmuz, ‘Gazetecilik ve Basın Bayramı’. Bu bayram yüz küsur yıl önce baskıcı rejimin iyice abartıldığı memlekette sansürün kaldırılışına bağlanmış bir bayram. Sözde bayram. Sözde çünkü bir asır sonra hala sansürlenen makamlar, makaleler, âlemler, kalemler var. Hem de aklın ucundan geçmeyecek denli haşin ve artan dozda. Üstelik hapis var. İlerledikçe demokrasi, ilerledikçe zaman Basın Bayramı buruk geçen ve öylesine bir bayram…
Bunca bunaltan sarmalın kendine gazeteciyim diyene bulaşmadığı an yok gibi. Buhran bir biçimiyle sirayet ediyor. En azından nazikâne ve naçizane uyarılma durumları hâsıl oluyor. Olmadık anda farklı durumlarla da karşılaşılıyor. Oysa sansür ve denetim gazetecilikte asla izahı, izanı, ilanı, mizanı, meali olmayan bir durumdur. Ama inceden işletiliyor.
Akan yaşama tutunmanın ve azan güce başkaldırmanın en iyi araçlarından olan gazetecilik son on yıllarda tamuya hapsedilince daha da zorlaştı. İyice zorlaştırılan, ince kamu görevlerinden sayılır hale getirildi. Gazetecilere üç maymunu oynamak ile insana benzer zıpır maymunluk arası roller biçilir oldu. Film dışındakiler ise ateşe pervaneler ve yananlar sınıfına eklendikçe eklendi. Hele de iktidarın değişmeyeceği öngörüsünü asla kesinleştirmeyen ve keskinleştirmeyenlere, en dokunulmaz görünenlere dahi dokunuldu. Asla şahsi çıkar gözetmeden halk için gözlemlemeyi ve denetlemeyi sürdürenler ile eksikliklere veya fazlaya muhalefet eden övgüye değer gazeteciliğin naif neferleri bir bir sıraya çekildi.
Dahası demokrasiyi tartışma rejimi olarak gören ve gerçekleri göz ardı etmeyen klasik basın erbapları ahbap çavuş ilişkileriyle köşe kapmışların, ömründe doğru dürüst bir makale yazmaktan acizlerin hedef tahtası oldular. Böylece çok sesliliğin ve demokrasinin kökleşmesinin önü kesildi. Korku imparatorluğunun emrine giren, kuytu dehlizlerde saklanan ve gazetecilik bizden sorulur diyerek övünenler primlendirildikçe, protokollerde arzı endam ettikçe iyice işin suyu çıktı.
Zaten uzun yıllardır dokuzdan beşe beleş bir işte çalışmayı arada bir özleten meslek olan şu gazetecilik bir anda gulyabani bataklığında su üstünde yürümek gibi maharet gerektirir oldu. Elbette gazetecilik kara bela bir iştir. Daima hedefte kalmayı sabitler. Başta iyidir ama belli zaman sonra sözlere gözlere geldikçe, gizlere ve gizemlere kulak misafiri oldukça, müsamerelere davetsiz konuk olunduğunda ya da kapılar taş duvar kesildiğinde, kolluk neferlerinin koltukçu defektlerin direktiflerine uydukları saptandığında, bir hiç yüzünden sizden defalarca özür dilendiğinde veya dilenmediğinde kahredersiniz bu güne. Bu güne de yaptığınız işe de. Bayramına seyranına da.
Yine de yarınların neler getirip getirmeyeceğine, neleri götürüp götürmediğine özgü fikirler, beyninizi kemirir durur her an. Öyle ki övünülesi yetenekleri ve hırsları olanlara hiç direnmeyen, ortada gezinen ve dahi acayip bukalemunvari renklilik gösterenleri de uhdesinde barındıran bu camiadan sayılmaya hayıflanırsınız.
Son on yıllarda basın sektöründe sansürü kabullenmek sürüden sayılmak, sansürün reddi ise sürüden ayrılmak olarak benimsenen o ersiz, erksiz, renksiz, denksiz ve dengesiz, katı bireyciliği de içine alan bir cemiyetleşmenin lanse edilişine köpürürsünüz. Ayrıca yevmiyeli gazetecilik oynamak en kolayıdır babında halka inildiğini gördükçe de dağılırsınız.
Zamanla en formda görünenler dahil olmak üzere forumu, yorumu, konumu muamma sansür üzere şekillendirilen mesleğin palazlandırılan sahte kahramanlarını topa tutarsınız. Ve bilirsiniz ki topuna sorulsa 24 Temmuz ‘Gazetecilik ve Basın Bayramı’ yüz küsur yıl önce baskıcı rejimin abartıldıkça abartıldığı memlekette sansürün kaldırılışını temel almış bir bayram olduğuna işaret ederler. Bu güne gelince bilemezler. Hatta bugün memlekette basına baskı yok, demokrasi ala, diye sür manşet atarlar.
O halde bugün özde bayram değil sözde bayramdır…
Dünden bugüne, bugünden yarına daha bir garipleşen şu memlekette sözde gazetecilere bayram var. Basın bayramı var. Takvim yapraklarında onlara adanmış bir gün var…
24 Temmuz, ‘Gazetecilik ve Basın Bayramı’. Bu bayram yüz küsur yıl önce baskıcı rejimin iyice abartıldığı memlekette sansürün kaldırılışına bağlanmış bir bayram. Sözde bayram. Sözde çünkü bir asır sonra hala sansürlenen makamlar, makaleler, âlemler, kalemler var. Hem de aklın ucundan geçmeyecek denli haşin ve artan dozda. Üstelik hapis var. İlerledikçe demokrasi, ilerledikçe zaman Basın Bayramı buruk geçen ve öylesine bir bayram…
Bunca bunaltan sarmalın kendine gazeteciyim diyene bulaşmadığı an yok gibi. Buhran bir biçimiyle sirayet ediyor. En azından nazikâne ve naçizane uyarılma durumları hâsıl oluyor. Olmadık anda farklı durumlarla da karşılaşılıyor. Oysa sansür ve denetim gazetecilikte asla izahı, izanı, ilanı, mizanı, meali olmayan bir durumdur. Ama inceden işletiliyor.
Akan yaşama tutunmanın ve azan güce başkaldırmanın en iyi araçlarından olan gazetecilik son on yıllarda tamuya hapsedilince daha da zorlaştı. İyice zorlaştırılan, ince kamu görevlerinden sayılır hale getirildi. Gazetecilere üç maymunu oynamak ile insana benzer zıpır maymunluk arası roller biçilir oldu. Film dışındakiler ise ateşe pervaneler ve yananlar sınıfına eklendikçe eklendi. Hele de iktidarın değişmeyeceği öngörüsünü asla kesinleştirmeyen ve keskinleştirmeyenlere, en dokunulmaz görünenlere dahi dokunuldu. Asla şahsi çıkar gözetmeden halk için gözlemlemeyi ve denetlemeyi sürdürenler ile eksikliklere veya fazlaya muhalefet eden övgüye değer gazeteciliğin naif neferleri bir bir sıraya çekildi.
Dahası demokrasiyi tartışma rejimi olarak gören ve gerçekleri göz ardı etmeyen klasik basın erbapları ahbap çavuş ilişkileriyle köşe kapmışların, ömründe doğru dürüst bir makale yazmaktan acizlerin hedef tahtası oldular. Böylece çok sesliliğin ve demokrasinin kökleşmesinin önü kesildi. Korku imparatorluğunun emrine giren, kuytu dehlizlerde saklanan ve gazetecilik bizden sorulur diyerek övünenler primlendirildikçe, protokollerde arzı endam ettikçe iyice işin suyu çıktı.
Zaten uzun yıllardır dokuzdan beşe beleş bir işte çalışmayı arada bir özleten meslek olan şu gazetecilik bir anda gulyabani bataklığında su üstünde yürümek gibi maharet gerektirir oldu. Elbette gazetecilik kara bela bir iştir. Daima hedefte kalmayı sabitler. Başta iyidir ama belli zaman sonra sözlere gözlere geldikçe, gizlere ve gizemlere kulak misafiri oldukça, müsamerelere davetsiz konuk olunduğunda ya da kapılar taş duvar kesildiğinde, kolluk neferlerinin koltukçu defektlerin direktiflerine uydukları saptandığında, bir hiç yüzünden sizden defalarca özür dilendiğinde veya dilenmediğinde kahredersiniz bu güne. Bu güne de yaptığınız işe de. Bayramına seyranına da.
Yine de yarınların neler getirip getirmeyeceğine, neleri götürüp götürmediğine özgü fikirler, beyninizi kemirir durur her an. Öyle ki övünülesi yetenekleri ve hırsları olanlara hiç direnmeyen, ortada gezinen ve dahi acayip bukalemunvari renklilik gösterenleri de uhdesinde barındıran bu camiadan sayılmaya hayıflanırsınız.
Son on yıllarda basın sektöründe sansürü kabullenmek sürüden sayılmak, sansürün reddi ise sürüden ayrılmak olarak benimsenen o ersiz, erksiz, renksiz, denksiz ve dengesiz, katı bireyciliği de içine alan bir cemiyetleşmenin lanse edilişine köpürürsünüz. Ayrıca yevmiyeli gazetecilik oynamak en kolayıdır babında halka inildiğini gördükçe de dağılırsınız.
Zamanla en formda görünenler dahil olmak üzere forumu, yorumu, konumu muamma sansür üzere şekillendirilen mesleğin palazlandırılan sahte kahramanlarını topa tutarsınız. Ve bilirsiniz ki topuna sorulsa 24 Temmuz ‘Gazetecilik ve Basın Bayramı’ yüz küsur yıl önce baskıcı rejimin abartıldıkça abartıldığı memlekette sansürün kaldırılışını temel almış bir bayram olduğuna işaret ederler. Bu güne gelince bilemezler. Hatta bugün memlekette basına baskı yok, demokrasi ala, diye sür manşet atarlar.
O halde bugün özde bayram değil sözde bayramdır…
23 Temmuz 2018 Pazartesi
KURULTAYA SON HAFTA
KURULTAYA SON HAFTA
Ana muhalefet partisinde Olağanüstü Kurultay için son haftaya girildi. On yıllardır aynı düzenekte işleyen partide zıt etkili ve daha köşeli, çılgın bir gerginlik yaşanıyor. Nasıl ki memlekette millet ikiye bölündü ise Ana muhalefet de öyle. Karşılıklı kamplaşanlar birbirini izliyorlar…
Karşılıklı hamleler neticesinde imza toplandı mı, toplanmadı mı atışmaları arasında geçen günlerden sonra Büyük Kurultay akılcı ilkeler doğrultusunda kurulabilecek mi? işte soru o. Yani en yetkili ve en etkili organ olan yeni Parti Meclisi ile Genel Başkan kim olursa olsun aynı statükoyu koruyacak mı, yoksa değişecek mi? Sorun o. Kaşla göz arası despotizme tutsak edilen ve otantik bir yapıya dönüştürülen memlekette, itilaf yerine parti içi itiraflaşmaya dönük doğru zemin oluşturulacak mı? Bütün mesele bu.
Küresel anarşinin milletleri birbirine düşürdüğü coğrafyada demokratik temsil olgusu vazgeçilmez bir olgudur. Ancak büyük sermaye ile Merkezi otorite ve yerli işbirlikçileri çoğu yerde mevcut siyasal işleyişi toptan zedeleyen kurmaca bir yönetim yapısına geçişi sağladılar. Şu fakir memlekette bile. Böylece iktidarın meşruiyeti ve yönetsel olumsuzlukların tamamı değişik manevralarla kolayca aklanabiliyor. Milletin tercihleriyle oynanarak her menfi durum küçük otorite merkezleri kurularak zapturapt altına alınabiliyor. Aksayan her mekanizma rahatlıkla dış mihraklı sayılabiliyor. Anında yok edilebiliyor. işte durum bu merkezde.
Tüm bu sınırsız otorite kurgusu şaşkınlığında ve ekonomik çıkmazdaki memleket başka iş güç yokmuşçasına ana muhalefetin Olağanüstü Kurultay macerası ile yatıp kalkıyor. Millet yeni rejim sempatizanı olmuş, yeni yönetim şematiğinden bir haber, iki cihan bir olsa bir oy vermeyeceği Ana Muhalefet Partisi uzmanı kesilmiş. Sözde acıyor. Tekelci iktidar ve erki elinde tutanlar dâhil olmak üzere tüm uzantılar olağanüstü şüphecilikle gelişmeleri izliyorlar. İzlemekle kalmayıp tezler ileri sürerek yepyeni polemiklerin yolunu açıyorlar. Bazı güdümlü artıklarca anıt değerler üzerinden gündem değiştirme moduna giriliyor ama tutmuyor. Kısa zamanda tüm muhalefete yayılan olağanüstü kurultaylar gündem oluyor.
O halde son haftaya girilen bu zorlu süreçte ana muhalefet Kurultay Delegelerine düşen asli görev öncelikle gölge siyaseti yapmadan, klişe prensiplere sığınmadan gerekirse restleşmeyi de göze alarak sonuç almaktır. Doğru sonuca varmaktır.
Öyle emri vaki hudutlarında kalarak, yıllardır Partiye yön veren ama artık bırakması gereken hususi şahıslarda ve bırakılması şart olan benmerkezci hususlarda inatçılık kimseye bir şey kazandırmıyor. Kazandırmadığı da açıktır. Bu tekdüzelik aksine düzensizlik ve dağınıklık ile karakter tutulması yolculuğunu hızlandırıyor. Güven kaybını artırıyor. Bütünselliği yoruyor. İyi ki iki haftalık bir süreç. Biraz uzun olsa iş çığırından daha da çıkacak görüntüsü veriyor.
Demek ki on yıllardır başa gelen tescilli yenilgilere tayfa aramadan, olağanüstü kurultay adına verilen mücadeleyi isyan görmeden, olağanüstü destekçilerini de stratejik karşıt saymadan beklenen siyasal canlanma yaratılmalıdır. Değişime odaklanılmalıdır. Umut tazelenmelidir. Geçmişi değiştirebilmek mümkün değil ama geçmişten ders almak mümkündür. Zaten iki hafta bunca hay huy arasında sonuç alınmadan geçirildiği takdirde iş işten geçecektir. Böyle devam ederse bu günler bile yarına iyi günler olarak aktarılacaktır.
Yarınlara en uygun laf ise şu olacaktır; Boşuna bekleme, o eski günler geri gelmez…
Ana muhalefet partisinde Olağanüstü Kurultay için son haftaya girildi. On yıllardır aynı düzenekte işleyen partide zıt etkili ve daha köşeli, çılgın bir gerginlik yaşanıyor. Nasıl ki memlekette millet ikiye bölündü ise Ana muhalefet de öyle. Karşılıklı kamplaşanlar birbirini izliyorlar…
Karşılıklı hamleler neticesinde imza toplandı mı, toplanmadı mı atışmaları arasında geçen günlerden sonra Büyük Kurultay akılcı ilkeler doğrultusunda kurulabilecek mi? işte soru o. Yani en yetkili ve en etkili organ olan yeni Parti Meclisi ile Genel Başkan kim olursa olsun aynı statükoyu koruyacak mı, yoksa değişecek mi? Sorun o. Kaşla göz arası despotizme tutsak edilen ve otantik bir yapıya dönüştürülen memlekette, itilaf yerine parti içi itiraflaşmaya dönük doğru zemin oluşturulacak mı? Bütün mesele bu.
Küresel anarşinin milletleri birbirine düşürdüğü coğrafyada demokratik temsil olgusu vazgeçilmez bir olgudur. Ancak büyük sermaye ile Merkezi otorite ve yerli işbirlikçileri çoğu yerde mevcut siyasal işleyişi toptan zedeleyen kurmaca bir yönetim yapısına geçişi sağladılar. Şu fakir memlekette bile. Böylece iktidarın meşruiyeti ve yönetsel olumsuzlukların tamamı değişik manevralarla kolayca aklanabiliyor. Milletin tercihleriyle oynanarak her menfi durum küçük otorite merkezleri kurularak zapturapt altına alınabiliyor. Aksayan her mekanizma rahatlıkla dış mihraklı sayılabiliyor. Anında yok edilebiliyor. işte durum bu merkezde.
Tüm bu sınırsız otorite kurgusu şaşkınlığında ve ekonomik çıkmazdaki memleket başka iş güç yokmuşçasına ana muhalefetin Olağanüstü Kurultay macerası ile yatıp kalkıyor. Millet yeni rejim sempatizanı olmuş, yeni yönetim şematiğinden bir haber, iki cihan bir olsa bir oy vermeyeceği Ana Muhalefet Partisi uzmanı kesilmiş. Sözde acıyor. Tekelci iktidar ve erki elinde tutanlar dâhil olmak üzere tüm uzantılar olağanüstü şüphecilikle gelişmeleri izliyorlar. İzlemekle kalmayıp tezler ileri sürerek yepyeni polemiklerin yolunu açıyorlar. Bazı güdümlü artıklarca anıt değerler üzerinden gündem değiştirme moduna giriliyor ama tutmuyor. Kısa zamanda tüm muhalefete yayılan olağanüstü kurultaylar gündem oluyor.
O halde son haftaya girilen bu zorlu süreçte ana muhalefet Kurultay Delegelerine düşen asli görev öncelikle gölge siyaseti yapmadan, klişe prensiplere sığınmadan gerekirse restleşmeyi de göze alarak sonuç almaktır. Doğru sonuca varmaktır.
Öyle emri vaki hudutlarında kalarak, yıllardır Partiye yön veren ama artık bırakması gereken hususi şahıslarda ve bırakılması şart olan benmerkezci hususlarda inatçılık kimseye bir şey kazandırmıyor. Kazandırmadığı da açıktır. Bu tekdüzelik aksine düzensizlik ve dağınıklık ile karakter tutulması yolculuğunu hızlandırıyor. Güven kaybını artırıyor. Bütünselliği yoruyor. İyi ki iki haftalık bir süreç. Biraz uzun olsa iş çığırından daha da çıkacak görüntüsü veriyor.
Demek ki on yıllardır başa gelen tescilli yenilgilere tayfa aramadan, olağanüstü kurultay adına verilen mücadeleyi isyan görmeden, olağanüstü destekçilerini de stratejik karşıt saymadan beklenen siyasal canlanma yaratılmalıdır. Değişime odaklanılmalıdır. Umut tazelenmelidir. Geçmişi değiştirebilmek mümkün değil ama geçmişten ders almak mümkündür. Zaten iki hafta bunca hay huy arasında sonuç alınmadan geçirildiği takdirde iş işten geçecektir. Böyle devam ederse bu günler bile yarına iyi günler olarak aktarılacaktır.
Yarınlara en uygun laf ise şu olacaktır; Boşuna bekleme, o eski günler geri gelmez…
21 Temmuz 2018 Cumartesi
AĞRI, SANCI, YANCI…
AĞRI, SANCI, YANCI…
Ne denli ağır geliyor artık o çarşafa dolanan sövgüler. Yancıların yangazcılığı ağrısız başı ağrıtıyor. Gittikçe de sancı müzminleşiyor…
Şirretleşen ağrı, sancı ve yancı üçgeninde kelime avcılığıdır akla bulaşan. Ağrı bedende duyulan şiddetli acıdır. Yangıdır. Acınacak hale düşürür bazen. Sancı ise organsaldır. Nöbetler halinde azalıp çoğalır ve batar veya saplanır. Ağrı ağdalanınca, sancı kancıklaşınca yancılığa anıt, kanıt ve yanıt aramak da gereksizleşir.
Zaten en münasebetsiz bir anda vurur şakağa o beter sancı. Kısırlaşmış sütunların tam iptal noktasına. Kırlaşmış başın, karışık yollardan geçip gelmişliğinin hediyesi gibi. Gölgesinden korkulan efkârın efelendiği zaman inceden ve ağırdan o dayanılmaz sancı. Vurur ki ne vurur.
Üstelik insanın tahtası kurtlanınca veya sebepsiz yere eksildikçe hiçe gitmekle özdeşleşir o beter algı. Alıklık basınca tüm künye tasarımları boşunadır. Fünyesi çekilmiş bomba, namludan çıkmış mermi gibi hızlıdır sancı. Son hızla irkiltir, sanki Cami duvarlarını döver martılar. Damlara bakıp üşür gök kubbe. Boğaziçi olduğu gibi yanar. Deniz donar. Köprüler yıkılır. Hülasa modası geçmiş bir gemi geçer Sarayburnu'ndan. İşte ağrının boyutu o denlidir. Denizi görendir. İnsan olanın burun direği sızlar. Çünkü beklenen veya devam eden bir ihtilaldir kafaya çivi gibi çakılan. İhtilal nedir? Deniz'e öykünen delikanlıların omuzunda yükselir arşa. Çocukluğun denizleridir su perilerini de ağırlayan. Ve ağırdan bir yıldız kayar menzil dâhilinde. Yine daha ağırdan bir ağrı yakalar yakamozları. Şakağa saplanan ağrı ayarsızlaşınca Güneş çarpması gibi eksiltir hatıraları.
En ağırı sürgün solmuşluğudur ve benzi sarartır. Gizli zindan karalığı basar gözaltlarını. Yokoluş bir garabet gibi tüner aklın çıtkırıldım çeperine. Hiç eksilmez ve etkisini çoğaltarak üzer boyuna. Boynunu büküp sihirli bir ülkeye göçe hazırlanan kuşun, kurşun gibi ağırlaşmasıdır bu ağrı. Bu sancı değişmez bir yazgıdır.
Ay ışığında yazılır, zincir gibi taşınır, baştan ayağa ağırdır. Ağrımaz denildikçe ağrır. Gün ağarana dek tüm ilham perilerini de per perişan eder, kaçırtır. Yaşlılığın derdi midir yoksa derdin yaşlanması mıdır bedenin dört bir yanına dağılan ağrı, ancak kızıl ötesi ışınlarla belli olur. Kuru çölden izler taşır. Araban buseliktir. Her busede kızdırır. Çarkına çarkıfelek döndürülür. Çarşaflamak bir yana hep olağanın aksini hissettirir. Gözyaşlarıyla yârenliğin bir ömür boyunca imdada yetişen narası gibidir. Kaşla göz arası vurur şakaktan. Nar gibi kızartır teni. Bozar ahengi. Hangi ulusal bayramın resmigeçididir anlaşılmaz. Bütün taşlamalar ve traşlamalar unutulur. Ama o unutmaz, unutulmaz meçhul dostuna en münasebetsiz anda musallat olur. Vurur şakaktan.
Adam şakası olmaktan çıkan ve haddini aşan kabir azabından beter bir yangıdır yakaya yapışan. Adam şakası olsa bile dayanılmaz tiplidir. Ömür boyu ceza çekmek, iflahını kesmek diye adlandırılırsa da ta misket oynanan günlerden armağandır. Veya dil ve din tiryakiliği için elifi mertek görüp uğurlu kaçmaların yaşandığı çağlardan kalmadır. İlk farkına varıldığı andan itibaren sebepsiz yakınlaşmadır. Armağandır mendil kapmaca, saklanmaca, dekman merakının depreştiği günlerden. Pilava fare düşüren akıllardadır ağrısal kırıntılar.
Çocukluk işte pek anlaşılmaz ama ağır ağır boyunduruğunu vurur düşman. Asıl düşmanlığı yıllar sonrasına bakidir. Hoş sada pınarından cennet taamı yanında yerli içki tam da yudumlanırken en keskin ve tiz fısıldar meramını. Neredeyse kulak zarları yırtılır. O ne aziz bir ağrıdır ki az buz, dayanılır gibi değildir. Dağılır şakaktan karlı dağlara. Ağlarını örer çelik tellerle.
Sanılmasın ki nazlı geçer, hücreleri nazlı nazlı yoğurur. Hayırsızca şakaktan şafağa ecel terleri döktürür. Yani kabına sığmazlıktan önce de sonra da en umulmadık, en münasebetsiz anlarda hem de kalıcı eser bırakarak inceden hissettirir kendini.
Anlaşılmaz bir yoz tutkunun komutla şekillenen eseridir bu anut yancılık. Yanılmayla ilintili ağıra giden soyut ağrılar ve somut sancılar…
Ne denli ağır geliyor artık o çarşafa dolanan sövgüler. Yancıların yangazcılığı ağrısız başı ağrıtıyor. Gittikçe de sancı müzminleşiyor…
Şirretleşen ağrı, sancı ve yancı üçgeninde kelime avcılığıdır akla bulaşan. Ağrı bedende duyulan şiddetli acıdır. Yangıdır. Acınacak hale düşürür bazen. Sancı ise organsaldır. Nöbetler halinde azalıp çoğalır ve batar veya saplanır. Ağrı ağdalanınca, sancı kancıklaşınca yancılığa anıt, kanıt ve yanıt aramak da gereksizleşir.
Zaten en münasebetsiz bir anda vurur şakağa o beter sancı. Kısırlaşmış sütunların tam iptal noktasına. Kırlaşmış başın, karışık yollardan geçip gelmişliğinin hediyesi gibi. Gölgesinden korkulan efkârın efelendiği zaman inceden ve ağırdan o dayanılmaz sancı. Vurur ki ne vurur.
Üstelik insanın tahtası kurtlanınca veya sebepsiz yere eksildikçe hiçe gitmekle özdeşleşir o beter algı. Alıklık basınca tüm künye tasarımları boşunadır. Fünyesi çekilmiş bomba, namludan çıkmış mermi gibi hızlıdır sancı. Son hızla irkiltir, sanki Cami duvarlarını döver martılar. Damlara bakıp üşür gök kubbe. Boğaziçi olduğu gibi yanar. Deniz donar. Köprüler yıkılır. Hülasa modası geçmiş bir gemi geçer Sarayburnu'ndan. İşte ağrının boyutu o denlidir. Denizi görendir. İnsan olanın burun direği sızlar. Çünkü beklenen veya devam eden bir ihtilaldir kafaya çivi gibi çakılan. İhtilal nedir? Deniz'e öykünen delikanlıların omuzunda yükselir arşa. Çocukluğun denizleridir su perilerini de ağırlayan. Ve ağırdan bir yıldız kayar menzil dâhilinde. Yine daha ağırdan bir ağrı yakalar yakamozları. Şakağa saplanan ağrı ayarsızlaşınca Güneş çarpması gibi eksiltir hatıraları.
En ağırı sürgün solmuşluğudur ve benzi sarartır. Gizli zindan karalığı basar gözaltlarını. Yokoluş bir garabet gibi tüner aklın çıtkırıldım çeperine. Hiç eksilmez ve etkisini çoğaltarak üzer boyuna. Boynunu büküp sihirli bir ülkeye göçe hazırlanan kuşun, kurşun gibi ağırlaşmasıdır bu ağrı. Bu sancı değişmez bir yazgıdır.
Ay ışığında yazılır, zincir gibi taşınır, baştan ayağa ağırdır. Ağrımaz denildikçe ağrır. Gün ağarana dek tüm ilham perilerini de per perişan eder, kaçırtır. Yaşlılığın derdi midir yoksa derdin yaşlanması mıdır bedenin dört bir yanına dağılan ağrı, ancak kızıl ötesi ışınlarla belli olur. Kuru çölden izler taşır. Araban buseliktir. Her busede kızdırır. Çarkına çarkıfelek döndürülür. Çarşaflamak bir yana hep olağanın aksini hissettirir. Gözyaşlarıyla yârenliğin bir ömür boyunca imdada yetişen narası gibidir. Kaşla göz arası vurur şakaktan. Nar gibi kızartır teni. Bozar ahengi. Hangi ulusal bayramın resmigeçididir anlaşılmaz. Bütün taşlamalar ve traşlamalar unutulur. Ama o unutmaz, unutulmaz meçhul dostuna en münasebetsiz anda musallat olur. Vurur şakaktan.
Adam şakası olmaktan çıkan ve haddini aşan kabir azabından beter bir yangıdır yakaya yapışan. Adam şakası olsa bile dayanılmaz tiplidir. Ömür boyu ceza çekmek, iflahını kesmek diye adlandırılırsa da ta misket oynanan günlerden armağandır. Veya dil ve din tiryakiliği için elifi mertek görüp uğurlu kaçmaların yaşandığı çağlardan kalmadır. İlk farkına varıldığı andan itibaren sebepsiz yakınlaşmadır. Armağandır mendil kapmaca, saklanmaca, dekman merakının depreştiği günlerden. Pilava fare düşüren akıllardadır ağrısal kırıntılar.
Çocukluk işte pek anlaşılmaz ama ağır ağır boyunduruğunu vurur düşman. Asıl düşmanlığı yıllar sonrasına bakidir. Hoş sada pınarından cennet taamı yanında yerli içki tam da yudumlanırken en keskin ve tiz fısıldar meramını. Neredeyse kulak zarları yırtılır. O ne aziz bir ağrıdır ki az buz, dayanılır gibi değildir. Dağılır şakaktan karlı dağlara. Ağlarını örer çelik tellerle.
Sanılmasın ki nazlı geçer, hücreleri nazlı nazlı yoğurur. Hayırsızca şakaktan şafağa ecel terleri döktürür. Yani kabına sığmazlıktan önce de sonra da en umulmadık, en münasebetsiz anlarda hem de kalıcı eser bırakarak inceden hissettirir kendini.
Anlaşılmaz bir yoz tutkunun komutla şekillenen eseridir bu anut yancılık. Yanılmayla ilintili ağıra giden soyut ağrılar ve somut sancılar…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)