TEHCİR, YÜZ YILLIK İDDİA…
İttihatçılar ülkeyi iyi yönetemiyordu. Yönetemeyince
Anadolu’ya sıkışan İmparatorluk dört bir yandan içeriden ve dışarıdan
kuşatıldı. Bu başıbozuklukta iddiacılar da çoğunlukta oldukları bölgelerde at
oynatmaya başladılar. İşte bu yüzyıllık soykırım iddiası İmparatorluğun
Balkanlardan çıkarılışı sonrası, dünya savaşı, her elden her telden
ayaklanmalar, her türden isyanlar, her dinden, dilden, renkten özgürleşme
talebi ve millileşme arzusu sürecinde iyice zorlandığı, kurumsuz ve kuralsız
boğuştuğu çöküş dönemine ve en zayıf günlerine denk düşer. Veya düşürülmüştür.
Bunca olumsuzluklara rağmen zamanın kamuoyu hükümetin
tehcir kararına karşıdır. Ancak o sıcak günlerde tehcir hakkında hiçbir şey
açıkça yayınlanamıyordu. Yayınlatılmıyordu.
Gerçekler acıdır, yürek acıtır. Şimdi
iddiacıların lobileri güçlü ve iddialar da ortada. Yüzyıldır şu fakir memleket,
imparatorluğun yıkılışı öncesi çıkış yolu arayan İttihatçılarla, fırsat
girdabına kapılan iddiacıları karşı karşıya getiren tehcir meselesiyle
uğraşıyor hala. Ve yüz yıllık bilgisizlik ile sorulan, sorulmayan veya açıkça
sorulması gereken tüm sorulara verilecek tek cevapta odaklanıyor iddia;
soykırım…
Soykırım kabul edilir veya edilmez ama
Anadolu’nun doğusunda eğer böyle bir kırım, acımasız bir kıyım yaşandı veya yaşatıldıysa
kim ne derse desin resmen bir insanlık suçudur, insanlık dramıdır. Ayrıca kimsenin
de böylesine yürek acıtan yüz yıllık tarihi gerçekliği inkâr etme, gizleme, yok
sayma hakkı yoktur. Adına direkt soykırım denilmese de olayların örgüsü, gelişimi
ve sonuçları bu yaşanmışlığı başka kalıplara da sığdıramaz gibi. Hiçbir özel şart
ve genel durum geçmişte bu ve benzeri yaşananlara bahane olamaz, olmamalı da.
Tehcire objektif bakmadan, tarafların yüzlerce
yıllık ortaklaşa yaşam ortamını ve yüz yıl önceki değişen durumunu karşılıklı
değerlendirmeden meseleyi sadece ‘soykırım yapılmıştır veya soykırım yoktur’
ikilemine hapsetmek hangi ırktan olunursa olsun insanlıkla bağdaşmaz,
hümanizmayla ilişkilendirilemez.
İmparatorluğu böbürlenerek miras sayanlar ve cumhuriyeti
benimseyip miras saymayanlarca sürdürülen boşverdimci hava, yok öyle şey, art
niyetli bir iddiadır, boş bir ithamdır çıkışları tehcirin yüzüncü yılında
Türkiye’yi soykırım yapmış olma noktasına geriletmiştir. Zaten soykırım kapsamında dünyanın merakını
uyandıran, kime kimlere ne yarar sağlayacağı da alenen belli olan bu tehcir
meselesi her güçlü görünen zayıf iktidar dönemlerinde gündeme gelir. Daima
getirilir. Yine gelmiştir.
Yüz yıl önce asker devlet adamları ve siyasiler tarihi
yapmış, ancak tarihçiler hakkınca yazamamıştır. Hem de yazılı veya yazısız tüm
bilgilerin nasıl ve nerede bulunacağı belli iken. Hep ham bilginin durduk yerde gelip kişileri
ve olayları nasıl ve nerede bulacağı beklenmiştir. Böylece dönemi tam
anlatamayan beklentilerin çok uzağında ürünler verebilmişlerdir.
Bugün ortalık soykırım diyerek çalkalandırılırken
yazılı kayıtlara ulaşılabilirlik ve arşivlere giriş kısıtlı kalmış, konuya dâhil
devletlerin arşivleri de yerli ve yabancı tarihçilerce gereğince
irdelenememiştir. Hal böyle olunca egemen güçlerce her fırsatta hala canlı
tutulan bu tarihsel gerçek gereğince irdelenmeden ne önyargılı yaklaşımlarla ele
alınmıştır.
Bu yüz yıllık iddia ne yoktur denilerek yok olur,
ne de aydın bilgiçliğiyle var denilmesiyle hallolur…
Bu günden yarına ilgisizlik ve bilgisizlik
zamanın öznel ve nesnel şartları da gözetilerek bir an evvel giderilmelidir.
Eğer bu cahillik bitmezse iddiacıların iddiaları doğrultusunda oluşan ilgi veya
bilgi kirliliği ile dünya, hatta dünyanın en minyatür devletlerine kadar hemen
herkes “ Türkiye 1915 ile 1923 arasında soykırım gerçekleştirmiş ve
iddiacıların kökeninden 1,5 milyon insan soykırıma kurban gitmiştir…” savına inanır, inanmasa da metnini imzalar.
Ayrıca İmparatorluğun o döneme ait bilgi, belge
ve bulgu yoksulluğundan kaynaklanan, bilinenin azlığı, bilinmeyenlerin çokluğu iddiacılar
tarafından yüz yıldır delil karartma olarak lanse edilmiştir. Bu tehcire
ilişkin tarihsel şüpheleri de artırmıştır. Yüz yıldır mesele bir türlü net
biçimde aydınlığa kavuşturulamamıştır. Ve vakayı en baştan reddetme ve tarihsel
sapmalara sığınmalarla geçiştirmeye çalışmak ise o dönemi iyice zan altında bırakmıştır.
Artık reddi mirasla da bu iddiadan kurtulmak
mümkün değildir…
Yani ne yüzyılın ilk soykırımı iddiasında
bulunmakla ne de Türkiye Cumhuriyeti bu olaydan sorumlu tutulamaz, imparatorluk
dönemiydi şeklinde davranmakla da çözülemez, tehcir. Sorunu doğru okumak
şarttır. Yanlış okumalar çoğaldıkça isyanlar tehcirin değil, tehcir isyanların
sonucudur ikilemi doğar ve bu olgu daha uzun yıllar tarafların çok başını
ağrıtır.
Yüz yıllarca birlikte yaşayanlar yüz yıl önce
sıcak savaş ortamında karşılıklı kin, intikam ve düşmanlık yaratılarak tehcir
edenler ve tehcir edilenler safında yok yere vahşice kapıştırılmışlardır.
Tehcirde çoluk çocuklu kafilelere saldırılar olmadığını, iddiacıların zarar
görmediğini, insanlık dışı davranışlara maruz kalmadıklarını, ölmediklerini,
sakat kalmadıklarını, öksüz kalıp devşirilmediklerini kimseler ne söyleyebilir
ne de savunabilir. Yaşanan acılar, kıyım ve kırım sistemli midir, değil midir
işte orası muammadır. Ancak çarpışmalar ve metazori
tehcir sırasında iddiacıların milyon civarında kayıp verdiği tarihsel
gerçektir. Bu kayıplar tarih düzleminde soykırıma bağlanır veya
bağlanamayabilir bilinmez ama yok tehcirdi yok soykırımdı kavgası ilelebet
sürer.
Elbette bu talihsiz konu tarihsel boyutta
gereğince işlenemez, enikonu irdelenemez ise bünyesinde yanıtı zor yığınla soruyu
barındırır. Bu sebepten yüz yıldır da bir sorun yumağı haline gelir, getirilir,
getirilmiştir. Soykırıma uğradığını iddia edenlerin imparatorluk ile bir yurt
kavgası mevcut değildir. Eğer yurtları zorla, istila ve işgal ile veya belli
belirsiz savaşlar ile alınmış ise tarihte mutlaka yeri olmalıdır. Ama tarihte
böyle bir durum tespiti yoktur. Eğer gerçekten öyleyse dünyada her insanın bir
diğerine, bir devletin başka devletlere, devletlerin himayesindeki halklarına
bir diyet borcunun doğabileceği de asla unutulmamalıdır.
Ayrıca iddiacı kökenli tarihçilerin bile Doğu
Anadolu Bölgesinin soykırım iddiacılarının gerçek anayurdu olup olmadığı hakkında
fikir birliği yoktur. İddiacı kökenlilerin birbiriyle çelişen onlarca görüşü
mevcuttur. En başta Nuh’a, Nuh’un gemisi efsanelerine dayandırılan bilimdışı
görüşlerin yanı sıra tarihte Urartulara, Trakfriglere, Güney Kafkasya’ya,
Turana kadar dayandırılan bir ırksal çeşni vardır iddiacıların tarihlerinde.
Tarihsel tutarsızlıklar bir yana İddiacıların İsa’dan önce altı yüzlerden on dokuzuncu
yüzyıla ülkesiz ve devletsiz, çeşitli egemenlikler altında yaşamışlıkları ise bir
gerçektir.
Yüz yıl önceki işgal ve istila iddialarından
soykırım iddialarına kadar bu topraklarda yaşamış iddiacılar, Türklerin
Anadolu’ya girişlerinden sonra on sekizinci yüzyılın ikinci yarısına kadar baskı,
zulüm ve şiddet görmemişlerdir. Eğer gerçek böyle değilse niçin ve neden
tarihte benzer iddiacı sorunlardan söz edildiği hiç görülmemiştir.
İmparatorluk 1856 Islahat Fermanı ile başlayan,
1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, Ayastefanos Anlaşması ve Berlin Konferansı ile
sonlanan bir süreçten önce iddiacıları hiç sorun görmemiştir. İmparatorluk veya
Türkler iddia edildiği üzere, birden 1890’lardan sonra iddiacıları katletmeye
başlamışlar ve soykırıma girişmişlerdir.
Başka bir deyişle tarih aleyhine ve tersine
işletilirken bu soykırıma yakalanmıştır İmparatorluk.
Memleket içten dışa kaynarken 1914 kışı öncesinde
seferberlik ilan edilir. Tebaadan yirmi ila kırk arası tüm erkekler silâhaltına
alınır. Sonra yaş baremi on sekiz ila elli olur. İddiacılar 1915 Martında Anadolu’da
isyan girişimlerini çoğaltırlar. Zamanıyla iddiacı kökenden mebusların ve
patriğin dahi can yakan bu gelişmelere dur diyemeyişi ve bir şeyler
yapamayışları da başka bir acı gerçektir. Durum giderek ağırlaşınca İttihatçılar
operasyona başlar. Tehcire uzanacak yol açılır. İstanbul’da iddiacı liderler
Rusya ile yakın ilişkileri var savı ve hükümete darbe yapacakları kaygısı veya
bahanesi ile toptan göz hapsine alınırlar. Böylece ileride dehşet verici
sonuçlara gebe çözüme yönelir ittihatçılar. İddiacıların siyasi oluşumları,
partileri, örgütleri ve dernekleri kapatılır. 24 Nisan da iki yüzün üzerinde iddiacı
imparatorluk aleyhine faaliyetler yapmak suçundan tutuklanır. İşte uzun
yıllardır katliam günü diye anılan gün aslında o gündür. Veya hakikaten o
gün müdür değil midir ayıklanması, kayıtlanması gerekir. İki günde bu sayı iki
bini aşar. İddiacıların nesli Ayaş ve Çankırı’ya sürülürler.
Buraya kadar tarihi dönemin karışıklığı
itibariyle ve devlet hiyerarşisi gereği normal karşılanabilir türden
yaptırımlardır şeklinde bir görüş hâkim olabilir.
Ancak nisan ortasında iddiacıların isyanıyla Van vilayeti
Ruslara geçince düğmeye basılır. Doğu ve Güneydoğu da altı vilayeti
iddiacılardan temizleme operasyonu başlar. Operasyonun adı tehcirdir. Yasa
yoktur ama geçici bir kanunla başlatılır zoraki göç. Yani 27 Mayıs 1915 tarihi
kırılma noktasıdır. Bu tarihte Tehcir Kanunu’nun çıkarılması ve iddiacıların güneydeki
topraklara sürülmesi yüz yıldır sürdürülen soykırım iddialarının başlangıcıdır.
Tehcir cezai bir işlem olarak mı, yoksa gizli
başka bir nedenle mi uygulanmıştır hala belirsizdir. Ama şehirleri tehcirle
iddiacılardan arındırma işi kısa zamanda bölgeyi tamamen iddiacılardan
temizleme ve kurtulma politikasına dönüşür. Resmen kıyım ve kırım yaşanır,
yaşatılır. Bu arada tehcire karşı olanlar, metezori göçe muhalifler veya mezalimi
onaylamayanlar anında gözden düşürülür. Yüksek sesle itiraz etmeleri önlenir.
Ve karşılıklı kıyımla, kırımlarla, artan nefret ile şekillenen tehcir bu
günlere miras kalır. Ülke tarihine de böylece kara bir leke sürülmüş olur.
İddiacı klanların her 24 Nisan gününü katliam
yıldönümü olarak anmalarının ardında yatanın neler olduğunu ve neyi ifade
ettiğini, şu garip ülkede Türkiyeli, Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Gürcü, Çerkez, Rum,
Müslüman, Hıristiyan, Musevi… kimse açıkça bilmez. Soykırımla örtüşen bu yaşanmışlıkların
aslında Tanrısı da yoktur, dini imanı da. Net ifadeyle her zamanki gibi çıplak
tanıklıkların uydurma dönemlere ve uydu dönmelere direnemeyişinin piramidi
tersine döndürmesidir meselenin özü. Hâlbuki bariz
iddialara aldırmamak, kayıp giden, yiten, portrelerin ardından sadece bakmak
yerine tarihten yaprakları tek tek sorgulamak ve ince ayrıntılara kafa yormak
gerekirdi. Yapılmamıştır.
Yani bugün soykırımın yüzyıl önceki tehcire
tescillenmişliği, tercihler sorgulanarak ispatlanamayacağı gibi, kıyımlar
dayanaksız savlarıyla da izah edilemez. Çünkü iddiaların, ispat ve izahı hangi
kanıtlara ve emarelere dayandığı tarihle sabittir. O tarih de birlikte
yazılmıştır.
İttihatçılar imparatorluğu iyi yönetemiyordu…
Dağılan İmparatorluk 1 Kasım 1914 yılında Almanya
ile ittifak edip Birinci Dünya Savaşı’na girince bu durum tebaalarca
kaçırılamayacak bir fırsat olarak algılandı. Başta şimdinin soykırım
iddiacılarının ataları yüzyıllardan sonra ivedilikle hedef büyüttüler. İddiacı
ayaklanmalarının ve isyan faaliyetlerinin İmparatorluğun tehcir kararına karşı
meşru müdafaa olarak tanıtımının ne derece doğruları yansıttığı veya hiç
yansıtmadığı çok önemlidir. Üzerinde özenle durulması gereken bir noktadır bu
meşru müdafaa iddiası. Ortada daha bir tehcir dayatması yokken 1915 yılında
Tiflis’teki Ermeni Kongresi’nde Taşnak temsilcilerinin silahlanma, ayaklanma, savaşa
hazırlanma ve isyan çıkarma üzerine tavır ortaya koyma niyetinde oldukları
açıktır.
İddiacıların niyetleri o denli sarih ve sabitken
tehcirle boğazlara düğümlenen bu kıyım ve kırım, İngiliz ve Fransız donanmaları
Çanakkale boğazına demirlemişken, İmparatorluk Galiçya’dan Doğu Anadolu’ya,
Kuzeyden Güneye dört bir yanda cephelere dağılmışken, dört koldan iç ve dış
saldırılar ve yıkıcı tehlikeler büyüdükçe büyürken olmuştur. Bu atmosferde iddiacıların
üstlendikleri rol ve iddiacılara tehcir uygulanma nedenleri çok ciddi araştırılmalıdır.
Belli kışkırtmalarla olduğu söylenen bir Müslüman kıyımı ne maksatla devam ettirilmiştir
incelenmelidir.
Bin yıllara yayılmış süre gocunmadan birlikte
yaşamış insanların, bir anda birbirlerini düşman sayıp acımasızca kırma, birbirlerini
boğazlama noktasına gelişleri ve kıyımlara mani olunamayış derinlemesine değerlendirilmedikçe
tehcir meselesi asla çözümlenemez.
Aslında iddia, yüz yıl önce yaşananları sadece
“soykırımın önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme” ye uydurma
çabasıdır. Malum iddiacıların soyuna sopuna yüz yıl evvel yaşatılanlar eğer bu
tanımlamaya uyuyorsa, uydurulabilecek yanları mevcutsa ve imparatorluk
gerçekten bir insanlık suçu işlemişse Türkiye zaten bu sözleşmeye yıllar öce
imza koymuştur. Gereği kolayca yapılır.
Yani 11 Aralık 1951’den beri yürürlükte olan bu
sözleşme doğrultusunda uluslararası hukuk bağlamında yapılabilecek birçok
girişimler varken, iddiacılar altmış küsur yıl durmuşlar, yüzüncü yılı
beklemişlerdir. Keskin lobi hareketleriyle bu yüzyıllık bilgisizliğe bilgi
yerine hiç alakası olmayanların ilgilerini katmışlardır. Anadolu’nun belki de
birbirine en çok benzeşen halklarından birine tehcir ile reva görülenler ve zoraki
göç ettiriliş tarafların yüzyıldır birbirlerine diş bilemelerine nedendir. Yüz
yıldır dünya ölçeğinde birbirlerine ağır tahribatlar verdikleri de ortadadır. O
kadar.
Tehcir ile uğranılan acılar ve çekilen sıkıntılar
aynen Balkanlardan göç gibi ayan beyandır, gerçektir ve ortaktır. İmha, kırım,
kıyım, soykırım nasıl anılırsa anılsın ama yüzyıllık tehcir, göz önü perde
arkası ile bu güne ve geleceğe miras ayrıntılarıyla tarafsızca ele alınmalı, iddialar
ve o karanlık dönem en geniş biçimde sorgulanarak aydınlatılmalıdır...