24 TEMMUZ BASIN BAYRAMI; SENSÖRÜN, “SANSÜRÜN KALDIRILIŞININ 105.YILI”…
24 Temmuz Ülkede Basın Bayramı ve bu yıl basında sansürün kaldırılışının tam 105. yıl dönümü…
Yerel bir gazetede bize de bir kıyı-köşe verilip, “Yaz bakalım ne yazarsan, ne kadar yazarsan.“ denildiğinden bu güne bizim de bayramlarımızdan oldu 24 Temmuz. Başlarken başlığında ilk yazıya başlarken körlüğümüz sonlandı sanmıştık. Devamında nice yazı yazdık ama sansürün kaldırılışından yüz beş yıl sonra içinde ‘sansürle ilgili değişen hiç bir şey yok’ cümlesi de geçen bu makaleyi kaleme alacağımız aklımızın ucundan geçmezdi.
İlerledikçe zaman öyle olmadığını gördük ve Basın Bayramını buruk kutluyor kelimelerimiz…
Kan kaybeden ve can çekişen sarmal bize de arada sırada sirayet etmedi değil. Naçizane uyarılma gereği hâsıl olan durumlarla karşılaştık. Gazetecilik-Yerel gazetecilik yaftasıyla, toz pembe hayallerle geçici körlük yaşayanlara buradan duyurulur; İzahı, izanı, ilanı, mizanı, meali olmayan bir durumdur sansür.Ne diyelim, Yedi uyuyanlardan beter bir kör uyku sarmış beyinleri, sadece fitne fücura çalışıyor köşeler.
Yine de yaşama tutunmanın ve güce başkaldırmanın en iyi araçlarındandır gazetecilik-yerel gazetecilik. Son yıllarda kalpleri ‘tamu’ sarmış olduğundan bir o kadar da zor, zorlaştı ‘Kamu’ görevi de sayılabilecek yerel gazetecilik. Her gece yunuslar gibi bir gözü açık uyumak gerekiyor ve karşılaşılan tüm aşırılıklar artık yüreğe yük getirmiyor, alışmaktan beter. Çünkü gün ağarınca, göz aydınlanınca, söz canlanınca tabiat ana ilmek ilmek işliyor her yeni günü.
Gazetecilere-yerel gazetecilere ise, üç maymunu oynamadan, insana benzer zıpır maymunluklara kapılmadan ateşine dönülen ve yanılan gerçekleri izlemek kalıyor. Dokuzdan beşe beleş bir işte çalışmayı erteleyen bir meslek olan şu gazetecilik mesleğinin derinliliğine ulaştıkça da gulyabani bataklığındakilerin acımasızlığı su üstünde yürüyen ve kalan değerlere özendiriyor insanı…
Ayrıca öyle bir kara beladır ki yerel gazetecilik daima hedefte kalmayı sabitler. Zamanla sözlere gözlere gelindikçe, gizlere ve gizemlere kulak misafiri olundukça, müsamerelere davetsiz konuk olunduğunda ya da ‘kapılar taş duvar’ kesildikçe, kolluk neferleri koltukçu efelerin direktiflerine her uyduklarında sizden defalarca özür dileyince kahredersiniz bu güne. Ve yarınların neler getirip getirmeyeceğine özgü fikirler, beyninizi kemirir durur her 24 Temmuzda...
Sanki övünülesi yetenekleri ve hırsları az çok olduğu halde gücü, süzgeci, hörgücü görünce silen, sinen, inen, dinen, direnmeyen, ortada gezinen ve dahi acayip bukalemunvari renklilik gösteren bireyleri de uhdesinde barındıran bu camia sansürü sürüden sayılmak, sansürü reddi ise sürüden ayrılmak sanıyor. Bu erksiz, renksiz, denksiz ve dengesiz, aks kesmiş bireyciliği de içine çeken iktidar erki saltanatını genişlettikçe de sansürü salıyor ortama.
Bu disiplini sağnak mahalde meydanlara kurulan uydurma çadır tiyatrosu sahnelerinde yövmiyeli gazetecilik oynamak en kolayıdır. Ama kilidin göbeğinde yalama boşluğu olunca işlevsizleşen anahtar boşa döner döner delikte kırılmaktan beter olur. Forumu yorumu budur sansür üzere meselenin…
Öyle bir saçma ağdır ki çelik tellerle örülen, işaretli boş sayfaları hakkınca doldurmak derya deniz bilgi, sevgi, sezgi, inat, direnç, özgürlük ve en önemlisi cesaret gerektirir. Yani makara kukara makaleler ile bayat ürün satmak değildir yarenlik ve yerellik. Yele göre yelken açmak, sele göre sepken aramak, göle göre maya çalmak ise hiç değildir. Gazetecilik, yerel gazetecilik tahıl ambarında dürüst muhacir gayretidir anlayana. Zaten “Ele toprak bulaşınca duygulara da tahliye vurur” deyişine kiriş vurmaktır, kirişi kırmak değil…
Çok sesliliğin ve demokrasinin kökleşmesinde öncü rolün yerel basında olduğu bilimsel ve eylemsel bir gerçektir evet. Ama iktidarın değişmeyeceği öngörüsünü asla kesinleştirmeyen keskinleştirmeyen, dokunulmazlara dokunan, bir gece ansızın asla çark etmeyen bir rota izlemelidir yerel basın. Yoksa yerelden genele yer yokuş olur gerçeğe.
24 Temmuzluk çıkarılacak afişe sonuç; Yerel medya hâkim düşüncenin tutsağı olmaz, olamaz, olmamalıdır...
Sıra bize gelince susmak bizim kitabımızda yazmaz. Akçeli işlere hayatımızın her evresinde uzak durduğumuz gibi her dönemde de dim-direkt dururuz. Yaratılan yapay mutluluk atmosferinden paylanabilmeyi asla düşünmeyiz. Kazanılan harbin gazisi çok olur belki ama kaybetmeyi de göze almak gerekir yiğitçe mertçe. Sırça köşklerde oturmayan, bir eli yağda diğeri balda olmayanlardanız.
Ömründe bir makale yazmaktan aciz protokollerde arzı endam edenlerden değiliz. Korku tüneline girmiş, kuytu köşelerde saklanan, dehlizlerde yağ kandilleriyle dolar yakıp aydınlanan sonra da gazetecilik bizden sorulur diyerek övünenleri de iyi tanırız. Bizim kitabımızda korkmak da yazmaz.
Külliyen zarar, akla zarar, saraya köşke tapılır bu tabloda 24 Temmuzu sansürlü-sensörlü, Silivrilik yaşamak, sivri gazeteciliğin-yerel gazeteciliğin hüznüdür. Tüm gerçekleri ince ayrıntıları kabartmadan abartmadan, yanlamadan, yan çizmeden ve yandaş olmadan mertçe, onurluca ve yiğitçe tarihin emrine sunmaktır bencileyin yerel gazetecilik tanımımız.
Gazeteciliğe, yerel gazeteciliğimize yön veren üçlemeye gelince; her yaşanılan günün hakkını vererek yaşamaktır yiğitlik. Yenilenin gün olur da nefes borusuna kaçması nedeniyle, solunum yetmezliğinden ölünebileceğini de unutmadan geçirilen gündür asıl olan ve mertlik işte budur. Onur ise devrimci bir ruhla, değişimci reformcu, protest, entelektüel, asi, başına buyruk, baskıya ve zulme itirazcı, gerilemeye retçi, ihaneti asla affetmeyen, ahde vefasızları düşük saymaktır. Kırmızıçizgilerinde direnmek, yaratılmak istenen şatafattan ve karmaşadan sarsılmadan çıkabilmekte onurluluktur.
Aklı havada kıyafetiyle ve uyurgezer zarafetiyle kapkara bir geleceğe yürüyenlerin ayak izlerine de hiç ama hiç muhtaçlığımız yok. Takip etmeyiz o ayak izlerini kesinlikle. Duraklama, Gerileme ve Çöküşün palavrası bol literatürüne bir harf bir kelime dahi eklemeyiz asla hiç rahat bırakılmasak da.
Değişimin, dönüşümün, dirilişin, kurtuluşun, kuruluşun kitabına bir harf katkımız olursa eğer, yaptığımız işi meslekten, kendimizi de adamdan sayarız.
İşte 24 Temmuz gazeteciliği, adam gibi gazetecilik-yerel gazetecilik de budur.
25 Temmuz 2013 Perşembe
Giresin düşlerime-1-
Giresin düşlerime-1-
Ben önce benim. Ya sonra? Sonra benden içeri başka bir ben.
Sanki bensizlikle iç içeyim. Veya nice beni olan bir yanardağ, volkanik bir
dağım. Her patlayışta başka bir yanım belirir, kızgın kor alev lavlarımda.
Kızıl alev renginde arzın merkeziyim. Soğumaya yüz tutmuş yer tabakanın
bilinmezliğinde acayip bir katmanım. Bilinirliğim belirsizliğe tutsak, kabuk
içinde sert kabuğum. Kabuklarımı çatlatıp, tüllerini araladığım penceremden
sesli sedalı acımasız yaşamı izleyenim. Benim hepsi de hangi ben. Bilmiyorum
açıkçası benim işte. Meltemlerle şuh içinde uçuşan perdeler ardındaki ben.
Demir mazgallı pencere sürgünü ben. Düşünüyorum da neyim aslında, neydim?
Kimim?
Dörtbin yıllık şenliğim ben. Eski takvim uyarınca mayıs
yedisinde kutlanan bir şenlik. Önce insanlar aksunun denizle uluorta öpüşen
ağzında toplanırlar. Ardından kemençe gıygıylarının konçertoları eşliğinde
şölen başlar. Ok yaydan çıkmıştır artık, ben başlarım. Kayıklara takalara
doluşan çoluk çocuklu katılımcılar siyah ürkütücü denizin biricik adasına
yollanırlar. Dalgalar yol gösterir onlara yunuslar dalga geçerler. Küçük bakir
adacıkta martılar eşliğinde devam ederler eğlenceye. Serüven üç gün dört gece
sürer gider.
Çocuksuzlar, ya da uşak evlat arzulayanlar o umudu kırıklar
daha gönüllü, hoyrat asılırlar küreklere. Sandallar ada doğrultusunda
dalgalarla boğuşurken su yarılırken, düş bolluğu ve özlem kabartır gönülleri.
Köpük köpük uzaklaşılır kısır döngüden. Tekdüzeliğe isyan edilir içtenlikle ve
tek bir ağızdan. Delikanlılar genç kızlara hava basmak için, adaya kadar
yüzerler, ciddiyetle yarışırlar. Elma yanaklı kızların hiçbiri öyle kolayca
tava gelmezler. Cakalara aldırmazlar. İlgisiz görünür sır yükü nazlanırlar.
Utangaç tavır maskeleri ardında varlıklarını sinsice çıldırmış ateş gibi
hissettirirler. Birbirlerini gözlerine kestirenler büyüklerin kıskacından
kaçılacak. Köşe bucak aranırlar, bulan da bir çırpıda sıvışırlar. Şenlik
bahanedir onlara, işte o bahane benim. Bir bahaneyim ben, o şenlik benim. Dört
kere bin yıl yaşında bir şenliğim.
Ben önce benim, sonra şenlik, peşinden isa doğmadan sekiz
yüzyıl önce miletosluların kurduğu bir kentim. İsayı meryeme doğurtan güç adına
o şehir benim. Şimdi kocaman bir yarımada olarak anılıyorsa bu cennet ülke,
işte ben o ülkenin kuşkusuz küçük yarımada yavrusuyum. Yarımada ülkenin
yarımadacık özevladıyım. Ben bu ülkenin bölünmez bir parçasıyım. Bu ülke de
herkes kadar benim. Parsel parsel sahiplenilse de koca vatan, inadımız inat ben
yarımada o şehirim. Hürriyetim elimde, o şehir benim. Ben o şehirim. Yarini
şehla gözlerinden sımsıcak öpen. Asla beni terk etmeyen, seven sevdiren o
tükenmez sevdayım.
Yüksek tepelere salınarak tırmanır, gül gibi biçimlenirim.
Göğe doğru uzadıkça uzarım. Selvi boyum eski kale kalıntılarında son bulur.
Eski kent artığı çapkın ihtiyarla yasak aşkım başlar. Ve doğuya ve batıya yeşil
yeşil yayılırım cömertçe. Engebeli arazi yüzünden deniz kıyısına yalı boyu
hapsedilsem de, yüzyirmi kilometre denizle sevişerek avunurum. Hapisliğimin en
güzel yanıdır bu. Ancak önemli köy ve kasabalarımın çoğunun kıyı boyunca
kurulması bu yasak sevdanın ürünüdür. Yani aşka doymazlığa kesilen cezadır bire
bir yalı boyu dağınıklığım. Acıklı bir kopuş yaşarım denizden içeri köylerimle,
kasabalarımla. Onlar üvey evlatlarımdır. Mahpusluğumun meyveleridir ve benden
utanır uzaklaşıp da uzaklaşırlar. Onlar kaçar ben kovalarım anlayacağınız.
Küçük öbekleşmeler halinde, yalnızlığı ve yoksunluğu tadarlar her an. Atasız
olmanın arkasız olmanın ezikliği içinde günden güne yoksullaşırlar. Ve ben
yavrularımı gereğince anaç kucaklayamam. Kanatlarımın altına alıp kollayamam,
koruyamam, etrafımda toplayamam. Güzel bir şehirim evet, iyi bir ana iyi bir
baba mıyım bilemem. Sizi delicesine seviyorum demeye korkar, çekinirim. İşin
aslı utanırım böyle gördüğümüzden. Kendimi onlara adamaktan ne hikmet ise
sakınırım sanki. Büyüklüğümü gösteremem alenen, engin şevkatimi arada sırada.
Oysa uzaktan severim onları, koklarım dokunamam, çok arlanmaz uslanmazım. Dar
ve küçük körfezler yerine kıyı boyu göze çarpan kumsallarda denizle öpüşmekten
alıkoyamam kendimi. Geniş koylarda güneşlenir, denize açık yamaçlarda saçlarımı
kuruturum. Tuzlu bedenimi sunarım sıkça rüzgarlara. Siyah denizin rengi
hiddetinden ve kıskançlıktan bir kat daha koyulaşır. Bile bile aldatırım onu,
zevkle,isteyerek. Yaptıklarım ezelden beri töreye aykırı olsa da ettiklerim az
bile derim ona. Çünkü bana kızdıkça kararır ve Karadeniz olur. Ve evlerimden,
ocaklarımdan, kızgın denizin derin maviliği, deli dalgaları, korkunç
fırtınaları seyredilir aylarca. Karadenizin hırçınlığının artmasından,
azdırılmasından korkularak gözler kaçırılır binlerce yıldır. Sadece gizliden
gizliye ve kuşkulu koyu lacivert bakışlar yeğlenir.
Deniz aşılması güç yalçın dağlarla birlikteliğime imrenerek,
işin özü bozularak daha sinirli, kıskanç, hoyrat ve dayanılmaz ivmeyle vurur
kıyılarıma. Un ufak olurum çılgın dalgalarla. Geçitsiz sıradağlar beni her
dakika her an hırpalayan aşağılayan denize sitemler yağdırır. Birbirlerine husumet
beslerler apaçık. Boğaz boğaza gelirler her fırsatta. Didşirler, yarışırlar,
itişip kakışırlar. Ve inanılmaz güzellikte yeşil ile mavi harmanlanır. Böylece
aradaki kinden habersizler denizle dağların kucaklaştığını sanır, kanarlar.
Yemyeşil ve masmaviye aldanırlar.
O dağlar ki; varolduklarından bu güne yüzbinlerce
milyonlarca yıldır hep bitki örtüsü kaplı ve nefti yeşildirler. O deniz ki; su
kürenin en koyu, en kara renklisidir. Ve dağlar denizin gözlerini yeşertir.
Aradaki it dalaşı asla bitmez. Sürer gider, sürüp geldiği gibi ve itler susar.
Tanrıların nurlu elleri bana erişemez. Tanrısız korlar beni.
Himayelerine almaz hiçbir vakit himaye etmedikleri gibi. Küçük yarımada beni ve
yavrum adacığı siyah denizin kollarına iterler. Sapık dalgalarla bizi çırılçıplak
baş başa bırakırlar. Biraz da onların suçudur, tecavüzlere uğramışlığım.
Onların suçudur tacizlerin biteviye sürmesi, sürdürülmesi. Onlardır zinaya
neden. Madem koruyamacaklardı beni ne yüzle, hangi akla hizmet ilahım oldular.
Tek başınalığımı, çaresizliğimi ne vakit giderecekler. Başka tanrı yok mu diye
düşünsem günahım ne, niye haneme yazılsın tüm bu suçlar. Görmüyormusunuz
azdıkça azan terbiyesizi. Siyah deniz aşikarane hinoğlu hin paralayanım ise
cankurtaranım siz değimlisiniz. Sevaplarıma günah katmadan uzatın ellerinizi.
Artık kafdağında sinkaflamasam kömür gözlümü. Yetin ne olur, yetti artık bulun
aramızı…
Denizle beraberliğime gelince bir sevda değil bizimkisi. Aşk
meşk hiç değil.
23 Temmuz 2013 Salı
BARIŞ HAREKÂTI VE “KIPRIS’IN TOROSU”
BARIŞ HAREKÂTI VE “KIPRIS’IN TOROSU”
Bu gün 20 Temmuz…
Ayşe’nin Kıbrıs’a tatile çıkmasının üzerinden tam otuz dokuz yıl geçti. Ve o günün siyasi aktörlerinden çok azı yaşıyor. Gazilerden bir çoğu bir daha göremedi o toprakları.
Bu gün 20 Temmuz... Türklerin can güvenliğini, hürriyetini ve bağımsızlığını sağlayan Kıbrıs Barış Harekatının yıldönümü. Başbakan Bülent Ecevit'in başkanlığında kurulmuş koalisyon hükümetinin tarihsel cesaretini simgeleyen kararlılıkla ve Rauf Denktaş'ın liderliğinde Kıbrıslı soydaşların cansiperane direnci ile gerçekleşti Kıbrıs Barış harekatı. Tüm dünyanın muhalefetine rağmen ikincisi de gerçekleştirildi. Ve Harekat Kıbrıs Türklerini sadece rum baskısından kurtarmadı, sonuçta Kıbrıs'ı özgür ve demokratik bir devlet düzeni içindeki yaşama da kavuşturdu.
Şimdi "20 Temmuz Barış Ve Özgürlük Bayramı"nın kutlandığı anavatan ve yavruvatanda nutukların havada savrulduğu bu günde biz “Kıpırızın torosu, gönüllerin Rauf’u” nu anarak kutlayalım istedik, tüm özgürlükleri…
“KIPRIS’IN TOROSU
Akdeniz’in en yeşil adasında bayraklar yarıya indi. Cumaya kadar resmi yas var yavru vatanda. Çünkü “ Beni oğlumun yanına defnedin” dedi ve gitti Denktaş. Yaşama veda ettiği gece “Burası bağımsız bir cumhuriyettir” sözleri son sözleri, Kuzey Kıbrıs’a veda busesi olmuş bir çınardı.
Hayata dair dipnotlarda gizlidir gerçekler. Şimdi Denktaş adına methiyeler düzülecek bu aralar. Sonra Kıprıs ne olacak, Kıprısı neler bekliyor göreceğiz. Ve yavru vatanda alevden kılıçlar yeminleri doğrayacak belki de.
20 Temmuz 1974’de Ayşe’nin Kıbrıs’a tatile çıkışını aklı başında bir birey olarak siyah beyaz televizyondan paraşüt paraşüt izleyenlerdeniz. Kıbrıs’ı o vakit hafızamıza kazıdık hiç çıkmamacasına. Ulusalcı damarımızı kabartan ilk olaydır, birinci ve ikincisiyle barış harekâtı.
13 Şubat 1975 Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edildiğinde ise Rauf Denktaş’ı tanıdık. Seksen sekiz yılın kırk yılında hep beraberdik. O günden beri tanırız ve izleriz Denktaş’ı. Biz yaşlandık o hep ayni kaldı. Biz solcu olduk, sosyalist olduk, sosyal demokrat olduk o hep ayni kaldı.
Biz Kıbrıs’ta kim iktidar olursa olsun onu dinledik, ona inandık ve ona güvendik. Çünkü o kendini Kıbrıs’a adayan bir mücevherdi. Direnişin, mücadelenin, kavganın, münakaşanın, münazaranın, müzakerenin tartışmasız simgesiydi dünya kamuoyunda. Emperyalizme ve etnik yayılmacılığa karşı duruşun sembolüydü. Direndi durdu yaşamı süresince. Kıbrıs’ta Türk, dünyada Türk her yerde Türk tü en yılmazından.
Sallamazdı bu yolda, Rum, İngiliz, Amerikan. Çıkar anlatırdı her fırsatta Kıprız gerçeğini saatlerce. Akdenizin en büyük liderlerinden biri olarak tarihe maloldu. Çok bedeller ödedi, nice bedeller ödendiğini bilerek her oyuna, her dalavereye başkaldırdı yaşamı boyunca. Arkasında küçük ama çok büyük bir ülke bıraktı gitti.
Kuzeyliliğimizden ödün vermedik yaşamımızda. Kuzey Kıbrıs’ı da en bağımsız haliyle sevdik ve benimsedik Denktaş sayesinde. Kimler geldi kimler geçti Denktaş hep ayni kaldı yiğitçe, değişmedi. Kıbrıs üzerine hayalleri bitmedi ama ömrü bitti. Su üstünde yürünmez dediler o yürüdü. Ateş içilmez dediler o içti. Esas vazifesinden, bağımsızlık hevesinden hiç vazgeçmedi, uzaklaşmadı. Varoluşsal duruşu ve dengesi, her şeyi sadece Kıprıs içindi.
Ve şöyle derdi; “ Biz emanetçileriz. Üzerinde yaşayalım, hür yaşayalım diye atamızdan, babalarımızdan miras bu toprakları bir mirasyedi gibi, ne satabiliriz ne de bırakıp kaçabiliriz.”
Öyle işte, fazla söze ne hacet, uslanmaz bir cengâverdi. Ulusal bir kahraman, çark etmez bir ulusalcıydı. Kıprısın torosu, gönüllerin Rauf’uydu.
Huzur içinde yatsın…”
Bu gün 20 Temmuz…
Ayşe’nin Kıbrıs’a tatile çıkmasının üzerinden tam otuz dokuz yıl geçti. Ve o günün siyasi aktörlerinden çok azı yaşıyor. Gazilerden bir çoğu bir daha göremedi o toprakları.
Bu gün 20 Temmuz... Türklerin can güvenliğini, hürriyetini ve bağımsızlığını sağlayan Kıbrıs Barış Harekatının yıldönümü. Başbakan Bülent Ecevit'in başkanlığında kurulmuş koalisyon hükümetinin tarihsel cesaretini simgeleyen kararlılıkla ve Rauf Denktaş'ın liderliğinde Kıbrıslı soydaşların cansiperane direnci ile gerçekleşti Kıbrıs Barış harekatı. Tüm dünyanın muhalefetine rağmen ikincisi de gerçekleştirildi. Ve Harekat Kıbrıs Türklerini sadece rum baskısından kurtarmadı, sonuçta Kıbrıs'ı özgür ve demokratik bir devlet düzeni içindeki yaşama da kavuşturdu.
Şimdi "20 Temmuz Barış Ve Özgürlük Bayramı"nın kutlandığı anavatan ve yavruvatanda nutukların havada savrulduğu bu günde biz “Kıpırızın torosu, gönüllerin Rauf’u” nu anarak kutlayalım istedik, tüm özgürlükleri…
“KIPRIS’IN TOROSU
Akdeniz’in en yeşil adasında bayraklar yarıya indi. Cumaya kadar resmi yas var yavru vatanda. Çünkü “ Beni oğlumun yanına defnedin” dedi ve gitti Denktaş. Yaşama veda ettiği gece “Burası bağımsız bir cumhuriyettir” sözleri son sözleri, Kuzey Kıbrıs’a veda busesi olmuş bir çınardı.
Hayata dair dipnotlarda gizlidir gerçekler. Şimdi Denktaş adına methiyeler düzülecek bu aralar. Sonra Kıprıs ne olacak, Kıprısı neler bekliyor göreceğiz. Ve yavru vatanda alevden kılıçlar yeminleri doğrayacak belki de.
20 Temmuz 1974’de Ayşe’nin Kıbrıs’a tatile çıkışını aklı başında bir birey olarak siyah beyaz televizyondan paraşüt paraşüt izleyenlerdeniz. Kıbrıs’ı o vakit hafızamıza kazıdık hiç çıkmamacasına. Ulusalcı damarımızı kabartan ilk olaydır, birinci ve ikincisiyle barış harekâtı.
13 Şubat 1975 Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edildiğinde ise Rauf Denktaş’ı tanıdık. Seksen sekiz yılın kırk yılında hep beraberdik. O günden beri tanırız ve izleriz Denktaş’ı. Biz yaşlandık o hep ayni kaldı. Biz solcu olduk, sosyalist olduk, sosyal demokrat olduk o hep ayni kaldı.
Biz Kıbrıs’ta kim iktidar olursa olsun onu dinledik, ona inandık ve ona güvendik. Çünkü o kendini Kıbrıs’a adayan bir mücevherdi. Direnişin, mücadelenin, kavganın, münakaşanın, münazaranın, müzakerenin tartışmasız simgesiydi dünya kamuoyunda. Emperyalizme ve etnik yayılmacılığa karşı duruşun sembolüydü. Direndi durdu yaşamı süresince. Kıbrıs’ta Türk, dünyada Türk her yerde Türk tü en yılmazından.
Sallamazdı bu yolda, Rum, İngiliz, Amerikan. Çıkar anlatırdı her fırsatta Kıprız gerçeğini saatlerce. Akdenizin en büyük liderlerinden biri olarak tarihe maloldu. Çok bedeller ödedi, nice bedeller ödendiğini bilerek her oyuna, her dalavereye başkaldırdı yaşamı boyunca. Arkasında küçük ama çok büyük bir ülke bıraktı gitti.
Kuzeyliliğimizden ödün vermedik yaşamımızda. Kuzey Kıbrıs’ı da en bağımsız haliyle sevdik ve benimsedik Denktaş sayesinde. Kimler geldi kimler geçti Denktaş hep ayni kaldı yiğitçe, değişmedi. Kıbrıs üzerine hayalleri bitmedi ama ömrü bitti. Su üstünde yürünmez dediler o yürüdü. Ateş içilmez dediler o içti. Esas vazifesinden, bağımsızlık hevesinden hiç vazgeçmedi, uzaklaşmadı. Varoluşsal duruşu ve dengesi, her şeyi sadece Kıprıs içindi.
Ve şöyle derdi; “ Biz emanetçileriz. Üzerinde yaşayalım, hür yaşayalım diye atamızdan, babalarımızdan miras bu toprakları bir mirasyedi gibi, ne satabiliriz ne de bırakıp kaçabiliriz.”
Öyle işte, fazla söze ne hacet, uslanmaz bir cengâverdi. Ulusal bir kahraman, çark etmez bir ulusalcıydı. Kıprısın torosu, gönüllerin Rauf’uydu.
Huzur içinde yatsın…”
HER AHVAL VE ŞERAİTTE RAMAZAN’I İYİ OKUMAK…
HER AHVAL VE ŞERAİTTE RAMAZAN’I İYİ OKUMAK…
İlk önce söz vardı, yazı yoktu. Sonra yazı vardı, okuyan yoktu…
Ve bir gün okumayı öğren, bil ve bildir, “Oku, Yaratan Rabbinin Adıyla Oku.” hitabıyla sil baştan, yeniden başladı her şey.
Öğüt, tavsiye, ihtar, anımsatma ve uyarılarla biçimlendi ve yenilendi cahiliyeden çıkma eski dünya.
Peki, biz gereğince Oku’duk mu, Oku’duğumuzu anladık mı, Oku’duğumuzu anlattık mı her ahval ve şeraitte?
Pekala, Gerçek Müslüman Ol’duk mu, Ol’duğunca olgunlaştıkmı, Ol’duğumuzu paylaştık mı her ahval ve şeraitte?
Allah’ın indirdiğinde ve Allah indinde makam, mevkii, üstünlük, ancak takva iledir bilinciyle mazlumun bedduasından korkup, komşumuz aç diye aç yattık mı? Paraya pula tapmadan aklımızı, zekâmızı, dilimizi, dinimizi, mezhebimizi, yüreğimizi, sesimizi-sedamızı korudukça koruyup özgürleştik mi, yüceldik mi?
Acaba farkında mıyız, farkına vardık mı; Ramazan da oruç tutmanın, senede bir ay tutulan oruç sayesinde, diğer 11 ay oruç üzerinde, varlık-yoksulluk üzerinde düşünülmesi becerisi kazandırdığının ve vicdanlılık kazandıracağının.
Oku emrine uyarcasına düşündük mü hiç en yakınımızdan en uzağa, bir kutuptan diğer kutba açları? Aymazlığın veya ay parlağı yolculuğun neresindeyiz acaba? Hiç düşündük mü?
Son yıllarda modalaştırıldığı ölçüde, bu Ramazan da fakiri muhtacı, düşkünü zengini, kadını erkeği, genci yaşlısı, çoluk çocuğu yani cümbür cemaat herkes İstanbul’un dört bir yanında kendi çapında bedavalaşmış iftarlara, eğlenceye, sohbet, dinleti ve konserlere akıyor. Akınca da; Ramazan oruç demek, nefsi terbiye demek, paylaşım ve dayanışma demek realitesi gelecek nesillere anlatılacak bir acıklı masal olarak kalıyor.
Kara-kuru-çatlak-kurak toprağın üzerinde sarı, siyah, beyaz çocuklar, bebeler yıl on iki ay her gün acından susaklığından kıvranıyor, ne çabuk unuttuk…
Kuşkusuz, gücün el değiştirmesiyle, paranın renginin yeşillenmesiyle ülkemizde de açlık sınırı artarken, yoksulluk sınırı yoksulluktan açlık sınırına terfi ederken, enflasyon bir önceki aya göre artış gösterirken, ramazan da bir aylığına topluma her şeyi unutturmak meseleleri çözer mi. Unutturur belki ama Bayramdan sonra hatırlanır nasılsa herşey.
Şu garip ilçede bile ramazan münasebetiyle dernekçisi, değnekçisi, mısırcısı, reklamcısı, televizyoncusu ihalecisi, çaycısı bazlamacısı, sucusu nabız şerbetçisi ile ufak çaplı bir kasabanın panayır alanına döndürüldü meydanlar, cadde ve sokaklar. Sivil toplum örgütlerinin gelişmesine her daim iyi niyetle bakıyor olsak da, siyaset ve ideoloji şemsiyesi altındaki bu cıngıla katkıları hoşgörü sınırını da zorlamıyor değil.
Gökyüzünde hoş bir seda, geçmiş zamanda kaybolup gittiği sanılan güzelim değerlerin bir kısmı arada sırada mahallelere uğrasa da, mevcut hale şükür dilleri zorluyor, gönülden çıkmıyor hazan.
İhtiyar dünya bazen bir yanda bunca güzellikler içinde ise, diğer bir yanında açlığı da, ölümleri de, sakat kalmaları da gün ve gün yaşıyorsa eğer, üstelik anaysak babaysak, bacıysak kardeşsek, düşmansak yoldaşsak hasbel kader, iftardaki ilk lokmayla bile oh diyemiyor insan canı gönülden.
Düğüm düğüm düğümleniyor boğaza bir şeyler, tıkanıyor. Sözün bittiği yer işte o an. Ve sormak geliyor insanın içinden;
“Siz boşuna aç susuz kalmak yerine, hiç sahiden oruç tuttunuz mu, tutuyor musunuz, tutacak mısınız?...
İslam’da ‘ibadet de gizlidir suç da kabahat de”. Ancak günümüzde suçlar ve kabahatler gizli kalmadan şöyle veya böyle devam ediyorsa da, maalesef ibadetin gizliliği de kalmaz. aşikare, meydan ortası yol ortası, desinler-görsünler manasında Müslümanlıklar konur masaya…
Ramazan ayına yakışır ölçülülük, yeterince ve dozunda tüketim, asla aşırılığa kaçmayan tutumun yerini, kuşkusuz manevi değerlerimizi rencide edecek biçimde, artık her alanda olduğu gibi bir böbürlenme ve şaşaa almış gidiyor.
Günah ki ne günah, hiç Oku’dunuz mu?...
Ramazan da İbadeti gösteriye dönüştüren etkinlikler gözümüzün önünde seyrediyor. Kimse alınmasın ama yerel yöneticiler için Ramazan ayı varsa yoksa, siyasi rant pastasından nasiplenme yarışı. Benim iftar masam seninkinden uzun, benimki seninkine on basar reklâmı kavgası. Televizyon kanallarında oruç-iftar bahane edilerek boy gösterme telaşlılığı. Hizmet yarışına gelince ise, açıklanan yıllık başarılılar kategorisinde yer alınamayınca, yer bulunamayınca, hafif yollu eleştirilince dahi aslı astarı olmayan bir kırgınlık asılır yüzlerde.
Hakkımızı yemişler teranesi. Ne yaptın bre Müslüman, yaptın da da biz mi göremedik? Onların da cevapları hazır ama mübarek ramazan…
On iki ayda bir kurulan en canlı en verimli pazar, kapital deryası, en diri getiri, en yüksek kar ramazanda mevcut. Mübarekmiş, İbadetmiş, oruçmuş, namazmış niyazmış, yardımmış dayanışmaymış, komşulukmuş insanlıkmış, umursayan yok!
Gelsin paralar. Varsa yoksa şovlarla oruç tutup oruç açmak, halkın içinde halktan imajı verip gariban halkı da kullanarak, göstermelik görkemli iftarlar yapmak. Caizi bu olmasa gerek ama Erkânı umumi bu yolda.
Bu arada Diyanet İşleri Başkanını dinleyen yok. Oysa güzel vurgulamalar, ciddi ve olumlu uyarılar yapıyor en baştan. Yakında reisliği kalır mı bekleyip göreceğiz.
Velhasıl herkes kendi potasında kendi havasında, kendi dinini yaşıyor ve yaşatıyor, üstelik din-iman adına herşey.
Ulusal ve çokuluslu kapitalist firmaların güdümünde, yeşil kapitalistler ayı oldu ramazan on yıllardır;
İnsanın nefsine hakim olması ve terbiye etmesi için aç, susuz, oruç tutmasının, hatta dünya zevklerinden kendisini mahrum etmesinin tam tersine, Ramazanı her türlü dünya nimetlerinin daha çok tüketildiği tükettirildiği, çok kâr daha çok kar beklenen, bir ılımlı islamik liboş piyasa bayramına dönüştürdüler son yıllarda.
Günahı bu zemini hazırlayanların boynuna…
Ramazanın ve orucun diyalektiğine zıt iftarlar ve sahurlar, iftar sonrası sahura kadar süren boyalı cilalı-cılız cızırtılı programlar, meydanlarda çadırlarda, cadde başlarında sokak aralarında, köprü altlarında köprü üstlerinde, nerde boş yer, saha arsa varsa oraya kurulan derme çatma stantlarda acayip bir maneviyat istismarı, din iman sömürüsü, istismarı aldı başını gidiyor.
Bütün bu işler parayla olacağına göre inanılması zor bilmem kaç trilyoluk bir maddi ve manevi sömürü de var…
Yapılan tüm bu masrafların, denilenlerin aksine kimsenin babasının cebinden çıkmadığını ama yerel yönetim bütçelerinden karşılandığını ise cümle âlem biliyor. Sesini çıkaran, bir dur diyen, bu israfın durdurulması gerekliliğini söylemese bile hissettiren dahi yok.
Sahte Kabadayılık nerede kaldı acaba?
Oku, Halkın cebinden çıkıyor dağıtılan her lokma, her yudum, her zerre. Onlar ki lokmayı yuvarlıyor, yudumu vuruyor, yuvarlayamadığı yüreklerinde kara leke. İlk ilahi emir gereği oku;
“Oku, Yaratan Rabbinin Adıyla Oku.”…
İlk önce söz vardı, yazı yoktu. Sonra yazı vardı, okuyan yoktu…
Ve bir gün okumayı öğren, bil ve bildir, “Oku, Yaratan Rabbinin Adıyla Oku.” hitabıyla sil baştan, yeniden başladı her şey.
Öğüt, tavsiye, ihtar, anımsatma ve uyarılarla biçimlendi ve yenilendi cahiliyeden çıkma eski dünya.
Peki, biz gereğince Oku’duk mu, Oku’duğumuzu anladık mı, Oku’duğumuzu anlattık mı her ahval ve şeraitte?
Pekala, Gerçek Müslüman Ol’duk mu, Ol’duğunca olgunlaştıkmı, Ol’duğumuzu paylaştık mı her ahval ve şeraitte?
Allah’ın indirdiğinde ve Allah indinde makam, mevkii, üstünlük, ancak takva iledir bilinciyle mazlumun bedduasından korkup, komşumuz aç diye aç yattık mı? Paraya pula tapmadan aklımızı, zekâmızı, dilimizi, dinimizi, mezhebimizi, yüreğimizi, sesimizi-sedamızı korudukça koruyup özgürleştik mi, yüceldik mi?
Acaba farkında mıyız, farkına vardık mı; Ramazan da oruç tutmanın, senede bir ay tutulan oruç sayesinde, diğer 11 ay oruç üzerinde, varlık-yoksulluk üzerinde düşünülmesi becerisi kazandırdığının ve vicdanlılık kazandıracağının.
Oku emrine uyarcasına düşündük mü hiç en yakınımızdan en uzağa, bir kutuptan diğer kutba açları? Aymazlığın veya ay parlağı yolculuğun neresindeyiz acaba? Hiç düşündük mü?
Son yıllarda modalaştırıldığı ölçüde, bu Ramazan da fakiri muhtacı, düşkünü zengini, kadını erkeği, genci yaşlısı, çoluk çocuğu yani cümbür cemaat herkes İstanbul’un dört bir yanında kendi çapında bedavalaşmış iftarlara, eğlenceye, sohbet, dinleti ve konserlere akıyor. Akınca da; Ramazan oruç demek, nefsi terbiye demek, paylaşım ve dayanışma demek realitesi gelecek nesillere anlatılacak bir acıklı masal olarak kalıyor.
Kara-kuru-çatlak-kurak toprağın üzerinde sarı, siyah, beyaz çocuklar, bebeler yıl on iki ay her gün acından susaklığından kıvranıyor, ne çabuk unuttuk…
Kuşkusuz, gücün el değiştirmesiyle, paranın renginin yeşillenmesiyle ülkemizde de açlık sınırı artarken, yoksulluk sınırı yoksulluktan açlık sınırına terfi ederken, enflasyon bir önceki aya göre artış gösterirken, ramazan da bir aylığına topluma her şeyi unutturmak meseleleri çözer mi. Unutturur belki ama Bayramdan sonra hatırlanır nasılsa herşey.
Şu garip ilçede bile ramazan münasebetiyle dernekçisi, değnekçisi, mısırcısı, reklamcısı, televizyoncusu ihalecisi, çaycısı bazlamacısı, sucusu nabız şerbetçisi ile ufak çaplı bir kasabanın panayır alanına döndürüldü meydanlar, cadde ve sokaklar. Sivil toplum örgütlerinin gelişmesine her daim iyi niyetle bakıyor olsak da, siyaset ve ideoloji şemsiyesi altındaki bu cıngıla katkıları hoşgörü sınırını da zorlamıyor değil.
Gökyüzünde hoş bir seda, geçmiş zamanda kaybolup gittiği sanılan güzelim değerlerin bir kısmı arada sırada mahallelere uğrasa da, mevcut hale şükür dilleri zorluyor, gönülden çıkmıyor hazan.
İhtiyar dünya bazen bir yanda bunca güzellikler içinde ise, diğer bir yanında açlığı da, ölümleri de, sakat kalmaları da gün ve gün yaşıyorsa eğer, üstelik anaysak babaysak, bacıysak kardeşsek, düşmansak yoldaşsak hasbel kader, iftardaki ilk lokmayla bile oh diyemiyor insan canı gönülden.
Düğüm düğüm düğümleniyor boğaza bir şeyler, tıkanıyor. Sözün bittiği yer işte o an. Ve sormak geliyor insanın içinden;
“Siz boşuna aç susuz kalmak yerine, hiç sahiden oruç tuttunuz mu, tutuyor musunuz, tutacak mısınız?...
İslam’da ‘ibadet de gizlidir suç da kabahat de”. Ancak günümüzde suçlar ve kabahatler gizli kalmadan şöyle veya böyle devam ediyorsa da, maalesef ibadetin gizliliği de kalmaz. aşikare, meydan ortası yol ortası, desinler-görsünler manasında Müslümanlıklar konur masaya…
Ramazan ayına yakışır ölçülülük, yeterince ve dozunda tüketim, asla aşırılığa kaçmayan tutumun yerini, kuşkusuz manevi değerlerimizi rencide edecek biçimde, artık her alanda olduğu gibi bir böbürlenme ve şaşaa almış gidiyor.
Günah ki ne günah, hiç Oku’dunuz mu?...
Ramazan da İbadeti gösteriye dönüştüren etkinlikler gözümüzün önünde seyrediyor. Kimse alınmasın ama yerel yöneticiler için Ramazan ayı varsa yoksa, siyasi rant pastasından nasiplenme yarışı. Benim iftar masam seninkinden uzun, benimki seninkine on basar reklâmı kavgası. Televizyon kanallarında oruç-iftar bahane edilerek boy gösterme telaşlılığı. Hizmet yarışına gelince ise, açıklanan yıllık başarılılar kategorisinde yer alınamayınca, yer bulunamayınca, hafif yollu eleştirilince dahi aslı astarı olmayan bir kırgınlık asılır yüzlerde.
Hakkımızı yemişler teranesi. Ne yaptın bre Müslüman, yaptın da da biz mi göremedik? Onların da cevapları hazır ama mübarek ramazan…
On iki ayda bir kurulan en canlı en verimli pazar, kapital deryası, en diri getiri, en yüksek kar ramazanda mevcut. Mübarekmiş, İbadetmiş, oruçmuş, namazmış niyazmış, yardımmış dayanışmaymış, komşulukmuş insanlıkmış, umursayan yok!
Gelsin paralar. Varsa yoksa şovlarla oruç tutup oruç açmak, halkın içinde halktan imajı verip gariban halkı da kullanarak, göstermelik görkemli iftarlar yapmak. Caizi bu olmasa gerek ama Erkânı umumi bu yolda.
Bu arada Diyanet İşleri Başkanını dinleyen yok. Oysa güzel vurgulamalar, ciddi ve olumlu uyarılar yapıyor en baştan. Yakında reisliği kalır mı bekleyip göreceğiz.
Velhasıl herkes kendi potasında kendi havasında, kendi dinini yaşıyor ve yaşatıyor, üstelik din-iman adına herşey.
Ulusal ve çokuluslu kapitalist firmaların güdümünde, yeşil kapitalistler ayı oldu ramazan on yıllardır;
İnsanın nefsine hakim olması ve terbiye etmesi için aç, susuz, oruç tutmasının, hatta dünya zevklerinden kendisini mahrum etmesinin tam tersine, Ramazanı her türlü dünya nimetlerinin daha çok tüketildiği tükettirildiği, çok kâr daha çok kar beklenen, bir ılımlı islamik liboş piyasa bayramına dönüştürdüler son yıllarda.
Günahı bu zemini hazırlayanların boynuna…
Ramazanın ve orucun diyalektiğine zıt iftarlar ve sahurlar, iftar sonrası sahura kadar süren boyalı cilalı-cılız cızırtılı programlar, meydanlarda çadırlarda, cadde başlarında sokak aralarında, köprü altlarında köprü üstlerinde, nerde boş yer, saha arsa varsa oraya kurulan derme çatma stantlarda acayip bir maneviyat istismarı, din iman sömürüsü, istismarı aldı başını gidiyor.
Bütün bu işler parayla olacağına göre inanılması zor bilmem kaç trilyoluk bir maddi ve manevi sömürü de var…
Yapılan tüm bu masrafların, denilenlerin aksine kimsenin babasının cebinden çıkmadığını ama yerel yönetim bütçelerinden karşılandığını ise cümle âlem biliyor. Sesini çıkaran, bir dur diyen, bu israfın durdurulması gerekliliğini söylemese bile hissettiren dahi yok.
Sahte Kabadayılık nerede kaldı acaba?
Oku, Halkın cebinden çıkıyor dağıtılan her lokma, her yudum, her zerre. Onlar ki lokmayı yuvarlıyor, yudumu vuruyor, yuvarlayamadığı yüreklerinde kara leke. İlk ilahi emir gereği oku;
“Oku, Yaratan Rabbinin Adıyla Oku.”…
17 Temmuz 2013 Çarşamba
“ALLAH’A VE AHRET GÜNÜNE İNANAN KİMSE YA HAYIR SÖYLESİN YA DA SUSSUN.”
“ALLAH’A VE AHRET GÜNÜNE İNANAN KİMSE YA HAYIR SÖYLESİN YA DA SUSSUN.”
Destur diyerek, bu düstur doğrultusunda âcizane hayra ilişkin her daim söyleyeceğiz ve yazacağız bitmeyen sevdamızı. Çünkü herkes yalı boyunda deniz kabuğundan deniz dinliyor gibi sessizliği içiyor ve alkışlayarak konuşuyor yalnızca.
Hasdur çekilende topallıyoruz ve susuyoruz akilâne, vekilane ama olmuyor. Sustukça bakıyoruz bakır sahanlarda açlık çekiyor yaşlı dünya. Ve anlıyoruz ki ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranmak mümkün bu evrende, Muhammed Efendimiz de sanki birilerinin tekelinde, yani boşu boşuna nefes tüketiyoruz, beyhude kafa yoruyoruz şu memlekette.
Kambur üstüne kambur eklenen, özellikle Ramazan ayında şu özel günlerde kentin yoksulluğunu keskinleştiren ve iyice pekiştiren panayırsal, minyatür festivalvari meydan kalabalıklarını gözlemledikçe sabırla şevvalin üç gününü bekliyoruz, aklımız susayarak…
Sabır taşımız çatlayacak neredeyse fakat şevvalin ilk üç gününü beklerken el âlem, elalem, biz ‘kulluk vazifesi’ne kayıtsız kalan veya kalmayanların izini sürüyoruz ramadan ile…
Gurur duyulduğu her fırsatta dillendirilerek, son on yılda her ramazan biraz daha ‘temaşa pınarına’ akıyor akıtılıyor elbirliğiyle. Hüzne boyanmış gölgeler kenara çekilince, sinsice ilerleyen bir hastalık gibi yayılan; gösteriş için iman, şatafatlı imancılık, göstermelik dincilik modası, sınıf atlıyor, sınıf atlattırılıyor yıldan yıla. Geçici bir tiryakilik oluşuyor oluşturuluyor elbirliğiyle din adına, din ve ayette tefsirini arayan.
Ar duygusunu yitirmişlik tabanında resmen, kar hırsıyla, rey hevesiyle İslam kapitalizmi cirit oynuyor, cirit atıyor meydanlarda.
Gâvurinadıyla müneccim lafı üretmeye hiç gerek yok her şey alenen çıplak gözler önünde cereyan ediyor. Kral çıplak, çıplak kral bekliyor, kefeni elinde Azraillini…
Timur aksaklığında tüm şehirlerin en geniş ve şatafatlı meydanları, dar geniş kapatılmış caddeleri, ara ve arka sokaklar, parklar, gezi parkları, hatta okul bahçeleri bile umursamazlığın kırık çizgisinde hantal ve tıkanmış şenliklerle Tanrı’ya ulaşma biçimlerine yeni cüzler ekliyor. Uyar ise eğer, hülasa uyarına gelir ise kaş göz arasında Harmandalı harmanlanıyor.
Obur öylesine obur ki meydanlar; en kutsalın indirildiği ayda dahi haraç mezat satış reyonlarına, bayram önü hemşeri akraba bayramlaşmasına, ahkam kesme podyumlarına, yeniden din keşfetme ve keşfi öğretip yayma sahnelerine, yarım ekmek arası ucuz tavuk dönerine, bedava çay çorba, şerbet ayran sebiline, huşu içinde nargile çekme seanslarına devşirilmiş mübarek.
Kondur kondurabilirsen lafı ama komik panayırlara ve konserve alaturkalıklara dönüştürülmüş bir anda sahalar ve bir aylığına ortalık bu çılgınlığa tutsak edilmiş hayatlar, baştan ayağadur diyen yok şu tamburu nota bilmezliğe.
Otur oturabilirsen ve dayanabilirsen vizyondaki yeri göğü inleten, yerden göğe üçüncü sınıf bu filmi izle, çoluk çocuğuna da izlet. Böylece dışa bağımlı ekonomi ve dışa bağımlı kutsallık versiyonu sürümünü de bedavaya indir cebine. Artık kaçıncı varyant ise bu alim ve zalim bileşke her şeyi olduğu gibi inançları da, inançlıları da hoyratça hırpalıyor. Peşin değil taksitle Dinden imandan çıkma çıkarma turlarını hatırlatan reklam kuşağı gibi dönüyor ilim irfan dünyası.
Tabur tabur insanlara tabldot iftarlar, eşyanın tabiatına aykırı medcezirler, dinin özünü zedeleyen dayatma zorlama alışkanlıklar, lokma lokma bağışlanmanın esrik dağınıklığını depoluyor meydanlara hizmet içi himmet.
Or mevkilerde orucu sadece aç kalmak olmadığını bilen ve gören gövdelere kadar yayılıyor şerbet. Sanki meleklerin duası lazım birilerine köşe kapmaca oynuyor kelli felli mevkii tutmuşlar, üç beş kelime daha fazla etmek için. Hiç kimse oralı buralı, öteki beriki değil, gelsin tabldot iftarlar, gitsin oruçlar. Yutulanın kimlere ait olduğunu düşünmeden çoluk çocuk, konu komşu, akraba talukat açılsın bölge bölge, lokmada gölge iftarlar.
Çukur içine düşülen çukura aldırmadan Ramazanı haşmetin hışmına uğramaktan korkmadan fosilsi yöntemlerle bir ‘eğlence ayına’ çevirenler kara çölde buzullarla yarıştıklarından bir haberler. Oruç sonrasını sahura bağlayarak safiyane inananlardan bir “eğlence toplumu” oluşturma gayretliliği can damarını resmen çatlatmaktır bu neslin ve dinin. Gün olur nur söner zuhal kararır, mahirane tarifler ve halisane fetvalar da işe yaramaz sonra.
Bodur bolluk festivali havasında bu tam tükenmişlik içinde eski ‘direklerarası’ ruhuna da el Fatiha dedirtiyor iftar şölenleri, ardı arkası faaliyetler. Melekler altın tepsilerde son nefesleri sunduklarında ateşe keser yürekler ve böbürlenmeler başlar ise bu günlere ait Allah Allah. Ama nafile, işte o zaman siyaset bacasından tüttürülen dinsel motifli duman karartır ise mahşeri havayı donar ruhlar. O görkemli zafer alaylılarıyla, adamlık taslayan zafer şaşkınlarının soluğunu kesince Hüda, nasılsa aynileşilecek tüm inananlar.
Olur ki olur; “Allah kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez” ve “Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler.”
Doldur küpü doldurabildiğince hissiyatıyla bu kurmaca düzen içinde en muteber ayda en hassas günlerde bile ötekileştirdikçe veya bizimkileştirdikçe düş sever ünlüleri veya ünsüzleri de irkiltir bu ucube manzaralar. Ve çekirdeğinden sahte kutsallık filizlenir ise arşa arşı alem ne der bakarız zamanı gelince.
Sustur sonrasında akıllarda peçe, aradaki perde de kurtaramaz zevatı. Çağ zengini hanelere de uğradığında ağıtlar, çağın renkli fotoğrafları da çıfıt çarşısında satılır üç beş paraya. Elbette böyle sür-gitmez, Sultan Süleyman’a kalmayan size mi bize mi kalır. İllallah dedirten bu adaptasyona, abesle iştigal bu dellenişe ve değerlerin en derine gömülüşüne de vakti zamanı geldiğinde bir son yazılır. Mezbeleliğin göbeğinden acayip feryatlar yükselir ise göğe bu demode öncüler, piyese son perde külliyatı ekleyenler, külyutmazlar da sarsılır ansızın.
Onur duyduklarını dillerden düşürmezler eğer emanetlere… iseler; tarih kütüğüne çivi çivi çakılırlar.
Takdir Allah’tan Ve “Onlar bir ümmetti, geldi geçti” olurlar ilahi makamda…
Tekdir veya nasihat algılayanlar için ise tek cümledir ikinci cihan “Helalin hesabı, haramın azabı vardır”…
Budur deniyorsa hala ve bundan kelli oruç aylarında meclis buysa, biz bu meclise girmeyeceğiz. Uymayacağız, saf tutmayacağız cemlerine. Dâhil olmayacağız bu fır döndü manzaralara. Ramazanı sunulan lokmalarla gerçeklerin gizlenmesi ayına çevirenlerin bal-kaymak küplerini görmezden gelmeyeceğiz. Ortak olmayacağız ulu orta günahlarına. Dinolojik dengesizliğin müsekkin gibi abartılı ve kabartılı açılımlarına yelken açmayacağız. Politik ilahi sırlara, sosyolojik enkazlara ve mecazi düşlerdeki aksakallı dedelere de asla prim tanımayacağız.
Dur duraksız takip edeceğiz lakin onları tarihe not düşmek adına…
Uğur böceği kanadında uğurlamak adına, bundan böyle israf ve taşkınlık güncellemelerine, eksik gedik dayanışma püskürtülerine nüktedan şair birikimimizi katmayacağız. Sakın ola aldanmayın biz aldanmayacağız bu göndermelere diyerek, gösteriş amaçlı ve siyasi çıkar beklentili başka keselerden hayır hasenatçıların, tabldot usulü sokak iftarcılarının, debdebeli depicilerin, bakanlı-bakmayanlı manşetik ev ziyaretçilerinin ve gelip geçici menfaatler peşinde koşanların peşinde koşturmayacağız.
Sur üflenene kadar sıkı takipteyiz. Çünkü “hakka dönüş ve yürüyüş” kaç cilt doldurur az çok biliyoruz. Öyle tenteler gölgesinde söz arası-sur içi gizli gücün sistem sınaması kuru laf kalabalığı ile olmuyor “halka-hakka hizmet”. Halka ve hakka hizmet nasıl olur biliyoruz, yapılanları da görüyoruz
Nur ile nurlanmak ise amaç mülkün zerresine tapmadan hakka yürüyüşle gerçekleşir.
Kur’an hakkı için, Yürekler yeterse şöyle oluyor halka hizmet;
“Allahım beni fakir olarak yaşat, fakir olarak ruhumu kabzet, ahrette fakirle zümresinde haşret”…
Destur diyerek, bu düstur doğrultusunda âcizane hayra ilişkin her daim söyleyeceğiz ve yazacağız bitmeyen sevdamızı. Çünkü herkes yalı boyunda deniz kabuğundan deniz dinliyor gibi sessizliği içiyor ve alkışlayarak konuşuyor yalnızca.
Hasdur çekilende topallıyoruz ve susuyoruz akilâne, vekilane ama olmuyor. Sustukça bakıyoruz bakır sahanlarda açlık çekiyor yaşlı dünya. Ve anlıyoruz ki ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranmak mümkün bu evrende, Muhammed Efendimiz de sanki birilerinin tekelinde, yani boşu boşuna nefes tüketiyoruz, beyhude kafa yoruyoruz şu memlekette.
Kambur üstüne kambur eklenen, özellikle Ramazan ayında şu özel günlerde kentin yoksulluğunu keskinleştiren ve iyice pekiştiren panayırsal, minyatür festivalvari meydan kalabalıklarını gözlemledikçe sabırla şevvalin üç gününü bekliyoruz, aklımız susayarak…
Sabır taşımız çatlayacak neredeyse fakat şevvalin ilk üç gününü beklerken el âlem, elalem, biz ‘kulluk vazifesi’ne kayıtsız kalan veya kalmayanların izini sürüyoruz ramadan ile…
Gurur duyulduğu her fırsatta dillendirilerek, son on yılda her ramazan biraz daha ‘temaşa pınarına’ akıyor akıtılıyor elbirliğiyle. Hüzne boyanmış gölgeler kenara çekilince, sinsice ilerleyen bir hastalık gibi yayılan; gösteriş için iman, şatafatlı imancılık, göstermelik dincilik modası, sınıf atlıyor, sınıf atlattırılıyor yıldan yıla. Geçici bir tiryakilik oluşuyor oluşturuluyor elbirliğiyle din adına, din ve ayette tefsirini arayan.
Ar duygusunu yitirmişlik tabanında resmen, kar hırsıyla, rey hevesiyle İslam kapitalizmi cirit oynuyor, cirit atıyor meydanlarda.
Gâvurinadıyla müneccim lafı üretmeye hiç gerek yok her şey alenen çıplak gözler önünde cereyan ediyor. Kral çıplak, çıplak kral bekliyor, kefeni elinde Azraillini…
Timur aksaklığında tüm şehirlerin en geniş ve şatafatlı meydanları, dar geniş kapatılmış caddeleri, ara ve arka sokaklar, parklar, gezi parkları, hatta okul bahçeleri bile umursamazlığın kırık çizgisinde hantal ve tıkanmış şenliklerle Tanrı’ya ulaşma biçimlerine yeni cüzler ekliyor. Uyar ise eğer, hülasa uyarına gelir ise kaş göz arasında Harmandalı harmanlanıyor.
Obur öylesine obur ki meydanlar; en kutsalın indirildiği ayda dahi haraç mezat satış reyonlarına, bayram önü hemşeri akraba bayramlaşmasına, ahkam kesme podyumlarına, yeniden din keşfetme ve keşfi öğretip yayma sahnelerine, yarım ekmek arası ucuz tavuk dönerine, bedava çay çorba, şerbet ayran sebiline, huşu içinde nargile çekme seanslarına devşirilmiş mübarek.
Kondur kondurabilirsen lafı ama komik panayırlara ve konserve alaturkalıklara dönüştürülmüş bir anda sahalar ve bir aylığına ortalık bu çılgınlığa tutsak edilmiş hayatlar, baştan ayağadur diyen yok şu tamburu nota bilmezliğe.
Otur oturabilirsen ve dayanabilirsen vizyondaki yeri göğü inleten, yerden göğe üçüncü sınıf bu filmi izle, çoluk çocuğuna da izlet. Böylece dışa bağımlı ekonomi ve dışa bağımlı kutsallık versiyonu sürümünü de bedavaya indir cebine. Artık kaçıncı varyant ise bu alim ve zalim bileşke her şeyi olduğu gibi inançları da, inançlıları da hoyratça hırpalıyor. Peşin değil taksitle Dinden imandan çıkma çıkarma turlarını hatırlatan reklam kuşağı gibi dönüyor ilim irfan dünyası.
Tabur tabur insanlara tabldot iftarlar, eşyanın tabiatına aykırı medcezirler, dinin özünü zedeleyen dayatma zorlama alışkanlıklar, lokma lokma bağışlanmanın esrik dağınıklığını depoluyor meydanlara hizmet içi himmet.
Or mevkilerde orucu sadece aç kalmak olmadığını bilen ve gören gövdelere kadar yayılıyor şerbet. Sanki meleklerin duası lazım birilerine köşe kapmaca oynuyor kelli felli mevkii tutmuşlar, üç beş kelime daha fazla etmek için. Hiç kimse oralı buralı, öteki beriki değil, gelsin tabldot iftarlar, gitsin oruçlar. Yutulanın kimlere ait olduğunu düşünmeden çoluk çocuk, konu komşu, akraba talukat açılsın bölge bölge, lokmada gölge iftarlar.
Çukur içine düşülen çukura aldırmadan Ramazanı haşmetin hışmına uğramaktan korkmadan fosilsi yöntemlerle bir ‘eğlence ayına’ çevirenler kara çölde buzullarla yarıştıklarından bir haberler. Oruç sonrasını sahura bağlayarak safiyane inananlardan bir “eğlence toplumu” oluşturma gayretliliği can damarını resmen çatlatmaktır bu neslin ve dinin. Gün olur nur söner zuhal kararır, mahirane tarifler ve halisane fetvalar da işe yaramaz sonra.
Bodur bolluk festivali havasında bu tam tükenmişlik içinde eski ‘direklerarası’ ruhuna da el Fatiha dedirtiyor iftar şölenleri, ardı arkası faaliyetler. Melekler altın tepsilerde son nefesleri sunduklarında ateşe keser yürekler ve böbürlenmeler başlar ise bu günlere ait Allah Allah. Ama nafile, işte o zaman siyaset bacasından tüttürülen dinsel motifli duman karartır ise mahşeri havayı donar ruhlar. O görkemli zafer alaylılarıyla, adamlık taslayan zafer şaşkınlarının soluğunu kesince Hüda, nasılsa aynileşilecek tüm inananlar.
Olur ki olur; “Allah kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez” ve “Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler.”
Doldur küpü doldurabildiğince hissiyatıyla bu kurmaca düzen içinde en muteber ayda en hassas günlerde bile ötekileştirdikçe veya bizimkileştirdikçe düş sever ünlüleri veya ünsüzleri de irkiltir bu ucube manzaralar. Ve çekirdeğinden sahte kutsallık filizlenir ise arşa arşı alem ne der bakarız zamanı gelince.
Sustur sonrasında akıllarda peçe, aradaki perde de kurtaramaz zevatı. Çağ zengini hanelere de uğradığında ağıtlar, çağın renkli fotoğrafları da çıfıt çarşısında satılır üç beş paraya. Elbette böyle sür-gitmez, Sultan Süleyman’a kalmayan size mi bize mi kalır. İllallah dedirten bu adaptasyona, abesle iştigal bu dellenişe ve değerlerin en derine gömülüşüne de vakti zamanı geldiğinde bir son yazılır. Mezbeleliğin göbeğinden acayip feryatlar yükselir ise göğe bu demode öncüler, piyese son perde külliyatı ekleyenler, külyutmazlar da sarsılır ansızın.
Onur duyduklarını dillerden düşürmezler eğer emanetlere… iseler; tarih kütüğüne çivi çivi çakılırlar.
Takdir Allah’tan Ve “Onlar bir ümmetti, geldi geçti” olurlar ilahi makamda…
Tekdir veya nasihat algılayanlar için ise tek cümledir ikinci cihan “Helalin hesabı, haramın azabı vardır”…
Budur deniyorsa hala ve bundan kelli oruç aylarında meclis buysa, biz bu meclise girmeyeceğiz. Uymayacağız, saf tutmayacağız cemlerine. Dâhil olmayacağız bu fır döndü manzaralara. Ramazanı sunulan lokmalarla gerçeklerin gizlenmesi ayına çevirenlerin bal-kaymak küplerini görmezden gelmeyeceğiz. Ortak olmayacağız ulu orta günahlarına. Dinolojik dengesizliğin müsekkin gibi abartılı ve kabartılı açılımlarına yelken açmayacağız. Politik ilahi sırlara, sosyolojik enkazlara ve mecazi düşlerdeki aksakallı dedelere de asla prim tanımayacağız.
Dur duraksız takip edeceğiz lakin onları tarihe not düşmek adına…
Uğur böceği kanadında uğurlamak adına, bundan böyle israf ve taşkınlık güncellemelerine, eksik gedik dayanışma püskürtülerine nüktedan şair birikimimizi katmayacağız. Sakın ola aldanmayın biz aldanmayacağız bu göndermelere diyerek, gösteriş amaçlı ve siyasi çıkar beklentili başka keselerden hayır hasenatçıların, tabldot usulü sokak iftarcılarının, debdebeli depicilerin, bakanlı-bakmayanlı manşetik ev ziyaretçilerinin ve gelip geçici menfaatler peşinde koşanların peşinde koşturmayacağız.
Sur üflenene kadar sıkı takipteyiz. Çünkü “hakka dönüş ve yürüyüş” kaç cilt doldurur az çok biliyoruz. Öyle tenteler gölgesinde söz arası-sur içi gizli gücün sistem sınaması kuru laf kalabalığı ile olmuyor “halka-hakka hizmet”. Halka ve hakka hizmet nasıl olur biliyoruz, yapılanları da görüyoruz
Nur ile nurlanmak ise amaç mülkün zerresine tapmadan hakka yürüyüşle gerçekleşir.
Kur’an hakkı için, Yürekler yeterse şöyle oluyor halka hizmet;
“Allahım beni fakir olarak yaşat, fakir olarak ruhumu kabzet, ahrette fakirle zümresinde haşret”…
13 Temmuz 2013 Cumartesi
HER RAMAZAN BAŞKA BİR HİKÂYE, 'RAMAZAN, VİCDAN, KUZEY AFRİKAN'...
HER RAMAZAN BAŞKA BİR HİKÂYE, 'RAMAZAN, VİCDAN, KUZEY AFRİKAN'...
Her Ramazan başka bir hikâye ama din ve duygu sömürüsü, vicdanları zorlayan ılımlı İslam bilinçliliği hep ayni… Arap baharı Bir ipek böceği masalı gibiydi başında. Bir yıl sonra bu Ramazana denk düşen günlerde Afrika boynuzunda ilk çatlamalar başlayınca, İslam coğrafyasında insanlar mısır püskülü gibi, çığ gibi aktı meydanlara, kaçan çağı yakalamak için. Ve şu garip Memleketi adım adım Kuzey Afrika’daki özellikle Mısır’daki yaşananlar veya yaşanmazlar, kan ve gözyaşı acısı dolaştı, oruçluluk vasıtasıyla. İktidar destekli Telin ve kınama hedefleri kısa zamanda bir bir tutturuldu. Genel ve yerel İktidarlar kendi yanlışına kör, ele aleme yardım ve destek yürüyüşleri, konvoyları ve mitingleri peşine düştüler. Ilımlı İslam dalgasını olumlu sevk ve idare edince artı puan toplayıp, oy depolamak ve iktidarda kalmak için. Öyle olunca da halk bu kutsal uğraşı günlerinde gezi de yeryüzü sofralarında eksiksiz birleşti. Övünülesi ve övülesi bir dayanışma gayreti tepe yaptı ülkede. Alternatifi de Mısır bahanesiyle Kent ortası Ramazan panayırlarına yayılıverdi. İbre yine çok akıllıca alışkın olduğumuz göstergelere döndürüldü, kaydırıldı. Geçişken, geçirgen ve bukalemun karakterlerin eline hem de Ramazan içinde bu fırsat geçince olay bir anda siyasi hesaplara ve siyasi ranta kaydırıldı komşudaki can pazarı. Destek işi şova dönüştürüldü. Oysa her iki tarafa da değişik cenahlardan verilen bütün destekler aslında ABD paşanın işine geliyor. Peygamberleştirmeden, tanrılaştırmadan hiçbir işi yapamayan bu toplumu yönetenler ve topluma yön verenler, Kuzey Afrika’daki bu asrın siyasal İslami trajedisini bile şu mübarek ramazan günlerinde istikbale dönük malzeme ediyorlar velhasıl. Ve hala tıknefes-emperyal dünyadan bir kıpırtı yok. Çünkü İst’leri, izm’leri çökmüş, ekonomisi iflas etmiş, beyinleri zift tutmuş kurum bağlamış egemen dünya da çıkışını Kuzey Afrika’nın yer altı zenginliklerine bağlamış. Onlar da sipere yatmış İşlerin daha da kızışmasını bekliyorlar. Her Ramazan başka bir hikâye ama din ve duygu sömürüsü, vicdanları zorlayan ılımlı İslam bilinçliliği hep ayni… Anlamak ise zor şu fakir ülkeyi; Ramazan ayı ganimet ayıdır belleyip, rotayı şaşırtanların, değiştirenlerin “ Helal kazanmak başlı başına ibadettir. “ sözüne kulak kesildiklerine hiç tanıklık edemeden, çoluklu çocuklu iftar sonrası kasaba panayırı havasındaki eğlenceliklere savruluyorlar. Eğer, “ Herkesin bir kıblesi vardır. Siz hayır işlerinde yarışın “ direktifi uluorta her gün duygu sömürüsü yapıp, o sömürüyü siyasal ranta çevirmekten çekinmeyenlerin tuzağına düşüyor ise memleket günahtır. Görsel Müslümanlık gerçek Müslümanlık değildir herhalde. Yardım ise destek ise ana amaç, bu işin gizlisi eftal alenisi ayıp değil midir? Pınarın başını tutmuş da bırakmayanlar, aktıkça küpünü dolduracaksın musluğunun önündekiler elbette damlaya, kırıntıya muhtaca bu ramazanda da yağdıracak şelale gibi. Yağdır yağdırmasına da, yağmalamadan yağmalattırmadan, Allah rızası için yapacaksan ne ala. Ama içi boş söylemlerin arasına destek, telin, yardım, fon, oruç, din, iman, ramazan, Kuzey Afrikan, Mısır, Meydan ve ölümleri kattın mı işin seyri değişir. Alkışlar gırla, sloganlar tek perde gider ama kazanırken kaybetmek işte budur. sol elin verdiğini sağ el görmeyeceği günlerde büyük sermayenin emrine girmek de işte böyle olur. Böyle olursa İçtenlikli devam eden gerçek islamın imajı zedelenir ve çok özellikler gözden kaçırılır. Ülke din iman mezhep üçgeninde eksik gedik içinde kaçıran kaçırana olur sonuçta. Bütün lafı gayretimiz, İleride doğacak büyük yanlışlardan ve günahlardan arınmak içindir, iyi niyetliliğimizdendir yani. “Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma, sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker durursun” ilahi uyarısı, ayrıca siyasal dokunulmazlığın ilahi bir adalet gereği olmadığını da vurguluyor. Her Ramazan başka bir hikâye ama din ve duygu sömürüsü, vicdanları zorlayan ılımlı İslam bilinçliliği hep ayni… Asıl niyet kınamak, eleştirmek ise, bizim de tüm olanları kınama hakkımız en baştan mahfuz, birden karar verilmişlikle gösterileri ramazan içine çekmek siyasaldır alenen. Siyasal değil diyenler çıkabilir ama bu meydansal destek durumları kınanma boyutuna doğru ilerler ise ne olacak. Geziden aklı evvel birileri çıkar da “İçimizdeki Kuzey Afrikalıların” durumu ne olacak diye anımsatırsa hiç kimsenin alınma lüksü de kalmaz o zaman. Öyle güllük gülistanlık da yaşamıyoruz hiçbirimiz. Yinede kendi çıkmazlarına-açmazlarına rağmen bu toplum, bu halk, bu ülke üstüne düşeni her zaman yaptığı gibi her konuda da yapıyor. Çünkü bu halkın kitabında;“Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz”yazıyor. Her meseleyi hakkınca değerlendirmenin ve irdelemenin yolu bu tek cümleden geçer aslında. Hiç kimse Anadolu’nun bağrından çağlayıp gelen ramazan ayındaki bu yardımlaşma, dayanışma arzusunu, kendiliğinden gerçekleşen bu şahlanışı, halkla kucaklaşmak yerine veri-tabanlarına sahip çıkmak amaçlı beye-paşaya, şıha-şaha, Kuzey Afrikanda ve dünden hevesli ülkelerdeki ılımlı islamik yönetimlerin iflasına destek mitinglerine bağlamaya kalkışmasın, ayıp eder ve günah işler. Kişisel çıkarlarını önde görüp toplum çıkarlarının önünde tutanların homurdanmasına, gocurdanmasına da hiç gerek yok. Bir taraflı yargılama ile bertaraf hakları da yok. Gören gözler, okuyan diller gerçekleri biliyor ve her fırsatta aktaracak. Çünkü o yazıcıların duvarında “Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde o ülkenin varlıklı ve şımarık kişilerini çoğaltırız. Bu suretle onlar kötülük işlerler, böylece o ülke helaka müstehak olur”kutsal ikazı asılı duruyor. Bir ipek böceği masalına dönüştürülerek Arap baharı ve ileri demokrasi kisvesinde sunumu yapılan, egemen sermaye destekli ılımlı İslamın yönetim zaafına arşın arşın yükselen bir ulusal şahlanışı görmezden gelmek ise başka bir yazı konusu. Konuyu bilindik, tanış, aşina olunmuş böbürlenme, büyüklenme ve kibirlenme beyitleriyle manzumlaştırarak, yeni mazlumlar yaratıp oy pınarından kana kana yudumlamaktan başka bir şey de değil aslında. El atıyla cirit atma, oyun kazanma eskiden olsa kafadan ayıplanırdı, yiğide yaraşmaz denirdi. Şimdi yiğitlikten sayılıyor ne yazık ki. Bu yüzden biz indirdik duvardaki yaldız-yıldız kaplıyı, okuma gözlüğümüzün yanına başucumuza koyduk ve okuduk sonra, Ramazan hatırına; “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar Kurtuluşa erenlerdir”… |
11 Temmuz 2013 Perşembe
“YA ŞEHRİ RAMAZAN-I KAPİTALİZM” HOŞ GELDİN…
“YA ŞEHRİ RAMAZAN-I KAPİTALİZM” HOŞ GELDİN…
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen ağırlık ve azametinle ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin“…
Ya Şehri Ramazan hoş geldin. On bir ayın sultanı yazın kavurucu olacağı varsayılan sıcağına denk düştü bu yıl da. Tam 18 saate yaklaşan bir oruçluluk söz konusu. Tutanlara da tutamayanlara da Allah kolaylık versin.
Ramazan öncesi doların zirve, ekonominin dip yapması etkili olacak bu kutsal ayda. Her Ramazan olduğu gibi et ve bakliyata ek olarak sebze fiyatları da fiyat artışları ile ikiye katlanır gider. Bu “ Ramazan fırsatçılığına “ sebze ve meyve fiyatlarındaki yüzde yüzlük artış da eklendiğinde niyetliyim, çok iyi niyetliyim demekle de olmaz. Üstelik ramazan fırsatçılığına birde "siyaset fırsatçılığı" eklendiğinde tüm iyi niyetlilik bertaraf olur, akıl küpü de çatlar...
“ İnsanlardan öyleleri vardır ki dünya hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana samimi olduğuna Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o hasımların en yamanıdır. “
Zaten Ramazan ayı son on yılda iyice bir tüketim çılgınlığına yönlendirildi ve yönetildi. Mübarekti, kutsaldı derken uluslararası markaların cirosu bu ayda tavan yapıyor. Yerel birçok ürünümüz çok uluslu sermayenin kasalarını şişiriyor. Kapitalizm Hıristiyan dünyasında can çekişirken İslam dünyasında bir aylığına da olsa bayram yapıyor. İşte yenilenen Ramazanın yeni yüzü ve misyonu bu…
İslam ve siyasi İslam resmen sınıf atladı ülkede. Ama Müslümanlığın doğasında olan dayanışma, paylaşma, yardımlaşma gibi kavramların içi boşaltılıyor. Yardım poşetleri ve iftar kutularıyla ölçülüyor artık din, iman ve insanlık.
“ Yetimin malına yaklaşmayın. Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar onun malına en güzel biçimde yaklaşabilir onu uygun tarzda sarf edebilirsiniz. Ölçüyü ve tartıyı tam adaletle dengeli yapın. Biz kişiye gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmeyiz. Söz söylediğiniz zamanda akrabalarınız da olsa adaletli ve Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size iyice düşünesiniz diye bunları emretti. “
Bir bardaklık hayırane ve masumane iftar açma meşrubatı ve sandviçinden iftar çadırlarına, çadırlardan sokak iftarlarına, mahalle iftarlarına, ramazan paketlerinden dijital yardım kartlarına, karagöz-hacivattan panayır şölenlerine evrimleşen “Mübarek Ramazan” emperyalizme tutsak olmuş kimsenin umurunda değil.
İslam sosyetesi de beş yıldızlı otel teraslarında, camlı-pırlantalı-ipekli, köşkler ve Osmani saraylarda verilen iftarlarla son yıllarda toplumun aynası oldu mahalle baskısına. Bir çırpıda cismani büyüklük yaratıldı tek hücreli amipten. On bir ayın sultanı da yazık ki süreç içinde halka ulaştıralım derken halktan koptu. Deyim yerindeyse, kapitalist oldu vahşice.
“ Fakat Allah’ a verdikleri sözü ve yeminleri az bir paraya satanlar var ya işte onların ahrette bir payı yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak. Onlara bakmayacak. Ve onları yüceltmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır. “
İstanbul’un her ilçesi, her belediyesi kapitalizmin bu paslı çarkına ramazan bahanesiyle iftar ve sahur masaları kurup, o sofralara mahkûm garip gurabalaştırılan insanları kurban etmeye devam ediyorlar. Üstüne yerel dernekleri kullanarak uydurma yöresel eğlencelikler tertipleyip, siyaset soslu gecelerde sahura kadar rol çalıyor siyasete bulaşmış, bulaştırılmış din-ayet .
“ Fakat Allah’ a verdikleri sözü ve yeminleri az bir paraya satanlar var ya işte onların ahirette bir payı yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak. Onlara bakmayacak. Ve onları yüceltmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır. “
“ Vicdan ile cüzdanı arasında sıkıştırılmış “gariban Müslüman kesim, nesli tükenmiş çeşmelerden şerbet akıyor, çorba akıyor, para akıyor akıttırılıyor diye sevinmeye zorlandıkça tabansızlaşıyor. Ve asıl parsayı toplayanlar ise en yakınlarını mezhepsizleştiriyor.
“ Yetimlere mallarını verin. Temizi pis olanla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak kendi malınızmış gibi yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır. “
Kilometrelerce iftar masaları kurulup, kuş sütü eksik masalarda iftar açılışlarına çocuklar da malzeme edilince olmuyor, yakışmıyor. Çocuklar için Karagöz- Hacivat perdesi kurulmuş, kuklalar gösteri yapıyor ya ne güzel. Antika musluklardan kızılcık şerbeti akıyor ve içiliyor ya dünya güllük gülistanlık. Hoş geldin ya şehri ramazanı kapitalizm…
“ Zulüm ile öksüzlerin mallarını yiyenler karınlarına sadece ateş koymaktadırlar. Ve çılgın bir ateşe gireceklerdir. “
Niyetliyim, çok iyi niyetliyim demek boş verdik ey efendiler anlamı da içermez. Meydanların, caddelerin ve sokakların göbeğinde insanlara oruç açtırarak kusursuz hizmet verildiğini ve yapıldığını söyleyenlerin hesabı da kesilir bir gün. Er insaf İslam’ın Sokak tiyatrosuna, ucuz reklamlara ihtiyacı mı var. “ Mahşerde kör olanların gözleri “ dünyada bir açılmış ki pir açılmış.
“ Kendilerinden geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde onların durumundan endişe edecek olanlar öksüzlerin hakkına dokunmaktan çekinsinler. Allah’tan korksunlar ve doğru söz söylesinler. “
Bu israfi gidişatı hayırlara yormak gerek. Sonları hayırlı olur inşallah. Alo yapın iftarlığınız bizden, sahura kalkamıyorsanız biz uyandıralım hatları ile yapılan belediyeciliğe üstün hizmet madalyası olarak oy veriliyor ise bu dünyanın çivisi kopmuş demektir.
Ramazan Allah kelamıyla;
“ Ramazan ayı insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır.” İse gerçekten;
On bir ayın sultanını diğer on bir aydaki çıkarları için kullanmayı göze alan o cahil cühelaya yüce kitapta bir ayet var:
“ Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde o ülkenin varlıklı ve şımarmış kişilerini çoğaltırız. Bu suretle onlar kötülük işlerler. O ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış ele başılarına iyilikleri emrederiz. Buna rağmen onlar kötülük işlerler. Böylece o ülke helaka müstehak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz. “diyor.
Son yıllarda Ramazan ayında bunca israfın yapılmasını dine hizmet olarak uygulayanlara ve bu imansızlığı hoş karşılayanlara;
“ Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver gereksiz yere de saçıp savurma /zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. “diye uyarıyor Kur’an-ı Kerim. ,
Ama iş çığırından çıkmış bir kere, çağın çığırtkanlığını yapanlar belki memnun ama Kutsal Kitapta onlara da bazı ayetler var;
“ Her ümmetin bir süresi vardır. Süreleri gelince onlar ne bir an geri kalırlar ne de öne geçerler. Tam vaktinde batıp giderler.”…
“İnsanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran” Hazreti Peygamber’in tüm bu şatafatı ve israfı görmediğini sananlara ise; Ey Şehri Ramazan-I Kapitalizm Hoş Geldin demek de bir garip bencileyin düşer.
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen ağırlık ve azametinle ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin“…
Ya Şehri Ramazan hoş geldin. On bir ayın sultanı yazın kavurucu olacağı varsayılan sıcağına denk düştü bu yıl da. Tam 18 saate yaklaşan bir oruçluluk söz konusu. Tutanlara da tutamayanlara da Allah kolaylık versin.
Ramazan öncesi doların zirve, ekonominin dip yapması etkili olacak bu kutsal ayda. Her Ramazan olduğu gibi et ve bakliyata ek olarak sebze fiyatları da fiyat artışları ile ikiye katlanır gider. Bu “ Ramazan fırsatçılığına “ sebze ve meyve fiyatlarındaki yüzde yüzlük artış da eklendiğinde niyetliyim, çok iyi niyetliyim demekle de olmaz. Üstelik ramazan fırsatçılığına birde "siyaset fırsatçılığı" eklendiğinde tüm iyi niyetlilik bertaraf olur, akıl küpü de çatlar...
“ İnsanlardan öyleleri vardır ki dünya hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana samimi olduğuna Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o hasımların en yamanıdır. “
Zaten Ramazan ayı son on yılda iyice bir tüketim çılgınlığına yönlendirildi ve yönetildi. Mübarekti, kutsaldı derken uluslararası markaların cirosu bu ayda tavan yapıyor. Yerel birçok ürünümüz çok uluslu sermayenin kasalarını şişiriyor. Kapitalizm Hıristiyan dünyasında can çekişirken İslam dünyasında bir aylığına da olsa bayram yapıyor. İşte yenilenen Ramazanın yeni yüzü ve misyonu bu…
İslam ve siyasi İslam resmen sınıf atladı ülkede. Ama Müslümanlığın doğasında olan dayanışma, paylaşma, yardımlaşma gibi kavramların içi boşaltılıyor. Yardım poşetleri ve iftar kutularıyla ölçülüyor artık din, iman ve insanlık.
“ Yetimin malına yaklaşmayın. Yalnız erginlik çağına erişinceye kadar onun malına en güzel biçimde yaklaşabilir onu uygun tarzda sarf edebilirsiniz. Ölçüyü ve tartıyı tam adaletle dengeli yapın. Biz kişiye gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmeyiz. Söz söylediğiniz zamanda akrabalarınız da olsa adaletli ve Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size iyice düşünesiniz diye bunları emretti. “
Bir bardaklık hayırane ve masumane iftar açma meşrubatı ve sandviçinden iftar çadırlarına, çadırlardan sokak iftarlarına, mahalle iftarlarına, ramazan paketlerinden dijital yardım kartlarına, karagöz-hacivattan panayır şölenlerine evrimleşen “Mübarek Ramazan” emperyalizme tutsak olmuş kimsenin umurunda değil.
İslam sosyetesi de beş yıldızlı otel teraslarında, camlı-pırlantalı-ipekli, köşkler ve Osmani saraylarda verilen iftarlarla son yıllarda toplumun aynası oldu mahalle baskısına. Bir çırpıda cismani büyüklük yaratıldı tek hücreli amipten. On bir ayın sultanı da yazık ki süreç içinde halka ulaştıralım derken halktan koptu. Deyim yerindeyse, kapitalist oldu vahşice.
“ Fakat Allah’ a verdikleri sözü ve yeminleri az bir paraya satanlar var ya işte onların ahrette bir payı yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak. Onlara bakmayacak. Ve onları yüceltmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır. “
İstanbul’un her ilçesi, her belediyesi kapitalizmin bu paslı çarkına ramazan bahanesiyle iftar ve sahur masaları kurup, o sofralara mahkûm garip gurabalaştırılan insanları kurban etmeye devam ediyorlar. Üstüne yerel dernekleri kullanarak uydurma yöresel eğlencelikler tertipleyip, siyaset soslu gecelerde sahura kadar rol çalıyor siyasete bulaşmış, bulaştırılmış din-ayet .
“ Fakat Allah’ a verdikleri sözü ve yeminleri az bir paraya satanlar var ya işte onların ahirette bir payı yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak. Onlara bakmayacak. Ve onları yüceltmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır. “
“ Vicdan ile cüzdanı arasında sıkıştırılmış “gariban Müslüman kesim, nesli tükenmiş çeşmelerden şerbet akıyor, çorba akıyor, para akıyor akıttırılıyor diye sevinmeye zorlandıkça tabansızlaşıyor. Ve asıl parsayı toplayanlar ise en yakınlarını mezhepsizleştiriyor.
“ Yetimlere mallarını verin. Temizi pis olanla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak kendi malınızmış gibi yemeyin. Çünkü bu büyük bir günahtır. “
Kilometrelerce iftar masaları kurulup, kuş sütü eksik masalarda iftar açılışlarına çocuklar da malzeme edilince olmuyor, yakışmıyor. Çocuklar için Karagöz- Hacivat perdesi kurulmuş, kuklalar gösteri yapıyor ya ne güzel. Antika musluklardan kızılcık şerbeti akıyor ve içiliyor ya dünya güllük gülistanlık. Hoş geldin ya şehri ramazanı kapitalizm…
“ Zulüm ile öksüzlerin mallarını yiyenler karınlarına sadece ateş koymaktadırlar. Ve çılgın bir ateşe gireceklerdir. “
Niyetliyim, çok iyi niyetliyim demek boş verdik ey efendiler anlamı da içermez. Meydanların, caddelerin ve sokakların göbeğinde insanlara oruç açtırarak kusursuz hizmet verildiğini ve yapıldığını söyleyenlerin hesabı da kesilir bir gün. Er insaf İslam’ın Sokak tiyatrosuna, ucuz reklamlara ihtiyacı mı var. “ Mahşerde kör olanların gözleri “ dünyada bir açılmış ki pir açılmış.
“ Kendilerinden geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde onların durumundan endişe edecek olanlar öksüzlerin hakkına dokunmaktan çekinsinler. Allah’tan korksunlar ve doğru söz söylesinler. “
Bu israfi gidişatı hayırlara yormak gerek. Sonları hayırlı olur inşallah. Alo yapın iftarlığınız bizden, sahura kalkamıyorsanız biz uyandıralım hatları ile yapılan belediyeciliğe üstün hizmet madalyası olarak oy veriliyor ise bu dünyanın çivisi kopmuş demektir.
Ramazan Allah kelamıyla;
“ Ramazan ayı insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’an’ın indirildiği aydır.” İse gerçekten;
On bir ayın sultanını diğer on bir aydaki çıkarları için kullanmayı göze alan o cahil cühelaya yüce kitapta bir ayet var:
“ Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde o ülkenin varlıklı ve şımarmış kişilerini çoğaltırız. Bu suretle onlar kötülük işlerler. O ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış ele başılarına iyilikleri emrederiz. Buna rağmen onlar kötülük işlerler. Böylece o ülke helaka müstehak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz. “diyor.
Son yıllarda Ramazan ayında bunca israfın yapılmasını dine hizmet olarak uygulayanlara ve bu imansızlığı hoş karşılayanlara;
“ Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver gereksiz yere de saçıp savurma /zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. “diye uyarıyor Kur’an-ı Kerim. ,
Ama iş çığırından çıkmış bir kere, çağın çığırtkanlığını yapanlar belki memnun ama Kutsal Kitapta onlara da bazı ayetler var;
“ Her ümmetin bir süresi vardır. Süreleri gelince onlar ne bir an geri kalırlar ne de öne geçerler. Tam vaktinde batıp giderler.”…
“İnsanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran” Hazreti Peygamber’in tüm bu şatafatı ve israfı görmediğini sananlara ise; Ey Şehri Ramazan-I Kapitalizm Hoş Geldin demek de bir garip bencileyin düşer.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)