JURNALATÖR
Tarihe damgasını vurmuş öyle kara kızıl dönemler vardır ki, bir daha hiç gelmez denildikçe öyle bir gelir ki; işte o dönem bu dönem. Sanki geldi. Dönem jurnalistlere gün gece doğuran bir dönem. Son dönemeç. Veya gönence kan kusturan bir dönence. Geldi kapıda…
Test edilen odur ki jurnal ile işlemiştir, işler sözde en ihtişamlı işleyen imparatoryal düzenekler. Mitolojide yaşanmışlıklar bir kenara bostancıbaşı tahta karşı çıkanlardan yığınla kelle aldığı günden beri böyle işler böyle gelişir her faşizan mekanizma. Kaç şehir varsa aynı şehirde, ayak işlerinden en tepeye jurnal ile oluşur yönetsel piramit. Hit ve mit diyarında böyle yürür saltanat. Üstelik it ürür kervan yürür denir, jurnalciler ise daima mükâfatlandırılır.
Saltanat kayığına binen veya bindirilen jurnalistlerin ilk yapacağı iştir jurnal. Listelenenlerden jur bulamayanlar nal toplarlar. Bu insafsız ve kuralsız ihbar ve istihbarat düzeneği imbikten suç süzerekten işletilir. Varsa yoksa jurnalistler ve jurnalcilik baş tacı edilir. Epey acayip ve çok zayıf bir irade ile ilerisini gerisini hiç düşünmeden adam geçmenin ve rahat geçinmenin tek versiyonluk ürünüdür bu format. Kafana taktığını takip et ve izle, hayat tarzına ilaveten insanı insan eden, insanlığı var eden değerleri temel değerleri bir kenara at, göz önündekileri kolllukçulara pazarla ameleliğidir fondiplenen. İş adına millileşen.
İşlenen ezelinde ebedinde edinilen milli pozisyonu korumak veya değişen ortama uygun yeni milli pozisyon almak için bir kereden ne olmuş babında önüne çıkanı ihbar et, gambazla, keyfet aymazlığıdır aslında. Mesele budur. İş de budur.
Jurnal resmen resmi dik duruş zaafıdır. Resmiyete dik duruşun cezalandırılmasına alenen kılıf bulma marifetidir. Jurnal affedilemez cinsten, cinsine cibilliyetsizlik katılmışlığın dik alasıdır. Ortak bağların çözülmesi, yüksek bağlantılı göze adam kestirme aralığıdır. Jurnalcilik düş göremezlerin arada bir gördüğü düşleri bile doğru dürüst aktaramayanların en ucube düşler uydurduğu bir kısır döngüdür.
Ve ne kötü karakterler yaratır bu kara kızıl dünya düzeni. Ne despotikler. Despotizmden ne demokrasiler doğar. Demokrasiden doğma ne diktatörler vardır. Ve Diktatöryadan ne sosyal demokrasiler çıkar. Sonra yine yeni tiranlar. Yasal döngü budur…
İşte her kaos döneminde olduğu gibi milletin ve memleketin üstüne çullanan, çürük çarık adamlara bulaşan, bulaştırılan son moda iş budur; jurnalcilik, jurnalistlik…
Program şudur; Saf milleti safsatalar ve doldurmalar ile birbiri peşine salma, yine yeni yanılma ve yanıltmak perspektifinde lafta cihat. Kraldan çok kralcı, diktatörden fazla diktacı, sultandan daha sultacı jurnalatörler peydahlamak ve jurnalciler arenasında kapışmalar programlamak.
Yani uygulamaya koyulan program özünde tarihteki kökü, organizasyonu ve şartı belli şarki hizmetçiliktir. Bu beşeri döngü tuhaf bir iştir. İnsanlık belgesinde nice delikler ve gedikler açsa da her sıkışıklıkta kullanılır. Toplumcu söylemle bir alacakaranlık kuşağıdır, cadı avıdır yaşanan. Yaşatılan. Dedi kodu panayırında palavraların topuna tekme savurmak. İşte gün o gündür.
Yani sıkı rejim dayatması ve demokrasi kısıtlaması açmazında gölge takibi, belge harici gölge oyunu, muhakemesi suni ve yalan yanlış aldatmaca düzeneği. Düzen karşıtlarını jurnal. Mesleki jurnalistlik.
Tarihin izleri iyi takip edildiğinde, monarşik düzenin labirentinde, oligarşik sistemin çıkmaz sokağında veya çakma demokrasi girdabında buna ve bunlara devamlı rastlanır. Denge bir kez şaşınca, duygu ve inançlar objeleşince alanı da satanı da çok bulunur. Hezeyan halinde jurnalatörler ortaya çıkarlar ve dünya tarihinin en eski ve en uzun ömürlü mesleğini icra ederler.
Aslında on yıllar sonra yollar tarihin o kara kızıl dönemlerine açılmış, hissedeni az. Pek yakında…
30 Ocak 2018 Salı
28 Ocak 2018 Pazar
SAVAŞLARA İÇ DIŞ GEBELİK
SAVAŞLARA
İÇ DIŞ GEBELİK
İç veya dış gebeliklerle girilen tüm paylaşım
savaşlarında çanların kimler için çaldığı, salaların kimlere okunduğu hiç fark
etmez. Aksi seda, akla veda, canlar feda ile girilir tüm savaşlara. Her savaş böyle,
bu savaşta da aynen öyle…
Resmen sınırsız savaşların ve kirli çatışmaların
kıyısında eski dünya. Tarih arenasında cılız bahaneleri ve zayıf hikâyeleri
olan nice savaşlar yapmış insanlık. Ve daha nicesine de içten dışa gebe. Sudan
sebep taraf edilenler acımasızca çullanıyorlar birbirinin üzerine. Safça
savaşacaklar artık. Sanki başka çare yokmuşçasına birbirlerine girişecekler. Böyle
işliyor orman kanunu. Savaş tanrıları böyle emrediyor belki de.
Yani boşa telef olunduğu kimsenin umurunda değil. Ortama
büyük bir aldatmaca, ayartmaca, apartmaca egemen. Abartmaya meyilli egemen
sermayenin oyunu sahneleniyor. Kimse anlamıyormuş gibi davranıyor, anlamazdan
geliyor. Zaten savaşlar istatistiğe dönüştürülen bir formata çekilince daha çok
acılar çekilir. Savaşmak daha bir vazgeçilmezleşir. Savaşı kader görmeler
artar. Paralı gurka savaşanı karizmatik gösteren bir dünya birikimi peydahlanır.
Bu varsılların işine gelir. İştahla savaş çarkı işletilir. Şimdilik durum bu.
Bu kanlı çarka tutulanlara göre borca harca savaşta ölmek
kimsenin derdinde değil. Çünkü ölmek dilli dinli ellerde bir güzel değersizleştiriliyor.
Veya tüm kayıplar şehit statüsünde mertebelendiriliyor. Savaş öl eşittir
cennet. Canı gönülden barış istemek bir yana, sadece barış demek bile baştan
sona vatan hainliği…
Peki, hangi vatan toprakları, nereler yekpare satıhtan
sayılmış düşünen bilen yok. Varsa yoksa müdahale, harekât. Dünyayı fırtınalar
ve savaşlar, harpler ve kasırgalar tuzağına çeken kapitale endeksli ağır aksak yaşamlar
primlendiriliyor. Pırasa gibi dökülmeyi bitirecek olan ise bellidir ama bitik
farz ediliyor. Sonuçta bu ehliyeti olmayanların elinde oyuncak edilen koca
dünyada, tüm eziyeti yine analar ve çocuklar çekecek, yeni mazlumlar üreyecek
görmezden geliniyor.
Bu körlükle koca dünyanın en eski coğrafyasında savaşlar
hiç bitmeyecek besbelli. Ayan beyan bellidir. Böyle de belletilir. Kızışma günleri
geldikçe, oyunlar oyuncular değiştikçe sıra dışı görülen savaşlar yağmur
ormanlarını da kuşatır. Çölleri de. Kurşunlar, mermiler, bombalar, gazlar yağmur
gibi dökülür bereketli topraklara. İnsanlık kuşatılır, medeniyetler çöker.
Savaş kutsanır, savaşanlar kutsallaştırılır. Oysa yiten akla çare, savaşlara
vedadır, barış.
Aslında kulağa çalınan salalar, peşi sıra salları
kovalamak, salavat getirmektir sadece. Hası ise barış müziği dinlemektir.
Barışa selam sermayenin serbest dolaşımına da engeldir, yenidünya sistemine de.
Savaşa dikleniş, büyük sermayeye bir karşı duruştur. Ve ilahi emre itaat, retçi
yörüngeye oturuştur. Şımartılan savaşçı tavır ise aslında yıkılışın, çöküşün
dışa vurumudur. Ayyuka çıkarılan her ne olursa olsun öldürmek üzerine basit bir
kapitalist kurgudur.
Bu kapitalist kurgulu emperyal bataklıkta, belli insanlar
adı ve namına insanlar öldürmeyeceğim demek veya maddi çıkar odaklı insanlar
öldürülmemeli demek nedensiz suç ve günahtan sayılıyor. Ayrıca aynı dağın
eteğinde biri diğerine zıt, alabildiğine karşıt gösterilen ayni yaşam tarzı
düşmanlaştırılıyor. Aslında savaşa, savaşmaya gerekçe bu coğrafya da hepten boş,
muamma. Gerekçe denilen, neden gösterilen kısaca resmi körleşme. Çıkarlara
dayalı keskinleştirme. Emperyalist kültür dayatması, kültür emperyalizmi.
Kültür denilen de çoğu kere aynıdır, benzeştir, eştir, beleştir.
Ayrıca öyle karakteristik özneler vardır ki ancak savaşla, savaştırma ile var
olur. Barışta ise yok olurlar. Zaten savaşlar on yıllardır sınırlar ve sınıflar
üzerine olma vasfını da kaybettiğinden her fırsatta bu özneler devreye sokulur.
Güdülenir ve güdümlenir. Bu yüzden savaşmalar hiç bitmez, bitmeyecektir de.
Çünkü varsa yoksa varsılın daha da varsıl olması, köşe
dönenlerin kaçan rahatıdır düşünülen. Ben merkezli emperyal açılımlardır
kıyasıya kıymetlendirilen. Kıyametlere sürüklenmek ise indirilenler üzerine kısmetlendirmedir.
Yani yenide savaşlar da kılık değiştirmiştir. Kılıksız, kimliksiz, klipsel
statüde vahşi bir kalkışmadır senaryolandırılan. Senaryoya özgü çok aramadan
kapıda bulunan piyonları hazır, figüranları nazır bir dramdır, bu kadim
coğrafyayı daima illete bulayan. Az bereketli bu topraklar hep hilelerle
donatılmış, savaşlar dönemi açılmıştır yüz yıllarca. Yaşananlar aynıyla budur.
Yani yaşlı dünyanın merkezinde yeniden aksi seda, akla
veda, canlar feda, büyük sermayeye pervane bir fedailik elektriklendirilmiştir.
Kimler çarpılacak belli. Bu uygunsuz uygulamada çanlar çalıyor, salalar
okunuyor kimsenin derdi değil. Her barışsal çıkarsama nafile farz ediliyor,
savaşlar sınırsız sabırsız sürüyor.
Savaşa gebelik, savaşlara iç veya dış gebelik hiç
değerlendirilmiyor, değerlendirilmeden hurra…
24 Ocak 2018 Çarşamba
İLKE; YURTTA SULH CİHANDA SULH…
İLKE; YURTTA SULH CİHANDA SULH…
Kuş cıvıltılarıyla başlayan sabahları, günleri ve geceleri karartacak bu derinden sarsıcı, kurmaca savaşmaların bu günden yarına iyice incelenmesi gerekir. Tarihle sabittir ileride kişisel özgeçmişlere de sırım gibi işlenecek bu misakı milli ötesi hareketlenmeler. Mutlaka o kesin hesap zamanları gelecektir…
Aslında boyutu yüzölçümü, niteliği ve niceliği bir kenara şimdiden belli başlı hususları ve bilinen güncel gerçekleri ohal kapsamında suç sayılabilir olsa da gözden geçirilmeye başlanmadı değil. Başlamak insani bir gerekliliktir. Çünkü yaşamsal değerler ve değerlemeler açısından en önemli görülenler bir çerçeveye oturtulup, fotoğrafa ayni paralelden bakmamak normaldir. Zaten hale hazıra aynen, tepegöz mantığıyla bakmadıkça özde katılımcılığın veya karşı duruşun ilk nüvelerine ulaşılır.
Her şeye her vakaya her açıdan katılım, katılma veya karşı duruş yasalarla belirlenmiştir. Kuralları kaideleri olan bir eylemliliktir bu kavramlar. Ancak eylemsellik kısıtlandıkça ve yasal zorluklar çıkarıldıkça ilkeler de ülkeler de kilitlenir. İşte memlekette savaş ve barış katılımcılığı ve karşıtlığı tam bu merkezde seyrediyor.
Son günlerde “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diyebilmek bile üstün cesaret işi. Savaş çığırtkanlığı yapmak ve afaki naralar atmak ise moda. Ve kolaycılık. Bu akla hangi sorun nasıl saptanırsa saptansın, yüzeysel ele alındığında sonuçta çözümlerde sapıtılır mı acaba sorusunu getiriyor. Veya savaş veya barış kavramlarının içini boşaltan hangi temel geçer yöntemlerdir kuşkusunu.
Bilinen odur ki hangi yaptırım uygulanırsa uygulansın savaşçılık oynamanın genelde kabul görüp görmeyeceği meçhuldür ve çıkacak sonuçların sindirilmesi de zamana bağlıdır. Savaş üzerine tezler, kurulu veya kurulacak tüm platformlardan sızan değerlendirmeler gösteriyor ki, barış şarttır. Kararan geleceğin aydınlanması adına yeterince başka çare aramadan muhtemel tavır koymak olarak savaş tek yol görüldükçe elbette yalnızlaşılır. Başta destekten çekinmeyecekler sıraya geçse de zamanla çıkarlar, çıkarların sekteye uğrayacağı ihtimali ağır basar. Hiç umulmadık anda başka ekonomik çıkarsamalar olayın rengini değiştirir. Oluşan sakat siyaset savaşın gidişatını belirler.
O yüzden kendine demokratım, yurtseverim, solcuyum diyenler söylemlerinin ve eylemliliklerinin suç sayılabileceğini, vatan hainliği görülebileceğini de göze alarak kayıtsız şartsız barış istemelidir. Bilinmeli ki savaş en olgunluğa ulaştığı zamanda bile, en eğilmez bükülmez sanılan eğilimler tersine döner, tüm zengin destekçiler fırsatını arayıp bulup barışa kayar.
Kim ne derse desin realite budur. Dünyada gelmiş geçmiş tüm savaşlarda kazanan veya savaş yollu kısa süreli ağırlığını hissettirenler zamanla haksız duruma düşmüşlerdir. Tarihe bir onur sayfası olarak yazılan ve örnek alınan ulusal kurtuluş mücadeleleri hariç. Kutsal isyanlar hariç. Onun dışında durumu içte ve dışta içinden çıkılmaz duruma getirenler, durumu düzeltmek maksatlı geleceklerine savaş yoluyla asla dinamizm kazandıramaz, güven tazeleyemezler.
Eğer ülke dibe vurmuş ise ki grafikler öyle gösteriyor, memleket insanını başarı çatısında birleştirmeden, günü kurtarmaya yönelik milli heyecanlar yaratma peşine düşmek prim kazandırmaz. Zaman kaybettirir. Aslında uzun vadeli çözümler üretilemediğinden, yapay gündem yaratma kurnazlığıyla yeni cepheler açmak; deyim yerindeyse emperyalizmin, çok uluslu sermayenin tam da istediğidir. Emperyal dünya bu durumdan faydalanarak kısa zamanda yeni kendi kuyrukçuluğunu yapacakları da masaya sürer. Ve cephe daha da genişler. Bataklık yayılır. İşte o yüzden hemen şimdi barış güncellenmelidir. Çünkü yapılan yanlışlar, yanılışlar ve yanılgılar her defasında bir başka savaşı tetikler.
Son tahlilde beklenen sonucu, asla anaları ağlatmayacak, sorunların çaresini ciddi analizler neticesinde bulan ve meseleyi harekâtsız savaşsız çözebilecekler, cesaretle ““Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine hizmet edebilecekler etkileyecektir.
Sonucu belirleyemeseler de şimdiki zamanı direkt etkileyeceklerdir…
Kuş cıvıltılarıyla başlayan sabahları, günleri ve geceleri karartacak bu derinden sarsıcı, kurmaca savaşmaların bu günden yarına iyice incelenmesi gerekir. Tarihle sabittir ileride kişisel özgeçmişlere de sırım gibi işlenecek bu misakı milli ötesi hareketlenmeler. Mutlaka o kesin hesap zamanları gelecektir…
Aslında boyutu yüzölçümü, niteliği ve niceliği bir kenara şimdiden belli başlı hususları ve bilinen güncel gerçekleri ohal kapsamında suç sayılabilir olsa da gözden geçirilmeye başlanmadı değil. Başlamak insani bir gerekliliktir. Çünkü yaşamsal değerler ve değerlemeler açısından en önemli görülenler bir çerçeveye oturtulup, fotoğrafa ayni paralelden bakmamak normaldir. Zaten hale hazıra aynen, tepegöz mantığıyla bakmadıkça özde katılımcılığın veya karşı duruşun ilk nüvelerine ulaşılır.
Her şeye her vakaya her açıdan katılım, katılma veya karşı duruş yasalarla belirlenmiştir. Kuralları kaideleri olan bir eylemliliktir bu kavramlar. Ancak eylemsellik kısıtlandıkça ve yasal zorluklar çıkarıldıkça ilkeler de ülkeler de kilitlenir. İşte memlekette savaş ve barış katılımcılığı ve karşıtlığı tam bu merkezde seyrediyor.
Son günlerde “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diyebilmek bile üstün cesaret işi. Savaş çığırtkanlığı yapmak ve afaki naralar atmak ise moda. Ve kolaycılık. Bu akla hangi sorun nasıl saptanırsa saptansın, yüzeysel ele alındığında sonuçta çözümlerde sapıtılır mı acaba sorusunu getiriyor. Veya savaş veya barış kavramlarının içini boşaltan hangi temel geçer yöntemlerdir kuşkusunu.
Bilinen odur ki hangi yaptırım uygulanırsa uygulansın savaşçılık oynamanın genelde kabul görüp görmeyeceği meçhuldür ve çıkacak sonuçların sindirilmesi de zamana bağlıdır. Savaş üzerine tezler, kurulu veya kurulacak tüm platformlardan sızan değerlendirmeler gösteriyor ki, barış şarttır. Kararan geleceğin aydınlanması adına yeterince başka çare aramadan muhtemel tavır koymak olarak savaş tek yol görüldükçe elbette yalnızlaşılır. Başta destekten çekinmeyecekler sıraya geçse de zamanla çıkarlar, çıkarların sekteye uğrayacağı ihtimali ağır basar. Hiç umulmadık anda başka ekonomik çıkarsamalar olayın rengini değiştirir. Oluşan sakat siyaset savaşın gidişatını belirler.
O yüzden kendine demokratım, yurtseverim, solcuyum diyenler söylemlerinin ve eylemliliklerinin suç sayılabileceğini, vatan hainliği görülebileceğini de göze alarak kayıtsız şartsız barış istemelidir. Bilinmeli ki savaş en olgunluğa ulaştığı zamanda bile, en eğilmez bükülmez sanılan eğilimler tersine döner, tüm zengin destekçiler fırsatını arayıp bulup barışa kayar.
Kim ne derse desin realite budur. Dünyada gelmiş geçmiş tüm savaşlarda kazanan veya savaş yollu kısa süreli ağırlığını hissettirenler zamanla haksız duruma düşmüşlerdir. Tarihe bir onur sayfası olarak yazılan ve örnek alınan ulusal kurtuluş mücadeleleri hariç. Kutsal isyanlar hariç. Onun dışında durumu içte ve dışta içinden çıkılmaz duruma getirenler, durumu düzeltmek maksatlı geleceklerine savaş yoluyla asla dinamizm kazandıramaz, güven tazeleyemezler.
Eğer ülke dibe vurmuş ise ki grafikler öyle gösteriyor, memleket insanını başarı çatısında birleştirmeden, günü kurtarmaya yönelik milli heyecanlar yaratma peşine düşmek prim kazandırmaz. Zaman kaybettirir. Aslında uzun vadeli çözümler üretilemediğinden, yapay gündem yaratma kurnazlığıyla yeni cepheler açmak; deyim yerindeyse emperyalizmin, çok uluslu sermayenin tam da istediğidir. Emperyal dünya bu durumdan faydalanarak kısa zamanda yeni kendi kuyrukçuluğunu yapacakları da masaya sürer. Ve cephe daha da genişler. Bataklık yayılır. İşte o yüzden hemen şimdi barış güncellenmelidir. Çünkü yapılan yanlışlar, yanılışlar ve yanılgılar her defasında bir başka savaşı tetikler.
Son tahlilde beklenen sonucu, asla anaları ağlatmayacak, sorunların çaresini ciddi analizler neticesinde bulan ve meseleyi harekâtsız savaşsız çözebilecekler, cesaretle ““Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine hizmet edebilecekler etkileyecektir.
Sonucu belirleyemeseler de şimdiki zamanı direkt etkileyeceklerdir…
23 Ocak 2018 Salı
SAVAŞ; TOKLUK VE YOKLUK…
SAVAŞ; TOKLUK VE YOKLUK…
Bin yıllardır devam eder tarihin savaşçı sürprizleri. Hiç bitmez tükenmez savaş imparatorluğu, yokluk ve tokluk üzerine kurgulanan harlı harekâtlar…
Yığınla imparatorluğun dayanılmaz hafifliğidir bu. Dur duraksız savaşlarla siyasal ve askeri çalkantılar ve seferlerle cephelidir tarih çeperi. Yarı aç yarı tok ortamlarda, cepler dolar, karınlar dolar, imparatorlar azar, imparatoriçeler de gerdanlıklanır. Yerden havaya tüm kayıplar kurumlu kuruluşun gereğidir hissiyle bekalanılır. Belki ganimetler ve dünyalıklar kareleri ve kereleri inanılmaz katlar. Ama insanlık yalancı toprak uğruna verilen telefatı tarih diye adlandırır.
Yani yeni yerler keşfetmek bile hayata tek pencereden bakmak ayıbı gibidir. Savaş ayıpları ve kayıpları ise her defasında unutulur, unutturulur…
Tarihe dem düşüren tüm ide ve keskin irade hep yalancı bir mutluluk, hep zevk sürmek, almak vermek, acı çektirmek üzerine ağırlaştırılmış bir rol üstlenmek ve o rolü geniş topraklara yaygınlaştırmak temellidir. Bu yönde işler iğreti ide ve irade. Ayrıca iddialı din dalgalanmaları ile beslenir titreyen tahtlar. Bahtların ve balıkların en doğal hali açlık sınırına endekslenince de savaş çığırtkanlığı başlar. Yani idealist girişimler her çağda emperyal ekonomiye yenilir. Yenilince de genel perspektifte imaj tazeleyen tüm unsurlar düşman bellenir. Mutlu mesut benzersiz bir yan etki anında aktifleşir. Yani yüzyıllardır süren sürgünler ve manasız savaşlar tarihin bitmez tükenmez kaynaklarında gizlidir. Tekrarlanır. Tekrarlanır savaşlar.
Tekrarlandıkça tekrarlananlar tüm dünyanın bildiği en popüler yürek acıtan manzaradır aslında. Açıkça bilinir ama nedensiz kanıksanmaz…
Sadece sefer gücü ve asker kaynakları üzerine kurulan imparatorluklar iç güvenliği ve düzeni bozulunca dışa açılma yolları arar. Dıştan içe bir sirkülasyonla ana çatının çökmesi hedeflenir. Kör kaleler içten fethedilir. Ve yokluk belirir, kölelik artar.
Durum hal bu olunca, yolcular yol kaybedince belki köpürür isyanlar. Kapaklanır yere en insani, ulusal girişimler. Yani hazırlıksız yakalanır yoğun çatışmalar arifesindekiler. Büyük bir stratejiye sahip olmasa da doğudan en batıya maliklik ve duyusal hafiflik heyetleri köşe kapmaca oynar. En çok sevilen ise destansı havada dört bir yana esrik yayılmadır.
Yaylım ateşine tutulanlar en doğal tavırları bile gösteremezler. Kendi kendine yabancılaşma başlar. Yabancılaştırma artar. İmparatorluk gölgesinde üşümek bile lades demektir. Maruz kalınan ise varsa yoksa vatan millet edebiyatıdır. Kaderdir.
Sultanlar güçlü zalim ve keyfilik tacıyla savaşkan bir role büründükçe iktidar süresi bir nebze daha uzar. Uzatılır. Gitti gider süresince ne topraklar genişler veya ne toprak kazanılır. Hiç hissedilmeden temel değerler bir bir kaybedilir. Önünde sonunda karşılaşılacak durum resmen budur. Savaşmadan yenilmek. Yenildikçe savaş çıkarmak, yanıldıkça yeni cepheler açmak.
Bin yılların getirdiği tarihi sürümler işte hep böyle işler. Derin işler daima dondurulur veya buzlanır. Sonra çözülür, çözündürülür. Her şey çığırından çıkar. Çıkarılır. Hafifliği tartan altın hevesi, imparatoru tanıtan gemsiz hırsıdır. İmparatorluğu emperyalleştiren ise sınırlı yokluk, sınırsız zenginliktir…
Son günlerde savaş imparatorluğu ve yokluk ve de tokluk üzerine bedenleştirilen durumdur karşı karşıya kalınan. Öyle keskin bir soluktur ki bu dünyaya hükmediş, yetmez. Yetmez çünkü yokluk ve tokluk için tapılan altın buzağıdır. Yol gösterici amblemi ise hissizlik ve yayılmak tuzağıdır.
Bu tuzu kuru düzende asla son imparator yoktur son imparatorluklar da yoktur. Her bitenin yerine yenisi tarihin kayıtlarına düşer. Düşkünlüğün alametleri de şifrelidir. Şifresi; fırsatına savaş. Oysa ota suya savaşlar tetiklendikçe kafa kol, parmak koparmak halden sayılır. Böyle sayıldıkça imparatorun dayanılmaz ağırlığı da her şeyi ezer geçer.
Bin yıllardır hep aynı tarihi terane…
Bin yıllardır devam eder tarihin savaşçı sürprizleri. Hiç bitmez tükenmez savaş imparatorluğu, yokluk ve tokluk üzerine kurgulanan harlı harekâtlar…
Yığınla imparatorluğun dayanılmaz hafifliğidir bu. Dur duraksız savaşlarla siyasal ve askeri çalkantılar ve seferlerle cephelidir tarih çeperi. Yarı aç yarı tok ortamlarda, cepler dolar, karınlar dolar, imparatorlar azar, imparatoriçeler de gerdanlıklanır. Yerden havaya tüm kayıplar kurumlu kuruluşun gereğidir hissiyle bekalanılır. Belki ganimetler ve dünyalıklar kareleri ve kereleri inanılmaz katlar. Ama insanlık yalancı toprak uğruna verilen telefatı tarih diye adlandırır.
Yani yeni yerler keşfetmek bile hayata tek pencereden bakmak ayıbı gibidir. Savaş ayıpları ve kayıpları ise her defasında unutulur, unutturulur…
Tarihe dem düşüren tüm ide ve keskin irade hep yalancı bir mutluluk, hep zevk sürmek, almak vermek, acı çektirmek üzerine ağırlaştırılmış bir rol üstlenmek ve o rolü geniş topraklara yaygınlaştırmak temellidir. Bu yönde işler iğreti ide ve irade. Ayrıca iddialı din dalgalanmaları ile beslenir titreyen tahtlar. Bahtların ve balıkların en doğal hali açlık sınırına endekslenince de savaş çığırtkanlığı başlar. Yani idealist girişimler her çağda emperyal ekonomiye yenilir. Yenilince de genel perspektifte imaj tazeleyen tüm unsurlar düşman bellenir. Mutlu mesut benzersiz bir yan etki anında aktifleşir. Yani yüzyıllardır süren sürgünler ve manasız savaşlar tarihin bitmez tükenmez kaynaklarında gizlidir. Tekrarlanır. Tekrarlanır savaşlar.
Tekrarlandıkça tekrarlananlar tüm dünyanın bildiği en popüler yürek acıtan manzaradır aslında. Açıkça bilinir ama nedensiz kanıksanmaz…
Sadece sefer gücü ve asker kaynakları üzerine kurulan imparatorluklar iç güvenliği ve düzeni bozulunca dışa açılma yolları arar. Dıştan içe bir sirkülasyonla ana çatının çökmesi hedeflenir. Kör kaleler içten fethedilir. Ve yokluk belirir, kölelik artar.
Durum hal bu olunca, yolcular yol kaybedince belki köpürür isyanlar. Kapaklanır yere en insani, ulusal girişimler. Yani hazırlıksız yakalanır yoğun çatışmalar arifesindekiler. Büyük bir stratejiye sahip olmasa da doğudan en batıya maliklik ve duyusal hafiflik heyetleri köşe kapmaca oynar. En çok sevilen ise destansı havada dört bir yana esrik yayılmadır.
Yaylım ateşine tutulanlar en doğal tavırları bile gösteremezler. Kendi kendine yabancılaşma başlar. Yabancılaştırma artar. İmparatorluk gölgesinde üşümek bile lades demektir. Maruz kalınan ise varsa yoksa vatan millet edebiyatıdır. Kaderdir.
Sultanlar güçlü zalim ve keyfilik tacıyla savaşkan bir role büründükçe iktidar süresi bir nebze daha uzar. Uzatılır. Gitti gider süresince ne topraklar genişler veya ne toprak kazanılır. Hiç hissedilmeden temel değerler bir bir kaybedilir. Önünde sonunda karşılaşılacak durum resmen budur. Savaşmadan yenilmek. Yenildikçe savaş çıkarmak, yanıldıkça yeni cepheler açmak.
Bin yılların getirdiği tarihi sürümler işte hep böyle işler. Derin işler daima dondurulur veya buzlanır. Sonra çözülür, çözündürülür. Her şey çığırından çıkar. Çıkarılır. Hafifliği tartan altın hevesi, imparatoru tanıtan gemsiz hırsıdır. İmparatorluğu emperyalleştiren ise sınırlı yokluk, sınırsız zenginliktir…
Son günlerde savaş imparatorluğu ve yokluk ve de tokluk üzerine bedenleştirilen durumdur karşı karşıya kalınan. Öyle keskin bir soluktur ki bu dünyaya hükmediş, yetmez. Yetmez çünkü yokluk ve tokluk için tapılan altın buzağıdır. Yol gösterici amblemi ise hissizlik ve yayılmak tuzağıdır.
Bu tuzu kuru düzende asla son imparator yoktur son imparatorluklar da yoktur. Her bitenin yerine yenisi tarihin kayıtlarına düşer. Düşkünlüğün alametleri de şifrelidir. Şifresi; fırsatına savaş. Oysa ota suya savaşlar tetiklendikçe kafa kol, parmak koparmak halden sayılır. Böyle sayıldıkça imparatorun dayanılmaz ağırlığı da her şeyi ezer geçer.
Bin yıllardır hep aynı tarihi terane…
21 Ocak 2018 Pazar
SAVAŞ VE ZARAR
SAVAŞ VE ZARAR
Çekimsiz fiillerle anlatmak var şimdi
furyaya kapılıp fitillenen
fillerle savaşı.
Afili develer diyarındakini.
Kızgın çöllerde
akışkan kum fırtınalarında
katrana bulanmışlarını.
Flamasında yalandan barış yazanlarını.
Önünde arkasında bir daha yanıldık demekle olmaz
ölmekle kalınmaz.
Şehitlik hangi mertebeyse artık her fani şaşkın
tüm savaşlara iskele alabanda yanaşmak şandan
belki asker doğmakla makbul
ama yanmakla eş değer
esası lavlarda kavrulmaktır.
Ben hep savaşa hayır pankartı önündeyim
ellerde yeni yeşillenmiş zeytin dalı
ve beyaz güvercinler.
Kırık kanatlarda ayni veciz
mavi gözlerde aynı hışım
yurtta sulh cihanda sulh.
Ama son yıllarda tam tersine çevrilmiş.
Hangi rüyadalığın çıkarsaması bu
manasızlığı manidar taş baskı çıkartma.
İsteseydim olurdu belki de gerçekten
hiç başlamayan harp ve ebedi sulh.
Mavi sırlı tabakadan
çekseydim uçsuz cigarayı
gümüş kaplama çakmağımla
yaksaydım ucundan.
Çaksaydım gerçekten
barış çubuğunu
ve salsaydım yananın ucuna ucuna ekleyip
ekilseydim toprağa ölümsüz ölümsüz.
Barış ne mana uçsuz bucaksız bir dumandır
çalımlı çalımlı çektikçe savaş narasını
savaş iç çektiren davadır.
Bir atsana beni eve monoloğuyla bitmez
gelir ardı sıra beyaz kefenliler
enfiye tadında buğulu ölümler
çekti çeker burcu burçlardan,
bizim biraderler nefes nefes.
Ve melül ve malül
bakışları kanlı yaşlı analar
patlar ciğerleri.
Acılar uzar uzar ve
çürümüş tütün genizlere dolar
barış bin kanatlıdır.
Savaş rüzgârlarıyla savrulan ise
bin bir bahanedir.
Atıyorum savaşına karşı hayır sloganlarını
Yetkin yetişkin ellerde tek delikli zarlar
karşımda tek sıra savaş bezirganlığı.
Muharebe dükalığı
muhatara krallığı
zarar ziyan prensliği.
Ben yine savaşa hayır pankartı önündeyim.
İnansaydım gerçekten barış gelirdi belki
eğer savaşsaydım barışına
dar ağacına çekilirdim.
Ama biterdi beyhude savaşlar…
Enfiye buharı çekti yine bizim biraderler
ve melül melül
kefeni kanlı veya malul
haybeye ve birileri namına tedbirli.
O birileri ki ata toprağına ihanetin pistonları
topu keyif panayırında muhafazalı.
Peki neden bu fıtratlık yanma
bakışlar kanlı pazar akşamında
azar azar ve azaplı.
Çürümüş gezegen
ezberler beyinde bin kanatlıdır.
Atıyorum barışa tek mermilik sevdamı
selamlıyorum savaş tanrısını
çekiyorum tetiği ve tam alnından
sivrisinek ısırığı.
Ben ölürken bile savaşa hayır pankartı önündeyim
önümde dimdik vurulan biraderler
bedenime çelik miğfer...
20 Ocak 2018 Cumartesi
SUS SCROFA DOMESTİCA-TONGUZ…
SUS SCROFA DOMESTİCA-TONGUZ…
Durum şu; memleketin sağcısı solcusu ortacısı, dincisi inanmazı orta kararcısı, adı batasıca, kör olasıca ‘tonguz’un etini yememede ehlen ve sehlen uzlaşırlar, siyaseten birbirlerinin etini hukuk ve adalet gözetmeden yemede ise ustalaştıkça ustalaşırlar…
Ustalık son günlerde yıllardır tek tabanca ülkeyi yönetenlerin yeni seçilen bir İl Başkanı ve eşi üzerinden evinde saklanan ve sokaktaki insana din bazlı ‘Tonguz üzerine tezler’ içeren siyaset yapılmasıyla zirve yaptı. Adeta ‘Devletin malı deniz, yemeyen domuz’ kapsamında, kaptıkaçtının boyutlarını unutturacak usulde sus scrofa domestica-tonguza bel bağlandı. Suskunluk bozuldu. Sabırsızca Allah yarattı demeyip, ‘hınzır oğlu hınzır mahlûk’ ve benzeri adlandırmalarla tonguza, domuz üzerinden ise özel yaşamlara tek elden, yekpare pencereden saldırıldı.
Kısa zamanda mental saldırı genelleşti, toplum katmanlarına yaygınlaştırıldı. Dini yasak modlu, tonguzlu algı operasyonu tez elden güncellendi. Oysa dört mevsim ovalarda, dağlarda, ormanlarda yel yaban dolaşan, kara kış kuyruğuna yapıştığında ise denizlerde karşı yakaya yüzen, bu tonguz mahlukatını kasaplık hayvandan sayanlar da onlardı, bunlardı.
Dünya hali dikkat edeceksin, kör tonguz deyip geçmeyeceksin hiç. Tonguz punduna getirip boynuzunu taktığında küçük kıyamet kopar. Orman olur da domuz olmaz mı? Bal ormanında bile sürü halinde varlar. Kıyıda kuytuda, göz uzağında yaşarlar. Yerli evcili pek bulunmasa da, yabanına her yerde, en umulmadıkta, kentin göbeğinde bile rastlamak mümkündür. Geceleri sürüler halinde dolaşırlar ve mükemmel tat ve koku alırlar. Tonguzlara daima keskin koku alabilen burunları öncülük eder. Burunlarıyla yol bulurlar, yön tayin ederler. Tarım mahsullerine dadanırlar. Yiyecek için de toprağı kazıyarak bir güzel havalandırırlar.
Hava civa görselinde insanlar tonguzlardan evcilini yabanını ayırmadan yaşadıkları yer, bulundukları ortam ve mahsusa tipleri yüzünden tiksinirler ve tapındıkları din merkezli de nefret ederler. Tonguza tiksinti, nefret ve iğrenti tarihi Sümerler'e kadar dayanır. Tonguz, Sümerler ve Babil’de kutsaldır ve adak hayvanıdır. İlk kez ‘pislik içinde yaşayan hayvan’ temelinde Tevrat’ta yasaklanır. Musevilikten sonraki dinler de bu yasaklanmayı aynen devam ettirirler. Yani tonguza düşmanlık dinler tarihi ve insanlık tarihi ile çağlara sabitlenmiştir.
Toplumlar ve toplumsal olaylar bilimsel açıdan araştırılıp, bilinçle irdelendiğinde kendi öznel değerlerini yarattığı da görülür. Tonguz da bunlardan biridir. Özellikle son yıllarda tonguzların insanlığın bozulan geleceğine genetik katkıları yadsınamaz bir gerçektir. Yine de tonguz toplumların tarihsel gelişimi ile koşut sıkıntısı halen süren bir türlü halledilememiş bir sorunsaldır. Açıkçası tarımsal yerleşik toplum ve göçerlik düzeneğinde hayvanların evcilleştirilmesi üzerine yaşanan sıkıntının bilgi toplumuna dek uzanmış halidir.
Yani tonguz evcilleşmeye uyum bakımından yerleşik tarım toplumlarının baş hayvanıdır. Tembelliği yüzünden göçebe toplumların hayvanı değildir. Yerleşik tarım toplumları tonguzu kutsarken, göçer toplumlar tonguzu mundarlığının sembolü ve musibetin taşıyıcısı olarak görürler.
Tonguz böylece Tarım toplumlarından; Antik Yunan, Anadolu, Balkanlar, Çin, Güney Hindistan’da revaçta sayılmış, küçük ve büyükbaş hayvancılık yapan göçebe toplumlardan; Arabistan, Orta Asya, Kuzey Hindistan’da ise yok sayılmıştır. Tonguzlardan nefret etmek, tiksinmek ve iğrenmek; dini, psikolojik, sosyolojik değerlemelerle, kısır düşünce ve kör inanç ile tetiklenen duygularla, haram helal ikilemiyle desteklenerek toplumların belleğine yerleşmiştir. Bu yerleştirme asla akılcı değildir, şahsi ve iğreti bir tutumdur.
Elbette kimse sus scrofa domesticayı-tonguzu sevmek veya yemek zorunda değildir. Haram helal bakmadan tonguz yiyenlere düşmanlık etmek, onları düşman göstermek veya yaban domuzları dolu bir ormanda savunmasız bırakmak bu çağda sadece dinle imanla da açıklanamaz. İnsanlıkla da bağdaşmaz.
Gittikçe tıkanan siyaseti tonguza bağlamak; tonguza endeksli bir siyasi ton tutturmak ve resmen ‘sus scrofa domestica-tonguz’ üzerinden yeni gözdağı salvolamak, yeni seçilen bir İl Başkanını en baştan susturma dalgasıdır.
Tonguz odaklı dalga boyu, frekansı ve periyodik baskısı ise yakında mevcut iktidar namı ve hesabına tescillenir.
İstenen durum aynıyla odur, budur…
Durum şu; memleketin sağcısı solcusu ortacısı, dincisi inanmazı orta kararcısı, adı batasıca, kör olasıca ‘tonguz’un etini yememede ehlen ve sehlen uzlaşırlar, siyaseten birbirlerinin etini hukuk ve adalet gözetmeden yemede ise ustalaştıkça ustalaşırlar…
Ustalık son günlerde yıllardır tek tabanca ülkeyi yönetenlerin yeni seçilen bir İl Başkanı ve eşi üzerinden evinde saklanan ve sokaktaki insana din bazlı ‘Tonguz üzerine tezler’ içeren siyaset yapılmasıyla zirve yaptı. Adeta ‘Devletin malı deniz, yemeyen domuz’ kapsamında, kaptıkaçtının boyutlarını unutturacak usulde sus scrofa domestica-tonguza bel bağlandı. Suskunluk bozuldu. Sabırsızca Allah yarattı demeyip, ‘hınzır oğlu hınzır mahlûk’ ve benzeri adlandırmalarla tonguza, domuz üzerinden ise özel yaşamlara tek elden, yekpare pencereden saldırıldı.
Kısa zamanda mental saldırı genelleşti, toplum katmanlarına yaygınlaştırıldı. Dini yasak modlu, tonguzlu algı operasyonu tez elden güncellendi. Oysa dört mevsim ovalarda, dağlarda, ormanlarda yel yaban dolaşan, kara kış kuyruğuna yapıştığında ise denizlerde karşı yakaya yüzen, bu tonguz mahlukatını kasaplık hayvandan sayanlar da onlardı, bunlardı.
Dünya hali dikkat edeceksin, kör tonguz deyip geçmeyeceksin hiç. Tonguz punduna getirip boynuzunu taktığında küçük kıyamet kopar. Orman olur da domuz olmaz mı? Bal ormanında bile sürü halinde varlar. Kıyıda kuytuda, göz uzağında yaşarlar. Yerli evcili pek bulunmasa da, yabanına her yerde, en umulmadıkta, kentin göbeğinde bile rastlamak mümkündür. Geceleri sürüler halinde dolaşırlar ve mükemmel tat ve koku alırlar. Tonguzlara daima keskin koku alabilen burunları öncülük eder. Burunlarıyla yol bulurlar, yön tayin ederler. Tarım mahsullerine dadanırlar. Yiyecek için de toprağı kazıyarak bir güzel havalandırırlar.
Hava civa görselinde insanlar tonguzlardan evcilini yabanını ayırmadan yaşadıkları yer, bulundukları ortam ve mahsusa tipleri yüzünden tiksinirler ve tapındıkları din merkezli de nefret ederler. Tonguza tiksinti, nefret ve iğrenti tarihi Sümerler'e kadar dayanır. Tonguz, Sümerler ve Babil’de kutsaldır ve adak hayvanıdır. İlk kez ‘pislik içinde yaşayan hayvan’ temelinde Tevrat’ta yasaklanır. Musevilikten sonraki dinler de bu yasaklanmayı aynen devam ettirirler. Yani tonguza düşmanlık dinler tarihi ve insanlık tarihi ile çağlara sabitlenmiştir.
Toplumlar ve toplumsal olaylar bilimsel açıdan araştırılıp, bilinçle irdelendiğinde kendi öznel değerlerini yarattığı da görülür. Tonguz da bunlardan biridir. Özellikle son yıllarda tonguzların insanlığın bozulan geleceğine genetik katkıları yadsınamaz bir gerçektir. Yine de tonguz toplumların tarihsel gelişimi ile koşut sıkıntısı halen süren bir türlü halledilememiş bir sorunsaldır. Açıkçası tarımsal yerleşik toplum ve göçerlik düzeneğinde hayvanların evcilleştirilmesi üzerine yaşanan sıkıntının bilgi toplumuna dek uzanmış halidir.
Yani tonguz evcilleşmeye uyum bakımından yerleşik tarım toplumlarının baş hayvanıdır. Tembelliği yüzünden göçebe toplumların hayvanı değildir. Yerleşik tarım toplumları tonguzu kutsarken, göçer toplumlar tonguzu mundarlığının sembolü ve musibetin taşıyıcısı olarak görürler.
Tonguz böylece Tarım toplumlarından; Antik Yunan, Anadolu, Balkanlar, Çin, Güney Hindistan’da revaçta sayılmış, küçük ve büyükbaş hayvancılık yapan göçebe toplumlardan; Arabistan, Orta Asya, Kuzey Hindistan’da ise yok sayılmıştır. Tonguzlardan nefret etmek, tiksinmek ve iğrenmek; dini, psikolojik, sosyolojik değerlemelerle, kısır düşünce ve kör inanç ile tetiklenen duygularla, haram helal ikilemiyle desteklenerek toplumların belleğine yerleşmiştir. Bu yerleştirme asla akılcı değildir, şahsi ve iğreti bir tutumdur.
Elbette kimse sus scrofa domesticayı-tonguzu sevmek veya yemek zorunda değildir. Haram helal bakmadan tonguz yiyenlere düşmanlık etmek, onları düşman göstermek veya yaban domuzları dolu bir ormanda savunmasız bırakmak bu çağda sadece dinle imanla da açıklanamaz. İnsanlıkla da bağdaşmaz.
Gittikçe tıkanan siyaseti tonguza bağlamak; tonguza endeksli bir siyasi ton tutturmak ve resmen ‘sus scrofa domestica-tonguz’ üzerinden yeni gözdağı salvolamak, yeni seçilen bir İl Başkanını en baştan susturma dalgasıdır.
Tonguz odaklı dalga boyu, frekansı ve periyodik baskısı ise yakında mevcut iktidar namı ve hesabına tescillenir.
İstenen durum aynıyla odur, budur…
18 Ocak 2018 Perşembe
SANAL-SOSYAL ÂLEM SİYASETİ…
SANAL-SOSYAL
ÂLEM SİYASETİ…
Komple, topyekûn
bir tek kompozisyona itilen milyonlar, nevrotik üstünlük sağlama aracı olarak
sanal-sosyal âlemi kullanırlar ve orayı bir kurtuluş yolu olarak görürler. Dayatılan
her ucuz fantaziye de lastik mührü vururlar. Yeni seçilen CHP İl Başkanına
seçilir seçilmez yapılanlar aynen bu tuzağa düşmüşlüktür. Resmen sanal-sosyal âleme
haddinden fazla düşkünlüktür…
Modernite
vurgunu toplumların internetteki uçuşu aslında bir fantazya merakıdır,
alımlılık beklentisidir. Bila bedel olmadığı muhakkak öncesi ve sonrasıyla
bulup buluşturma kokusu veya sanal âlemde duyumsanabilir alıntılar ve al gülüm
ver gülüm alınganlığıdır. Veya her şey taraflar arasındaki alışıklık,
alışkanlıktır.
Âlem orada
burada, tikelde grupta atışmak üzerine kurgulandığından iklimi huzursuzluktur. Aklı
çoğunlukla ikilemler kuşatır. Ama hiç önemsenmez. Ve sanal-sosyal âlem bu haliyle
siyasetle buluşur. Kendiliğinden sanal-sosyal siyaset âlemi oluşur. O telli felli
âlemde de puslu paslı çarkın klavyeli kahramanları cirit atar.
Ve bu
sanal-sosyal âlem siyasetçileri durmaksızın gerçek hayatı presler ve gerçek
siyasetçileri resetler. Öyle bir hal alır ki kapışma, özdenetim düşüncesiyle en
doğal ve lokal kültür birikimlerinden yararlanmak bile bir kenara bırakılır. Her
yere kadar zalimane ulaşılır. Lafta derin bilgi sahibi bilginler ve bilgilerini
satmaya yönelik düşkün âlimler kısır fırsatlar üreterek restleşirler. Bestleşirler,
betleşirler. Oyun tuttukça tabanlar kemikleşir, tipitip sanal-sosyal âlem
siyasetçileri playerleşir. Her defasında
papaz pilav yemese de türer ve türevleşirler.
Türevi estetik
görüntüsü veren romantiklere özgü bir özgürlüktür. Fantazyalara faylanmak ona
buna laf atmak ve yalan dolan anlatmak ise falan filan ile biten veya başlayan
cümlelerde geçen öznelerdir. Tarz ne olursa olsun biriktirilmiş sözler kentte
ve millette sonsuz yaralar açar. Bazen yılışık ve yanaşık düzen tasarımlar ve
tafralanmalar ile bulaşan aşırı sıvılaşma içinde bulunulan kabın şeklini alır.
İstanbul’a İl
Başkanı seçilir seçilmez yeni başkanın başına gelenler, abuk sabuk
yakıştırmalarla getirilenler, resmen başkanı
bu sanal tuzağa çekme düşkünlüğüdür. Susakça sanal-sosyal âlem siyasetine
haddinden fazla bağımlılıktır. Oysa gerçek siyaset rehavet ve rekabet havasında
işlemez. Devamlı dik duruş pozu veren gerçek hayatın devrimci siyasetçileri bir
anda kılı kırk yaran fikirleri firketeleyen sanal-sosyal âlem siyasetçilerinin diline
düşer.
Hazmı zor
kıvamda süslü püslü sihir birden bozulur, sır perdesi zedelenir. Solgun ay
ışığının gösterdiği dar yollardan geçen sanal-sosyal âlem siyasetçileri özçekim,
durum ve an itibariyle yüklendikçe yüklenirler. Gerçekle kucaklaşmak cesaret
ister, cesaret ise adalet ama yoktan gelinir, yokluğa gidilir. Sanal-sosyal âlem
brüt veya netten yarı açık cezaevlerini kurar, kurgular. Yani indir, kopyala,
yapıştır ile güncellenen tutsaklık zihinlerde sürer.
Yeni Başkanın
İstanbul’a İl Başkanı seçilir seçilmez karşı karşıya kaldığı aynen budur. Açıkçası
abuk sabuk yakıştırmalarla sanal tuzağa çekme girişimleridir…
Sınırlı özgürlük
sınırsız hürriyet sanal-sosyal âlemin intizamında gizlidir. Arada bir mim
koymak üzere evrelenen ve evrenselleşen yaşayan ölüler ise sanal-sosyal âlem
siyasetçileridir. Aslında kurgusal siyasetin derinliğini hesaplayamayanlar insan
karakterinin güzelliğini de harcarlar. Harcıâlem kısa süreliğine her şeyi
biliyor görülme ve lafta geleceği görme kırıklığı babında siyaset tellallığıdır
biteviye işlenen. İşaretleri ise ben yazmıştım, atmıştım, beğenmiştim, demiştim
ve saire temelli sanal-sosyal âlem siyaseti çalkalandırmasıdır.
Tüm bu pervasızca
yapılanlar, yeni seçilmiş bir il başkanına reva görülenler gerçekte aklın
kepenklerini kapatma, kestirmeden kesicilik, infantil düşçülük, bilinç ve
bilinçdışı fukaralıktır. O kadar…
Eylemsellik adına
resmen eylemsizliktir. Paralı filtreleme, somut vakalarda açık düşürme panayırında
iş bilirliktir. İş bitiriciliktir. Bazen sanal-sosyal haller somut vakalarla
örtüşmez. Siyasal düşler tutmayınca, o zaman tutkulu tumturaklı söylemlerle
bütün ahenk bozulmaya çalışılır. Başkana uyarlanan durum alenen budur.
Komple topyekûn
tek bir komplekse düşmenin olgusu, vurgusu sanal-sosyal âlem siyasetçilerinin
bolluğudur. Artık mühür kimdeyse, kimin eli kimin cebindeyse tuşlara dokunulur
da…
11 Ocak 2018 Perşembe
SÜRECE SEYİRCİ OLMAK ÜZERİNE…
SÜRECE SEYİRCİ OLMAK ÜZERİNE…
Süreç kongreler ve büyük kurultay süreci. Baş tacı edilen yazı o süreç yazılarından. Sürece seyirci olmak ve izleyici kalmak üzerine yığılmış cümlesi. Bazen öyle bir duruş gerektirir sıkışan süreçler…
Yaşanan yine kitlenmiş ve sıkıştırılmış bir süreç. Kongreye üç gün kala zor bela adaylaşılan veya adaylaşıldığı belli belirsiz, doğru dürüst netleşmeyen bu süreç sonunda herkesi yine bir başına, dayanılmaz üzüntülerle ve asla yapılmaz özeleştirilerle baş başa bırakır. Tekdüzelik faslında kral tacıyla taçlanmak da kurtarmaz içeri dahil olanları ve kenardan seyredenleri.
Sınırsız eleştiriler odağında sıcak temas ertesinde seyreyle gözüm İstanbul’u diye başlar anılar. Hey gidi soya çekim solculuk, on yıllardır sırları sabırla ateşe gömer, bir ömür sır tutar, bir ömür sur yıkar. Yetmez. Surun üflendiği güne nispet, kırmızıya yeşil, aleve kızıl, maviye deniz, sıcak demirlere Canandan Can katılır. Yetmez. Katılımlar gecikmişliği örgütler, yalan yanlış yarını öğütler. Kamplar kurulur. Kula, kurda, kuşa eğilmeden direnilir. Eriyip eriyip dirilir dil. Yetmez. Dava uğruna diklenince de ateşe pervane suya yazı olur hayatlar. Yetmez. Hep bir şeyler eksik kalır.
Bir şeyler eksik ilerlerken diğer yandan biz yazgı buymuş, yazgımızmış deyip durmayız. Rasyonel aklın rengi hangi ahenkli kelimelere hükmeder ise biz o saflaşmadan yana kalırız. Gerisi hükümsüzdür bize…
Ayrıca sürecin uyum ve başarı ile işlevselleşmesi işlevselleştirilmesi artık kendisine gelmesi gerekenlerin işi. Kendilerine gelsinler ve gerekenleri yapsınlar. Gerekenin yapılması, yeniden yapılanma süreci kapıda. Ya mert dayanır ya da işler yine kapalı kapılar ardında halledilir.
Her iki koşulda da tüm aktivitelere katılanlar gerçek kimliklerini ortaya koyamazlar, koyma cesareti gösteremezler ise beklenen son tecelli eder. Yiğitlik gösterseler bile siyasi arenanın genel geçer kurallarından sayılan safsatalar işletilir mi acaba. Bilinir bilinmezlik. Eğer birleşme, bütünleşme ve başarma üzerine işletilesi süreç tam bitme tükenme noktasına evrilirse korku dağları bekler. Aşağıdan yukarı aktif rol oynamak da hayallerde bir resim olarak kalır.
Zaten süreci iyi veya kötü yönlendirme veya yönetme yeterliliğini bir şekilde ellerine geçirenler, yanlışta ısrarcılar ve mevcudu savunanlar çemberin dışına çıkmasınlar. Çıktıkları an her şeyi baştan kabul etmişlik ve direnmemişlikten doğan sıkıntı ve sinirlilik gelişen süreci sırların döküldüğü fırtınaya çevirir.
Böylece derinden yıkılış bir kez daha tavandan tabana yayılır. Bünyesinde yepyeni dersler ve yepyeni başlangıçlar barındıran bir süreç daha açılmadan kapatılır. Süreç kademe kademe hademeleşmeye kayar. Sorunları gidermek esasına dayandırılmış harcanan çabalar caba olur. Muhtemel ama tahminsiz bir biçimleniş halk yığınlarının sürece katılımını da engeller. Kim ne derse desin, kim neyi savunur ise savunsun yanlışta ısrarcılık devam eder. Süreç bu kısır düzeyde kalınca her şey gelenekselleşmiş yanlışları tekrardan doğrulama doğrultusunda değerlenir. veya doğrulatma düzleminde temelleri atılan temelsizlik yeğlenir.
Yeğlenir çünkü yerel sürecin tutarsız ve arsız şekillenişine el pençe divan duranlar, yereli göz ardı ettiklerinden dolayı genel süreçte özel düşler göremezler.
Göstermezler…
Süreç kongreler ve büyük kurultay süreci. Baş tacı edilen yazı o süreç yazılarından. Sürece seyirci olmak ve izleyici kalmak üzerine yığılmış cümlesi. Bazen öyle bir duruş gerektirir sıkışan süreçler…
Yaşanan yine kitlenmiş ve sıkıştırılmış bir süreç. Kongreye üç gün kala zor bela adaylaşılan veya adaylaşıldığı belli belirsiz, doğru dürüst netleşmeyen bu süreç sonunda herkesi yine bir başına, dayanılmaz üzüntülerle ve asla yapılmaz özeleştirilerle baş başa bırakır. Tekdüzelik faslında kral tacıyla taçlanmak da kurtarmaz içeri dahil olanları ve kenardan seyredenleri.
Sınırsız eleştiriler odağında sıcak temas ertesinde seyreyle gözüm İstanbul’u diye başlar anılar. Hey gidi soya çekim solculuk, on yıllardır sırları sabırla ateşe gömer, bir ömür sır tutar, bir ömür sur yıkar. Yetmez. Surun üflendiği güne nispet, kırmızıya yeşil, aleve kızıl, maviye deniz, sıcak demirlere Canandan Can katılır. Yetmez. Katılımlar gecikmişliği örgütler, yalan yanlış yarını öğütler. Kamplar kurulur. Kula, kurda, kuşa eğilmeden direnilir. Eriyip eriyip dirilir dil. Yetmez. Dava uğruna diklenince de ateşe pervane suya yazı olur hayatlar. Yetmez. Hep bir şeyler eksik kalır.
Bir şeyler eksik ilerlerken diğer yandan biz yazgı buymuş, yazgımızmış deyip durmayız. Rasyonel aklın rengi hangi ahenkli kelimelere hükmeder ise biz o saflaşmadan yana kalırız. Gerisi hükümsüzdür bize…
Ayrıca sürecin uyum ve başarı ile işlevselleşmesi işlevselleştirilmesi artık kendisine gelmesi gerekenlerin işi. Kendilerine gelsinler ve gerekenleri yapsınlar. Gerekenin yapılması, yeniden yapılanma süreci kapıda. Ya mert dayanır ya da işler yine kapalı kapılar ardında halledilir.
Her iki koşulda da tüm aktivitelere katılanlar gerçek kimliklerini ortaya koyamazlar, koyma cesareti gösteremezler ise beklenen son tecelli eder. Yiğitlik gösterseler bile siyasi arenanın genel geçer kurallarından sayılan safsatalar işletilir mi acaba. Bilinir bilinmezlik. Eğer birleşme, bütünleşme ve başarma üzerine işletilesi süreç tam bitme tükenme noktasına evrilirse korku dağları bekler. Aşağıdan yukarı aktif rol oynamak da hayallerde bir resim olarak kalır.
Zaten süreci iyi veya kötü yönlendirme veya yönetme yeterliliğini bir şekilde ellerine geçirenler, yanlışta ısrarcılar ve mevcudu savunanlar çemberin dışına çıkmasınlar. Çıktıkları an her şeyi baştan kabul etmişlik ve direnmemişlikten doğan sıkıntı ve sinirlilik gelişen süreci sırların döküldüğü fırtınaya çevirir.
Böylece derinden yıkılış bir kez daha tavandan tabana yayılır. Bünyesinde yepyeni dersler ve yepyeni başlangıçlar barındıran bir süreç daha açılmadan kapatılır. Süreç kademe kademe hademeleşmeye kayar. Sorunları gidermek esasına dayandırılmış harcanan çabalar caba olur. Muhtemel ama tahminsiz bir biçimleniş halk yığınlarının sürece katılımını da engeller. Kim ne derse desin, kim neyi savunur ise savunsun yanlışta ısrarcılık devam eder. Süreç bu kısır düzeyde kalınca her şey gelenekselleşmiş yanlışları tekrardan doğrulama doğrultusunda değerlenir. veya doğrulatma düzleminde temelleri atılan temelsizlik yeğlenir.
Yeğlenir çünkü yerel sürecin tutarsız ve arsız şekillenişine el pençe divan duranlar, yereli göz ardı ettiklerinden dolayı genel süreçte özel düşler göremezler.
Göstermezler…
9 Ocak 2018 Salı
YENİLMEDİK, YANILDIK…
YENİLMEDİK, YANILDIK…
Biz, memleket
otuz milyonken doğmuşuz. Şimdi seksen milyon. O günlerde İstanbul yaklaşık bir
buçuk milyonmuş, şimdi on beş milyonu çoktan aşmış yirmiye yanaşmış. Yani, İstanbul dünyadaki yüzlerce ülkeden daha
büyük. Tam elli iki sene evvel babamız yan yana iki köyden birine şimdiki
Birlik Mahallesi'ne iki göz bir mutfak yapmış. Köyler, Esenler Köyü ve
Atışalanı Köyiçi. O zamanlar iki köyün nüfusu üç beş bin var yok. Bugün İstanbul’un
orta yerinde 16 mahalleli bir ilçe. Üç yüz küsur bin seçmeni var. Nüfus 600
bine dayanmış. Ama hala koskoca bir köy. Bunca sene değişen sadece nüfusu ve beton
binaları. Günden güne hep geriye gitmiş. Sözde yığınla gelişmeye karşı biz hep
aynı yerdeyiz. Hala işçiyiz, emekçiyiz, emekliyiz, küçük esnafız. Kenti kuranlar,
yerlileri ve eskileri olarak çoğumuzyine geçim derdindeyiz. Oysa atı alan
Üsküdar'ı çoktan geçmiş…
Gelmişi geçmişi
belli, Atadan sülaleden CHP'liyiz. 80 faşist darbesinden sonra emaneti koruma maksatlı
87 yılında CHP Bakırköy ilçesine o zamanlar SHP’ye üyelik başvurusu yapmışız.
94 yılında Esenler İlçe olduğunda belediye meclis üyeliğine aday olmuşuz. SHP ile
CHP birleşmesinde CHP kurucu yöneticilerindeniz. Partiyi kuran, 2,5 dönem yani
beş altı yıl yöneticilik yaptıktan sonra istifa eden, bir daha da yönetmeye talip
olmayan biriyiz.
Onlarca yıl
sonra ciddi anlamda kollektif anlayışla birlikte yönetmek için yola çıktık, İlçe
başkanlığına aday olduk. Elbette durduk yerde adaylaşmadık. Yıllar içinde hep izlenen
politikalar, yol ve yöntem hakkında itirazlarımız oldu. Daima doğruları
gösterdik durduk, dilimizin yettiğince anlattık. Önerilerimiz tutmadı. Esenler'de
iyi kötü onca değişime karşın bir şeyler hep aynı kaldı. Ve siyaset otuz yıldır
fazla değişmeyen, yenilenmeyen bir yerlere gitti.
O yüzden çıktık
aday olduk, yıllardır aynı isimler, eskiyen yüzler siyaset sürüyor, aynı
kişilere benzer roller dağıtılıyor dedik. Kongreler rol kapma üzerine kurban ediliyor,
yanlış yukarı doğru akıyor dedik. Ne yazık ki gençlerimiz partide hak ettikleri
derecede yükselemiyor, onlara ilerleyecek kulvarlar bir türlü açılmıyor dedik. Hele
kadınlarımız kota ayrımı olarak görülüyorlar dedik. Parti on yıllardır uzaktan
kumandalı yönetilim, sokma akıl, kulaktan dolma bilgi, fitne dedikodu ve
siyasal kültürsüzlük yüzünden darboğaza sürükleniyor dedik. Gittikçe hayat
tarzına endeksli özel siyaset temel alınıyor, ilkelilik, hoşgörü ve dayanışma yok sayılıyor, yaşamsal
izlenimler ve yerel siyaset içten dışarı tıkanıyor, uyum intizam bozuldukça
bozuluyor, önyargılı üstünlük sağlama planlanıyor dedik. Tüm yeniden
yapılanmaların önü kesiliyor, ben merkezli siyasal açılımlara prim tanınıyor ben
merkezcilik ağır basıyor, biz unutuluyor dedik. Peşin hükümlerle rekabet ve parti
içi demokrasi sekterleniyor, yetkin ve etkin
deneyimli kadrolar filtreleniyor,
kongrelerde nitelik öğütme mekanizması kurulmuş nicelik hesapları yapılıyor
dedik. Parti içi demokrasi monarşi ve mutlakiyet tabanlı resmen yok ediliyor, klişe
kalıplarla birbirinin benzeri yönetsel yapılarla parti iyice kabuğuna
hapsediliyor, taklit ve kopya düzeneği ile çalışan çelişkileri bol bir
uyumsuzluk ve geçimsizlik harmanlıyor dedik. İşte tüm bunlara karşı çıkabilmek
ve siyasal özgürleşmeyi hayata geçirebilmek için çıkıp aday olduk dedik.
Biz hala
gençlik yıllarımızdaki ideolojimizi savunuyoruz. Kim ne derse desin yıllarca
savunduk savunuruz da. Siyasal yaşamımızda çoğunlukla dik durduk. Genel iradeye
dönük örgüye ve yerel sarmala boyun eğmedik. Sınıf tabanında, taban kitle düzleminde
siyaset yaptık dedik. Bu siyasal dayanaklarımıza güvenerek, hiç çekinmeden otuz
yıldan sonra emeğimize göre yükselmek hakkımızdır düşüncesi ile adaylaştık. Negatif
gelişmelerden kimseye sorumluluk postalamadan, kimseyi sorumlu tutmadan yolumuza devam
edeceğiz, bu bilinçle yola çıktık. Biz siyasetin alfabesini biliyoruz, yükümüz
çok ağır işimiz kolay dedik.
Dediklerimizi
dedik, bir güzel dinlettik ama karşıya tam geçiremedik. Yine yeni rejimin
gereksinimi güçsüz ve kompleksli karakterler ve egemen güçlerin partiyi dizaynı
gerçekleşti. Resmen acı gerçeklere göz yumuldu. Bu kongre memleketin getirildiği noktada belki
de son fırsattı. Kaçırıldı.
Nedense malum
bir karanlığa girdik çıkamıyoruz, battıkça batıyoruz. Artık bu yüzyıllık
partide ideolojik saptamalar içeren doğrultuda siyaset yapmak, doğruları
savunmak ve yeni bir dünya önermek iyice zorlaştı. Yarın için ortaya özgür
düşünce ve özgün eylemler koymak, çağa dönük modern öneriler sunmak kısırlaştı.
Bu kör kuyu siyasetinden kurtuluş planları saltanatın tekeline takıldı. Maalesef
partide durum bu merkezde.
Dediklerimizde
baştan sona haklıydık, bundan sonrası için söyleyeceklerimizde de baştan sona
hak sahibiyiz. Çünkü aritmetiği yapıldığında görülür, asla yenilmedik sadece yanıldık.
Yalnız bir yerde yanlış yaptık. Kader belki tesadüflerle şekillenebilir ama
siyaset asla ilahi ve mucizevi boyutta itaat ile geliştirilemez dedik, işte bu
noktada yanıldık.
Tek yanlışımız
budur…
3 Ocak 2018 Çarşamba
KUSURLU GÖÇ...
KUSURLU GÖÇ...
Bir tuhaflık var havada
balyoz gibi de ağır.Ağırdan ağırdan
leylek kabartmaları göç ediyor uzaklara.
Deniz mavisi tualden taşmışlar ve
barikat kurmuşlar göğe.
Alt yazıları her dilden
ömür boyu yalnızlık.
Her yerinden delinmiş sanki gök
baskül yanlış tartıyor en bilinen masalları
sallarda ayrılık
masalarda eksik kalmış muhabbet.
Benekli kuşkular çarşı pazar dolaşmakta
Diller lal
en yetenekli kuşlar kafeslerde özgür
çene çalıyor avlularda kocakarılar
bencillik cisim cisim.
Sarhoş melemesi bodrumlara gizlenen
koca memelerden boşanan
göç boşanmaları.
Kusurlu göçler zindanında
patlak ampul gibi zırlamalar
salınan sarımtırak hayatlar
yüzler yamulmuş.
Bastonlara koca taşlı yüzükler takılmış
kaşlar çatılmış
havada bir tuhaflık var.
Bereket timsali dağa çıkılmış sanki
dağ gibi adamlar aşka vurulmuş
kuytularda ağlak gölgeler
böğürtlen çiçekleri ağlıyor
böğüre böğüre yanar dağlar
bir tuhaflık var havada sanki.
Sanki demir gibi ağır yollarda
pamuk gibi diyarlarda gurbetlik var.
Gurbetlik yalan kelime.
Yağan yağmuru topladım göğün sen yüzünden
astım çamaşır ipime
kuruyor gibi ıslak ıslak.
Enteresan bir hava var
havada tuhaflık
havanda su dövüyor yalnızlık
ıslık ıslık hayat.
Maviye çalan gözlerde en tuhaf ayrılık
yalnızlığı içiyorum gök yüzünden
yüzümde balyoz gibi göz yaşları.
Yaşlandığımın tuale yansıyan hüznünü içiyor hava
tanıyamıyorum bendeki seni
sendeki ben tanıdıktan ileri
bir göçmen kızı rüyası.
Kızarıyor gökyüzü
bir tuhaflık var havada
eriyorum demirden ağır
göçüyorum sanki
çelik mavisi…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)