YAĞMUR KAÇAĞI
YAĞMUR KAÇAĞI
Yeşil kaputumda mayıs kaçağı yağmurlarkan damlaları
ve toprağı delen kan çiçeklerinin buğusu.
Bulutumsu bir resimde
ben de bir yağmur kaçağıyım.
Anılar var cebimde gözyaşı senfonisine layık.
Sırt çantamda mavi bir kayık.
Karşı kıyıda el yazması bir Deniz
üstünde ikimiz.
Biz.
Adam gibi bir deniz
Deniz gibi bir adam.
Soluksuz savrulmuşuz eşsiz diyarlara.
Sanki Pasifik dalgalarının kucağında büyümüşüz
ağır yolcuyuz.
Biletsiz, kaçak ve palavrasız.
Hala gündelikçi çağlar sıvazlar kara denizin sırtını…
Yeşil kaputunda devrimin parmak izleri.
Her okyanusta al bayraklı gemiler
gemiler çekeğine çekilmiş acı anılar
yüreğim sızlıyor baba.
Baba ben de bir güneş yanığıyım
Güneşe akın var yaralısı.
Biz hepimiz.
Bizim adımız deniz
andımız kurtuluşa kadar savaş.
Tarihe kazılı nice haklı savaşlar gazisiyiz.
Dağlar başında Denizi beklerken ayıldım
Bağlar başında adamdan sayıldım.
Baş göz üstüne
saymadım adam gibi adam köprüsünden geçeli
kaç seneye malolmuş.
Yeşil kaputuma değen fırtınaları
aklımdan dibi delik filikaları
hayatımdan falakaları ayıkladım.
Ve hiç korkmadım.
Çünkü her alaca daraltıda
karanlık karaltıda
kara Deniz kopmuş geliyordu.
Kopuk kopuk anılar uç uca eklendiğinde
Denizi ölümsüzlük öpüyordu.
Asılmadım ölmedim yılmadım
asıldım halata Denizle.
Okyanusu çekiyorduk peşimiz sıra.
Dev dalgalara yazılmış şiirdi deniz
Deniz şiir gibi adamdı
Yeşil kaputunda mayıs kaçağı yağmurlar
Henüz yazılmamış.
Yeşil kaputlu dev gibi bir adamdı…
BABAM, DENİZ VE BEN…
BABAM, DENİZ VE BEN…
Babam bende, Deniz Denizkızımda sürüyoruz hayatı. Sürgünüz. Yürüyoruz zıpkın gibi. Süzülüyoruz gelincik tarlası dağlara pupa yelken. Gün güneşin zaptına yakın. Denizler ise başka bir âlem. Öyle ki hala şehir kırsalından dağlara savrulur en devrimci heyecanlarımız, hayallerimiz…
Delice savrulan zaman süzgecinde her mayısın ilk haftası, onların seneyi devriyesi her altı mayıs gelip çattığında aklım yanar. Yüreğim tutuşur. Babam bende, Deniz Denizkızımda ağlar. Ölüm yakışmaz onlara, hiç birine.
O yüzden ölümsüzlüğe gömüdürler. Bir demet, üç kırmızı karanfil Karşıyaka’da dost bağına, yeşil çotanak atam ise Çavuşonun bağrına gömülüdürler. Onlar darağacında sehpaya, mermerden musallaya yürümekten asla çekinmediler. Çünkü cesaretleri ve umutları vardı. Yığınlara yoldaş oldular. Şimdi doğaya bir başka güzel yakışırlar. Mavi gökyüzünde turlayan doğanlar tutar nabızlarını…
Her mayısın ilk haftası gonca gülün dikeni yüreğimizi kanattıkça sinkaflarız. Elbette acılar en zirveye tırmandığında bu güne özgü duygusallıkla içleniriz. Benden içeri o duygu fırtınasında çocukluk yıllarımdan kalma babamın beynelmilelliğine rastlarım önce. Sonra hayatın gerçekliğine…
Gönül gözümde babam beynelmilel bir kahramandır. Biz de o sayede beynelmilel olduk. Denizlerle buluştuk. Babam da atlas maviye kanatlandığı, o sınırsız boyuta uçtuğu gün denizlerle buluştu. Denizi karartan imanla, fındıklıkları yeşerten inançla kucaklaştılar. Baba ve oğulları misali en candan. Beynelmilelce ayak izlerini takip etmek de bize düştü. Bizden sonrası da denizkızıma…
Çok on yıllar öncesine dayanır bizim yarenliğimiz. Her ağızda topun ağzındaydık günlerine. Çekilmez günlerde topuna isyan aşamasına gelmişlik yıllarına. Yirmi dört yaşındayken, ‘kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum’ diyebilme zenginliğini yaşayanların yoluna. O yolculuğa dayanır bizim yoldaşlığımız.
Bıçak sırtı güneş Mayıs akşamlarında kızaran damlara vurduğunda ayılmalar başlar. Ben bir başka gamlı ve katmerli hüzünlenirim. En baba gülümü de “Gülünün Solduğu Akşam” toprağa verdiğimdendir bu yas. Dilimde dirilir sözcükler, canlanır tüm insani dialoglar, ama söyleyemezim. Gülün dikeni yüreğimizi çentiklediğindendir bu başkalaşım. Alnımızda zindan karasıdır. O yüzden unutkanlık ve acizlik göstermeyiz hiçbir zaman.
Sağa sola delice savrulurken zaman, mayısın ilk haftası arzdan arşa sonsuzluğu içselleştirir; ayni gün onlar öldürüldüğünden, babam öldüğünden toprağa bağlanırım. Onları defnederken aklımdan öper mayıs gülleri. Kalenderlik babadan miras, yutkunmak da onlardan.
Yakınlarını yitirdiğinde hiç ağlamadım kim diyebilir ki. Kim diyebilir ki en baba manifestolar kaleme almış olanlar Duyguların Efendisi babasına ağlamaz diye. Babası öldüğünde ağlamaktır devrimcilik. Oğlu öldürüldüğünde ise ağaç gibi ayakta ölmek. Yoldaşı öldüğünde ise hayatı çarpıtmadan yaşamaktır mesele, kara benekli hayallere dalmamak.
Kaderin bir cilvesi, onlarla birlikte babamı da anarım. Yüreğimde hasret. Labirent esrarı ve sır biyografiler. Bir anda “ yüz metreyi en hızlı koşan çocuklar” seksenlik ihtiyara elverir. Omuz verirler ve kol kola ölümsüzlüğe yürürler. Gün, yersiz zamansız ölüme mahkûmiyetin ağırlığını hissetme günüdür. Tekler kalpler. Yaşanmazı yaşamak acıtır ve incitir yürekleri.
Onların başı dikti ve hayal ettikleri güzelim dünya için kendilerini feda ettiler. Ülkeleri için, memleket sıla için, anaları babaları kardeşleri için, kurtuluşu dileyen isyanları vardı. Dimdik durdular ve gittiler. Onların asla ince gelecek hesapları, kişisel kaygıları yoktu.
Her mayısın ilk haftası iskele, sahil, meydan, memleket esenliği için turlayanlara babamın da eklendiğini hissederim. Babam, övülmeye layık yoldaşlar, dostlar, ben ve denizkızım. İzlenecek en devrimci yolların yolcusu olarak vururuz adımlarımızı mayısın ilk haftasından ileri.
Varsın olsun ayrılık şarkıları, Her içli şarkıda titrer zaman. Mayıs akşamları güneşi renklendirdikçe yeşilden kırmızıya yarım kalmış sevdalar dumanlanır. İşte o vakit çok düşünerek yazmak, hiç düşünmeden söze başlamak zorlaşır. Biraz daha zaman gerekir.
Babam bende, Deniz Denizkızımda sürgün vermişken sararan yapraklara ve lacivert taş üzerine kazınacak bilgeliğe daha epey zaman var…
Babam bende, Deniz Denizkızımda sürüyoruz hayatı. Sürgünüz. Yürüyoruz zıpkın gibi. Süzülüyoruz gelincik tarlası dağlara pupa yelken. Gün güneşin zaptına yakın. Denizler ise başka bir âlem. Öyle ki hala şehir kırsalından dağlara savrulur en devrimci heyecanlarımız, hayallerimiz…
Delice savrulan zaman süzgecinde her mayısın ilk haftası, onların seneyi devriyesi her altı mayıs gelip çattığında aklım yanar. Yüreğim tutuşur. Babam bende, Deniz Denizkızımda ağlar. Ölüm yakışmaz onlara, hiç birine.
O yüzden ölümsüzlüğe gömüdürler. Bir demet, üç kırmızı karanfil Karşıyaka’da dost bağına, yeşil çotanak atam ise Çavuşonun bağrına gömülüdürler. Onlar darağacında sehpaya, mermerden musallaya yürümekten asla çekinmediler. Çünkü cesaretleri ve umutları vardı. Yığınlara yoldaş oldular. Şimdi doğaya bir başka güzel yakışırlar. Mavi gökyüzünde turlayan doğanlar tutar nabızlarını…
Her mayısın ilk haftası gonca gülün dikeni yüreğimizi kanattıkça sinkaflarız. Elbette acılar en zirveye tırmandığında bu güne özgü duygusallıkla içleniriz. Benden içeri o duygu fırtınasında çocukluk yıllarımdan kalma babamın beynelmilelliğine rastlarım önce. Sonra hayatın gerçekliğine…
Gönül gözümde babam beynelmilel bir kahramandır. Biz de o sayede beynelmilel olduk. Denizlerle buluştuk. Babam da atlas maviye kanatlandığı, o sınırsız boyuta uçtuğu gün denizlerle buluştu. Denizi karartan imanla, fındıklıkları yeşerten inançla kucaklaştılar. Baba ve oğulları misali en candan. Beynelmilelce ayak izlerini takip etmek de bize düştü. Bizden sonrası da denizkızıma…
Çok on yıllar öncesine dayanır bizim yarenliğimiz. Her ağızda topun ağzındaydık günlerine. Çekilmez günlerde topuna isyan aşamasına gelmişlik yıllarına. Yirmi dört yaşındayken, ‘kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum’ diyebilme zenginliğini yaşayanların yoluna. O yolculuğa dayanır bizim yoldaşlığımız.
Bıçak sırtı güneş Mayıs akşamlarında kızaran damlara vurduğunda ayılmalar başlar. Ben bir başka gamlı ve katmerli hüzünlenirim. En baba gülümü de “Gülünün Solduğu Akşam” toprağa verdiğimdendir bu yas. Dilimde dirilir sözcükler, canlanır tüm insani dialoglar, ama söyleyemezim. Gülün dikeni yüreğimizi çentiklediğindendir bu başkalaşım. Alnımızda zindan karasıdır. O yüzden unutkanlık ve acizlik göstermeyiz hiçbir zaman.
Sağa sola delice savrulurken zaman, mayısın ilk haftası arzdan arşa sonsuzluğu içselleştirir; ayni gün onlar öldürüldüğünden, babam öldüğünden toprağa bağlanırım. Onları defnederken aklımdan öper mayıs gülleri. Kalenderlik babadan miras, yutkunmak da onlardan.
Yakınlarını yitirdiğinde hiç ağlamadım kim diyebilir ki. Kim diyebilir ki en baba manifestolar kaleme almış olanlar Duyguların Efendisi babasına ağlamaz diye. Babası öldüğünde ağlamaktır devrimcilik. Oğlu öldürüldüğünde ise ağaç gibi ayakta ölmek. Yoldaşı öldüğünde ise hayatı çarpıtmadan yaşamaktır mesele, kara benekli hayallere dalmamak.
Kaderin bir cilvesi, onlarla birlikte babamı da anarım. Yüreğimde hasret. Labirent esrarı ve sır biyografiler. Bir anda “ yüz metreyi en hızlı koşan çocuklar” seksenlik ihtiyara elverir. Omuz verirler ve kol kola ölümsüzlüğe yürürler. Gün, yersiz zamansız ölüme mahkûmiyetin ağırlığını hissetme günüdür. Tekler kalpler. Yaşanmazı yaşamak acıtır ve incitir yürekleri.
Onların başı dikti ve hayal ettikleri güzelim dünya için kendilerini feda ettiler. Ülkeleri için, memleket sıla için, anaları babaları kardeşleri için, kurtuluşu dileyen isyanları vardı. Dimdik durdular ve gittiler. Onların asla ince gelecek hesapları, kişisel kaygıları yoktu.
Her mayısın ilk haftası iskele, sahil, meydan, memleket esenliği için turlayanlara babamın da eklendiğini hissederim. Babam, övülmeye layık yoldaşlar, dostlar, ben ve denizkızım. İzlenecek en devrimci yolların yolcusu olarak vururuz adımlarımızı mayısın ilk haftasından ileri.
Varsın olsun ayrılık şarkıları, Her içli şarkıda titrer zaman. Mayıs akşamları güneşi renklendirdikçe yeşilden kırmızıya yarım kalmış sevdalar dumanlanır. İşte o vakit çok düşünerek yazmak, hiç düşünmeden söze başlamak zorlaşır. Biraz daha zaman gerekir.
Babam bende, Deniz Denizkızımda sürgün vermişken sararan yapraklara ve lacivert taş üzerine kazınacak bilgeliğe daha epey zaman var…
4 Mayıs 2017 Perşembe
KOMPLEKS KOMPARTIMANI
KOMPLEKS KOMPARTIMANI
Memleket ve kurumları komple bir delibozuk kompozisyona sürüklendi. Başa gelmez denilen ve hep denetlenebilir görülen ne varsa bir bir yüzleşilecek artık. Ne yazık ki kompleks kurbanı bir memleket olduk. Karınca kaderince kompleks kompartımanları anında doldu. Bundan böyle bu bereketli topraklar üzerinde kompleksli tiplerin prim yapacağı bir dönem açıldı…
Ve döndükçe dönenler anında “Kompleks özel zekâ ürünü değil,nevrotik bir durumdur. Bu nevroz yapı her çıkmaza çakılışta üstünlük sağlama aracı olarak kullanılır…” tezine komplelendi.
Araçsız aracısız hiçbir işin görülemeyeceğine inandırılan milyonlar mührü vurdu memleketin bağrına. Gerçi mühür de gereksiz sayıldı bir kalemde. Başka bir aleme kaldı hesaplaşması da. İşte o mal ve malum gerekçeyle mühür tek kişiye geçti böylece. Şimdilik değişen hiçbir şey yoktur mahurluğunda kavgasız sahiplenme yoluna gidiliyor. Yarın kavgacılık her cenahta hortlar.
Aslı astarı delindiğinden pek anlaşılamıyor. “Kavgacı tavır aslında cesur olmayışın dışa vurumudur. Herkavgacı da kendinden güçlü ile değil güçsüzlerle kapışır. Yani arka planda her zaman bir korkaklık ve korku vardır…” Karanlığın kokusu yakında hissedilir.
Kendinden gömlek gömlek üstünler ile kapışmak ve temel değerlerle vedalaşmak ise yıllarca korkutulmuş olmanın ezikliğidir. O yüzden ezilen milletçe ezerlik taze kan olarak görülür. Görüldü. O görgü her yoz kavgacının milletin dünyadaki yalnızlığına ve geriliğine ilaç sayılmasıdır. Dayılanmak ise başka bir mevzuudur. Dayılık da ayıklık ve ayıp oranlarıyla değerlendirilmelidir.
Bunca değersizlik deryasında tırnak içinde dağın iki yamacında birbirine zıt iki hayat tarzı açık seçik uyumsuzlaşıyor.
Zıtların birliği yerine tamamen ayrılış hâkim gelince, güdümlenince, kompleksin renkli refleksi hedeflenir. Rediflendi de. Şimdi kim ne kadar direndi ise onların veya kompleks karşısında komple olanların törpülenmesi dönemidir. Kültleştirilen kültür yoksunluğu afaki hikâyelerle giderilecek. Belirlenecek yarınlar komplekslenecek. Yeni rejimin gereksinimi de biraya gelemeyişin anlamı da belli oldu böylece. Bundan böyle tabandan tavana komple en kompleksli tipler prim yapacak…
Zaten panik arttığında palavralara bağlanır komple her şey. “Bir insan palavra atar ve övünüp durursa kendini aşağı gördüğünden, yaşamda da başkalarıyla boy ölçüşemeyecek kadar kendini güçlü hissetmediğindendir…” gerçeği de kompleksten sayılır. Spor için farz edilir.
Nedir ne değildir kapanınca kapılar güç ve kompleks birbirini devlet imkânlarıyla tamamlar. Tamamlandığında da toplumda karşılığını bulur. Layığını buldu da. Ancak hangi akla hizmet edildiği ötelendi, ertelendi. Sanki ilahi bir irade veya emirmişçesine komplekslere yenik düşüldü. Kompleks kompartımanına tek ayak üzerinde balık istifi sıkışıldı. Nasıl kış oldu, bahar ne zaman gelir, velhasıl nasıl kuş misali uçulur, uçuldu anlaşılmazlaştı. Ve çılgın ve tuhaf bir yol haritasına ağartılmış akıllar tellendirildi. Kutsiyet komple değerlendirildi ama bu kompleks ve ağulu refleks rasyonel davranışı da derinden etkiledi.
Kısacası komplekslere kurban edildi dünyalar. Bundan sonra kompleks ve refleks göstermeyenlerin inanmayacağı türden acayip güçler ve düşler uydurmacılığı güncellendi. Vurdumduymazlık yoğunluğunda bunlar oldu daha neler olacak. Olacaklar geride.
Olacak çünkü: “Hayatta kompleks karakterler arttıkça dünya onlarla onlara komple bağlananların yüzünden çekilmez hale gelir…” Gelecek…
Akil, sokma akıl, kulaktan dolma bilgi, fitne, dedikodu, jurnal ve cuma kültürü ile komple darboğaza sokulan bir memleket manzarası. Manzaradan, durumdan vazife çıkaran kompleksli zatların zaafları ile değişecek bundan böyle dünya. Yani katlanılmaz komplekslilerle beraber komple, kompartman kompartıman karartma geceleri kompozisyona sürükleniyor memleketin halleri.
Yine de kompleks kompartımanına binmek için yırtınanlar var…
Memleket ve kurumları komple bir delibozuk kompozisyona sürüklendi. Başa gelmez denilen ve hep denetlenebilir görülen ne varsa bir bir yüzleşilecek artık. Ne yazık ki kompleks kurbanı bir memleket olduk. Karınca kaderince kompleks kompartımanları anında doldu. Bundan böyle bu bereketli topraklar üzerinde kompleksli tiplerin prim yapacağı bir dönem açıldı…
Ve döndükçe dönenler anında “Kompleks özel zekâ ürünü değil,nevrotik bir durumdur. Bu nevroz yapı her çıkmaza çakılışta üstünlük sağlama aracı olarak kullanılır…” tezine komplelendi.
Araçsız aracısız hiçbir işin görülemeyeceğine inandırılan milyonlar mührü vurdu memleketin bağrına. Gerçi mühür de gereksiz sayıldı bir kalemde. Başka bir aleme kaldı hesaplaşması da. İşte o mal ve malum gerekçeyle mühür tek kişiye geçti böylece. Şimdilik değişen hiçbir şey yoktur mahurluğunda kavgasız sahiplenme yoluna gidiliyor. Yarın kavgacılık her cenahta hortlar.
Aslı astarı delindiğinden pek anlaşılamıyor. “Kavgacı tavır aslında cesur olmayışın dışa vurumudur. Herkavgacı da kendinden güçlü ile değil güçsüzlerle kapışır. Yani arka planda her zaman bir korkaklık ve korku vardır…” Karanlığın kokusu yakında hissedilir.
Kendinden gömlek gömlek üstünler ile kapışmak ve temel değerlerle vedalaşmak ise yıllarca korkutulmuş olmanın ezikliğidir. O yüzden ezilen milletçe ezerlik taze kan olarak görülür. Görüldü. O görgü her yoz kavgacının milletin dünyadaki yalnızlığına ve geriliğine ilaç sayılmasıdır. Dayılanmak ise başka bir mevzuudur. Dayılık da ayıklık ve ayıp oranlarıyla değerlendirilmelidir.
Bunca değersizlik deryasında tırnak içinde dağın iki yamacında birbirine zıt iki hayat tarzı açık seçik uyumsuzlaşıyor.
Zıtların birliği yerine tamamen ayrılış hâkim gelince, güdümlenince, kompleksin renkli refleksi hedeflenir. Rediflendi de. Şimdi kim ne kadar direndi ise onların veya kompleks karşısında komple olanların törpülenmesi dönemidir. Kültleştirilen kültür yoksunluğu afaki hikâyelerle giderilecek. Belirlenecek yarınlar komplekslenecek. Yeni rejimin gereksinimi de biraya gelemeyişin anlamı da belli oldu böylece. Bundan böyle tabandan tavana komple en kompleksli tipler prim yapacak…
Zaten panik arttığında palavralara bağlanır komple her şey. “Bir insan palavra atar ve övünüp durursa kendini aşağı gördüğünden, yaşamda da başkalarıyla boy ölçüşemeyecek kadar kendini güçlü hissetmediğindendir…” gerçeği de kompleksten sayılır. Spor için farz edilir.
Nedir ne değildir kapanınca kapılar güç ve kompleks birbirini devlet imkânlarıyla tamamlar. Tamamlandığında da toplumda karşılığını bulur. Layığını buldu da. Ancak hangi akla hizmet edildiği ötelendi, ertelendi. Sanki ilahi bir irade veya emirmişçesine komplekslere yenik düşüldü. Kompleks kompartımanına tek ayak üzerinde balık istifi sıkışıldı. Nasıl kış oldu, bahar ne zaman gelir, velhasıl nasıl kuş misali uçulur, uçuldu anlaşılmazlaştı. Ve çılgın ve tuhaf bir yol haritasına ağartılmış akıllar tellendirildi. Kutsiyet komple değerlendirildi ama bu kompleks ve ağulu refleks rasyonel davranışı da derinden etkiledi.
Kısacası komplekslere kurban edildi dünyalar. Bundan sonra kompleks ve refleks göstermeyenlerin inanmayacağı türden acayip güçler ve düşler uydurmacılığı güncellendi. Vurdumduymazlık yoğunluğunda bunlar oldu daha neler olacak. Olacaklar geride.
Olacak çünkü: “Hayatta kompleks karakterler arttıkça dünya onlarla onlara komple bağlananların yüzünden çekilmez hale gelir…” Gelecek…
Akil, sokma akıl, kulaktan dolma bilgi, fitne, dedikodu, jurnal ve cuma kültürü ile komple darboğaza sokulan bir memleket manzarası. Manzaradan, durumdan vazife çıkaran kompleksli zatların zaafları ile değişecek bundan böyle dünya. Yani katlanılmaz komplekslilerle beraber komple, kompartman kompartıman karartma geceleri kompozisyona sürükleniyor memleketin halleri.
Yine de kompleks kompartımanına binmek için yırtınanlar var…
3 Mayıs 2017 Çarşamba
“TÜRKE TÜRKTEN BAŞKA…”
“TÜRKE TÜRKTEN BAŞKA…”
Bugün itibarıyla durduk yerde, ‘Türk’e Türk'ten Başka Düşman Yok…’ sözüne geriledi ‘Türk’e Türk'ten başka dost yok’ sözü. Deyimler de eylemler de derin titreşimlere direnemedikçe daha da gericileşti âlem. Yani geçmişte yedi düvelin beceremediği ne varsa iman kuvveti ile bir çırpıda halledildi. Becayiş gerçekleşti. Ne yazık ki tarih bu günü de yazdı ve yazacak…
Tarihten ibret alınmadıkça, dersler çıkarılmadıkça başa daha çok şeyler gelir. Gelecek. Açıkça bilinmese de ne yalanlarla donatılmıştır o anlı şanlı tarih. Bir gerisingeri yürünse, yürünebilse akıllar şaşar. Damarlardaki asil kan donar. Hep tersine tersine işlenmiş hakikat. Gelecekteki kullara da böyle emanet edilmiş. Yoz tarihe toz kondurtulmaması, töz ecdatla övünülmesi adına hep birileri ileri itilenmiş. Yığınlar etkilenmiş. Yetmemiş, yetinilmemiş tetikçiliğe soyundurulmuş. İlaveten derin devletin koruyuculuğuna devşirilmiş.
Düstur; ‘Türk’e Türk'ten başka dost yok…’. Destur…
Dur durak çemberinde gerçek tarih ve resmi tarihi bozan gelişmeler hep unutulmuş. Unutturulmuş. Üstüne ne cilalı civan laflar peydahlanmış. Tarih sahnesine ne ucuz kahramanlar oturtulmuş. Per perişan toplum iyice perdahlanmış.
Eyvallah, ‘Türk'ün Türk'ten başka dostu olmaz…’ ne baba bir kavram. Acayip egzantrik bir iddia. Billah yalan. Bu etnik dürtüyle dört bir yan azametlice kuşatılmış, helalinden çifte su verilmiş kılıçlar kuşanılmış ve sonu gelmez seferlere çıkılmış. Oysaki tüm bilinenler, bilindiği sanılanlar kuyruklu yalan.
Doğrusu şudur hasdur; ‘Türk'e Türk'ten Başka Düşman Yok’…
Aslında dost ile düşman devamlı yer değiştirdiğinden sözün özü ‘Türk'e Türk'ten başka düşman yok’ olsa daha yerinde. Binlerce yıldır dost düşman birbirine karışmış ve puştluk dayanılamaz hale gelmiş. Tarih arenasında yakım, yıkım, diriliş, kurtuluş sonra yine en başa dönüş. O yüzden böyle olmalı sözün aslı. Belki de aslı astarı böyleyken zamanın anonim değişimine uğramış. Uğratılmıştır.
Çünkü on yüzyıllarca hem de Türk görülen saltanatların tamamında hep Türk'ün boynu kırılmış, başı ezilmiş, gözü çıkarılmış, gönül gözü dağlanmış. Özellikle Ottoman otomatikman tüm devşirmelerini ve iç oğlanlarını paşalandırıp paşa paşa Anadolu’daki garip Türklerin üzerine sürmüş. Türk kürt, kürt mürt kim varsa asırlarca süründürülmüş. Ahaliyi baskıyla yönetmiş, yönettirmiş. Yönetilmiş. Yönetiş bu yönetiliş işte.
Ne acımasız katliamlarla ihtişamlaştırılmış şu yürek hançerleyen, hançereleri göçüren tarih. Makamlı makamsız muhteşemleştirilmiş. Ama çıplak gerçekler hep es geçilmiş. Geçiştirilmiş. Üstü kapanmış. Gizlenmiş.
Hal böyle olunca özellikle son on yıllarda toplumda sosyal denge bozuldukça bu yasak savıcı tarih tekrar nüksetti…
Aynıyla, ‘Devletin bekası’ mahlasıyla…
Nüksetti nice yalanlarla donatılmış benmerkezci sahte tarih bilinci. Önyargıları kesinleştirdi. Keskinleştirildi. Daha da değiştirildi. Batı düşmanlığında batıl inançlar pratikleştirildi. Değiştirilen yaşam döngüsü geriye dönüşü kutsadı. Kehanete varan düşlerle zihinler aymazca meşgul edildi. Tarihin kısır döngüsü tuhaf biçimde düne, bugüne ve yarınlara damgasını vurdu. Karanlık kontrol dışı bir süratle en ücra katmanlara kadar sirayet etti.
Yar ve yardımcı edebiyatıyla yapay ve yanlı tarihten esinlenme, kanlı ve sahte ecdat tarihinden beslenme ürünü bir modele geçiş süreci sağlandı. Onaylandı ve imzalandı. Çaresiz çözüm ‘Türk tipi başkanlık’ hikâyesine yaslandı. Kör topal işleyen demokrasiyle tahta köprüler atıldı. Daha bir yüzyıla varmadan Cumhuriyet tahtalıköye gönderildi. Yani milenyum sonrası ileride acayip ilenilecek kapkara bir cehalet güncellendi. İnsanlık tarihinde eşi benzeri bulunmayan bir rejim tarihin dipnotlarına işlendi. Kayıt düşüldü.
Ezcümle ‘Türk'ün Türke yaptığını…’ evrenin canlı cansız tüm bileşenleri bir araya gelse yapamaz. Yapamamışlardı zaten. Lakin son düzlükte Türkü kürdü, çepni çeperi, yetmiş iki buçuk milleti tarihi bir yanılsama daha yaşadı. Resmen yaşatıldı.
Şimdilik şeref haysiyet üzerine tarafsızlık yemini ile görev süren yedi rakımlı tepe misafiri rozetlendi. Partizanlığı tescillendi. Ve ne mene ise ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ tarihe raptedildi. Şimdiden sonrası, yarın neler getirecek neler götürecek, kazanımlar kaybedilenler neler olacak bir güzel muamma.
Yansız ve rasyonel tarih bugünleri yarım cümle ile de yazsa ki yazacak işin temeli anlaşılır; ‘Türk’e Türk'ten başka…’
Üç nokta…
Bugün itibarıyla durduk yerde, ‘Türk’e Türk'ten Başka Düşman Yok…’ sözüne geriledi ‘Türk’e Türk'ten başka dost yok’ sözü. Deyimler de eylemler de derin titreşimlere direnemedikçe daha da gericileşti âlem. Yani geçmişte yedi düvelin beceremediği ne varsa iman kuvveti ile bir çırpıda halledildi. Becayiş gerçekleşti. Ne yazık ki tarih bu günü de yazdı ve yazacak…
Tarihten ibret alınmadıkça, dersler çıkarılmadıkça başa daha çok şeyler gelir. Gelecek. Açıkça bilinmese de ne yalanlarla donatılmıştır o anlı şanlı tarih. Bir gerisingeri yürünse, yürünebilse akıllar şaşar. Damarlardaki asil kan donar. Hep tersine tersine işlenmiş hakikat. Gelecekteki kullara da böyle emanet edilmiş. Yoz tarihe toz kondurtulmaması, töz ecdatla övünülmesi adına hep birileri ileri itilenmiş. Yığınlar etkilenmiş. Yetmemiş, yetinilmemiş tetikçiliğe soyundurulmuş. İlaveten derin devletin koruyuculuğuna devşirilmiş.
Düstur; ‘Türk’e Türk'ten başka dost yok…’. Destur…
Dur durak çemberinde gerçek tarih ve resmi tarihi bozan gelişmeler hep unutulmuş. Unutturulmuş. Üstüne ne cilalı civan laflar peydahlanmış. Tarih sahnesine ne ucuz kahramanlar oturtulmuş. Per perişan toplum iyice perdahlanmış.
Eyvallah, ‘Türk'ün Türk'ten başka dostu olmaz…’ ne baba bir kavram. Acayip egzantrik bir iddia. Billah yalan. Bu etnik dürtüyle dört bir yan azametlice kuşatılmış, helalinden çifte su verilmiş kılıçlar kuşanılmış ve sonu gelmez seferlere çıkılmış. Oysaki tüm bilinenler, bilindiği sanılanlar kuyruklu yalan.
Doğrusu şudur hasdur; ‘Türk'e Türk'ten Başka Düşman Yok’…
Aslında dost ile düşman devamlı yer değiştirdiğinden sözün özü ‘Türk'e Türk'ten başka düşman yok’ olsa daha yerinde. Binlerce yıldır dost düşman birbirine karışmış ve puştluk dayanılamaz hale gelmiş. Tarih arenasında yakım, yıkım, diriliş, kurtuluş sonra yine en başa dönüş. O yüzden böyle olmalı sözün aslı. Belki de aslı astarı böyleyken zamanın anonim değişimine uğramış. Uğratılmıştır.
Çünkü on yüzyıllarca hem de Türk görülen saltanatların tamamında hep Türk'ün boynu kırılmış, başı ezilmiş, gözü çıkarılmış, gönül gözü dağlanmış. Özellikle Ottoman otomatikman tüm devşirmelerini ve iç oğlanlarını paşalandırıp paşa paşa Anadolu’daki garip Türklerin üzerine sürmüş. Türk kürt, kürt mürt kim varsa asırlarca süründürülmüş. Ahaliyi baskıyla yönetmiş, yönettirmiş. Yönetilmiş. Yönetiş bu yönetiliş işte.
Ne acımasız katliamlarla ihtişamlaştırılmış şu yürek hançerleyen, hançereleri göçüren tarih. Makamlı makamsız muhteşemleştirilmiş. Ama çıplak gerçekler hep es geçilmiş. Geçiştirilmiş. Üstü kapanmış. Gizlenmiş.
Hal böyle olunca özellikle son on yıllarda toplumda sosyal denge bozuldukça bu yasak savıcı tarih tekrar nüksetti…
Aynıyla, ‘Devletin bekası’ mahlasıyla…
Nüksetti nice yalanlarla donatılmış benmerkezci sahte tarih bilinci. Önyargıları kesinleştirdi. Keskinleştirildi. Daha da değiştirildi. Batı düşmanlığında batıl inançlar pratikleştirildi. Değiştirilen yaşam döngüsü geriye dönüşü kutsadı. Kehanete varan düşlerle zihinler aymazca meşgul edildi. Tarihin kısır döngüsü tuhaf biçimde düne, bugüne ve yarınlara damgasını vurdu. Karanlık kontrol dışı bir süratle en ücra katmanlara kadar sirayet etti.
Yar ve yardımcı edebiyatıyla yapay ve yanlı tarihten esinlenme, kanlı ve sahte ecdat tarihinden beslenme ürünü bir modele geçiş süreci sağlandı. Onaylandı ve imzalandı. Çaresiz çözüm ‘Türk tipi başkanlık’ hikâyesine yaslandı. Kör topal işleyen demokrasiyle tahta köprüler atıldı. Daha bir yüzyıla varmadan Cumhuriyet tahtalıköye gönderildi. Yani milenyum sonrası ileride acayip ilenilecek kapkara bir cehalet güncellendi. İnsanlık tarihinde eşi benzeri bulunmayan bir rejim tarihin dipnotlarına işlendi. Kayıt düşüldü.
Ezcümle ‘Türk'ün Türke yaptığını…’ evrenin canlı cansız tüm bileşenleri bir araya gelse yapamaz. Yapamamışlardı zaten. Lakin son düzlükte Türkü kürdü, çepni çeperi, yetmiş iki buçuk milleti tarihi bir yanılsama daha yaşadı. Resmen yaşatıldı.
Şimdilik şeref haysiyet üzerine tarafsızlık yemini ile görev süren yedi rakımlı tepe misafiri rozetlendi. Partizanlığı tescillendi. Ve ne mene ise ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ tarihe raptedildi. Şimdiden sonrası, yarın neler getirecek neler götürecek, kazanımlar kaybedilenler neler olacak bir güzel muamma.
Yansız ve rasyonel tarih bugünleri yarım cümle ile de yazsa ki yazacak işin temeli anlaşılır; ‘Türk’e Türk'ten başka…’
Üç nokta…
2 Mayıs 2017 Salı
DURUŞ KAYBI, GÜLMEK AYIBI…
DURUŞ KAYBI, GÜLMEK AYIBI…
Hayatta çoğu kere ‘Güleriz ağlanacak halimize’…
Bu söz kahır yükü hayatın içine içine sarkar ve sessizce sızar. Sonra eylemsel düzeyde kılcal damarlar yoluyla doğrudan en ücraya dek bulaşır. Ve dış yüzey dâhilinde yaygınlaşır. Yani ‘Gülmek bulaşıcıdır’ şekline dönüşür söz birliği edilmişçesine. Öyle ki hassasiyetle sürdürülen olumlu ne varsa bir kalemde silinir. Özenle verilmiş duruş bozulur ve kayba uğrar. Eğrisi doğrusu sıradan bir gülümsemeyle veya yerli yersiz gülmek ayıbıyla yıkılır zor bir hal kazanılmış dik duruş.
Duruş, oturuş, kalkış, konuşma, susma ve pusma merkezli hal ve hareketler insanı insan yapar. Yokluk ve çokluk bilinci bir yana geliştirilen beden diline bakılarak zatı muhteremlere sempati veya antipati beslenir. Sempatiyle karışık bir batımda doğan ve batıya kayan bir düzlemde eşsiz benzersiz kahraman olunur. Ancak insanın döneme uygun ve şartlar gereği lanse edilen tavrına kıymık batsa kıyamet kopar. Batış başlar. Beklenilmez boyutun ötesinde maskaralık başladığında ise her şey göze batar.
Dik duruş dik olmak daima bir kuş misali göçerliktir. Göç hazırlığına deniz kıyısı uyanır ve sanal gerçekliğe direnir. Bir an gelir güçlü hissi vermesi gerekenler de diklenemez. Veya yalandan diklenir. Tüm diklenmeler basit bir hatayla zayıf desteğe dönüşür. Ve pozisyonu korumak zorlaşır. Zamanla da önemsiz hissi veren bir atmosferde kaybolup gitmekle sonuçlanır yapay diklik. Ama bazen enine dikine kurulan kuleyi ağız dolusu kahkahalardan taşan davetler yerle bir eder. Yersiz bir tebessüm dahi bütün sihri bozar.
Yani ‘Gülmek bulaşıcıdır’ bulaşır ve ‘ağlanacak halimize güleriz’. İşte bu oldu...
En iyi sihirbazların bile şapkadan çıkaramayacağı denklikte, bazen hayatın resmini ucuz esprilerle mal ettiği yalanlarla cilalayanlar ve dünya âlem bildiği halde malum olaya kılıf bulanlar bir araya gelebilir. Dik duruşun devamı için bulunmaz bir fırsattır. Ancak metazori de olsa hiçbir şey olmamışçasına inci porselen dişler göstermek affedilemez bir vakadır. Dik duruş zaafı hangi mühürsüz zarfın içinden, hangi lafın gözünden çıktığı belli iken bu gülüş ayıbı, dik duruş kaybını resmen tesciller. Her yerde herkese diklenmeyle öne çıkanlarla ve çıkarılanlarla bir kerede olmuş olsa bu ziyadesiyle ziyankârlık zirve yapmaz. Sadece taban ile tavan arasında git gel yaşatır.
O yüzden dikkati elden bırakmadığını her yerde usulünce göstermek gerekir. Dik duruş profilini başka formülerle dimdirek yaşatmak gerekir. Yaslanmak türküsüyle yaranmak da, kambura yatmakta hoş olmaz. Hoş duygular yaratması da beklenmez. Sürekli en küçük zaman dilimine hapis olmak, olurken de yanılmazlık ve topluma uyum sağlama alışkanlıklarının kayboluşu güdümlenir böylece.
Tersinden yüzünden ne kadar bakılsa da tek cümledir dişe dokunan; otuz iki diş göstermekle dost olunmaz, dost kalınmaz. Posta düşen yalnız ölme yarışıdır. Dostane yarısından fazlası uyanışta olduğu besbelli bir sarmalda hala ‘ağlanacak halimize güleriz’. İşte bu olmaz…
Yakın uzak çekimlerle takınılan eda ve tavır yaşam yüklerini de biçimlendirir. Hafifletmez. Her şey yolunda giderken beden bilinden hiç haz etmeyenlerin dediğine gelinir. Ne düşünür neler düşünülür bu saatten sonra hiç fark etmez ama dik duruş platformu zedelenir. Bu saatten sonra çok dakik olmak bile zevatı kurtarmaz. Hep tetikte beklemek de yaşanmışlığı unutturmaz. Ayrıca bitmesine bitmiş gözüküyorsa da, varsa yoksa bu denli gerilmiş bir ortamda orta malları ile ortaklık edercesine incilerin dökülmesi dik duruş ile asla bağdaşmaz.
Bağlanışın etrafındaki sır perdelerini arayanlar gerçeği görür. Övünenin, sövülenin, dövülenin artık korkutulması aşamasında tanı yanlışlığıdır dişe çalan. Şikâyet etmeden etmemeliyken ezrailden korkmazlık da yalan olur. Oldu bitti, geçti gitti ve durum değişti merkezli cakalanmalara sabit duruş şartı ileri sürülmesi de. O nedenle daha da gülünecek hallere düşmemek için gülmek ayıbına düşmemek gerekirdi.
Şimdi ne lazımdır unutuşun kitabının yazılması. Yazılırken dik duruş bölümü de yeniden gözden geçirmelidir. Hiç gereği yokken karşılıklı gülüşmeleri icra edenler de senlik benlik yapılmaksızın kitaptan çıkarılmalıdır.
Yoksa daha çok ‘güleriz ağlanacak halimize’…
Hayatta çoğu kere ‘Güleriz ağlanacak halimize’…
Bu söz kahır yükü hayatın içine içine sarkar ve sessizce sızar. Sonra eylemsel düzeyde kılcal damarlar yoluyla doğrudan en ücraya dek bulaşır. Ve dış yüzey dâhilinde yaygınlaşır. Yani ‘Gülmek bulaşıcıdır’ şekline dönüşür söz birliği edilmişçesine. Öyle ki hassasiyetle sürdürülen olumlu ne varsa bir kalemde silinir. Özenle verilmiş duruş bozulur ve kayba uğrar. Eğrisi doğrusu sıradan bir gülümsemeyle veya yerli yersiz gülmek ayıbıyla yıkılır zor bir hal kazanılmış dik duruş.
Duruş, oturuş, kalkış, konuşma, susma ve pusma merkezli hal ve hareketler insanı insan yapar. Yokluk ve çokluk bilinci bir yana geliştirilen beden diline bakılarak zatı muhteremlere sempati veya antipati beslenir. Sempatiyle karışık bir batımda doğan ve batıya kayan bir düzlemde eşsiz benzersiz kahraman olunur. Ancak insanın döneme uygun ve şartlar gereği lanse edilen tavrına kıymık batsa kıyamet kopar. Batış başlar. Beklenilmez boyutun ötesinde maskaralık başladığında ise her şey göze batar.
Dik duruş dik olmak daima bir kuş misali göçerliktir. Göç hazırlığına deniz kıyısı uyanır ve sanal gerçekliğe direnir. Bir an gelir güçlü hissi vermesi gerekenler de diklenemez. Veya yalandan diklenir. Tüm diklenmeler basit bir hatayla zayıf desteğe dönüşür. Ve pozisyonu korumak zorlaşır. Zamanla da önemsiz hissi veren bir atmosferde kaybolup gitmekle sonuçlanır yapay diklik. Ama bazen enine dikine kurulan kuleyi ağız dolusu kahkahalardan taşan davetler yerle bir eder. Yersiz bir tebessüm dahi bütün sihri bozar.
Yani ‘Gülmek bulaşıcıdır’ bulaşır ve ‘ağlanacak halimize güleriz’. İşte bu oldu...
En iyi sihirbazların bile şapkadan çıkaramayacağı denklikte, bazen hayatın resmini ucuz esprilerle mal ettiği yalanlarla cilalayanlar ve dünya âlem bildiği halde malum olaya kılıf bulanlar bir araya gelebilir. Dik duruşun devamı için bulunmaz bir fırsattır. Ancak metazori de olsa hiçbir şey olmamışçasına inci porselen dişler göstermek affedilemez bir vakadır. Dik duruş zaafı hangi mühürsüz zarfın içinden, hangi lafın gözünden çıktığı belli iken bu gülüş ayıbı, dik duruş kaybını resmen tesciller. Her yerde herkese diklenmeyle öne çıkanlarla ve çıkarılanlarla bir kerede olmuş olsa bu ziyadesiyle ziyankârlık zirve yapmaz. Sadece taban ile tavan arasında git gel yaşatır.
O yüzden dikkati elden bırakmadığını her yerde usulünce göstermek gerekir. Dik duruş profilini başka formülerle dimdirek yaşatmak gerekir. Yaslanmak türküsüyle yaranmak da, kambura yatmakta hoş olmaz. Hoş duygular yaratması da beklenmez. Sürekli en küçük zaman dilimine hapis olmak, olurken de yanılmazlık ve topluma uyum sağlama alışkanlıklarının kayboluşu güdümlenir böylece.
Tersinden yüzünden ne kadar bakılsa da tek cümledir dişe dokunan; otuz iki diş göstermekle dost olunmaz, dost kalınmaz. Posta düşen yalnız ölme yarışıdır. Dostane yarısından fazlası uyanışta olduğu besbelli bir sarmalda hala ‘ağlanacak halimize güleriz’. İşte bu olmaz…
Yakın uzak çekimlerle takınılan eda ve tavır yaşam yüklerini de biçimlendirir. Hafifletmez. Her şey yolunda giderken beden bilinden hiç haz etmeyenlerin dediğine gelinir. Ne düşünür neler düşünülür bu saatten sonra hiç fark etmez ama dik duruş platformu zedelenir. Bu saatten sonra çok dakik olmak bile zevatı kurtarmaz. Hep tetikte beklemek de yaşanmışlığı unutturmaz. Ayrıca bitmesine bitmiş gözüküyorsa da, varsa yoksa bu denli gerilmiş bir ortamda orta malları ile ortaklık edercesine incilerin dökülmesi dik duruş ile asla bağdaşmaz.
Bağlanışın etrafındaki sır perdelerini arayanlar gerçeği görür. Övünenin, sövülenin, dövülenin artık korkutulması aşamasında tanı yanlışlığıdır dişe çalan. Şikâyet etmeden etmemeliyken ezrailden korkmazlık da yalan olur. Oldu bitti, geçti gitti ve durum değişti merkezli cakalanmalara sabit duruş şartı ileri sürülmesi de. O nedenle daha da gülünecek hallere düşmemek için gülmek ayıbına düşmemek gerekirdi.
Şimdi ne lazımdır unutuşun kitabının yazılması. Yazılırken dik duruş bölümü de yeniden gözden geçirmelidir. Hiç gereği yokken karşılıklı gülüşmeleri icra edenler de senlik benlik yapılmaksızın kitaptan çıkarılmalıdır.
Yoksa daha çok ‘güleriz ağlanacak halimize’…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder