28 Haziran 2016 Salı

ironi...

İRONİ

Bir tutamcık akıl…
Gün olur servet son kuruşuna kaybedilir
sona yakın
kalan koskoca bir hayattır eldeki.
Yaşamışlıklar ve yaşanmışlıklar yumağı
karmakarışık
uslanmaz aşıklık.
Akıl
Bir tutamcık akıl.
Gün olur hiddet son kırıntısına kaybedilir
kalan koskoca bir bedendir
küçüldükçe küçülen evrendeki.
Yaşamak ve yaşamamak ikilemidir
elleri ağırlaştıran.
Akıl.
Bir tutamcık akıl.
Bir tutamcık aklı kumanda etmektir mahirlik
Bir tutamcık var koru Tanrım.
Koru tutuklanmadan evvel…
İçten tetik silah kekeler belki ama
karakalem konuşur
ciğerden deler.
Kekelemez ve sendelemez
öyle bir portredir ki çizilen
bir tutamcık akıl da tutuşur.
Sular aparat kalafat tanımaz çağlar yürür.
Gün bu gündür
Milli bayramlardaki resmigeçitler de özlenirmiş meğer…
Akıl
Bir tutamcık akıl…

23 Haziran 2016 Perşembe

YÜKSEK TİCARET VE YÜKSEK SİYASET BAĞLAMINDA AİDİYET…

YÜKSEK TİCARET VE YÜKSEK SİYASET BAĞLAMINDA AİDİYET…
 
Yüksek Ticaretliler, seksen yıl önce 16 Ocak 1937’de Pera Palas Oteli’nde derneğin 1. kuruluş yıl dönümü münasebetiyle bir balo düzenler. Baloya Mustafa Kemal Atatürk de katılır. Mustafa Kemal baloda Yüksek Ticaretlilere hitap eder. Atatürk’ün 16 Ocak’ta 1937’deki bu hitabı “ Yüksek İktisat ve Ticaretliler’e Hitabesi - Ulusta Gençlik” başlığı altında bu günlere kadar taşınır…
 
“Ulus uludur, büyüklüğün, yüksekliğin, gençliğin Türkçe ifadesidir. Gençlik; esas ve büyük varlıktan çıkan ve ardı arkası kesilmeksizin genişleyen, büyüyen, yükselen, esas varlığın asla inkitaa uğramaksızın namütenahiliğini ifade eden bir Türk kelimesidir. 
 
Şimdi, ” Ulusta Gençlik” tabirinde birleşen “Ulus” kelimesinin manasıyla “Gençlik” kelimesi ne ifade ediyor anlıyor musunuz? Asla inkitiaa uğramayacak bir varlık, bir büyüklük, bir gençlik, bir parlaklık ve dünyaya şamil bir şeref. O halde Türk Milleti, “Ulusta Gençlik” terimiyle ancak bununla ifade olunabilir. Her kafanın anlamakta aciz olduğu yüksek bir varlıktır gençlik. 
 
Yüksek ilim meş’alesini ellerinde tutan ve bununla Türk âlemini aydınlatan kıymetli, seçkin bir muhitte bulunmak fırsatını bana verdiğinizden dolayı çok memnun ve mütehassıs oldum.”
 
Ata sözüdür; elinde tuttuğu yüksek ilim meşalesi ile alemi aydınlatan, diyor. Asla karartan değil. Budur işte Yüksek Ticaretli olmanın temel gereği ve gerekçesi.

Dünyanın küresel bir hapishaneye dönüştürüldüğü şu çağda Okullar ve ekoller korkuların verildiği, umutların gömüldüğü ve dönem egemenliklerinin normalleştirildiği üst seviye mekanlar olarak işliyor ve işletiliyor. Dayatılan, öğretilen ve yaşama geçirilen ise sistemin anca böyle yürüyeceği ve yürütüleceği yaygın ve örgün bilgisidir. Bilişim çağında bu biliş, mevcut düzenin soyut duyarlıklar, esrik duygular ve doyumsuz doyumlarla devamının sağlanmasıdır. Soyut egemenliğin acemileştirdiği gençlere yalnızca ileride çekecekleri acılar bırakılırken somut değerler başkalarının elinde birleniyor, istifleniyor.
 
Seksen yıl önceki o ulu sese kulak verildiğinde o kısacık metinde bu günler resmedilmiş resmen.
 
Seksen yıllık geçmişi olan, Yüksek Ticaret Mezunlar Derneği bir sivil toplum kuruluşu olarak belki de ülkenin en kalabalık ailesi. Ürettiği maddi ve manevi değerleri ile gıptayla izlenen bir ekol. Memlekete yaklaşık iki asra yakın daima pozitif katkı sağlamış bir okul. Yüksek Ticaret Mezunları önünde saygıyla eğilinecek bir dayanışmayı, ders alınması gereken bir birlikteliği yıllardır kurdukları dernekler ve vakıflar sayesinde sürdürüyorlar. Bu güne kadar az veya çok emeği geçen herkese teşekkür etmek bir borç. Çünkü Yüksek Ticaretliler diğer sivil toplum örgütlerinden farklı bir gelenek yaratmışlardır. Yurt çapında en bilindik üç beş gelenekten biri konumundadır hala, unutulmaz bu eşsiz yaratı.

Yıllarca Yüksek Ticaret birikim yarınlara ilişkin birçok mesajı kamuoyuna sunmuştur. Bu sunumlar ilme ve bilime sahip olmasının yanında, cesaretliliği de gösteren bir tavırdır, tutumdur, durumdur, bir duruştur. Bu mesajlar bazı dönemlerde değerlendikçe değerlenir. Ve sabırsızca beklenir.

Özellikle yurtta toplumsal muhalefetin önünün iyice tıkandığı, toplumun her kesiminde özgürlüğünü yaşama ve yaşatma, demokratik haklarını yeterince kullanamama endişesinin ayyuka çıktığı bir gerçek iken beklenti dozu giderek artar. Son günlerde bu beklenti başka bir konuma evrildi. Kamuoyu Yüksek Ticaret ve Yüksek Siyaset bağlamında bir aidiyet gerginliği ile işgal ediyor.
 
Kurumsal kültürün temel ilkesi aidiyet duygusunun geliştirilmesidir. İşte böyle kaotik atmosferde aidiyet ve aidiyet duygusu aşırı önem taşır. Bireyin daha geniş bir birimle ilişkili olan yanının güçlenmesidir asıl olan. Apolitik ve asosyalleşmiş bireylerin oluşturduğu bir toplumda iyice yalnızlaşan ve kalıplaşan bireyin bir topluluğa bağlanma duygusunun ve yeniden varlık olmasının dışa vurumudur ayrıca. Ama sadece duygulanmak ve hislenmekle de kazanılamaz aidiyet. Aidiyet kültürü bireye elbette bir kimlik kazandırır ancak ait olunacak ve olunmuş bir kurumun da olması gerekir. Yani o kuruma ait bir parça olduğunun kanıtlanması, geçerli kanıtın da elde bulundurulması gerekir.

Hamidiye Ticaret Mektebi Alisi’nden itibaren 133 yıldır bir ekolun, okulun, akademinin, fakültenin, üniversitenin devamında mezunlarından sayılmak ve Mezunlar Derneği’nin yüz binlerinden bir isim olarak anılabilmek kayıt ve şartların yerine getirilmesine bağlıdır. Yani organik bir bağ olmalıdır iki tarafı da haklı çıkaran. Bu bağlantı Diploma cetvelinde adı sanı ve namı yazması suretiyle güçlendirilmeli ve icazet ile şehadet kep fırlatılmamış olsa bile diploma ile resmen somutlanmalıdır. Öyle veya böyle yönetsel ve işlevsel politikaları hayata geçirecek kadrosal yeterliliğe ve yetkinliğe sahip olmak yetmez. temel ilke ve amaçları belli bir mezunlar bütünlüğü içinde olmayı sindirebilmek, Gelenekle özdeşleşmiş bir keskin duruştur. Tutunulan ipi kesmek değil.

Bu günden yarına bu hiç de diplomatik olmayan sindirilmişlikten hareketle Yüksek Ticaret amaç ve hedeflere varmak, umuduna ulaşmak için üye mezunlarına bir eylem serbestîsi tanımak ve sağlamak, siyasal aktivitelerin içine katmak ve ülke yönetiminde söz sahibi olabilmek gibi başka bir görevi daha üstlenebilmelidir.

Aidiyet kapsamında tepeden tırnağa kamuoyu çalkalandırılırken gerçeğe tanıklık edecek kişi, yazı, sertifika, fotoğraf, resim, belge, çıkış, mezuniyet, vesika, doküman, nefer, tanıdık, tanık kapsamında koca bir hiçlik söz konusu. Ve hep on yıllardır yokuşa sürülen bir süreç. Aslında tüm eğreti yapılanmaların yanlışlarını görmek ve göstermek tüm Yüksek Ticaretlilerin geçmişten geleceğe taşıdıkları sorumluluktur. Hiç kimse gücenmesin ama bu tarihi sorumluluğu harfiyen yerine getirmek boyunlarına da borçtur. Yüksek Ticaretlilerin kavram çeşitliliğine rağmen katılımcılık ve söylem birliğinde buluşması, terbiye çerçevesinde ülke menfaatlerini gözeten bir tavırlılık göstermesi en paha biçilmez erdemlilikleridir.

O halde durup bakılmaz bu aidiyet meselesi hayati bir meseledir. Sürekli ve en yaygın biçimde Yüksek Siyaset ve Yüksek Ticaret çıkmazında bu aidiyet meselesinin irdelenmesi, yepyeni biçimlendirmeler,  bilgilenme ve bilgilendirme yoluyla düzenlemeler ve böbürlenmeler daha çok yüksek rakımlı tepelere dokunur.  Dokunmalar ve dokundurmalar farklı bir anlam kazanır, gelişir ve diplomayı gerektiren bir meslekte diplomasızlık dip yapar. Bu dipsizlikten diplomatça sıyrılmak da bir yere kadar. Doğrudur yanlıştır, gerçektir sahtedir ivedilikle sonuçlandırılması lazım gelen bu durumdur bu aidiyet konusu. Çözüm aramak korku imparatorluğu baskılarıyla asla korku duyulacak değil, aksine ülke Yüksek Siyasetine reel katkıda bulunmak ve politik kulvarda ise Yüksek Ticaretlilerin önünün açılması manasına gelir.

Bu aşamada çağa uygun kurumsallaşmak elbette çok önemlidir. Dinamizmi eksik, çıkış yapma ve çözümsel patlama beklentilerine yanıt veremeyen yönetsel anlayışlar filizlenen umutları hep bir sonraki dönemlere aktarır. Bu aktarımlar sürdükçe ülkeye yön verecek güce sahip Yüksek Ticaretli kadroların da demlenmiş hayalleri bir bir yıkılır. Kazanımlar el değiştirir. Aidiyet duygusu diplomatik yollardan zedelenir. Yalancı iktidar olmak çarkında bekleşen kadrolar belki hareketli dönemler yaşar ama camianın kolaycılığa teslimiyeti de o denli hızlanır.
 
Toplumun her kesiminde bu ve benzer yüksek mantalite ile gerileyişe ve sıradanlığa zemin hazırlandığı asla unutulmamalıdır.  Artık şu aidiyet kavramı akademik açıdan akademik çevrelerce ele alınmalı ve gerekli yenilenmelere açılım sağlanmalıdır. Şu ‘Yüksek ilim meş’alesini ellerinde tutan ve bununla Türk âlemini aydınlatan kıymetli, seçkin bir muhite’ kim aittir kim değildir hakkaniyet ölçüsünde saptanmalıdır.

Pertevniyal’inden, İstanbul Erkek’ine yurttaki tüm köklü liselilerin gelene genele tavrı ortadayken, Ülkenin en büyük ve en örgütlü sivil gücü olan Yüksek Ticaretin hangi Yüksek Siyasi erkin yanında yer alır ise alsın veya almasın buna bakılmaksızın, bu diplomatik kaos bir an evvel netleştirilmelidir. Yüksek Ticaretli camianın top yekûn desteğiyle nelerin değişebileceğini ve en olmazların olabileceğini aslında herkes bilir, biliyor da. ancak neden ise tüm teamüllerin ve temayüllerin tersine Yüksek Ticaret galiba Yüksek Siyasetten maddeten olmasa da siyaseten çekiniyor. Radikalleşmeden çekinildikçe, marjinalleşmeye kayan bir demir yolu hattında gereksiz ısrar ve direnç zamanla kötü gidişe dur demeyi de zorlaştırır. İş işten geçer gider. Yok çekinilmiyor da öyle izlenim veriliyor ise bir arada bir yerde bir çekinen var demektir.

Her fırsatta övgüyle söz edilen yüz binlerce mezuna sahiplik ve yüz bini aşan akredite üyeye mensupluk ile ülkenin en aktif gücüdür Yüksek Ticaret. Açıkçası uyuyan bir devdir. Artık bu ülkenin en yüksek makamlarda ve en yüksek rakımlarda hakkıyla var olan Yüksek Ticaret’e ve Yüksek Ticaretliye aşırı ihtiyacı var. O halde güncele ilişkin, günü kurtaracak basit söylemler yerine ülkeyi rahatlatacak siyasal diplomatik prodüksiyonlara imza atılması vaktidir çok yakın gelecek.
 
İleride herkesin yaptıkları ve yapmadıkları ile karşısına çıkacak bu Diploma-tik muammada her gün yeni bir perde aralanırken, iddialar cirit oynarken aidiyet bir devlet sırrına döndürülmüştür. Konuşmak suç ve yorumlamak günah. Güçlü veya zayıf tüm sivil toplum örgütlerinde siyasetten maddi beklenti yüksek olduğundan acayip bir sessizlik hakim. Reklamın iyisi kötüsü olmaz belki ama bilenin bilmeyenin Yüksek Ticaret adını zikretmesi ve Yüksek Ticaretlilerin sürece katılmamasalar da ağırlıklarını koymayışları başka bir muamma. Aidiyetin ciddi biçimde ve yılmaz tavırlılıkla Yüksek Ticaret yönünde desteklenmesi ve bu yönde çaba harcanması ise literatüre göre başka bir aidiyet konusu ve paraya endeksli.Yasal gündem oluşturabilecekler veya günden güne artan ve değişen yapay gündemlere göz yumanlar, sorunlara çözüm ve çözüm yolları öngörebilecek ve önerecek konumda olanlar çekilmişler kenara izliyorlar. Ortada bir hukuksuzluk varsa eğer bu seyretmeler de zaman içinde suç kabilinden değerlenebilir. Her şey bir kenara bütün sivil örgütler içinde en önemlisi ve en güçlüsü Yüksek Ticaret. Ayrıca hepsinden öne çıkan bir marka ve imaja sahip. Son günlerde çok yara aldı ve Yüksek Ticaret’in marka değeri de bu sebeple düştükçe düşüyor…
 
Düne kadar bu büyük camiadan habersiz Yüksek Siyasetçiler bir anda Yüksek Ticaretli kesildiler. Bu on yıllarca yakalarına Yüksek Ticaret rozetinden başkasını takmayanlara resmen ayıp etmektir. Bakıldığında o rozetin içindeki semboller bakana göre değişerek karmaşık veya hoş gelebilir. Ancak sembollerin her birinin yüklü anlamları vardır ve bu Yüksek Siyasetçileri zorlar...

“Ticaret Tanrısı Merkür’ün Kanatları vardır rozette. Kanatlar mekân aşan kudretin ve değişimin sembolüdür. Asa ise taksim eden kudrettir, servetin eşit bölümü, gurur ve heybeti simgeler.Yılan, sihir ve füsun kudretidir. Kandırma, ram etme ve ikna sembolüdür. Altın paranın çeyreği ise değer ölçen sembol, mübadeleye araçlık yapan kudrettir. Ve Defne Dalı barış sembolüdür. Ticaretin barış ortamıyla ilgilidir.”

Ömründe yakasına bir kere bile Yüksek Ticaret rozeti takmamışların, rozetin anlamlığıyla bağdaşamayacaklarından asla takamayacakların aidiyeti de bir yere kadar. Diplomasız diplomat kesilmeler de kısa sürede az sayıda ve belirli üyesine seslenildiğinde bile yankısını bir güzel bulur. Küçük zaman dilimine sığdırılmış ufak etkinliklerle dahi çok şeyler söylenebildiği ve başarıldığı ortada iken bu aidiyet duygulanmaları daha çok can sıkar. Üyesel katılım yollarının alabildiğine serbestçe açıldığı, geçiştirmek kabilinden değil, gerçekçi açıdan bir yerlere gelebilmek olgusu güncellendiği halde on yıllarca en ala mevkilerde neden sessiz sedasız ve kayıtsız kalınmıştır anlamaya çalışmak gerek. Bilinsin ki bu geleneksele dayanan zümre nice yanlış gelenekleri yıkar geçer. Veya yıkılmaz.

Yüksek Ticaret kabul edelim veya etmeyelim yıllar içinde Yüksek Siyasetin çok fazla uzağına düştüğünden doğru değerlendirme ve değerlemelerle topluma dönük yüzünü bir türlü yenileyemiyor. Siyaseten kadro göçermesi yapamadığından arada bir ciddi vurgulamalarla ve belli hedeflerinden hiç şaşmadan yoluna devam etse de yenilenemiyor. Güvenirliliği sekterleniyor o yüzden yenilenmelidir. Değişim ve hızlı gelişimin yaşandığı dünyada Yüksek Ticaret komplike bir duruşla tavan yapacak projelere yönelmelidir.  Hakettiği payı alma doğrultusunda hamlelerini ölçülü ve kıvamlı düzenleyebilmelidir. Yönetsel işlerliği ve yansız işlevselliği sayesinde tüm üye yapısını kucaklayan bütünlükte tazelenmiş umutlarla topluma yön veren ve saran bir klasa bürünerek gereğini yapmalıdır. Aidiyet duygusunu kanıtlayanların beklentisi budur.

Yüksek Ticaret’ten Yüksek Siyasete uzanan yolda her yelpazeden devamlı yok sayılsa da bir sivil toplum örgütü olarak ülkeye fayda sağlama ve topluma öncü olma iradesi doğrultusunda efor sarf etmek yeterde artar. Her konuda en sağlıklı yönetim platformları kurabilecek bir ekolun temsilcileri ve bu köklü okulun öğrencilerine fırsat verildiğinde icatları ve icraatları ile ufku nasıl parlatacakları görülecektir.
 
Yüksek Ticaret ve Yüksek Siyaset bağlamında aidiyet duygusunun aslı ile yapmacığı diplomatik yollarla birbirinden ayrıldığında hesabiler değil harbiler kalır. Kalanlar da ilerideliteratürlere geçecek manifestolara, başucu başvuru kaynağı sayılacak kitaplara konu olurlar…

19 Haziran 2016 Pazar

HABİTAT VE TOKİ…

HABİTAT VE TOKİ…
 
Habitatı şu yoksul ülkede pek az kişi bilir. Habitat yaşam ortamıdır. Kelime anlamı olarak bir organizmanın yaşadığı ve geliştiği yer neresiyse orasıdır asıl olan. Organizmanın dünyaya gelip, gelişip büyüdüğü ve yaşadığı alanlardır. Bu yer bir coğrafik bölge, yeryüzünde özel bir alan veya hava, toprak, su da olabilir. Yani akan su, göl, deniz, okyanus veya koca bir çayırlık olabileceği gibi çürümüş bir ağaç kökü veya gövdesi de olabilir.Habitat kesin ve sınırları belirli olan alanlarla sınırlandırılamayan canlıların doğal yaşama alanlarıdır.
 
Toki’yi ise şu fakir ülkede bilmeyen yok gibidir. Bilmeyenlerde bilirim der. Ancak ateş düştüğü yeri yakar. Toki özellikle afet ve acil durum nedeniyle sosyal konut üretmeye başladığında veya kentsel dönüşüm cenderesinde vatandaşı sözde uzun vadede düşük krediyle ev sahibi yapacağında çok canlar yakar. Çala kelam çok toprak sahibi alınteriyle edindiği barınma hakkından bir çırpıda mahrum edilir. O gariplerden yaratılan, boşaltılan arsalara da dar ve orta gelirliye nitelikli konut yapacakken karton kutu daireler, yüksek gelirliye ise havuzlu villalar yapan kamu kurumudur Toki. Yani son yıllarda tamamen toklara hizmet eder bir eğilimi oluşturulmuştur.
 
Peki habitat bu metropol kentlere yığılmanın neresinde…
 
Şurasındadır. Habitat insan yerleşimleri ve faaliyetlerinin eşgüdümünü sağlamayı, sürdürülebilir insan yerleşimleri iskan programları konularında bilgi değişimleri sunmayı ve kentlerde karşılaşılan sorunların çözümü yolunda ülkelere teknik yardım ve finansman desteği sağlamayı amaçlayan bir BiM programıdır.
 
Ve Habitat-iki zirvesi merkez statü olarak daha programa dönüştürülmediği haliyle on beş yıl evvel İstanbul’da yapıldı. Kongre sonrası; “Yeni bin yılda şehirler ve diğer insan yerleşimleri” deklarasyonu yayımlandı. O günlerde tüm beş yıldızlı oteller fiyatlarını üçe beşe katladı. Okulları erkenden tatil ettirdi. Otuz bin üzerinde dünya insanı İstanbul’a taşındı.
 
Daha mobil internet turlarının olmadığı ferah bir ortamda, sponsor eliyle, reklam temasıyla etkinlik yaşanmayan günlerdi. Lobilere zaman ayırmak hobisi güçlenmemişti pek. Ayrıca öyle yoğun fobiler de zapt etmemişti memleketi. Korku imparatorluğu daha kurulmamıştı. Bir belde belediye başkanlığı üstlendi yükün çoğunu.
 
Sakala göre tarak vuran bir siyasi anlayış ve iktidarı da yoktu daha…
 
Bir süreliğine de olsa Türk insanının misafirperverliği, konukların rahat ettirildiği, otuz bin dünyalının pek rahat İstanbul’a sığdırıldığı konuşuldu. Ve tüm kentsel tavırlar habitatla özdeşleşti. Hala ülkede olimpiyat yapma hevesi varsa o bile o günlerden kalma bir heves. Tüm konuklar tarihi ve turistik eserleri görüp gezme olanağı yakaladı. Amaç ülkeye bol döviz kazandırma, konukları ülkelerine hoşnut ve hoş anılarla gönderme olunca bir şeyler es geçildi. Gerekli dersler çıkarılmayınca da yıllar yıllar boşa geçti.
 
Zirve ardından, bir zaman sonra Habitat’ın çok önemli bir dünya konferansı olduğu anlaşıldı. Halktan kopuk bir konferansı yıllarca büyük diplomasi başarısı olarak kullanmak siyasilerin işine geldi. İstanbul’da düzenlenmesini mucizevi bir sonuç olarak angaje etmekten de geri durmadılar. Habitatı yapmanın zafer kazanılmışçasına havası, böbürlenmesi de zamanla unutuldu. O kadar. On iki gün sürüp bitti belki ama izleri hala sürüyor.
 
O günlerde habitat BiM gözetiminde yapılan devletlerarası bir konferanstı. Resmi delegasyonu olan ve yedi komisyon çerçevesinde ciddi değerlendirmeler yapan, sonuçta bir deklerasyon yayımlayarak kapanan bir dünya açılımıydı. Bozulan dünyaya alternatifler üreten bir birikimdi.
 
Habitat-iki İstanbul zirvesi’nin amacı; “Toplumsal ilerleme ve ekonomik büyümenin önemli girdisini oluşturan insan yerleşimlerinin taşıdığı potansiyel ve karşılaştığı sorunlar konusunda dünyadaki bilinç seviyesini yükseltmek ve dünya liderlerinin köyleri, kasabaları ve kentleri sağlıklı, adil ve sürdürülebilir kılma amacını benimsemelerini sağlamak…” olarak tanımlandı.
 
Özellikle elli ülkeyle İstanbul’da yapılan Habitat-iki de belirlenen sorunların devletlerin ve milletlerin çözmesi gerektiğinden hareketle çözümlerin sadece devletlerin de üretemeyeceği gerçeğini ortaya koydu. Sorunların gönüllü veya salmalı görev üstlenecek tüm gruplarla beraber çalışılması usulüyle geniş yelpazede ele alınarak üstesinden gelineceği öngörüsü netleşti.
 
Dünyadaki yaşamın tehlikeye düşmesi endişesiyle çözüm arayışlarında ortak bir noktada buluşmak gayesiyle yapılan bu konferansın ve benzer konferansların bu son uzantısına kimseler uymadı, hala uymuyor. Geçen yüzyıl sorunlarının ileri taşınmaması için geleceğe dönük çözümler araştırıp öneren bir organizasyon olarak Habitat-iki de çoktan unutulmuş olarak tarihteki yerini aldı.
 
İşte o günden bu güne şu fakir ülkede sorunların nedeni politikacılar, politikalar ve politika uygulayıcıları hiç sorgulanmadı. Politikacılar da mental olarak hiç değişmedi. Sadece elbise değişirdiler, kravat taktılar. Temel sorunların sorumluları hiç saptanmaya çalışılmadı. Yeni ve yerinde yerleşim politikaları hiç geliştirilmedi.
 
Yerleşmenin üç temel ilkesi; Yaşanabirlik, sürdürülebilirlik ve adalet temelindeki mutakabat ise özellikle son yıllardaki kentsel dönüşüm maceraları ile tamamen rafa kaldırıldı.
 
Oysa Habitat; “Hayallerin gün olur gerçekleşeceği umuduyla her sabah uyanılan ve somut adımlar atılmasının beklendiği bir anda kalkışılan aklın hükümdarlığıdır.
 
Akıl hükümranlığı da son on yıllarda Toki hükümdarlığına takıldı…

17 Haziran 2016 Cuma

ÖLÜMÜN GÖLGESİ ÇILDIRMIŞ

ÖLÜMÜN GÖLGESİ ÇILDIRMIŞ
 
Ölüm geceleri de uyumaz. Çıldırmışçasına kıyı köşe dolaşır. Eğer bir meleği varsa onun uyuyup uyumadığı da bilinmez. Ama bu soruyu gerçekten sorsan hacısı hocası binlerce yoruma takılır. Ölüm meleğinin uykusu da ortadan ikiye bölünür. Lakin varsa eğer asla uyutulamaz. Hakkınca ve usulünce işini görür ve gider.

İşini hiç yarım bırakmaz...

Gecelerin ölümü ölüm şatosundaki cılız aşk çığlığıdır. Yani olağanüstü misk kokulu hazlara bürünür aşk ile ölüm. Takısız tamlamalardandırlar ikisi de, gölgeleri bile çıldırtan.

Doğrusu bir şiir gibi yaşamak ise her anı, ölüm de içli bir şarkıdır…

Baskın basanındır. Bas gitarcı öldüğünde tüm gitarlar öksüz kalır. Ve Brail mızıkacısına emanet edilir tüm solfejler. Yetimdir tüm notalar. Aslında barışı ve özgürlüğü üçlemektir altın madeninde ekmeksiz cem etmenin bedeli. Üçün biri hesabı ile yatırılır resim galerilerinde hüzün. Umut ise elektrogitar suskunluğudur. Bam teline basıldığında ağırına gelir birilerinin veya görmezden gelinir bütün hukuksuzluklar. Ahlar ulu orta başlamasa da ağırdan basılır notalara.

Nota ölümdür rota gölgesinden korkmaktır. Eksik notayı aramak ise kara şatodaki piyanonun başındaki ölüm meleğinin görevidir. Sunalar dolaşır sonatlarda, akıllarda idiller. Saydan geçen Brail akerdioncusuna kalınca bütün ölüm üzerine şarkılar tek kişilik odaların duvarları da aydınlanır. Oda gidince çam altı bütün enstrümanlar öksüzleşir. Okkanın altına gitmek budur işte.
Havai fişeklerle renklendirilen sahte bir atmosferde kuru gürültü dağıldığında ve anlık parlayıcılar da bir bir söndüğünde şarkılar da öksüz kalır.

Şarkı , şimalı, memleket öksüz kalır…

Ayakta ölmek ise işte budur…

Babalar içine içine ağlar ve çıplak dağların doruklarına, ta Everest’in zirvesine düşer ölümsüzlüğün gölgesi. Ölümlerden ölüm beğen tarzı yaşanmışlıkların ceremesi ise iki adamlık gölgelenmedir. Sancak altında toplanmalar ise hikâye. Ve roma sütunları kıpırtısızlığında biten vadenin dumanı tüter bacalardan. Bizans sınırlarında ise boş lahitler dizgesi hazırdır. Hazırına dağlar dayanmaz, vade dolar, kasa dolar. Ölüm dağları bekler. Ancak hesaplar dolarla ödenmez o vakit. Yer altından kayar veya gemiler yüzdürülür beyoğlundan ama yaprak kıpırdamaz. Kalpazan kurtarıcılar yetişmeden yanar ve batar hayat gemisi. Aşk gemisi yan yatar. Yanlışın neresinden dönülür ise dönülsün kardır, evladır. Çünkü ölüm şatosunun gizli aşığı da nasihatlar da gelip yakalar yakadan.

“ İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar akşam ezanında ölürler. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler bilinmeyenler ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır.

Ananı ve atanı say!

Bil ki bereket büyüklük ile beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme. Bildin deme!

Sevildiğin yere sık sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir…”

Ölmeye gör, kara meleğin elindeki tırpana vermeye gör ince narin boyunu. Boyuna söylenenlerin işte o vakit boşuna değil, kurtuluşa dair olduğu anlaşılır. Ancak oyuna gelinmiş, oyunda yenilinmiştir bir kere nasihatsizler. İflah olamazlar. Böyledir işte ölümlüleri bekleyen son.

Sonsuzlukta nadasa ve rüzgarlara bırakılmış tüm maviliklerde kara ölüm şatosunun al tırpanlı meleği at koşturur. Kucaklaşma anı geldiğinde ise en baba hediyel saatler bile salisesinde durur. Sen sağ ben selamet devri de kapanmıştır. Vuru vuruverir gonglar peş peşe. Akla dank eder ama geç kalınmıştır. Vurur tırpanı ak ışıklar saçarak kara şatonun can alıcı bekçisi. Jilet gibi kesen yelpazenin yelinden yel değirmenleri de nasiplenir. Donkişotlar olmadık aşkla ve dirilikte serinler. Payına ölüm elması düşenler bir ısırıkta düzenin eksikliklerinden yararlanarak içmiş olduklarını anında püskürtürler. Hayat gemileri en kıçtan sendeler ve aşk gemileri de yan yatar.

Böyledir işte ölümün çıldırmış gölgesine hapsolmak. Asıl hapı yutmak budur…

Pozitif inançlar zürriyet çıtasına yükseltildikçe ölüm meleğinin gölgesi de yükselir. Uzar zamana karşı yarışan kuyruklu yıldızlara kadar. işte uzatmalar oynanırken evrenin zerresine karışmış olsan da gelir seni bulur tırpanın sivri ucu. O kadar.

Kuyruklu yalanlarla serpilen gençlik orta yaş bunalımına yakalandığında saklanan gerçeği anlar ama iş işten geçmiştir artık. Büyük zorluklarla veya hiç zorlanmadan istiflenmiş altın varaklı saraylar bir dokunuşta samana döner. Ölüm geceleri de kol gezer. Aşkla koluna girer fazladan fanilerin.

Şamanlıktan bu güne işler ölüm şatosu meleğinin al tırpanı. Kalay, saray, duray dinlemez, işledikçe ışıldar ve kara karanlık çöker

ÇAKILTAŞLARINDA SAKLISIN

ÇAKILTAŞLARINDA SAKLISIN
 
Vakit kerahete erişti yolcu
Ramadana takıldı özel vergilendirilen rakı dubleleri
çifte kavrulmuş sarı leblebilerin boynu bükük porselen çanakta
oysa tam da inadına sek vurmak vaktiydi...
Çatık kaşlı bir kalpaklı duruyor tam karşı çatmada
çattık yine kara böcek belaya bir akşam üzeri
ela gözlü yareni çoktan beridir unuttuk
o muhterem anımsattı.
Kara kaplı onu da kayda geçti hissettirmeden
bunu da.
Ayaz gecelerde
Saklı kent avuntusu karga kılavuzlu rehberliklerde
içlenip de içmeden sarhoşlamışken ağırlaştı yolcu
nakit zahmete değdi.
İşte o uz ile uzayan günlerin pervasızca savrulan dingin saatlerinde
öylelerini böylelerini ramadan hürmetine dahi olsa hoca deyip hoşlayanların
hocalara mocalara aşk ile göz kırpan
taptıkça arsızlaşan mustafilerin topunun
sevsinler dinini imanını
öpsünler.
Yol uzun yolcu vakit dar
yine de geçti ömür dinbaz leylek vakvaklarıyla
geç vakit menzile erişti yolcu
eriştiğince gördü
nam azdıranları namazlayanları.
Güttüğün aslı hu nesli hu koyunlar vize alamadı çoban
sencileyin boşa kaval üflersin…
Bunca bencillik hangi dinden armağan
bitmedi gitti her dilden sıktıkların
mat cilalı mermer havan.
Çerçi çoban artık yavan bu iller pek yaman
bir ille murati yanbaz softasından aman beyan
‘Namaz kılmayan hayvan…’
Lakin lambaya çüş dedirten türden bir ferman.
Ramadanın yüzü suyu hürmeti de iyi niyetlilik de bir yana
‘Bundan kelli sizinle ayni safta kılanın da kılmayanında…
Her iki dünyada orta halli bi tamam.
Katıksız yavan ekmek kumanyalı günlerden
akşam karanlığıyla
uzaktan kumandalı canlı musikili bilmem kaç tonluk kristal avizeli salonlarda
ak pak örtülü kuş sütü eksik bey paşa masalarına yancılananlar
namazınız kazayla belayla tamam da yatacak yer nerede kazılı…
Hey gidinin ramadanları hey gidinin üç kağıtçıları
Üç buruşuk hurma, bir lokma bir hırka nesli bu ne fiyaka
kime bu cakalanma.
Havanda su dövülüyor bir kıyıdan
Allahtan yolcu çok geceler öncesinden niyetli biraz da iyi niyetli
Karşı kıyının yirmidört boyundan gök han soyundan Çepni
Hayatta aldırmaz bu afra tafralara…
Zaman kötü
en ritmik hışırtıları bile asla es geçmeyesin ey çoban
halkalı cennet çok uzakta değil dünyada bir mekan
öyle ki bir zamanlar bildiğinden kuşkulan
kolla iyiyi zorla kötünü.
Hele hele güttüğün koyunlar da vize vermeyince davran
İşte o haller düşülesi değil pek yaman
tıpkı sana benziyordu çoban
namazı niyazı da eksik kaldı metezori kıldırıldı zorlan.
Bu evren çoban sülü’ye de kalmadı inan
İlahi adalete iman et çoban
kalpten inan.
 
Ey çoban bitecek elbet bir gün sözde sürdüğün davan
yitecek elbet güttüğün koyun sürün
işte o zaman görünmezlik hapı da yutsan
çakıltaşlarına da saklansan
ama lal semazir yolcu sözüdür
Denize düşen yılana sarılır
bekle gör her şey üç vakte kadar…
 
 
 

15 Haziran 2016 Çarşamba

ŞAİR MERDİVENİ


ŞAİR MERDİVENİ

Gözü kara yapılan şiir yolculuğunun sonundaki kara delik fırtınalarında devrilen herdem şair merdivenleridir. Ve de şairler…

Göğe dayanmış merdivenin şairleri güneşten kopunca aniden kararır beyaza çalan dünyalar. Şiirsilerde ise evren milyon yıl önce diye başlar dirayetsiz dizeler. Kana kuma gömülür sıska bedenler. Ve en güzel şerbetlenen tatlı şeyler niyesiz niyetsiz merdiven altı yalnızlıklara hükmeder. Balkon ayrılıklarına resim altı olur. İçten içe yanar yakılır şairler. Ve nesillerce sürecek ay tutulması yaşanır şair diliyle şiir diyarında. Madımak kokusudur genzi yakan. Yine de ehliyetsiz ruhsatsız yıldızlara yolculuk devam eder şair duruşuyla. Şiir aklıyla. Ama şair merdiveni devrilir. Şair düşer.

Öyle bir düştür ki görülen, yürek paralar. Dağlar devrilir. Değersizleşen hayatta içe dönük ve dışa sönük fukaralıklardan mısralar taştıkça şairlik demir kapıyı tatlı sert tıklatır. Arada bir. Arı gibi bal bal, kutsal nimet gibi nakış nakış işlenen şiirler kozalanır. Aykırılaşan nurdan dizeler kuruntudan makaslarla makaslanır.

Çıldırtan makas arası açıldıkça kesik kırpık dizeler yarınları simgeler. Sim sim simlenir çekilen acılar. Üstelik imgeler resimlenir. İmge yoldaşlıkları netleşir. Dere tepe yol kenarları lambalanır. Etraf ışır ama yine de görülmez azdan çok götüren gölgeler. Azar azar falezden saraya salınır duygu ve çile bazlı ayrılıklar mantar gibi biter. Bit pazarında ise hışırı çıkmış çift başlı, çok kollu, topal ayaklı heykeller canlanır. Canlı cansız fark etmez topu beş paraya satılır.

İşte o canlanma kanlanma sürecinde haklılık en vazgeçilmezidir. Korku da en çekilmezi. Arlanmak ise baş belası. Ve göğe kurulan şair merdiveninin şiir avcısı yolcularına bir nida yükselir güne göre delice geleninden;

“Haklı olduğun mücadelelerden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler…”

Yiğitlik delice bir tutkudur belki ama şekerden tatlıdır. Adamlıktır, bal ile kaymaktır. Korkusuz, pervasız ve gözü pek olmak şiir merdivenlerini çıkan şair kahramanlığıdır. Bu ucuz görülen ve anlamsız sayılan kahramanlığın armağanı ise ölümlü dünyada ölümsüzlüktür.

Bu kararan denizi deryada şiir iç gömleğini giydiğinde şair duygusal hallere soyunur. Bu soygun dünyasında özgeçmişin vesikalığında parlar iki çift göz. Evin terasında baba ve oğludur ak pak parlayan kıvılcım. Vesikalığın arkasında ise parlar ölüp dirilen sözler ve ışır gözler. Şiirimsidir çevreye yaydıkları elektrik. Kaçağı göçeği de yüklenmez gariplerin sırtına. Efil efil eser köhne viran yapıda yapılanlar. Sıva tutmaz, cila akmaz bir nehirdir hayatın akışından kareler. Bir oyundur belki yıllardan beri oynanan. Ama baba ölmüştür çoktan. Ziller artık çocuk için çalar. Zaten sihir yapmak gibi bir şeydir deneyimleri bir çırpıda dengelemek. Ve şair merdivenine dört ayak tırmanmak.

Gün ağaran aydınlık yüzünü merdivene, merdivende şaire döndüğünde ayni arazide şiir cömertliği filizlenir. Merdiven devrildiğinde şiir ayni şiirdir. Değişmez, değiştirilemez hiç. Hissizlik ve sizsizlik ara başlığında toplanır zerresi. Ve süzülür ezelden ebediyete yarenliğin gölgesi.

Oysa merdiven altı şairden şiirler mevsimidir yaşanan. Hakikisine uzanır göğe sarkıtılan şair merdiveni. Gün artığı sözcükler güneşin ağarttığı saatlerde iyi niyet kırıntılarıyla dolar şair yüreğine. Şiir merdiveni sol yapar, sağa sallanır. Şair testisinde değme kelimeler, desturu çetin dalgalar, çapraz girdaplardan kurtulur. Kurtuluş ikiletmemek adınadır ve hissetmekle başlar. Teklememek uğrunadır his yoğunluğu. Şiire doğmak ise en üst perdede yoğurmaktır kavgayı. O hırçın suskunlukta şiir ve şair demlenir ve bir batında şiirlenir.

Sözün özü sel artığı bir odun parçasına nice gizli hayatlar sinmiştir. Sarmıştır hayat anlaşılmaz derecede güçlü kollarıyla şairi. El yordamıyla bulunmuş şiirler kilitlenmiştir akıl duvarına. Apayrı buyruklar içerir her dize. Kurşun dizili ağırlıkta bilenler bilir şiirin sihrini ve yürek acıtan gerçeğini. Alaylı Malaylı bir genç kız toyluğudur çiftelenmeyen, çiftleşmeyen. Teklenen ise aydırma kaygılar, kaydırma algılar serinliğidir. Ser verilip sır verilmeyen fotoğrafın arka yüzüdür yapılan yolculuklar. Ve en zirveye orlanan horlanan çekiçle çivilenir yazılanlar. Çivi gibi şiirlenir alnının çatından evren ve iz sürenleri. Çinko parlağı akşamlarda kara deliklerin ötesine yolculuktur şaire miras kalan. Ve şair merdiveninin tepeye yakın ayakları ortadan kırılır. Basamakları azalır belki ama yolculuk zorlaşır ve de uzadıkça uzar kutsal metin.

Hangi sofraya konukluktur merdivenin sonu. Hangi şiir içilir yutulur cinstendir zamanla anlaşılır. Ama vakit çok geç diye başlar güfte. İşte o potansiyeldir seri üretimi karanlığın pençesinden çekip kurtaran. Belki de şairin sol elidir fakire arka çıkan. Mürekkep kirlisinden parmaklardır belki de yakaya yapışan. Veya şiirin soluklanmasıdır ta kuyruk sokumundan başlayarak hissedilen.

Göğe dayanmış şair merdiveninin en ucundadır şiir. Tutulması, tadılması ve yaklaşılması yakıcı bir seyirdir. Seyrettikçe can dayanmaz. Can incinmiştir bir kere. Çalakalem çile başlar. Çileli illet bir vicdan çıkmazıdır başa çakılan. Kara vicdanlılar çakışmasıdır veya boşu boşuna harcanan. Zaten olayların akışına hiç uymaz her nevisinden tezgahlanan gizli görüşmeler. Ayyuka çıkar bir kelimesinden özgürlük özlemi. İşin içine şair ruhu da katılınca katmerleşir manzume.

‘Bu son fasıldır ey gönül’ diye başlayınca şair merdiveninin buharlaştıran esintisi sona kaç kaldı sorgusuyla şiirlenir. İşte bu son fasıl şairin şiirden ayrılışıdır. Sonsuzdan Kopuşudur. Şair merdivenine tırmanmak devinimli bir kalenderlikle kuru kuruya fosilleşmedir belki. Paçaya bulaşan bir ayrıcalıktır. Veya vayvaylı bir melankolidir. Ya da dur duraksız bir sarhoşluktur içmeden. Şiire nöbet tutmak işte budur. Budur şairlik. Ve kaçıncı kere gün ağarırken hala ağır ağır çıkılır şair merdiveni.

Gözü kara çıkılan şair merdiveninden kara delik fırtınalarıyla düşülür. Ayakta kalan herdem şair merdivenleridir. Ve de şiirler. Şairler görünürde ölür, görünmezde doğarlar. Bir kere hürriyet şahlanmıştır. Şahlanınca yüz yıllar, bin yıllar geçse de o şanlı şahlanış sürer gider.

İşte o yüksek makamlı şahlanışı anlatmaya da bir çift söz, bir çift göz ve bir tek şair yüreği yeter…