28 Ekim 2018 Pazar
EFENDİLER YARIN CUMUHURİYETİ ÇOK ARARIZ…
Yaklaşık yüz yıldır yıldır köklü bir Cumhuriyet geçmişine sahip bir memleket şu memleket. Ortadoğu'da fark yaratmış büyük bir liderin kurduğu modern devlet. Tam doksan beş yıl önce “ Efendiler yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz…” Ata sözüyle, bir İslam ülkesinde bir ilk gerçekleşti. Tüm İslam coğrafyasında yüz yıldır bir başka benzeri de kurulamadı. Bir türlü yıkılamadı. Hala ilk ve tek…
Son on küsur yıl ileri düzeyde zaafa uğratılsa da hala ilk günkü varlığı adına öyle anılıyor. Tam doksan beş yıldır böyle. Bu süre içinde elbette inişler çıkışlar yaşandı. Ancak muasır medeniyet hedefinden hiç uzaklaşılmadı. Geri kalmış diğer dindaş olan ve olmayan ülkelerin medarı iftarı oldu. Örnek alıp uygulamaya koyanlar da koyamayanlar da var ama hem kurucusu hem de kurduğu model hep önemsendi.
Son on yıllarda içte ve yakın dışta olmadık şeyler cereyan etti. Coğrafyaya uyduruk yeni modeller ileri demokrasi adına servis edildi. Servise kapı aralayanlar kısa zamanda güveni boşa çıkaran kıyımlarla yüzleşti. Mevcut yönetimler peşi sıra yıkıldı. Yerine bünyeye uymayan hata oranı yüksek, felsefesi boş kombinasyonlar dayatıldı. Vahşet ötesi acımasızlık kol gezmeye başladı. Ve tabii ki büyük kurtarıcının kurduğu sağlam zemin üzerine yerleşenler bu kaosta hiç gereksiz minimum fayda peşine düştüler. Öyle ki; ‘Yurtta ve Dünyada Sulh’ ilkesi ile çelişen, bu hızlı geriye gidişe adapte olmazsak kaybederiz imajıyla egemen saydıklarıyla işbirliğine giriştiler. Böylece kendi geri sayımlarını da başlatmış oldular.
Oysa emperyalizmin ağır istilasına zamanında koca imparatorlukların bile dayanamayıp parçalanmış olduğunu bildikleri halde. Bizzat yaşamış bir milletin evlatları oldukları halde. Yıllarca aç açık kalınmış, çok kan dökülmüş, çok ağır bedeller ve diyetler ödenmiş olduğunu bildikleri halde. O yüzden Cumhuriyetin kurulduğunu ve bir devrimci yol izlendiğini bildikleri halde. Unutmuşçasına hemen yağmaya koşuldu. Sonuç ortada.
İşler umulan gibi olmayınca durduk yerde ‘Türk andı’ karartması yapan iktidar ‘Alıştır, karıştır, yakıştır’ düsturuyla sözde savaş mağduru milyonlara kapıları açtı. Hem de emperyalist ülkelerin haber ajansları dışında kalanların top yekûn yakıcı ve yıkıcı bir savaşın olmadığını dünyaya her gün geçtiği halde. Anında zamanın ruhuna ters düşen bir muhacir ensar edebiyatıyla kendi tarzını ve ruhunu asla değiştirmeyecek bir güruh cumhuriyete yedirildi. Kolaylıkla aşılamayacak bariz görünen doku uyuşmazlığı da inanç kardeşliği boyutunda halledildi. Yani yaklaşık yüz yıldır köklü bir Cumhuriyet geçmişine sahip memleket ilk kez Cumhuriyetle tanışan bu güruhun dünyaya açılan kapısı oldu. Dünya hiçbirini kabul etmeyince de deyim yerindeyse elde kaldılar. Bu resmen bakılmaya muhtaç üç beş milyona harcanan milyarlarca akçe sıradanlaştırılıp, onlar ekonomiye taze kan diye lanse edilince cumhuriyet düşmanlarına yeni bir materyal sağlanmış oldu.
Zihni karanlık 1071, 1453, 1940, 2023, 2071’lere takılınca bu kutsal emanet, bu kaçıncı cumhuriyetçi, kaçıncı saltanatçı oldukları bilinmezler yüzünden harcanmaya devam ediyor. Cumhuriyetin geçmişten geleceğe yürüyüşü yerinde sayara ve gerilemeye endeksleniyor. Daha başka nice ayrıntılarla nedir nasıldır izahına hiç gerek yok.
İzah tek bir örnekle bile sabit; Vatanında toprağında sözde savaşı bahane edip, taşı sıksa suyunu çıkaracak milyonlarca savaş kaçkını bir cumhuriyet ülkesine doluyor. Şu fakir memleket onlara buluşma ve yerleşme noktası oluyor. Al sana cumhuriyetin erdemi ve güzelliği. Pek güzel ama pek yakında memleketin yarısı etmeseler de hatırı sayılır bir nüfusa ve nüfuza sahip olurlar.
Peki, o zaman o meşhur 2023 sonrası ne olacak, hal ortada. Vay ki vay Cumhuriyetin haline. Yaklaşık yüz yıldır yıldır köklü bir Cumhuriyet geçmişine sahip memleketin köküne resmen kibrit suyu. Demek ki Cumhuriyet aydınlanmasının tersine davranılmamalı. Büyük sermayenin uşağı olunmamalı. Konu komşudaki paylaşım gelişmelerini, içsel dinamik öğesi haline getirmemeli.
Yaklaşık yüz yıl önce bin türlü baskı altındayken “ Efendiler yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz…” diyebilen ‘Ata’ korkusuzluğunu hiçe sayarak temel değerlerin çoğuna aykırı gelinirse “Efendiler yarın Cumhuriyeti yok edeceğiz…” veciz sözü de dile gelir.
Ve “Efendiler yarın Cumhuriyeti çok arayacağız…” korkusu yüreklere yerleşir…
CUMHURdİYET...
Cumhuriyet bugün içeride dışarıda ilerisini gerisini hiç düşünmeyenler ve çağa arkasını dönenler tarafından çağ dışına itiliyor. Bu keskin tavrın elbette bir diyeti olacaktır. Ödeyeni ise yıkıma kalkışanlar ile ortak coğrafya ve koca memleket olur...
Bilen bilir ve unutmaz; Bu milletin ne badireler atlattığını, ne diyetler ödediğini. Bunu da öder. Velakin tarih memleketi çıkmaza sokanları, tüm sorumlularını tek tek yazar. Millet ise onları ömür billah affetmez.
Aslında bu art niyetliler hangi markanın, hangi misyonun parçaları olduklarını aslında yüz yıl önce de göstermişlerdi. Çıkılan ölüm kalım mücadelesinde kendilerini kelepir fiyatlara satılan, stoktan tüketilen sınıfına koydurmuşlardı. Bunlar kontür garanti aldıklarında mandacı da oldular. Kel yobaz düşman sever de. Ancak her şeye rağmen egemen güçlerin dayattığı konsept tutmadı. Topu yenildi.
Yurtsever mavi gözlü bir dev çıktı çağın yangınını durdurdu. Oyunları bir bir bozdu. Memleket aleyhine tüm hesapları alt üst etti. İç dış tüm düşmanları bozguna uğrattı. Hilafetin yerine, yönetim modeli cumhuriyet dedi.
İşte o bozgundan arta kalanların zihniyeti bugün alışılmışın çok dışında yöntemler geliştirmek ve bu yöntemleri de uluorta uygulamaktan hiç çekinmiyorlar. Yani gelişme ve adaletli paylaşmaya ket vuruldu, çağın gereği ilerlemeye set olundu. Sanki değişik operasyonlarla memleketi asrın başına göndermeye, gerilemeye, geriletmeye çılgınca uğraşılıyor.
Öyle ki koca memleket bir stüdyo haline getirilmiş, film içinde filmler çekiliyor. Kurulan platformlar ve platolar sözde modern ve demo dinamik erke ev sahipliği yapıyor. Sinerji deyip durup kolektif yaşam sevincinin içini boşaltıyorlar. Bunca lansmanın hiçbir klansmana sığmazlığı unutuluyor. Geçmişte de sınandığı gözlerden kaçırılıyor.
Zaten on yıllardır gizliden gizliye cavlu, hücre ve yoz eğitim çalışmaları sürdürülüyor. Üzerine fundamentalist fonlar da kullanılarak ele geçirilen tüm imkânlar seferber ediliyor. Gizli emellerin gerçekleştirilmesi için sıkı çalışılıyor. Öyle ki akla mantığa sığmaz yeni yönetsel konseptin memlekete benimsetilmesi için ikramda, sadakada sınır tanınmıyor. İncelikli iş mülteci ithaline kadar vardırılıyor. Tek amaç uzak geçmişteki karakteristik özellikleri cumhuriyet çağına birebir yansıtarak geniş alanlara yayılma projesi. Yayılarak Cumhuriyeti sonlandırmak. Yani yıkım menziline kitlenip başka yol tanımazlık haşa tanrılaştırılıyor..
Bitik saltanattan cumhuriyete geçişten yaklaşık yüz yıl sonra bir şekilde cumhuriyeti silme hedefi bir noktaya getirildi. Hedeflenenlere bir nebze yaklaşıldı. Bu yamuk doğrultuda hummalı çalışma halen devam ettiriliyor. Ancak Cumhuriyetin yerini alacak bir model önerememeleri yüzünden dip yaptı saltanat aşkı. Devleti, memleketi, milleti, aşağı çeken bu zihniyete, gittikçe kararan bu acı tabloya dur diyecek bir kırılma politikası güncelleniyor. Hem de kendiliğinden.
Bugün memlekette bölgeler, iller, ilçeler ta ki köylere dek önemli sıkıntılar var. Var çünkü öz değerler ve hak kazanımlar ile yaşayamayan bir memleket olma yoluna girildi. Etkiler yeni yeni hissedilmeye başlandı. Ayakta durmakta zorlanıldığı aşikâr olunca kör kabak, kara sevdalılar bile huylu huyundan vaz geçmez ama duvara tosladıklarına yavaş yavaş kanaat etmeye durdular.
Resmen durağanlık dönemi. Dönem emek ve çabaların büyük sermaye tekeline takıldığı dönem. İşbirlikçiler sayesinde katmerlenen bu dönem Cumhuriyeti olduğu gibi anlı şanlı diye övünülen yüzlerce yıllık imajı da zedeliyor. Sözün özü eski yeni saltanatı da zora sokuyor.
Tarihle sabit bir gerçekliktir; onlarca devlet kurmakla koltukları kabaran bu millet yüz yıl öncesi gibi diz çöktürülmek isteniyor. O yüzden bu milletin emperyalist ablukadan nasıl ve kimlerin sayesinde kurtulduğunu unutmaması şart. Hemde İmanın yedinci şartı gibi. O olağanüstü zor şartlarda ne bedeller ödendiğini de. Ne diyetler verildiğini de kutsal değerler ölçüsünde görmek şart. Bu temel şartları bir yana bırakıp çağa sırtını dönmek ve Cumhuriyete kinlenmek emperyalist düzeneğin istediği yegane şeydir.
Öyleyse durduk yere yersiz hırslarla Cumhuriyeti kaybetmek demek çağdaş uygarlığın gerisinde kalmak ve ağır diyetlere katlanmak demektir.
Bu acı gerçekliği unutmanın diyeti çok büyük olur. Asıl Cumhur diyeti öder...
ANADOLU CUMHURİYETİ...
Anadolu dünyada derin izler bırakmış uygarlıkların beşiğidir. O yüzden baştan bu güne arada geçen bin yılların her dönemi benzer esintiler taşır. Her dönemde kültür ve uygarlık hikayeleri yeni kahramanlarını da yaratır. Öğretir, eğitir...
Aynı zamanda eşsiz ve klasikleşen nice kapışmalara da sahne olmuştur Anadolu. Ayrıca toprakları kaç kez yıkılıp yakılmış, o direnmiş yeniden can vermiştir tarihsel kronolojiye. Binlerce yıldır ses getiren sentezleriyle ziyaretçi profili değişmesine rağmen en yabanları dahi kendine dönüştürmüştür. Özgünlüğünü böylece korumuş, dünyaya hakimiyet kurmuştur.
Öyle ki yakın ve uzak geçmişte yükselişten hurdalığa düşüşte daima anaç rolü üstlenmiştir. Hem kahramanlarını yaratmış hem hayatın akışına yön vermiştir. Ters yoldan gidenlere de layığını göstermiştir.
Üzerinde sonu beter biten oyunlar hiç eksik olmamıştır. Anadolu'nun yakın zamanda yeniden dizaynını gerçekleştirenlere gerekli yanıtı geciktirmeyen, yepyeni bir devlet ve ulus olma yolunu açan, gerekli tadil ve tadilatları Anadolu gerçeğine göre hayata geçiren son dahi 'ilk ve son Cumhuriyet'in kurucusudur. O büyük kurucu bin yıldan bu yana bu topraklarda etkisini ve albenisini hala koruyan tek temel taştır. O ve kurduğu Cumhuriyet ise perakendeci kimliklerle asla yıkılamaz. Yaşar.
Yıkılamaz çünkü Anadolu özelinde yerine ne forse edilirse edilsin her sıkışık dönemde onun adı ve namına yüksek hassasiyet vardır. Son on yıllarda çeşitli gerekçelerle zincirleme mantık ve mantık dışı operasyonlarla, yurtiçi ve yurtdışı destekli biraz horpalandı.
Hırpalanmış olsa da Anadolu başka bir renktir. Öyle hafif ve gündelik tercihlerle köklü segment bozulmaz. Temel kriterler değişmez. Çapı ne olursa olsun hiç bir prese de kalıp olmaz. Olmaz çünkü Anadolu efsane denizinde siparişle üretim yapan nice boğulmuş cengaver yatar.
Hırpalanmış olsa da Anadolu başka bir renktir. Öyle hafif ve gündelik tercihlerle köklü segment bozulmaz. Temel kriterler değişmez. Çapı ne olursa olsun hiç bir prese de kalıp olmaz. Olmaz çünkü Anadolu efsane denizinde siparişle üretim yapan nice boğulmuş cengaver yatar.
Anadolu stratejik bir lokomotif olma özelliğini kaybetmedikçe, kendine aykırı tüm tasarımlara karşı kor. Karşı duracak, direnç gösterecek öncülerini de filizlendirir. Evrensel normlarda varoluşunu milat öncesindeki bulgularla buluşturur. Ve ayakta kalır. Kalmasını bilir. O yüzden Cumhuriyet bilinci Anadolu'da yıkılmadıkça Anadolu Cumhuriyeti yıkılmaz. Diğer coğrafyaları da kapsar.
Yani Anadolu uzun süredir projelendirilen yetersiz gereksizliği kabul etmedikçe bu millet yeni bir İstiklal Marşı'naihtiyaç duymaz.
Eğer cebren ve hile ile yenilgi bir kez kabul ettirilirse anında makamı oynak marşlara talep açılır.
Kimse boş yere heveslenmesin. Beşik devrilmeyecek. Yaşa Anadolu, yaşa Cumhuriyet, yaşa...
CUMHURnİYET...
Bu ezik coğrafyanın alt kültüründe 'niyet, önce niyet sonra diyet' ağırlıklı yer tutar. Ekseriyet cumhurun niyeti neyse illiyeti de, zilliyeti de, milliyeti de odur. Eğer böyle bir memlekette dengeler bir kez alt üst olmuşsa cibilliyet mevhumunda da çok zorlanılır. Zaten niyet, inayet, dirayet, hidayet, cinnet, mecalen cinayet sarmalında cenneti arzulayan bir cumhur başka değerlemeleri asla umursamaz. Katıksız safa durur ve emre girer. Boşlukta oluşan otorite de demokrasi ve cumhuriyeti sallandırır...
Hele ki forsu söndürülmeye çalışılan ve çaktırmadan yıkılmak istenen bir cumhuriyet varsa. İyiniyetlerin adalet mekanizması üzerinden körlendiği ve kötülendiği bir düzenek uygulamadaysa. Ayrıca yıkıma direnecek kurum ve kuruluşlar da on yıllar içinde bir güzel budanmışsa. O zaman durum karadelikvari zifiri karanlığa seyrediştir.
Oysa ki karalanmak istenen o kadar martaval arasında hem de yaklaşık yüz yıl öncesi koşullarda gök mavisi özgürlük anlayışı çerçevesinde kurulmuş bir Cumhuriyet...
İşte o Cumhuriyeti kurma niyetindekilere ve kuranlara acizane selam olsun. Onlar ki özgür düşünce ve özgün tavırlı ve de tamamen iyi niyetli insanlardı. Kurucu Cumhurbaşkanına helal olsun. Ve dahi yeryüzü cezaevi tutsaklığından kurtulma niyetinde ki o cumhura da. Helal olsun. Bu güne ise zehir zıkkım.
Memleketi yüzyılların en çalkantılı döneminde uçurumun kıyısından çekip çıkaranlara helal olsun. Tarihin peş peşe trajediler hazırladığı kanlı çıkmazda, kara dalgaların kıyıya ölü balıklar ve hasta adam attığı bir zamanda cumhura tarih yazdıran ve yazan Cumhur Reisi'ne helal olsun. Ondan sonrakilerin topu ise bir türlü içselleştiremedikleri cumhuriyete kurban olsun.
Öyle bir kurgu var ki özünde; asla cumhurdan gizli bir anlaşma yok, yabancılaşma, tiranlaşma, sloganlaşma, karikatürleşme yok. Dayılanma, kanma ve kandırmaca da yok. Küllerinden doğan bir memleket, cumhuriyeti destekleyen bir millet ve kuran tek adam var.
Cumhur ve cumhura yön veren iyiniyetliler akılların ucuna gelmeyen Cumhuriyete yelken açtıklarında evre evre devrilen bir saltanat vardı. Yılmadılar, yıkık ihtişamı sürenleri de karşılarına alarak kutsal isyanı başlattılar. Peşine Cumhuriyeti kurdular. O kabına sığmazlık ve kendiliğinden dirilen talepler aydınlanma devrimini gerçekleştirdi. Cumhurun reisi "Efendiler yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz..." diyebilme kudretini buldu. Bu koskoca aynı dinden olanlar coğrafyasında bir ilk ve son oldu...
Küllerinden doğdu bu devlet. Yokluk, yoksulluk ve cahillik bataklığından kurtuluşu güncelledi. Kör karanlıktan kurtuluş cumhurun, cumhurun gerçek reisinin eseriydi.
Aslı ta " Ya istiklal ya ölüm..." ile başlayan keskin iradenin ve doğru niyetin sonucuydu. Büyük sermayenin uşağı olmak yerine tam bağımsızlığı tercih ediş, en zoru seçiş idi. Demek ki niyet salih ve sarih olunca başarılmayacak şey yok.
Şimdilerde ise özü kaymışlığın, gözü boyanmışlığın tılsımıyla tatlısu dinciliğinin militanlaşmış uzantısına rehine olmak var. Akıllar bedenler rehinde. Bu niyetleri de bozar. Bozdu da. Niyetleri de değiştirir. Ayrıca tarihsel kronoloji ve literatürle değil tevatüre endeksli niyetle beslenen tek yanlı cumhur tehlikeyi sezemez. Alnı secdeci ve seccadeci hevesini niyetine katar. Böylece bir şeyler doğru gitmez, işler rayından çıktı çıkar.
Yazık CumhurNiyet'e...
SESSİZ ÇIĞLIK D...
Doğanın sessiz çığlığını duyan yok. Duymak isteyen de yok. Sadece bu bereketli topraklarda değil tüm dünyada kulaklar tıkanmış. Bitki türleri, kökleri, tohumlar, canlılar, börtü böcek, çiçekler zaman içinde yok oluyor. Yok ediliyor. Medeniyete ilham veren kültürler, doğal zenginlikler, kaynağı belli dönüşümler başıbozuk harcanıyor. Yanar döner olmuş insanlık ve çığ gibi büyüyor bölgesel travmalar...
Çölleşiyor dünya. Gökkuşağı gibi sarıyor mor kırmızı, kil kum. Özellikle son on yıllarda gelecek nesilleri de tehlikeye sokan bir rota izleniyor. Sessiz ve derinden. Demek ki pek yakında insanların özleyeceği şeyler çoğalacak. Aradıklarını bulamayacaklar. Arandıklarını bulacaklar. Doğa kendi kurallarını koyacak ve hayat sırf bu yüzden yaşanmaz bir konuma evrilecek. Normal hayat sert kabuklu, kızgın yanardağ lavları gibi en ücraları yakacak. Od akacak. Evrim yok diye olur olmaz, bilir bilmez böbürlenenler o vakit görecekler evlerinin damını. Kırmızı kiremit mi? Toprak mı? Beton mu? Yakındır. Gün yakın düşende insanlık ürkek ve titrek düne tüneyecek. Asla direnemeyecek. O gün gelince tek ses tek yumruk doğanın sessiz çığlığına neden yanıt verilmediğine hayıflanılacak. Peşinden şimdilik saman alevi gibi görülen çıkışlar ne kadar çıkış varsa büyük patlamalar sonucu kararacak. Yollar kapanacak. Yolcular girdaplara kapılacak. Ama doğa ne zaman o denlipatlayacak şimdilik belirsiz.
Her hayatın bir dönüm noktası olduğu gibi doğanın da bir tahammül noktası var. İnsanlık er yada geç doğanın mesajlarını görmez, acı seslerini duymaz ise dip yapacak. Dip. Tepe noktasında olduğunu sananlar ve menzile varacağına kananlar ise acayip yanılacak. O yüzden duymak gerek. Yoksa bu sessiz çekimli filmin sonu anlaşılıyor ki kötü bitecek. Çok kötü. Öyle görünüyor.
Son zamanlarda doğadan ilham alarak kışkırtıcı düşlerden kurtulan kültürler kendi karşıt kültürlerini yaratıyor ve onlara yeniliyor. Bu yenilgiler zamanla kendi kült bilincini oluşturuyor. Ancak bu bilinç ve birikim tamamen kişisel, bireysel ve popülarite tekeline mahkum. Bu mahkumiyet ortamında hücresel geçişler doğanın eşsiz izlerini de siliyor. Yaratıcı çıkışlarını, özgün ustalığını, deniz derya dalgalanmasını yitirme aşamasına getirtiyor. Gün ve gün o beter sona yakınlaşılıyor. Öyle ki teşvik edilen uygunsuz, uyumsuz deneylerle nesilden nesile aktarılacak ne varsa eski inanışlara kurban gidiyor.
Doğanın tarzı, tavrı, duruşu, renkleri ve ışıklarıyla oynandıkça doğa ile aynı dilden konuşmak da zorlaşıyor.
Sanki gecikmiş başlangıçlarla doğal örgü bozuluyor. Sonra kimin egemenleşeceği konusunda çatışmalar başlıyor. Ve hakimiyet doğanın elinden koparılıyor. O yüzden her enstrümanla sessiz çığlığını yükseltiyor doğa. Yeni tasvirlere yekpare direniyor.
Doğanın karakteristik aurası ile oynadıkça yeni serüvenciler de kendi bozguncu kitlesini oluşturuyor. Bu kitlenme yüzünden doğadaki dengeyi kökleştiren ne kadar gözde ayrıntı varsa sahneden yavaş yavaş çekiliyor. Böylece doğanın ahengini vurgulayan içses aut oluyor.
İşte öylesine böylesine o kadar zor bir süreç yaşanıyor ki doğanın sessiz çığlığının canı yürekten duyulması gerekiyor. Gerekir D...
GÜNOLA AFFOLA...
GÜNOLA AFFOLA...
Politikanın ustaları ve çırakları sanki yeni bir toplum tasarımı peşindeler. İşbirliği içinde ve işbilir dilinde hangi ulaşılmaz fırsatları dizayn ettikleri nereden ilham aldıkları da çok karışık. Belagatlı ortaklar bu kez toplumda hiçbir zaman karşılığı bulunmayan af, affetme sarmalına sarıldılar. Bu girişkenlik tutmayınca da araya başka gündemler sokularak ya uygun zamanı bekleniyor, ya da kanun hükmünde kararname yumuşatılıyor. Bir şeyler oluyor ama kimseler farkında değil. Yani af kapıda bekliyor...
Şu garip memlekette on küsur senedir kesintisiz iktidar tüm kurum ve kuruluşları birleştiren proje yerleştirme sürecinde sonlara geldi. İhtiyaçların ötesinde başka bir anlayışın erkini oluşturmaktı maksat. Maksat hasıl oldu. Şimdi yetmezmiş gibi adi hırsızlık, organize hırsızlık, her türlü silahlı silahsız gasp, soygun, sahtecilik, cana kast ve benzer hükümlülerin af yollu topluma tekrardan karışımı güncellenecek. Olur mu olur. Bir kısım politik cenah ve organize suç örgütleri de ağzını açmış çıkacak affı bekliyorlar.
Peki siyasi suçlar, yazın dizin, düşünce ve fikir beyanı suçları ile benzerleri ne olacak? Cevabı hazır; Devlete karşı işlenen suçları Devlet affeder. Vatandaşa karşı işlenen suçları da devlet affetmiyor mu? Ediyor. Bu beklenen af ile beraber affetmiş olmayacak mı? Olacak. O halde...
Zaten devlet güçsüzleştikçe içte ve dışta stratejik hatalar istenmese de bir şekilde olur ve bazı şeylerde dayatılır. Af gibi mesela. Hele üretim zayıfladıkça kanayan yaralar popülist söylemler, etkiler ve yetkiler ileri sürülerek vergisel tabanlı af ile sarılmaya çalışılır.
Bu af paketi ile asla iyi niyetli gözükmeyen karşılıklı çıkar ilişkileri masaya yatırılıyor. Öyle yol almaya çalışılıyor. Tıpkı af üzerinde anlaşmak başka anlaşmaların da ölçütü olacak gibi.
Tüm bu çaresizlik kapsamlı politikalar günlük ve zoraki devreye girer. Dönem maliyeti de her zaman en ağır olur. İşte öyle bir bir sona yanaşılıyor.
Hukuk ehline göre bu af programında haddini aşan ve istismara açık bir yörünge söz konusu. Nitelik kazandırmaz bir vizyonu sürdürme gailesinden başka bir şey değil. Ayrıca toplumda yerlileşme ve millileşme moduna da açık darbe. Bu yolla toplumla kurulu köprülerin yıkılması söz konusu. Buyurduk oldu çizgisinde tarihi kampanya yürüterek zümrelere has gelecek yanlar öne çıkarılıyor. Ama nafile.
Bunca ağır bir çıkmazda iken bu af tasarımı hiç çözmez birikmiş meseleleri. Af çıkarmak da zaten bu değildir.
Öyle gün ola affola tarzında olmaz bu iş. Gücüne güvenen milletin gücüne gidecek bu kısmi af yerine genel af çıkarma tasarısını gündemine almalıdır. Alabilir mi? Alamaz elbette.
O zaman da geçmişte kader mahkumu canım ne var denilerek çıkarılan ve topluma olumsuz etki yapanlardan hiç bir farkı kalmaz...
YAS GAZETECİ YAS...
YAS GAZETECİ YAS...
Gökyüzü, yeryüzü ve yeryüzündekileri zincirleyenleri taçlandıran, zincirlerin ve prangaların kırılması gayretlerini ise suçlulandıran kara düzene haklı isyanın ilk adıdır gazetecilik. Özgürlük odaklıdır. Yasak savan sloganı ise 'Yaz Gazeteci Yaz'dır. Ancak ne yazık ki; bu baştacı edilesi çıkış sloganı olmadık zamanlarda, başa gelen olmadık işler yüzünden 'Yas Gazeteci Yas' desturuna yükseliyor...
Yani gelmiş geçmiş en prestijli mesleklerden olan gazetecilik şu garip memlekette on küsur yıldır yasaklarla boğuşuyor. Resmen amigoluk boyutunda prestij kaybına uğratılıyor. Muhalif duruşlular muhakeme salonlarında buluşuyor. Buluşturuluyor. Sektör resmen vizyon daralması yaşıyor, yaşatılıyor. Diğer yandan sindirme, sürgün, mağduriyet diz boyu. Dört duvar arası mecburiyet var. Vakaya hangi çerçeveden bakmak lazım belli de, manzarayı geçmişe çok eskilere dayandıran rota şaşkınlıkları engelliyor o bakışları. At bakışlı dağılmışlıkta dikkatler başka yerlere çekiliyor. Ve bir anda talepler değişiyor, değiştiriliyor. Özetle durum feci, an yas vakti...
Yabboz tahtası gibi yazarken haberin ışıltısı, yazının yaldızı özel uzmanlık gerektiren bir moda bürünüyor. Yani aklı başında yazar enikonu çok düşünmek zorunda kalıyor. Bu kala kalıyorluk hali sonsuz mutluluğun gösteriş kabul etmeyen sırrını da yutuyor. Toplumun uyurgezer yüzünü yazmanın kesim bedelleri ise çok yüksek. Ağır bedel ödenecek bir şekilde ama böyle değil. Az buz, yüksek tümsek farketmez hiç biri katlanılır gibi değil. Uzlaşı babında yazar çizerlerin üzerine demir kapılar kapanıyor.
Gözlerde yaş, gönüllerde yas. Yas tutmak şeklinde ödeniyor bedel...
Oysa tayıncı, sayımcı, yayıncı karşılaması, karşılaştırması tuzağına düşmeden yazı rotası izlemektir gazetecilik. Aslında yazgıya direnip bu rotayı izleyenlerin kurguladığıdır hayat...
Savaşmadan siyaset içinde ve dışında kalmak değildir marifet. Mahirlik öyle veya böyle her adımda renklenen bir yolculuğa gözükara çıkmayı bilmektir. Çıkabilme cesaretini gösterebilmektir. Gerçek gazeteci kalitesinden zinhar ödün vermeden işini yapar. Gazetecilik dünyanın tüm cevherlerini ve renklerini bir arada tutabilmektir. Sözcük, tümce, paragraf ve makale örgüsünde hayata geçmeyenleri de bir güzel belgelemektir.
Öyle ki; 'Yaz Gazeteci Yaz' melodisi eşliğinde kayıp gibi görünenleri yarına kazandırmaktır. Mesleği mutlu gelecek adına icra etmektir. Toplumun ve rüyaların ertelenmesine dönük hal ve gidişleri de tarihe not etmektir.
Asla kişisel çıkar odaklı olmadan, eğilmeden bükülmeden ve risklere aldırmadan bir dünya yolculuğuna yolcu olmaktır gazetecilik. Ve yazıya sevdalanmak. Zincirler altından olsa bile zincirlerin kırılması için abartısız sloganlar dermektir. Eylemler gözetmektir. Denilemeyenleri yüreklice demektir. Devrimcilik, yenilikçilik, ilericilik budur. Öyle geri planda kalarak aşırı değer kazanmayı beklemekle olmaz. Sıra savıp küp doldurmakla hiç olmaz. Önce vatan diyebilmektir bu mesleğin özü. Önce vatan deyip sonra unutanların yapacağı iş değildir bu. Ve de böyle olanların karşısına durmaktır yılmadan. Düşman emellerini bildiği halde milli şuur diye diye şuursuzlaşmak hiç değildir. Şu veya bu nedenle güce tapınıp, hücre, taciz ve tehditlere boyun eğmeyenleri karalamak da değildir gazetecilik. Böylelerin kullanılıp kullanılıp hurdaya çıkarıldığı bir sektördür bu sektör. Sel, su, tortu çekinmeksizin çizgi bozmadan, prensiplerinden taviz vermeden baskılara direnenleri markalaştırır basın tarihi. Baskı, baskın, taarruz aldırmadan harfleri birbirine çatarak kurulan yerli ürün, sanat eseri yazıları yapraklarına taşır. Kalemkarların övünç ve karları da budur. Yani kalem yazar, yazıcısı iz bırakır...
Gelmişe geçmişe ve geleceğe damgasını vurmaktır gazetecinin önsözü. Son nefesine kadar trend olmaktır, son trene doluşmak değil. Çünkü trendi koruyanlar büyük kurtuluşu hazırlar. Korunması gerekenleri depolar. Zor bir iştir yazmak. Yazıcılık, yazarlık ve dahi gazetecilik.
Kanıtı yanıtta gizlidir; Gazetecilik emek, gözyaşı, yas bezeli has bir iştir. İşareti ise; 'Yas Gasteci Yas'tır...
20 Ekim 2018 Cumartesi
KAŞIKÇI ELMASI
KAŞIKÇI ELMASI
Uzun yıllar evvel yılda bir kez olsun kaşıkçı elması konuşulurdu. Televizyonun da ilk yıllarıydı. Televizyon silme kaşıkçı elması üzerinden magazinsel haberleri konu ederdi. Gazetelerin tamamında bir köşe, bir fotoğraf ve göz kamaştıran zenginlik haberlerinde yerini alırdı. Yıllar sonra son iki haftadır Suudlar sözde gözde gazeteci Kaşıkçı üzerinden memleket gündemini işgal ettiler. Kayıp Kaşıkçı…
Memleketin hakkıyla yönetilmediğini tescilliyor son zamanlarda yaşananların topu. İşine gelmeyeni hallet mantığı hortlamış dört bir yanda. Acı ama gerçek nice arbedelere maruz kalarak yok ediliyor muhalifler. Bir kaşık suda adamlar boğuluyor. Kaybediliyor.
Derin ilişkiler adamı kayıp Kaşıkçı'nın konsolosluğa girişi var çıkışı yok. Öyle ki girişinden sonra içerde dışarda cemalini gören fani yok. O yüzden konsolosluk bile arandı. İz yok. Ses seda yok. Suudlar bin yalan yüz takla vakayı saklamaya çalıştılar. Boş dolaplar gösterdiler. Kendilerini aklamaya haklı kılmaya çabaladılar. Karanlığın ve bu çağda gericiliğin en önde gideni bu Suudlar bedevilikten gelme olduklarından o Kutsal Topraklar üzerinde etmediği kalmamış gibi şu fakir memlekette de bir skandala imza attılar.
Köşeye sıkıştıklarını anlayınca da o feci açıklama geldi. Kaşıkçı konsoloslukta bir arbedede aldığı bir yumruk darbesiyle öldü. Yoktu, vardı, girdi girmedi derken öldüğü ortaya çıktı. Hem de bu şekilde neden çıktığı belirsiz bir arbedede. Tek bir yumruk ile. Peki, mevta nerde. Kazayla da olmuş olsa bu resmen bir cinayet değil mi? Konsolosluk bu denli arbedeleşme yeri mi?
Karanlığın sağ eli belki de tüm delilleri saklayamadı. Zaten dünyanın gözü önünde cereyan eden bu vakaya Suudi nokta koyuldu. Kaşıkçı’nın konsoloslukta öldüğü resmen açıklandı. Hesaplar tutmadı. Yapılanlara bu kez göz yumulmadı.
Suudi kafalar şimdi kovboy dostları ile kafa kafaya verip bu pis işleri örtmeye çabalarlar. At çobanlarının işine gelir. Daha çok petrolün piyasalara sürümü. İstedikleri de o zaten. Suudi arabia da hemen bir kaç zatın görevine son verildi. Onlarca kişi usulen tutuklandı. İş istihbarat servisi yenilenecek sonucuna bağlandı. Olan tek bir yumrukta ölen Kaşıkçı’ya oldu. Elması başkaları götürdü.
Şimdi çıkıp bu Suud katliam nerede oldu diye sorulsa toptancı yanıt konsolosluk olur. Peşine hangi konsolosluk denilse kimse bilmez, inadına bilinmez. Çünkü aynı bedevi kafanın ürünü bir akışkanlık dolaşır damarlarda.
Oysa el-cevap İstanbul'dur…
Uzun yıllar evvel yılda bir kez olsun kaşıkçı elması konuşulurdu. Televizyonun da ilk yıllarıydı. Televizyon silme kaşıkçı elması üzerinden magazinsel haberleri konu ederdi. Gazetelerin tamamında bir köşe, bir fotoğraf ve göz kamaştıran zenginlik haberlerinde yerini alırdı. Yıllar sonra son iki haftadır Suudlar sözde gözde gazeteci Kaşıkçı üzerinden memleket gündemini işgal ettiler. Kayıp Kaşıkçı…
Memleketin hakkıyla yönetilmediğini tescilliyor son zamanlarda yaşananların topu. İşine gelmeyeni hallet mantığı hortlamış dört bir yanda. Acı ama gerçek nice arbedelere maruz kalarak yok ediliyor muhalifler. Bir kaşık suda adamlar boğuluyor. Kaybediliyor.
Derin ilişkiler adamı kayıp Kaşıkçı'nın konsolosluğa girişi var çıkışı yok. Öyle ki girişinden sonra içerde dışarda cemalini gören fani yok. O yüzden konsolosluk bile arandı. İz yok. Ses seda yok. Suudlar bin yalan yüz takla vakayı saklamaya çalıştılar. Boş dolaplar gösterdiler. Kendilerini aklamaya haklı kılmaya çabaladılar. Karanlığın ve bu çağda gericiliğin en önde gideni bu Suudlar bedevilikten gelme olduklarından o Kutsal Topraklar üzerinde etmediği kalmamış gibi şu fakir memlekette de bir skandala imza attılar.
Köşeye sıkıştıklarını anlayınca da o feci açıklama geldi. Kaşıkçı konsoloslukta bir arbedede aldığı bir yumruk darbesiyle öldü. Yoktu, vardı, girdi girmedi derken öldüğü ortaya çıktı. Hem de bu şekilde neden çıktığı belirsiz bir arbedede. Tek bir yumruk ile. Peki, mevta nerde. Kazayla da olmuş olsa bu resmen bir cinayet değil mi? Konsolosluk bu denli arbedeleşme yeri mi?
Karanlığın sağ eli belki de tüm delilleri saklayamadı. Zaten dünyanın gözü önünde cereyan eden bu vakaya Suudi nokta koyuldu. Kaşıkçı’nın konsoloslukta öldüğü resmen açıklandı. Hesaplar tutmadı. Yapılanlara bu kez göz yumulmadı.
Suudi kafalar şimdi kovboy dostları ile kafa kafaya verip bu pis işleri örtmeye çabalarlar. At çobanlarının işine gelir. Daha çok petrolün piyasalara sürümü. İstedikleri de o zaten. Suudi arabia da hemen bir kaç zatın görevine son verildi. Onlarca kişi usulen tutuklandı. İş istihbarat servisi yenilenecek sonucuna bağlandı. Olan tek bir yumrukta ölen Kaşıkçı’ya oldu. Elması başkaları götürdü.
Şimdi çıkıp bu Suud katliam nerede oldu diye sorulsa toptancı yanıt konsolosluk olur. Peşine hangi konsolosluk denilse kimse bilmez, inadına bilinmez. Çünkü aynı bedevi kafanın ürünü bir akışkanlık dolaşır damarlarda.
Oysa el-cevap İstanbul'dur…
ARA ARA GÜLER’DİK! ŞİMDİ…
ARA ARA GÜLER’DİK! ŞİMDİ…
Ara ara gülerdik pek yakınlara kadar. Öyle bir ara yaşıyor ve yaşatılıyoruz ki şimdilerde onu da unuttuk. Bu arada Ara fotoğraf sanatçısıydı. Bir ustaydı. Usunda daima Anadolu vardı. İstanbul vardı belleğinde. Ustalıkla çekerdi kare kare aktarırdı geleceğe memleketini. Asla silinmez izler bırakarak. O da göçtü gitti. Ara ara Güler’dik bir zamanlar. Şimdi…
Oydu buydu, şu kökenliydi, bu dindendi bir yana dört yüz yıllık İstanbulluydu. Ve yaklaşık yüz yılına tanıklık etti memleketin. Yetmez mi? Kaçmadı gitmedi. Vatan bildiği şu fakir memlekette yaşamayı yeğledi. Dağ taş çamur çorak demeden uzun bir yolculuk eyledi. Yolunun Piriydi. Yolculuğunu izi takip edilecek fotoğraf kareleriyle süsledi. Asla yılmayan ve değişmeyen bir foto muhabiri olarak görevini yaptı.
Mahareti görmek en incesine en ücrasına görmekti. Bu onun işiydi. İşini hakkıyla yapanlardandı. Farkı fotoğrafları ve üstün görme yetisi idi. Klasik sayılan nice ayrıntı için deklanşöre bastı. Hayranlıkla izlenecek yeni yüz yıllara damgasını vuran seyirlikler imzaladı. Geleceğe bu günden hazırlandı. Bir bilim sanat insanıydı. O ara Güler’di. Bizde ara Ara gülerdik. Şimdi onu da kaybettik.
Çok şeyin ağır ağır kaybedildiği bir memlekette Ara Güler’i de kaybettik. Gülmeyi unutacağız bu gidişle. Belki de artık yeter dedi o, bunca gerileşmeye. Çünkü o en iyi bilenlerdendi ve görenlerdendi bu memleketin ileriye gidişini, ilerleyişini. Bu milletin ne zor şartlar içinde gelişimini. Çok anlar dondurmuştu, çok anılar doldurmuştu o günlerden. Memleket çeşmesinden. En mütevazi haliyle. İnkıtaya uğrayınca gidişat küstü.
Ermeni’ydi falan filandı. Ama gerçekte Anadolu’ydu. Türkten Türk’tü. Anadolu doluydu. Bıkmadan usanmadan Anadolu'nun hafızasını tuttu. Fotoğraflarını yuttu. O yüzden bir asra yakın memleketini yüceltti. Ve şu sözlerle taçlandırdı hayatını; “Yaşam size verilmiş boş bir filmdir her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışın…”
Ara ara kırılsa da Güler’misin ağlar mısın arasında, O doldurdu filmini, bitirdi ve gitti…
Ara ara gülerdik pek yakınlara kadar. Öyle bir ara yaşıyor ve yaşatılıyoruz ki şimdilerde onu da unuttuk. Bu arada Ara fotoğraf sanatçısıydı. Bir ustaydı. Usunda daima Anadolu vardı. İstanbul vardı belleğinde. Ustalıkla çekerdi kare kare aktarırdı geleceğe memleketini. Asla silinmez izler bırakarak. O da göçtü gitti. Ara ara Güler’dik bir zamanlar. Şimdi…
Oydu buydu, şu kökenliydi, bu dindendi bir yana dört yüz yıllık İstanbulluydu. Ve yaklaşık yüz yılına tanıklık etti memleketin. Yetmez mi? Kaçmadı gitmedi. Vatan bildiği şu fakir memlekette yaşamayı yeğledi. Dağ taş çamur çorak demeden uzun bir yolculuk eyledi. Yolunun Piriydi. Yolculuğunu izi takip edilecek fotoğraf kareleriyle süsledi. Asla yılmayan ve değişmeyen bir foto muhabiri olarak görevini yaptı.
Mahareti görmek en incesine en ücrasına görmekti. Bu onun işiydi. İşini hakkıyla yapanlardandı. Farkı fotoğrafları ve üstün görme yetisi idi. Klasik sayılan nice ayrıntı için deklanşöre bastı. Hayranlıkla izlenecek yeni yüz yıllara damgasını vuran seyirlikler imzaladı. Geleceğe bu günden hazırlandı. Bir bilim sanat insanıydı. O ara Güler’di. Bizde ara Ara gülerdik. Şimdi onu da kaybettik.
Çok şeyin ağır ağır kaybedildiği bir memlekette Ara Güler’i de kaybettik. Gülmeyi unutacağız bu gidişle. Belki de artık yeter dedi o, bunca gerileşmeye. Çünkü o en iyi bilenlerdendi ve görenlerdendi bu memleketin ileriye gidişini, ilerleyişini. Bu milletin ne zor şartlar içinde gelişimini. Çok anlar dondurmuştu, çok anılar doldurmuştu o günlerden. Memleket çeşmesinden. En mütevazi haliyle. İnkıtaya uğrayınca gidişat küstü.
Ermeni’ydi falan filandı. Ama gerçekte Anadolu’ydu. Türkten Türk’tü. Anadolu doluydu. Bıkmadan usanmadan Anadolu'nun hafızasını tuttu. Fotoğraflarını yuttu. O yüzden bir asra yakın memleketini yüceltti. Ve şu sözlerle taçlandırdı hayatını; “Yaşam size verilmiş boş bir filmdir her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışın…”
Ara ara kırılsa da Güler’misin ağlar mısın arasında, O doldurdu filmini, bitirdi ve gitti…
YENGEÇ SEPETİ...
Ekonomik krizi pastörün gönderilmesiyle pas geçeriz diyen aklı zarar pasör iktisatçılara karşın, kriz daha yeni başladı diyor aklı başında ekonomistler. Onlarda öyle enflasyon sepetindeki ürünlere yapılacak indirimler ve zabitan kuvvetiyle fiyat denetimleri işe yaramaz görüşü hakim. Yani dışarıdan bakıldığında kötümser bir tablo çiziliyor. İçeride kriz diyenlerin üzeri...
Oysa sadece enflasyonu düşürme planı ile ekonomik krizi çözmeye çaba henüz işin başında diğer tespitleri ve değişik çözüm önerilerini yok saymak demektir. Veya gerçekten deniz bitti.
Ekonomistler yerel seçim arefesinde pek hissedilmeyebilir ama yeni yılın ilk çeyreğinden sonra orta tabaka katmanlar acıyı yakından hissedecek uyarısında bulunuyorlar. Millet epey uzun sürecek yüksek enflasyonla yaşamaya alışacak. Herşeyi dış alımlarla sağlayan memlekette gelinen nokta bu olur ve ekonomi böyle geriler. Hele ki döviz kuru da acayip yükselmiş ise çıkış yolu zorludur saptamasındalar.
Ayrıca güvenilir ekonomistlere göre yeni yılın ikinci çeyreği itibariyle hiç beklenmedik daha çok şeyler de olabilir. Ancak negatif beklenti ağır basıyor.
İçerideki algı ise pastör yüzünden yukarı ivmelenen döviz kuru nedeniyle piyasalarda fiyatların da arttığı yönünde. Koca profesörler kamuoyuna bu algı yanıltmasını pompalıyorlar. Hemde ekonomik krizler tarihini ve çarpıcı örnekleri atlayarak. Gerçeğe mim koymayı ise sosyal infial görüyorlar. Elbette bunun ileride siyasi sonuçları da olur.
Şimdilik sorular şunlar; Daha hangi gündem şaşırtmaları sıralanacak. Dengeyi sağlamak için daha ne kadar faiz oranları ile oynanacak. Daha ne kadar ekonomik terör estirilecek. Daha kaç tane iş yeri iflas bayrağı çekecek. Daha kaç holding konkardato ilan edecek. Yanıtlar belli değil.
Tüm bu belirsizliğe rağmen ticari kayıpları, aş kayıplarını, iş kayıplarını kaale alan yok. Ekonomik krizin daha da derinleşeceğini delikanlıca söyleyebilen yok. Varsa yoksa pastör üzerinden apolitik, akpolitik tavırla acı gerçekler pas geçiliyor. Enflasyon sepetine neyi koyalım da süsleyelimin ince çalışması yapılıyor.
Bu girişimlere kanmayıp kısa ve orta vadede IMF’in kapısına dayanılır diyen bir kaç cılız ses anında sindiriliyor. Ve yabancı yatırımcının güveni sağlandı babında sele suya sepetçilik yapılıyor.
Lakin sepet tam bir yengeç sepeti..
PASTÖR AŞISI...
PASTÖR AŞISI...
Ne acayip bir memleket şu memleket. Zamanında kuduza açtığı savaşla adını bilim tarihine yazdıran asırlık Pasteur'ün adını bile unutturdu, bu pastör...
Öyle ki birinci Pastör kuduz mikrobunu da aşısını da bularak bilim yolunu ışıklandırmış, sayısız bilim yolcusu da onun yolundan gitmiştir. Şarbon mikrobu ve aşısı da Pastör'ün listesine eklenebilir. Yani bir çok mikrobu ve aşısını bulmakla bilim tarihinde haklı yerini almıştır. Hatta yüzyıl başlarında İstanbul'a bile gelmiş, bir zamanlar bir kolera salgınının önlenmesinde aktif rol oynamıştır. Ancak bugün arama motorlarına Pastör girince şu garip memlekette içeri tıkılan papaz Burunson da monitörlere düşüyor. Burun farkıyla bir yarış sürüyor sanal alemde. Pek yakışık almayacak ama durum bu. Yani iki aşıcının değişik açılardan fotoğrafları yan yana görsellenebiliyor.
Artık bu ikinci pastörü kimse unutmayacak demektir. Bu memleket sayesinde. Pastör burunları sızlayarak bu memleket erkanına ne kadar dua etse azdır...
Bu protestan pastör orta boy elçi pozisyonundan Usa evangelistlerinin en tanıdığı önder konumuna erişti bir anda. Bu millet eriştirdi...
Protestatör pastör sessizliğe gark olmuş şu fakir memlekette, testlerini yaptı masterini tamamladı. Ve geçer notu aldı, gitti. Dövizin ani yükselmesinin baş mimarı olarak. Milletin önüne taksitle kuyular kazılmasında maskot olarak. Piyasaları da büyük durgunluğa iterek. Pastör resmi tezini böyle yazdı. Tezinde de bu bereketli toprakların koruyucu ve manevi değerlerini bizzat uyguladı. Vurguladı. Şimdi geleneksel sistemciler dünyanın sembol kapılarının kapandığı bu sürece şükretmeyi öğrenecekler. Aşırı aşıyı diğer pastörlerden. Aşılanarak...
Zaten pastörize süt ve süt tozu alışkanlığı kazandırıldığı günden beri bu milletin saflığı, masumiyeti, mazlumiyeti, iyi kalpliliği, duygusal bağlılığı ve güce bağımlılığı hiç tükenmedi gitti. Arttıkça arttı.
Artış hızıyla mistizmin büyüleyici ve gizemli dünyasına girerek hep aldandı. Hapsoldukça aldatıldı. Değişik faktörlere göz yumdu. Son kertede pastörlere bile aldandı.
Köken ve etimolojik incelemesi bir yana pastör Burunson son tahlilde tüm amatör çobanlara da pastoral esin kaynağı oldu.
Bundan böyle üç beş yıl kolejlerde ruhani boyutlu eğitim olan her elçisel kilise çobanı Burunson dan güç alarak yeni krizler yaratabilir. Dünyanın dört bir yanında sürülere eğilebilir. Zaten bu klişe kiliseciler şu memleketin en ciddi probleminin aslında her şeyi pastörlerden beklemek olduğunu belirlemişler. Bekleyen dervişler diyarı yani. Bunu da bir şekilde çözüme kavuşturmuşlar. Darda kalmış milleti İsacı yapmak. Aşılamak. Aşının tutmasını sağlamak. Yaparken memleket batmış umurlarında değil. Dertleri İsa da, İslam da değil. Belki de gayeleri büyük efendiler adına toptan, madden manen memleket batırmak.
Buradan popüler politikacılara ve karikatür yöneticilere duyurulur; zor günlerde akla zarar aşı şırıngalayanlar hortlar.
Pastörlerin de tek derdi vardır; kaleyi içten fethetmek.
TAŞLARIN SULTANI
TAŞLARIN SULTANI
Şu garip memlekette casus sanılan rahip efendi aklandı. Aklama peşine hemen apar topar Usa'ya uzandı. Artık dip dalgalanmalı bozulan ekonomi nefeslenmeye başlar. Altın başta olmak üzere, tüm döviz türleri de düşer. Düşmeyeceği belli ama milletin yarısında beklenti bu yönde. İllet bir algı şoklaması. Hal böyle olunca yatırım nerelere yapılmalı, birikimler nasıl değerlendirilmeli sorusu değer kazanıyor. Değilmi ki rahip efendi, efendi Turump ile buluştu ve reyisi yerden göğe övdü, döviz yükselmez artık. Yani bu saatten sonra başka maraza çıkarılmaz ise minik adımlarla iki ileri bir geri seyreder. Mehteran vaziyetleri. Böylece dolar arada tezgahlanabilir spekülasyonlara rağmen çok kazandırmaz. Altın ise milletin sigortası. Altın yastık altı. Garanti. O zaman değerli taşların sırrına ermek lazım. Değerli taşların sultanına varmak...
Yani şu kalburüstü millet rahip sonrası mücevher dünyasına açılmalıdır izlenimi yaygın. Layıktır da. Bundan böyle birikim sağlama rahip öncesi ve sonrası diye şekillenecek sanki. O yüzden gün mücevher taşları dünyasına yabancı kalmamak günü.
Kim ne derse desin taşların sultanı 'inci'dir. Mucizevi bir mücevherdir inci. Canlı üretimdir. Dört beş bin yıllık kültür deryasıdır. Köklü aile büyükleri mirasıdır. En bol bulunur ve değerli taştan sayılır. Ancak yapaydır onlar. Doğal inciler pek nadirdir. Zaten çevre kirliliği, aşırı av ve zehri bol sanayileşme doğal inci neslini de tüketmek üzeredir.
Taşların sultanına nedimeler yaraşır. Onlarda sırasıyla incinin paçalarına tutunurlar. Bakan gözleri tutuştururlar...
Nedimelerden 'tanzanit' Kilimanjaro'nun eteklerinde yatar. 'Tanzanit' nedir? meraklılarına zoisit mineral çeşidi olduğu söylenebilir. Zoisit ne denirse ufak bir araştırma yapılmalıdır. Tanzania rezervlerinin on yıllar içinde tükeneceğine dair bir izlenim de vardır.
Rezervleri kurumadan geleceğe yatırım malsatlı edinmek lazımdır.
Rezervleri kurumadan geleceğe yatırım malsatlı edinmek lazımdır.
'Yakut' ise üç bin yaşına yakındır. Burma'lısı en canlı ve parlak olanıdır. Burmalı yakut morumsu kırmızıdır. Yani deyim odur ki; güvercin kanı gibi parlak kırmızıdır.
Hele ki 'yeşim'. Yeşim imperyaldir. Saf yeşili yakar insanlığı. Yeşile çalar gözler ondan alır ilhamı. Maya ve Maori kültürlerinde kutsaldır. Sıradışı, sağlam ve dayanıklıdır. Derler ki; Altın değerlidir, Yeşime ise değer biçilmez...
Ural dağlarında sıklıkla renk değiştiren, bukalemun özelliğine sahip 'aleksandrit' taşına ul
laşılır. Gün ışığında tavuskuşu mavisi, bol ışık alınca da mora doğru renk verir. Çar mücevheridir.
laşılır. Gün ışığında tavuskuşu mavisi, bol ışık alınca da mora doğru renk verir. Çar mücevheridir.
Nedimelerden 'Paraiba' ise Brazil'dir. Mavi yeşil canlı doğurgan ve dolgun renkliliği dünyayı da şaşkına çevirir.
Rocky sıra dağlarında ise 'amolit' saklanır. On milyonlarca yıllık deniz yumuşakçalarından daha parlaktır. Gökkuşağının tüm renklerini alabilir, yansıtabilir. Yanardönerdir.
Himayalar'da 'Kashmir Safiri' safiyane sahibini bekler. Rezervi bitmek üzeredir. Bitince müzelik değer olacaktır. Olmuştur da. Bu günlere izine ancak koleksiyoncular ve müzeler de rastlanır.
Akla zarar 'Zümrüt' akuamarin ve margonidin akrabasıdır. Kızıl Berildir. Vah Vah Dağları'nın kırmızı çiçeğidir. Ham minerali en çok ilgiyi çekenidir.
Sanbenito Nehri'nin 'safiri' mavidir. Gökkuşağı renklerini ateş gibi yansıtır. Resmi taş ilan edilmişlerdendir...
Sultanlık sultasının mücevherleridir bunlar. Daha niceleri vardır. Ancak değerli taşlar ailesinin en mükemmelleri bunlardır. Bu necip millete en yakışanlardır.
Şu garip memlekette casus sanılan rahip efendi aklandı da allanıp pullanma dünyasına, taşlar dünyasını kristalize kesmek şart oldu.
Bu dip boyası gelmiş piyasanın şartı kaç? Kime kaça? Kaçan kaçana.
KÖPRÜDEN GEÇTİ PAPAZ...
KÖPRÜDEN GEÇTİ PAPAZ...
Bilenler bilir papaz köprüsü yakınlarda bir yerlerde bir semt adı. Memlekette kuzeyden güneye, doğudan batıya papazın evi olmayan vilayet yok. Maviye çalan kara üzüm adı bile var; papazkarası. Hem de yerli ve milli asma. Aslı astarı var mıdır bilinmez ama yine en çözülmez büyüler vardır lafta din bilgiçlerinin göbek çukuru ile inandığı. Yani papaz büyüsü. Ayrıca kek severler ve keklenenler tip kayınca papaz gibi olmuşsun derler birbirine. Kıraathane ve ultra park ağzıyla. Yani asırlardır papazlar ile iç içe yaşar bu millet...
Acı ama gerçek iki aydır öyle bir büyü daha yaşandı ki akla zarar. Sıradan bir papaz her yere bulaştı. Dünya meselesi oldu, piyasaların da canına okudu. Arama motorlarına papaz girildiğinde artık o düşüyor ekranlara; papaz Burunson...
Kim bu papaz Burun son? Başta denilenlere göre acayip suçlu. Ajan, terörist, yataklıkçı, bırakılsa ardına bakmadan kaçan. Ortası ev göz hapsinde istirahatı sağlanan. Sonra vakti zamanı gelince de şap diye aklanan. Bu nasıl bir tezgahtır gizli kalan. Çanlar kimin için çalıyor faslı unutulan. Ve güç zehirlenmesine konu olan. Resmen tezahürü; 'Bu can bu bedende, bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi...' falan filan ardına sallananan.
Öyle biri ki onca dam adam, kurum ve kuruluşa rağmen ekonomiye iki ayda papazı bulduran. Adı Burunson. Ayrıca tek başına millete paparayı yediren, milletin hamisine devletin gururunu bitirten. İşte papaz o papaz. Silme kapiyalist kompetan ibresi.
Bu papaz uzaylı değil, Usa'lı. Burunson uzaylı değil de Usa'lı çıkınca usları kaynatan biçimde papazlıktan rahipliğe terfi ettirildi aniden. Ve artık serbest.
Bu arada ekonomi papazı buldu. Bulduysa buldu ne gam. Alan biz salan biz salaklığı. İşte öyle akıl satan gamsızlar var ki şu memlekette, oluşan milyarlarca dolarlık zararı kim ödeyecek umurlarında değil. Bu tahliye ile neler tahvil edildi acaba diye düşünen yok. Hala al papazı ver kızı versiyonunda yaygara. Hukuk devletinden dem vurma edebiyatı. Bu öyle bir dengesizlik ki yargı bağımsızlığı kara sevda. İşlere gelince yargı bağımsız, gelmeyince urun kellesini faslı.
Buruna tam pis kokular vuracakken rahip-papaz Brunson davasında mutlu son. Şimdi sıradan bir adam krallar gibi dönecek evine. Hakikaten harika emsal derecesinde hukuk işlevsizliği ile. Yaşanan kapitülasyon dönemlerinden beter bir yargı aczi ile. Aslı aşırı gazlamanın duvara çarpma durumu.
Ayrıca papazın hası yirmi bir yıl bu ülkede ajanslık işi ile uğraşmış. Milli olamadı belki ama neredeyse yerli. Tam emekli olacakken vay başına gelenlere. Vay memleketin haline. Bu işin sonu memlekete ve Burunson'a yakışacak mı peki orası başka muamelat.
Asıl soru şu papaz salındı o halde ekonomi düzelecek mi? Dolar düşecek mi? Ajan, papaz, filan derken bozulan dengeler yeniden kurulabilecek mi? Usa ile usları ıslatan bu saltolar, kündeler, köprüler kimi tuş ettiyse etti. Lakin daha neler olacak, tuşlar son bulacak mı? Burun farkıyla başka krizler yaşanacak mı?
Veya tuşlar olan biteni bundan böyle dürüstçe yazabilecek mi?
Peki piyasalar köprüden geçti papaz, dolar düştü biraz nakaratları eşliğinde papazkarası yudumlayabilecek mi?
Çok soru var. Çok ama sormak da, cevabı bulmak da zor biraz.
Zorun zoru. İşler papaz...
ÖNSEZİ VE ÖNSEÇİ...
ÖNSEZİ VE ÖNSEÇİ...
Her ne kadar çınar partide önseçim yapılması yönünde aktiviteler ortaya koyuluyorsa da önsezilere göre önseçim yapılmayacak. Çabalar boşa çıkacak. Adaylıkların bazıları göstermelik bir önseçiye bağlanacak. Siyaseten beklenti umutları yine ertelenecek. Sonra istenmedi ki, istenseydi önseçim kararı alınırdı denilecek...
Şimdi bu genel durumu ve tutucu tutumu hazırlayan tüm il, ilçe ve belde başkanlarına önseçimi defaatle anımsatmak gerek. Seçim sonrası ise ötelemeden hesap sormak gerek. Çünkü hangi seçim olursa olsun seçilme hakkı gibi seçme hakkı da en doğal haktır. Hatta kutsaldır.
Özellikle parti içi demokrasinin işletilmesi adına önseçim en doğal ve kutsal yoldur. Ayrıca geleceğe ışık tutacak, partiye yön verecek ve hizmet edecek başkan adaylarının ve yerel kadroların en doğru biçimde böyle seçileceği de kesindir. Ve ancak önseçim sayesinde ileride yönetsel kaygı yaşanmaz. Yerel saygı yitirilmez. Vaka halinde siz seçtiniz deyip işin içinden çıkılır.
Öte yandan her seçim toplumsal ve bireysel yaşamla ilgili karar vermek demektir. Çünkü bu yolculuktan derinlemesine herkes etkilenir. Nasibini alır. İşte bu tüme varım hep unutulur. Unutturulur. Nedense mistik ve fantastik kilitlenme ve siyaseten kelepçeleri takılı sözde uygarlaşma yeğlenir. Böyle bir partililik süreci olmaz, olmamalı diyenler hırpalanır. Uygarlaşma bu tavırla tersine döner.
Oysa seçim kazanımı sınırlı olanaklarla daha çok proje üretmek ve programlı çalışmakla olur. O halde görev almak için yetişenler arasından kurumsallaşmadan ödün vermeyecek olanların seçimi ancak önseçimle olur. Birilerinin yakınsaması ile değil. Ve bu ilkseçim yani önseçilim girilecek seçimin de başlıca belirleyicisidir.
Ayrıca bu ön seçimde kurumsal yapıya üye herkes karar alma ve yaptırım gücünü denk biçimde kullanmalıdır. Yetki devretmeli görev göçermelidir. Yani önseçim demokratik haklar çerçevesinde görülerek bir yandan da zaman avcılığı yapılmamalıdır. Alışılageldik dost yaren taraftarlığı sonlandırılmalıdır.
Yoksa yerel siyaset yolculuğunda sık karşılaşan o despot yönetimlere katkı yapılmış olur. Eğer ön seçim yapılırsa doğru kişi ve ekibi seçmek demek takipçiler ile olan farkı açmak veya kapatmak demektir. Çünkü yerel seçimlerde en ciddi seçicilik kaliteli hizmet ve milleti memnun edecek ekip üzerinedir. Özellikle krizlerden etkilenmeyecek, yaptığı kampanyalarla yüz güldürecek, iş temposu da düşmeyecek kişi ve kişilerle yola çıkılmalıdır. Onlar seçilmelidir.
Çünkü seçim yolculuğunda standartlar seçimden seçime yükselir. Sonra eski pazar eski tezgah. Yani siyaset dünyasında özgün ve düzgün bir çizgisi olmayanlar yer etmiş birikimleri de harcar ve giderler. Hayallerin gerçeğe dönüşmesi de bir sonraki döneme kalır.
Çünkü seçim yolculuğunda standartlar seçimden seçime yükselir. Sonra eski pazar eski tezgah. Yani siyaset dünyasında özgün ve düzgün bir çizgisi olmayanlar yer etmiş birikimleri de harcar ve giderler. Hayallerin gerçeğe dönüşmesi de bir sonraki döneme kalır.
Her ne kadar çınar partide önseçim yapılmasına yönelik telkin ve teklifler yapılsa da güncel önsezilere göre önseçim yapılmayacak görünüyor. Ancak daha zaman var. Yapılmalıdır idesi hayata geçirilmelidir. Aksi halde önseziler gösteriyor ki önseçisiz seçimler kaybedilir, durum bir sonrakini boşuna beklemeye kadar gider.
Bu arada çok kişinin de kellesi gider...
ASIRLIK ÇINARDA YEREL SEÇİM KARMAŞASI...
ASIRLIK ÇINARDA YEREL SEÇİM KARMAŞASI...
Asırlık çınar partide yerel seçim karmaşası mı, adaylaşma kargaşası mı demek daha doğru olur bilinmez ama yerel seçimlere giderken durum bu merkezde. Yetki yine genel merkezde...
Her seçimde olduğu gibi bir koltuk yarışı, koltuğu kapma mücadelesi veriliyor. Adına aday adaylığı denen bir kaptı kaçtı versiyonu. Yani partide hizmet verme görüntüsüyle her dönem her yere adaylıklar yine söz konusu. Özellikle de milletvekilleri.
Olağanüstü Kurultay furyası zar zor atlatıldı. Milletvekilleri orada da yine başı çekti. Lehte ve aleyhte kurultaya tavır aldılar. Gidişata yön verdiler. Sonra dört aylık bu vekillerin bir kısmı Belediye Başkanı olma peşine düştü. Bu çabada gerçekten amaç hizmet ise takdire şayan. Ama dert başka sanki. Ayrıca yüzler eskidi, güven kalmadı. Vitrin tozlandı. Düşünen yok.
İşin çözümü belli aslında; milletvekilleri aday yapılmaz olur biter, mesele çözülür. Aksi bir durumda partili olanlar dahi oy vermeye temkinli. Genel seçmen zaten oldum olası tepkinin dikalasında. Peki ne yapılmalı? Bu koltuk kavgası bir yana bırakılmalı. Aday koliklikten vazgeçilmeli. Özellikle yerel seçimlerde. Özellikle vekiller.
Şunun şurasında seçimlere üç beş kala milletvekili olup da adaylık yarışında olanları bir yana bırakırsak ortaya adayım diye çıkan da yok.
Yok çünkü partide bir tedirginlik var. Yıpranmışlık veya yıpranacak olmak başka bela. Bazı isimler telaffuz ediliyor ama onlar da popüler sağcı, sağ kimlikli. Aslında sadece kimliklere bakılarak, sağ tandanslı politikacı tercih edilerek olmayacağı belli. Zaten kaç seçim bu biçim, ilkesiz ve prensip dışı davranılarak yitirildi. Yıllar yılı sağ sol fark etmez ünlü ve popüler kimlik adaylaştırma ile gelinen durum ortada. Alınan sonuçlar açık seçik böyle yol alınamayacağını gösterdi. Ancak hala genel parlemento, yerel parlemento ve başkanlıklar belirlenirken ayrıcalıklı kimlik ve ideoloji ortaya koymadan yarışa girişenlere rağbet ediliyor. Bu diğerleriyle aynı olmanın milim ötesidir. Yani resmen benzeşmektir.
Bu tavır açıkça eski hataların devam ettirilmesi demektir. Aynıyla beyan ve bilindiğe devam pek de farklı sonuçlara ulaştırmaz. Kazandırmaz. Aynı hezimetler yinelenir.
Ayrıca ne hikmetse hep aynı isimler sahaya çıkıyor. Çıkarılıyor. Bu da abesle iştigal. Belli zaman sonra sağlam zemini yok deniliyor ve Genel merkez parti içi demokrasiyi hiçe sayarak bir sağcıl adayı hemen öne çıkarıyor. Tepkilere aldırmaksızın atıyor. Hal böyle olunca atı alan karşı yakaya geçiyor.
Yani koca çınar, asırlık parti kendi içinden donanımlı, bilgili, üretken, heyecan yaratacak, vizyon sahibi, deneyimli ve de solcu bir kadrosunu hiçbir zaman çıkaramıyor. Adaylaştıramıyor. Son on küsur yıldır manzara böyle...
Peki niye böyle bir makale paylaşım gereksinimi doğdu. Şundan doğar; Örneğin memleketin en büyük, Büyük şehir başkanlığı için kulislerde Konya milletvekili hocanın adı dolaşıyor. Kendisine adı geçen bu büyük şehrin yerel parlemento parti gurubunda ekonomiyi konuşma hakkı veriliyor. Bu da gösteriyor ki hoca da aday adaylardan. Şimdilik tanışma faslında. Aldığı alkışta fena değilmiş. Tutar mı tutar. Aday olur olmaz. İyi olur kötü olur bir yana, yiğidolar da alınmasın ama önemli olan bu yerel karmaşada medet umulanın yine sağcı olmasıdır. Sağcı kimliğidir. Milletvekilliğidir.
Zaten deniz bitmişçesine on küsur yıldır partinin yurtsever solcu evlatlarına makam mevki düşünmeden özverilice partiye hizmet ve siyaset yapmak kalıyor. Yani sol kadrolar dışlanıyor. Sağcı olmak ve partiye katılım sağlamak ise makam ve mevki paylaşımında anında ödüllendiriliyor. Bu gidişle de parti iyice sağcılaştırılıyor. Sağa kayıyor.
İşte partideki yerel manada karmaşa ve kargaşa başlığına bu pencereden, yani soldan bakmak lazım...
Yoksasını herkes üç aşağı beş yıkarı biliyor...
ÖNCELİK, FEDAKARLIK VE MİLLET...
Şu en zengin memlekette birlikte en güçlüyüz modunda sürdürülen model nihayetinde tökezledi. Ve fatura kesildi. Fedakarlık önceliği yine millete düşecek...
On yıllarca ortak akılla çözülmesi gereken ne varsa, akıllar kiralandığından başka yerlere havale edildi. Hava değişti, işler sarpa sardı. Dayanışma ve etkileşim ile beslenmeye çalışılan memleket darboğaza girdi. Memleket sektörel bazda gelişemediği için de ekonomi önce rutine bağlandı. Sonra kıpırdayacak zemin bulamayınca da tam dibe vurdu.
Bu vurgun da sıkıntılı süreci fırsata çevirmek modalaştı. Yabancı para trendine bağlı artışlar bel büker hale geldi. Tüm zamların tam ekonomik karşılığı olmasa da istikrar bir kere bozuldu. Ve bozukluk zirve yapınca her suni artış daima maliyetlere yansıtıldı. Yani rota iyice şaştı. Ve baştan ayağa tüm hesaplar altüst oldu.
Alabora aşamasında memleketin öncelik ruhu ve sağlam duruşu resmen zedelendi. Öyle ki kapılar belli miktarı ödeme koşullu hemen herkese açıldı. Böylece kolektif yaşam ve üretkenliği özendiren katma değer bilinci de yok edildi. Zaten millet aynı şeyleri vaad edenler ve vaadedilenler doğrultusunda hep bir farklılık bekleme furyasına kapıldı. Hep çıkış yolu yok ki ne yapalım mazeretine saplandı. Bu derleme oluşum eski köye yeni adet bulmaya kadar gitti. Başkan seçti. Ancak yine de olacaklar oldu. kötü sonun önüne geçilemedi.
Piyasaların nabzı süratlendi. Nabız tutulamadı ve sistem iyice gettolaştı. Bıçak sırtı giden işler durgunlaştı. Ekonominin olumsuz etkisi her yana ulaştı. Son değerleyici durumundaki millete dek uzandı. Zaten koordinasyon özelliği kaybedilince, verimlilik düşünce, dünya markası olma idealide birden hayal oldu. Laboratuvarda üretilen kurtuluş reçeteleri yeni tespitlerle yeniden yazıldı. Ve yine milletin üzeri çizildi. Kalıcı iz bırakmak ile tarihi doku zedelenmesi arasında kalmışlık yeni yaklaşımları da tüketti. Bu tükenmişlik butik çözümlerini anında üretti.
Fiyatlar yükselecek, ev devlet bütçeleri ayni kalacak. Millet son bir kez daha fedakarlık gösterecek. Yani yine güneş en güzel onlar için batacak. Memleket te kerevetine çıkacak...
DÜNDE YAŞARKEN KURULMAK...
DÜNDE YAŞARKEN KURULMAK...
Dünde yaşamak, dün de yaşayanlar için ne ifade eder bilinmez ama birgün kendilerini zor savunacak duruma düşerler. Bu günden düşüyorlar. Yarın ise kim bilir kimin elinde hangi bayrak sorusuna muhatap olurlar. Ancak asıl gaye bambaşka. Başkan bir gece yarısı flaş atamalar ile kurulları belirleyecek. Bahsi geçmeyen mevzu bu. Ayrıca diğer yandan bilinmesi gereken şu; sağın uzman olduğu konuların başında amerikancılık gelir...
Siyasette temel bir olgu vardır. Eğer bir konu ağırsa ve bir anda çözülemeyecek yoğunlukluysa kurulur komisyonlar, belirlenir kurullar ve mesele oraya devredilir. Sonrasında uğraşıp, tartışılıp durulur. Resmen yaşanır kısır döngü. Bu zorun zoru politika sürecidir.
Demek ki andan ileri kurullar, kayyumlar yönetecek memleketi. Bir de konkordato komiserleri ilgilenecek. Ülke o kadar zor durumda o halde. Başkan ise meteoroloji verilerine göre yurtiçi yurtdışı temsil görevine sürülecek. Bu arada iğneden ipliğe zamlar yağacak, kızışan illere seri zamanlı, eş zamanlı operasyonlar düzenlenecek. Vatandaş prim borçlarını yine ödeyemeyecek. Azanlar gözünün yaşına bakılmadan içeri tıkılacak.
Oysa siyaset mekanizması geçmişe dadanarak değil geleceği dizayn ederek fayda sağlar. Değil mi ki siyaset özünde; liderlik, vizyon, kitleleri ikna, proje, sempati ve güven verme sanatıdır. Ve uzun zamandır bunlar yerli yerindedir. Öyleyse neden hala dün de yaşamaya devam edilir. İşte bu anlaşılmaz. Zaten kazma nereye vurulursa su çıkıyor. O halde yetkiyi kurullara devretmek niye. Veya yetkiye kurulları ortak etmek nedir...
Dün ile uğraşanlar bugün başkanlık kurullarını belirliyor. Yarın bu kurullar; 'Bilim Teknoloji ve yenilik politikaları kurulu, Eğitim ve öğretim politikaları kurulu, Ekonomi politikaları kurulu, Güvenlik ve dış politikalar kurulu, Hukuk politikaları kurulu, Kültür ve sanat politikaları kurulu, Sağlık ve gıda politikaları kurulu, Sosyal Politikalar kurulu, Yerel yönetim politikaları kurulu' olarak memleket için politikalar hazırlayacaklar.
Popüler olsun diye Posta kutusu gibi belirlenmiş bu kurullara kimler atanmış, iş görmecilik babında bir bakmak lazım. Elbette peşinden devletten devrim odaklı açıklamalar gelir. Gelir ama dün de kaldıkça, millet neme lazım dedikçe memleket içinden çıkılmaz sorunları başına musallat eder durur. Artık dünde yaşarken kurulmak, kurulup kurumlanmakla işlerin düzgün gitmediği de açıkça görülüyor.
Ayrıca bu memlekette bu kurum ve kurullar varken devrimciliğe soyunmaya da hiç gerek yok. Şu memlekette sadece yaşamak bile başlı başına bir devrimciliktir, devrimdir.
Dünde yaşayanlara ve yaşadıkça kurulanlara göre de suçtur...
BİTKOİN VE BİTPAZARLARI...
BİTKOİN VE BİTPAZARLARI...
Bitcoinler ve Bitpazarları mikro makro ekonomi derken, üstelik methedilen dünya düzeni de çökünce vazgeçilmezlerden oldu. Ve memlekette geri sayım başladı. Bir yanda ultra zenginler öte yanda hepten unutulanlar. Yani bitpazarı arenasında bitkoyunlar ile bitboylar çarpışıyor...
Aslında bu resim resmi piyasalarda yolun bittiğinin de acıklı resmi. Dünyada ender bulunur hırpani satış noktaları ve bozulan kent dokusu. Kentlileşemeyen kentli dünyası.
En muhteşemi olduğu varsayılan dünya çapında bir kent, şeme şama döndü. Yıldızı zayıf koskoca bir otel oldu. İlçeleri de öyle. Beldeleri de. Son yıllarda iyice belirginleşti bu han, hamam vaziyetleri. Bu han duvarı hallerine diyetler ödemekle bitmez. Hele ilçelerin bazıları, bilerek en geri bırakılmışları; sabahtan tanyeri ağardığında çıkılan, akşam alacasında hurra dönülen ev hane değil yatak yeri oldu. Bu yorgun argınlık içinde bol dökümlü hayat içten dışa tam bağımlı, içeriden dışarıya tamamen kuşatıldı.
Öyle ki dünya çapında tam bir çarpıklıkla. Havası suyu bile çarpıyor hale geldi. Metropol ama polisi yetersiz. Metroları ise tıka basa insan silüeti. Camda panda misali. Hal buyken hemen herkes vizyon kapma hevesinde. Ancak kalıp ve modelleme çalışması da dip yapınca Ortadoğu ile Avrupa'yı buluşturma noktası da delindi. Bakış açısı daraldı. Bundan sonra yırtıklar yama tutmaz. Sözde köklü işbirliği ve iş ortaklığını geliştirme sevdası da, dayatması tutmadı. Herşey ters tepti. Yolculuk nereye kadar ise artık.
Bu arada otel ilçeler ve beldelerde aynı operasyonel bloklar oluşturuldu. Bloke edilenler uyuşturuldu. İşte bu otel, motel, pansiyon bölgelerde şimdi tarifi olanaksız, zor, sapkın, çatal çizgi boyu ilerliyor hikayeler. Farklı farklı çıkıyorlar bir köşelerden. Masalsı manzaralar, büyülenmişlik ölçeğinde en ince ayrıntıları bile kara taşa çeviriyor. Serbest dolaşımda rahatsızlık verici romanslar var. Dünyanın tüm pastel renkleri paspal kırık bir palette birbirine bulaştırılıyor. Ve ziyankar tablo. Bitik biblo. Uçsuz bucaksız yalnızlıkta her biri kaç kıtadan olduğu belirsiz kıtasal bir şiir okuyorlar. Şiirimsi. Bir bakıma ağırlıklı adetten ağıt.
Zaten göğüsteki tükenmez sanılan güç tükenince, karşılaşılan zorluklara göğüs germek de güçleşir. Tüm varoluş hikayeleri ölümden beter hayatı çağrıştırır. Yoksulluğu, yokluğu simgeler. Her adımdaki sembolik farklar ve bitkon belirtiler külçe, balya, dalya kıvamında yığılır eski pazarlara. Tortulaşır. Artık bu atmosferde bu otel,motel, pansiyon ilçelerin, beldelerin kıyıcaklarında firma ve bayi bağlantısız, bayağı tedarik zincirleri oluşuyor. Kendiliğinden bit pazarları. Yani iki günlüğüne her dilden, her telden, alet edevattan, iğne ipliğe, yoğun ve gezgin bir sektör. Gergin, gezgin ve şaşmış zabıtların gölgesinde. Pazarlıklı peşin alışveriş ve iskonto. Ve bolca sekınd hend avantaj. Telaşla beklenen ise taşlı başlı ve naşlı bu bit pazarlarına nur yağması.
Yağma yok derken çok olunca Bitparalı uluslararası boyuttaki ticaretten, bit pazarındaki çok uluslu unutulanlar deryasına akış hızlanır. Yaşa gör, bak gözlemle pratiğinde saklı gerçek boyut. Boylu boyunca zati ihtiyaç karşılanmasına hancılık. Daha nerelere evrileceği belirsiz kapalı kapaklı bu dünya da neler görecek yaşlı gözler. Hele bu çağda bu dünyayı bu hale, altmış yetmiş yıl evveline kim getirdiyse. Onları, onların da akibetini görecek mi? Çok günah var, ödenecek çok bedel var. Çok.
Var ya; artık Bitcoinle mi Bitpazarı akçesi ile mi ödenir orası muamma...
SEMBOLİK ÇALIŞMALAR…
Sembolik çalışmalar vardır hiçbir sektöre dâhil olmayan. Bir nebze de olsa topluma hizmet sevdasıyla devam ettirilen. Rantabl ve eksiksiz olmasına gayret edilen. çağdaş formlarda kendine has üretime katkılar sunan. Güvenilir arayan ve istenenin üzerinde randımanlı çalışmalar arzulayanları da yarı yolda bırakmayan. Bünyesinde en ferah ve en doğru sistemli ortamı, atmosferi de yaratan. Örneğin yazmak gibi…
Elbette bu alanın ender üreticilerinden ve uygulamacılarından olmak için bizzat her aşamasında tatbiki donanıma ve pratiğe sahip olmak gerekir. Uzun yıllardır biriktirilen sıra dışı ve değerli analizleri köşe kapmacılardan da kurtarmak. Değerli taşlar ve kıymetli kâğıtlar edinme dürtüsüyle içe ve dışa dönük malzeme tedarikçilerinden de uzaklaşmak. Hatta destek ürünlü adam satışlarını ve satışçılarını yani büyük sermayeye hizmetkarları da hedef tahtasına gömmek gerekir. Gerekir de gerekir. Hele ki sembolik de olsa bir yol haritası gerekir. Yani yazmak çok ciddi bir iştir.
Başlangıçta sembol olma gayesi ve gayreti güdülmez. Ancak öncelik sorun keşfetmek ve ayrıcalıksız çözüm ortağı olmak olunca yazılar doğal danışman havasında seyreder. Elbette gelişen çağa uygun ve geleneksel kültürden kopmadan. Beklentilerin aksine bu bilinçle direnmek yolculuğun yol haritasını da kendiliğinden çizer. Hedeflere ulaşma sorumluluğunu tetikler. Ve sorumluluktan kaçmayanların kendi markası böylece oluşur. Bundan sonrası kalıcı olmak amacıyla, bağımsız kalmak ve kaliteli yazmak anlayışını bütünleştirme çabasıdır.
Tek çıkar yol ise gelinen noktayı yeterli bulmama durumudur. Yazma uğraşısında neden sonuç vardır ama nihai nokta yoktur. Özünde sürekli bir devinim ve değişim saklar. Mesele işte o gizlenenin bir şekilde bulunmasıdır. Çünkü yazıcılık hep ayni basmakalıp şekilde ilerleyemez. O yüzden değer yaratacak ve sembol olacak konular hedeflenmelidir.
Sonrası kaliteli yazı devamlılığı, değişen teknolojiye uyum, yazma heyecanı ve başarabilme gururunu daima ileriye taşımak arzusudur. Güveni devamlı kılmak adına değişen dünyanın fikir ve teknolojisi ile sürekli yenilenmek gerektiğini görmektir. Özgün fikirler üretmek, özgürce beğenilir uygulamalar yapmak ve gelişen teknolojiyi etkili ve hızlı biçimde kullanmak gerçeğini de yazılara yedirmektir. İşte bu realite doğrultusunda bilimsel ve teknik uygulamalar ve araştırma geliştirmelerle sembolik çalışmalar sürdürülür. Yani yazı, yazılır.
Ağır seyretse de tüm analizler kalibrasyona göre değişir. Yani her kim olursa olsun kalibresine göre iletkendir. Yazıcıların bazen otomatikman değişip pipet vazifesi gördüğü de olur. Cihaz ve aygıtlarla, her türlü el aletleriyle tek bir şey için hizmet vermeye başladığı da. Onlar kendilerini bilir, ama onların ne yaptığını kimse bilemez. İşte en ciddi tehlike o guruba girmektir. Girenlerdir.
Son söz olarak sembolik çalışmalar yapan, yani kendi çapında yazı yazan biri olarak özeleştiri gerekiyorsa ki belli zamanlarda gerekir, yanıtımız şudur; “Bizi bilen bilir…” Ancak bu demek değil ki daha iyiye, iş ortağımız saydığımız az sayıdaki okuyucularla birlikte daha güzele ulaşmayalım. O yönde çabalamayalım. Çünkü biz mantalite olarak birlikte üretelim istiyoruz. Birlikte paylaşalım. Ortak olalım. Doğru bölüşelim. Dürüst kalalım.
Öyle ki verdiğimiz sözlerimizin arkasında durarak, yazdıklarımızla dürüstlüğün marka kalesi, azınlığın da çoğunluğun güvencesi, profili özel, rehber olabilecek, prestiji yüksek bir kurumsallaşmayı yazıyla çiziyle hayata geçirelim. Evet, bunu istiyoruz.
Evet, bizi bilen iyi bilsin, sembolik çalışmalarımızı da sembol bilsin yeter…
ZAMANIN RUHU ARANIYOR
ZAMANIN RUHU ARANIYOR
Zaman hızla akıp giderken her nasıl oluyorsa oldu, son günlerde çoğunluk tarafından yarını düşünmeden yaşamak kolaycılığı seçiliyor. Çünkü resmi ilden modalaştırıldı. Veya belli duruşa sahipler yarını düşünerek yaşamak zorluğunu devam ettiriyor. Zoru kolayı bir yana akıl dünyasında resmen kodlarla oynanıyor. Tarihi koordinatlar çekiştiriliyor, çarpıtılıyor. Oysa ödün vermeden tarihin kadranından görsel-işitsel, yazınsal ipuçları takip etmek gerekir. Hava buz kesse de, kanlar donsa da…
Doğru bakıldığında tarihi süreç medeniyete katkı sunan tüm yolculuklar, göz alıcı tasvirlerle, amigo anlatıcılar sayesinde bugüne taşınır. Pek de estetik kaygısı olmadan. Esneklik algısıyla yazılmadan, yansıtılmadan. Direkt. O yüzden bir tasarım hissi ve izlenimi verir tarihteki tüm yolculuklar. Tüm cereyan edenler. Gelecek ise bunlarla aldatılır.
Hem de özenli bir tasarım ve güvenli bir tasarımla kuşaklar cezbedilir. Harcanır. Anlamsız detaylarda boğulduğu halde sığda, sağda, solda yüzer her biri ucuz ama cezbedici hikâyeler. Simle sır gibi süslenerek. İşte bu nedenle tüm dönemler bir koleksiyon parçası gibi birbirine benzer. Aynı tarz elit sahneler, göz boyamacalar ve yürek kabartmalar sıralanır. Tarih budur denilir.
Ancak uzunca dönemler insanlığa ve uygarlığa yön veren demirciliktir. Yani demir, örs, kerpeten ve çekiçtir. Demiri tavında dövmek, çeliğe zamanında su vermektir. Sonra oraktır, tırpandır. Topraktır. Kan ile alın teri ile yoğurulmuş emektir tarih. Lakin taraflı bakış açısına göre yedirilen ise başka. Kakmadır, oymadır, çakmadır, mıhlamadır. Ve de sadece mührü kullanmak sanattır. Edebiyatı tarihi, tarihin tarifi işte bu yöne kayar.
Sanki resmen geçmiş zamanın ruhu ile alay edilir. Hanedan hayranlık uyandırır gelecekte diye hanelere sokulur. Harem merak uyandırdığından hanende melekler aranır. Ayrıca uydurup kaydırıp abartmalı savaşlar göğüs kabartır, kafadan kopartır diye ballandırılır. O yüzden öyle resmedilir her şey. Dillere destan öykülerle eserleştirilir.
Oysaki sınırları ve kıtaları aşan tüm İmparatoryal zenginliklerin özünde küçük birer beylik veya göçebe topluluklar yatar. Bu unutulur unutturulur. Ayrıca o saltanatlar ki birbirinden esinlenip can yakan yönetsel tekniklerden faydalanırlar. Sanatlar miraslarından koparlar. Aynileşirler. Kültürler denkleşir. Gelenekler renk değiştirir. Bu yüzden o muhteşem medeniyetler günü gelir çöker. Ki çökmüştür. Yani toplumları metalmişçesine eritip kalıplara dökerek mücevherleştirmek mümkün değildir. zaten bu anlaşıldığında tekrar elle dövme ve biçimlendirme moduna geçilir. Böylece her desen kendine has bir anlamdır gerçeği de kökünden halledilir. İşte o saatten sonra eskiyen zamana modern dokunuşlar hiç yenilik kazandırmaz. Kazandıramaz. Tarihten köklü kazınmak güncellenir.
Zaman hızla akıp geçerken en büyük uygarlık simgesi değerler bile dönem ruhunu yansıtmıyor. Ruh kaybedilmiş. Ve akıl zaman ve mekân üstü özgürlük felsefelerine kayıyor. Şimdilik yaşanan durum bu tarihsel ayrım sürecinde. Zamanın ruhu aranıyor…
Zaman hızla akıp giderken her nasıl oluyorsa oldu, son günlerde çoğunluk tarafından yarını düşünmeden yaşamak kolaycılığı seçiliyor. Çünkü resmi ilden modalaştırıldı. Veya belli duruşa sahipler yarını düşünerek yaşamak zorluğunu devam ettiriyor. Zoru kolayı bir yana akıl dünyasında resmen kodlarla oynanıyor. Tarihi koordinatlar çekiştiriliyor, çarpıtılıyor. Oysa ödün vermeden tarihin kadranından görsel-işitsel, yazınsal ipuçları takip etmek gerekir. Hava buz kesse de, kanlar donsa da…
Doğru bakıldığında tarihi süreç medeniyete katkı sunan tüm yolculuklar, göz alıcı tasvirlerle, amigo anlatıcılar sayesinde bugüne taşınır. Pek de estetik kaygısı olmadan. Esneklik algısıyla yazılmadan, yansıtılmadan. Direkt. O yüzden bir tasarım hissi ve izlenimi verir tarihteki tüm yolculuklar. Tüm cereyan edenler. Gelecek ise bunlarla aldatılır.
Hem de özenli bir tasarım ve güvenli bir tasarımla kuşaklar cezbedilir. Harcanır. Anlamsız detaylarda boğulduğu halde sığda, sağda, solda yüzer her biri ucuz ama cezbedici hikâyeler. Simle sır gibi süslenerek. İşte bu nedenle tüm dönemler bir koleksiyon parçası gibi birbirine benzer. Aynı tarz elit sahneler, göz boyamacalar ve yürek kabartmalar sıralanır. Tarih budur denilir.
Ancak uzunca dönemler insanlığa ve uygarlığa yön veren demirciliktir. Yani demir, örs, kerpeten ve çekiçtir. Demiri tavında dövmek, çeliğe zamanında su vermektir. Sonra oraktır, tırpandır. Topraktır. Kan ile alın teri ile yoğurulmuş emektir tarih. Lakin taraflı bakış açısına göre yedirilen ise başka. Kakmadır, oymadır, çakmadır, mıhlamadır. Ve de sadece mührü kullanmak sanattır. Edebiyatı tarihi, tarihin tarifi işte bu yöne kayar.
Sanki resmen geçmiş zamanın ruhu ile alay edilir. Hanedan hayranlık uyandırır gelecekte diye hanelere sokulur. Harem merak uyandırdığından hanende melekler aranır. Ayrıca uydurup kaydırıp abartmalı savaşlar göğüs kabartır, kafadan kopartır diye ballandırılır. O yüzden öyle resmedilir her şey. Dillere destan öykülerle eserleştirilir.
Oysaki sınırları ve kıtaları aşan tüm İmparatoryal zenginliklerin özünde küçük birer beylik veya göçebe topluluklar yatar. Bu unutulur unutturulur. Ayrıca o saltanatlar ki birbirinden esinlenip can yakan yönetsel tekniklerden faydalanırlar. Sanatlar miraslarından koparlar. Aynileşirler. Kültürler denkleşir. Gelenekler renk değiştirir. Bu yüzden o muhteşem medeniyetler günü gelir çöker. Ki çökmüştür. Yani toplumları metalmişçesine eritip kalıplara dökerek mücevherleştirmek mümkün değildir. zaten bu anlaşıldığında tekrar elle dövme ve biçimlendirme moduna geçilir. Böylece her desen kendine has bir anlamdır gerçeği de kökünden halledilir. İşte o saatten sonra eskiyen zamana modern dokunuşlar hiç yenilik kazandırmaz. Kazandıramaz. Tarihten köklü kazınmak güncellenir.
Zaman hızla akıp geçerken en büyük uygarlık simgesi değerler bile dönem ruhunu yansıtmıyor. Ruh kaybedilmiş. Ve akıl zaman ve mekân üstü özgürlük felsefelerine kayıyor. Şimdilik yaşanan durum bu tarihsel ayrım sürecinde. Zamanın ruhu aranıyor…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)