28 Ekim 2018 Pazar

SESSİZ ÇIĞLIK D...



Doğanın sessiz çığlığını duyan yok. Duymak isteyen de yok. Sadece bu bereketli topraklarda değil tüm dünyada kulaklar tıkanmış. Bitki türleri, kökleri, tohumlar, canlılar, börtü böcek, çiçekler zaman içinde yok oluyor. Yok ediliyor. Medeniyete ilham veren kültürler, doğal zenginlikler, kaynağı belli dönüşümler başıbozuk harcanıyor. Yanar döner olmuş insanlık ve çığ gibi büyüyor bölgesel travmalar...
Çölleşiyor dünya. Gökkuşağı gibi sarıyor mor kırmızı, kil kum. Özellikle son on yıllarda gelecek nesilleri de tehlikeye sokan bir rota izleniyor. Sessiz ve derinden. Demek ki pek yakında insanların özleyeceği şeyler çoğalacak. Aradıklarını bulamayacaklar. Arandıklarını bulacaklar. Doğa kendi kurallarını koyacak ve hayat sırf bu yüzden yaşanmaz bir konuma evrilecek. Normal hayat sert kabuklu, kızgın yanardağ lavları gibi en ücraları yakacak. Od akacak. Evrim yok diye olur olmaz, bilir bilmez böbürlenenler o vakit görecekler evlerinin damını. Kırmızı kiremit mi? Toprak mı? Beton mu? Yakındır. Gün yakın düşende insanlık ürkek ve titrek düne tüneyecek. Asla direnemeyecek. O gün gelince tek ses tek yumruk doğanın sessiz çığlığına neden yanıt verilmediğine hayıflanılacak. Peşinden şimdilik saman alevi gibi görülen çıkışlar ne kadar çıkış varsa büyük patlamalar sonucu kararacak. Yollar kapanacak. Yolcular girdaplara kapılacak. Ama doğa ne zaman o denlipatlayacak şimdilik belirsiz.
Her hayatın bir dönüm noktası olduğu gibi doğanın da bir tahammül noktası var. İnsanlık er yada geç doğanın mesajlarını görmez, acı seslerini duymaz ise dip yapacak. Dip. Tepe noktasında olduğunu sananlar ve menzile varacağına kananlar ise acayip yanılacak. O yüzden duymak gerek. Yoksa bu sessiz çekimli filmin sonu anlaşılıyor ki kötü bitecek. Çok kötü. Öyle görünüyor.
Son zamanlarda doğadan ilham alarak kışkırtıcı düşlerden kurtulan kültürler kendi karşıt kültürlerini yaratıyor ve onlara yeniliyor. Bu yenilgiler zamanla kendi kült bilincini oluşturuyor. Ancak bu bilinç ve birikim tamamen kişisel, bireysel ve popülarite tekeline mahkum. Bu mahkumiyet ortamında hücresel geçişler doğanın eşsiz izlerini de siliyor. Yaratıcı çıkışlarını, özgün ustalığını, deniz derya dalgalanmasını yitirme aşamasına getirtiyor. Gün ve gün o beter sona yakınlaşılıyor. Öyle ki teşvik edilen uygunsuz, uyumsuz deneylerle nesilden nesile aktarılacak ne varsa eski inanışlara kurban gidiyor.
Doğanın tarzı, tavrı, duruşu, renkleri ve ışıklarıyla oynandıkça doğa ile aynı dilden konuşmak da zorlaşıyor.
Sanki gecikmiş başlangıçlarla doğal örgü bozuluyor. Sonra kimin egemenleşeceği konusunda çatışmalar başlıyor. Ve hakimiyet doğanın elinden koparılıyor. O yüzden her enstrümanla sessiz çığlığını yükseltiyor doğa. Yeni tasvirlere yekpare direniyor.
Doğanın karakteristik aurası ile oynadıkça yeni serüvenciler de kendi bozguncu kitlesini oluşturuyor. Bu kitlenme yüzünden doğadaki dengeyi kökleştiren ne kadar gözde ayrıntı varsa sahneden yavaş yavaş çekiliyor. Böylece doğanın ahengini vurgulayan içses aut oluyor.
İşte öylesine böylesine o kadar zor bir süreç yaşanıyor ki doğanın sessiz çığlığının canı yürekten duyulması gerekiyor. Gerekir D...

Hiç yorum yok: